2.BÖLÜM

Tadilat ve temizlik son bulunca herkes gitmiş, Nazenin de hazırladığı kahvesini kupaya doldurup çamaşır odası olarak kullanmaya karar verdiği odaya girmişti.

Yapılması gereken ütüleri vardı. Ütü masasını açtı, çamaşır sepetini ve askıları yakınına koydu. Ütünün ısınmasıyla eline aldığı beyaz gömleğini masaya yayıp başladı ütü yapmaya. Bir saatin sonunda bü
tün kıyafetlerini ütülemiş, askılara geçirmişti. Hepsini kıyafet dolabına astıktan sonra salona geçti ve bilgisayarını kucağına koyup bazı dosyaları incelemeye başladı.

Yaşanan siyasi olayları, terör bağlantılı olayları okudu. Belediyenin yaptığı çalışmaları inceledi. Kış aylarında yoğun kar yağışı nedeniyle kapanan yollar birçok köye ulaşımın kesilmesine sebep oluyordu. Elektrik ve su kesintileri de özellikle kış mevsiminde ortaya çıkıyordu. Köylerdeki nüfusu, bunların cinsiyet ve yaşlara göre dağılımlarını inceledikten sonra ilk baktığı şey, okuryazar durumuydu.

Nuran Hoca’yla da konuştukları konu aklını çelip duruyordu. İl merkezine uzak kalan, yolları sarp arazilerden geçen köylerde okul çağına gelmiş bazı kızların, okul kayıtlarının olmadığını, birçoğunun ise ilkokulu bitirdikten sonra eğitime devam etmediğini görünce başladı medeni durumlarına bakmaya. Kimisi evlenmiş kimisi bekâr görünüyordu. Bekâr görünenlerin çoğunun da resmi nikâhla değil, dini nikâhla evlendirildiğini bilecek kadar görmüş geçirmişti.

Başına ağrılar girerken bilgisayarın ekranını öfkeyle kapattı. Bu kahrolası düzen ne zaman değişecekti? Ne zaman cinsiyetleriyle etiketlenmeleri, ikinci sınıf insan muamelesi görmeleri son bulacaktı?

Ruhu daralıyor, yüreği sıkışıyordu.

Kahve kupasına yeniden kahve koyup üstüne ceket geçirdi ve bahçeye çıktı. Bahçe girişinde nöbet tutan korumalarla bakışıp başıyla selam verdi ve hızlıca mutfağa geri döndü. Birkaç kupaya daha kahve koyup dışarı çıktı ve nöbet alanına yürüdü.

“İyi geceler, Sayın Vali’m. Bir sorun…”

“İyi nöbetler, hayırlı görevler arkadaşlar. Bir sorun yok. Sıcak kahvem vardı, sizlere de getirdim. Afiyet olsun.”

Nöbetteki korumalar önce birbirlerine sonra kahve kupalarına, en son ise Vali Hanım’a bakmışlardı. Kahvenin kokusu buram buram gelse de ikramı kabul edip etmemeye karar veremediler.

“Alsanıza yahu! Asker arkadaşlara da dağıtın,” demesiyle, “Zahmet etmişsiniz ama ayıp olmasın,” diyen adama şöyle bir baktı. Kendisinden birkaç yaş büyük, gençten bir arkadaştı. İri yarı, kalıplı oluşu, dimdik duruşu ise insana daha ilk bakışta güven veriyordu. Diğer korumaya da göz ucuyla bakıp, onun da diğeri kadar genç ve kalıplı olduğunu gördü.

“Zahmet etmedim. Ayıp falan da olmaz. Alın, için şunları da içiniz ısınsın. Hadi!” demesiyle korumalar kahve kupalarının olduğu tepsiyi alıvermişti.

“Teşekkür ederiz, ellerinize sağlık.”

“Afiyet olsun, hayırlı nöbetler diliyorum. İyi geceler.”

“Sağ olun, Sayın Vali’m.” Başını sallayıp, belli belirsiz tebessüm ettikten sonra kahvesini bıraktığı yerden alıp yeniden bahçeye çıktı ve bir sigara yaktı. Her akşam bir sigara içerdi. Daha fazlası değil. Sigarasını içip saatin epey geç olduğunu fark ederek yatak odasına geçti. Ancak yine aklına Vali Bey’in görüntüleri çöreklenince odadan çıkıp salona gitti ve koltuğa uzanıp üstünü örttü.

Gece güne döndü, güneş kendini göstermese de karla kaplı kurak toprakları aydınlattı. Yarım yamalak uyku uyuyan Nazenin koltuktan kalkıp doğruca banyoya girdi. Kısa bir duş gergin sinirlerine iyi gelir diye umut ediyordu ancak pek işe yaramamıştı. Saçlarını kurutup üstünü giyindikten sonra ilk işi bilgisayarını açmak oldu ve beklediği haberin geldiğini görerek gözleri parladı. Geldiği vilayete görevlendirmesinin yapıldığı resmi olarak duyurulmuştu. İki gün sonraki tarihte göreve başlayacağı yazıyordu.

Derin bir soluk alıp arkasına yaslanırken telefonu çalmaya başladı. Arayan babasıydı.

“Günaydın, baba.”

“Günaydın, Nazenin. Görevin duyurulmuş.”

“Evet, ben de şimdi gördüm,” deyip karşıdan cevap gelmesini bekledi. Bir süre sessiz kalan babası sıkıntıyla iç çekip, “Kendine dikkat et,” dedikten sonra aramayı sonlandırmıştı. Buraya gelmeden önce aralarında kopan fırtına hâlâ dinmiş değildi. Bunu anlıyordu. Babası yeni görev yerini duyduğunda gitmemesi konusunda ısrarcı olurken, Nazenin de gideceğini söyleyerek direnmişti. Uzun süren kavgalar, sözlü atışmalar, sözlerin bazen duygusal içerikli tehditlere varması bile Nazenin’i durdurmamıştı. Çünkü o, aklına koyduğunu yapardı.

Elinde kalan telefonu koltuğa fırlatıp gözlerini kapatırken içi sıkılmıştı. Babası hâlâ kırgındı ya da korkuyordu. O yüzden böyle davranıyordu. Telefonu çabucak kapattığına göre saldırıya uğradığını duymadı diye düşünüp biraz olsun rahatlayarak soluklandı. Hayat zordu, kimseye de çiçeklerini açıvermezdi zaten ama kimse görmese de Nazenin’in eline hep dikenlerini batırmıştı. O dikenleri çekip atan kadın, geride kalan yaralarını sarıp da gelmişti. Sardığı, herkesten gizlediği yaralarıyla yol almıştı. Çünkü kendisi ailesi tarafından hep gizlenmiş, bir sır perdesinin ardında büyümek zorunda bırakılmıştı. Bu saklanışın, gizlenişin sebebini hiçbir zaman öğrenememişti. Merak etse de ısrar etse de ne babası ne de annesi tek kelime etmemişti.

Şimdi yine bir yolun başındaydı. Bu seferki amacı ise gizlenmek, saklanmak değil akıllara kazınan, örnek alınan, kadınların da başara bileceğini gösteren kadın vali olmaktı. Reşit olduğundan beri saklanmak, birilerinin ardında gölge olmak istemediği içindi bu mesleği seçişi. Bunca çabası ve çalışma hırsı.

Aklına koyduğunu yapmak istemişti, yapmıştı da. Şimdi bu şehir için de aklına koydukları, yapmayı planladıkları vardı. Biliyordu kendini, istediği her şeyi yavaş yavaş yapacaktı da.

“Ben de bu düzenin çarkına ojeli tırnaklarımı sokmazsam… Ben de sizin kurduğunuzu sandığınız bu düzeni ayakkabılarımın on santimlik ince topuklarıyla ezmezsem, bana da Nazenin demesinler.”

Gün geceye döndü, güneşin aydınlattığı yeryüzünü ay ve yıldızlar aydınlatmaya başladı. Bütün gece pencerenin önünde oturup gök yüzünü izlerken, kendine de yollar çiziyor, hedefler koyuyordu. Tam iki gün böyle geçti. Ne doğru düzgün yemek yemiş ne de uyumuştu. Yaptığı tek şey elindeki belgeleri incelemek, yarım kalan işlerin ne durumda olduğunu analiz etmek, bir de şehit valinin kuyruğuna bastığı çeteyle ilgili bir şeyler bulabilmekti. Bununla ilgili bilgileri şu an bulamasa da yılmayacaktı. Elbet o hain saldırıyı düzenleyenler bir yerde açık verecek ve ellerine düşecekti. Bu devlet, bu millet ve bu topraklar için görev başında olan kimse Vali Bey’in kanını yerde koymayacaktı.

Haftanın ilk günü gelip çattığında özenle giyindi. Beyaz ipek gömleği, kırmızı kalem eteğiyle risksiz bir seçim yapmıştı. Saçının ön kısmını arkaya doğru götürüp bir toka yardımıyla tutturmuştu. Kumral saçları beline doğru salınırken makyajını yapıp ayakkabılarını giydi. Ancak ayağındaki kırmızı stiletto ayakkabılara bir an tereddütle bakmadan edemedi. Karda bu ayakkabılarla nasıl yürüyeceğini bilmiyordu fakat evin önünün temiz olması ve aracın kapıda olması işini kolaylaştıracaktı.

Ayak bileklerine kadar uzanan beyaz kabanını da giyip çantasını alarak evinden çıkıp aracına ilerlerken gözler üstüne dönmüş fakat çok fazla oyalanmadan uzaklaşmıştı. Geldiği günden beri kendisini eşofman ya da pantolonla gören insanların şimdi şaşkın bakmasına da şaşırmıyordu. Makam aracının yanında bekleyen iki adama yaklaşıp durdu. Biri şoförü, diğeri ise yakın korumasıydı. İki adam da aynı anda, “Günaydın, Sayın Vali’m,” dediğinde başını sallayıp karşılık verdi.

“Günaydın. Yeni göreviniz hayırlı olsun.” Sesi kendinden emin, ağzından çıkan her harf anlaşılırdı. Elini uzatıp ikisiyle de tokalaşırken isimlerini öğrenmişti. Emre Bey şoförü, Levent Bey ise korumasıydı. Vakit kaybetmeden aracına geçtiğinde ilk olarak şoförün çoktan aracı ısıttığını fark etti. Ancak bu pek hoşuna gitmedi.

“Emre Bey, bir daha ben gelmeden aracı çalıştırıp ısıtmayın. Bu araçların yakıtlarını devlet karşılıyor. Devlet hazinesi daha değerli şeyler için harcanmalı. Benim üşümemem için değil.”

Emre dikiz aynasından Vali Hanım’a şaşırmış bir ifadeyle bakıp yutkunurken yakın koruması göz ucuyla ona bakmıştı. Ciddi olup olmadığını anlamak ister gibi bir bakışı vardı. “Tamam efendim,” diyerek aracı hareket ettiren şoföründen gözlerini ayırdı ve yolu izlemeye başladı.

“Zaten böyle lüks araçların kullanılmasını da hiç doğru bulmam ancak burada görev yaparken başka şansım yok sanırım,” derken uğradığı silahlı saldırıyı düşünmeden edememişti. Eğer o an arabanın içinde olsaydı şu an hayatta olmama ihtimali çok yüksekti.

“Sizin için tahsis edilen bu araç kurşun geçirmez. Birkaç gün önce yaşanan olayın benzerini bir daha yaşamayacağınızın garantisi yok, Sayın Vali’m. Yani sözlerinizde haklısınız. Burada görev yaparken başka şansınız yok.” Koruması Levent’e bakıp başını hafifçe salladı. Anlıyorum, der gibi bir ifadeyle yine yolu izlemeye başladıktan sonra hiç konuşmamışlardı.

Aracı valilik binası önünde durduğunda kapıdaki kalabalığa çatık kaşlarla baktı. Mesai saati başlamak üzereyken herkesin işini gücünü bırakıp, kendisini karşılamak için toplanması hoşuna gitmemişti. Karşısında gördüğü bu sahne idolü olan, mesleki duruşunu, vatandaşa yaklaşımını ve vatan sevgisini örnek aldığı birini aklına getirmişti.

Yıllar evvel elim bir kaza sonucu hayatını kaybeden bir devlet adamını, bir bürokratı, bir meslektaşını, rahmetli Vali Bey’i düşündü. Şimdi burada olsa ve kapıdaki bu manzarayı görse tıpkı kendisinin vereceği tepkiyi verirdi, buna hiç şüphe yoktu. Nazenin, aracın kapısını açan korumasına teşekkür eder gibi başını sallayıp, hükümet konağının merdivenlerini çıkmaya başladı. Seri ama temkinli adımlarla kapıya vardığında yanına gelen vali yardımcısına göz ucuyla bakıp kalabalığa döndü.

“Böyle karşılamalara gerek yok. Mesai saati başladı. Herkes işinin başına dönsün,” diyen buz gibi sesle herkes bir an afallamış, birbirine şaşkınlıkla bakmış, hemen ardından da içeri girmeye başlamıştı. Personel odalarına dağılırken tek konuştukları Vali Hanım’dı. Ne suratsız, hoşgörüsüz kadındı öyle. Kendisini karşılamaya gelenlere söylediği sözler hoşlarına gitmemişti elbet. Eğer orada durup, uzayıp gidecek hoş geldiniz merasimine katılsaydı böyle düşünmezlerdi.

Ancak Nazenin’in iyi görünmekten daha çok önem verdiği tek şey kurallardı. Mesai saatinin böyle bir şeyle geçirilmesini doğru bulmadığından herkesi işinin başına göndermişti. Tabii ki hepsiyle tanışacak, konuşacaktı ama zamanı vardı. Vali yardımcıları ve özel kalemiyle ayaküstü tanışıp, kalemini takip ederek odasına çıktı. Montunu çıkarırken odaya göz gezdiriyor, eşyalara bakıyor, odasının binadaki konumunu anlamaya çalışıyordu.

Birkaç dakika odanın içinde yürüyüp, kapının dışındaki masasında oturan Rezzan Hanım’ın dikkatini çekmek için usulca boğazını temizleyince kadın hemen ayaklandı. “Buyurun Vali Bey… Ayy, kusura bakmayın Vali Hanım. Ağız alışkanlığı. Buyurun, bir şey mi istemiştiniz?”

Nazenin, annesi yaşındaki kadına tebessüm edip, “Rezzan Hanım, görevimi tebrik etmek için çiçek göndermek isteyenlere şehrimizde SMA Tip 1 hastalığıyla mücadele eden bebeğimizin bağış hesap numarasını iletin lütfen. Çiçeğe verecekleri parayla hasta olan evladımıza destek olalım,” dediğinde Rezzan Hanım’ın duraksayıp şaşkınca yüzüne baktığını gördü.

“Tabii, çiçek göndermek isteyen kişilere bu isteğinizi ileteceğim, Sayın Vali’m.”

“Teşekkür ederim. Gelelim bugün yapmak istediklerime…” Bir an durup soluklandıktan sonra sözlerine devam etti. Sanki o kısacık soluk alma esnasında kafasından onlarca düşünce geçmiş, hepsini sıraya koymaya çalışmıştı.

“Öncelikle valilikteki personelle tanışmak istiyorum. Ayarlama yapabilirsiniz diye de umuyorum,” deyince kadın hızlı hızlı başını salladı.

“Tabii ki, Vali Hanım. Öğleden sonra herkesin toplantı salonuna gelmesini haber veririm.”

“Teşekkür ederim ama öğleden sonra değil, mesai bitmeden önce toplansınlar. İşler aksamasın.”

“Anladım Sayın Vali’m.”

“Diğer isteğim de şu…” Bir an durup belli belirsiz iç çekti.

“Vali yardımcılarını, Belediye Başkanı ve ilçelerdeki kaymakamları, il ve ilçe emniyetindeki amir ve müdürleri, Jandarma Genel Komutanlığı’ndaki üst rütbeli subayları, Komando Tugayı’ndaki binbaşı, yarbay ve albayları,
devlet hastanesi başhekimini, İl Sağlık Müdürünü,İl Milli Eğitim Müdürü’nü, İl İtfaiye Daire Başkanı’nı, İtfaiye Müdürü’nü, Acil Yardım ve Can Kurtarma Müdürü’nü, Afet Koordinasyon Merkezi Müdürü’nü, AFAD, AKUT, Kızılay İl Müdürlükleri’nin müdürlerini görmek istiyorum. Sabah hepsinin buraya gelip beni kapıda karşılamak istediğini tahmin edebiliyorum. Ancak ayaküstü tanışmalardan hoşlanmam. Yarın hepsiyle tanışacağım.”
Rezzan Hanım, saniyeler içinde söylediği bütün yetkilileri not alıp başını salladı.

“Hangi gün, saat kaçta görüşme ayarlayayım, Sayın Vali’m?”

“Yarın sabah, saat dokuz.”

“Herkese haber veriyorum efendim,” dedikten sonra işe koyulmuştu. Önce valilik binasındaki personele, ardından da kaymakamlara, müdürlere ve askeri personele haber vermeye başladı.

O işine dönerken Nazenin de odasına yerleşmeye başlamıştı. Aradan bir saat geçtiğinde kapıda beliren Rezzan Hanım, “Sayın Vali’m,” demişti usulca. Nazenin bir yandan işine devam ederken bir yandan da tıpkı onun gibi sakin sakin, “Rezzan Hanım,” dedi.

“Belediye Başkanı geldi efendim. Sizinle tanışmak, kendini de tanıtmak istiyormuş.”

“Buyursun gelsin.” Bir an durdu ve başını kaldırıp kadının gözlerine dikkatle baktı.

“Ve rica ediyorum bana efendim demeyin Rezzan Hanım. Ben kimsenin efendisi değilim.” Kadının bir anlık şaşkınlığını ve duraksayan bedenini fark edip tebessüm etmeye çalıştı.

“Hadi, Başkan Bey’i gönderin. Tanışalım,” demesiyle hareketlenen kadın, “Tabii, tabii Vali Hanım,” diyerek odadan çıkmıştı. Bu esnada kendisi de ayaklanıp üstüne başına şöyle bir göz atıp gömleğini düzeltti.

Kapıdan giren adam ortalama boylarda, oldukça kilolu, göbekli, bir hayli kel ve pala bıyıklıydı. Kulak arkalarından enselerine uzanan saçlarını ve bıyığını siyah renge boyadığını anlamamak imkânsızdı. Üstüne giydiği takım elbisenin içinde zar zor hareket ediyor gibi görünüyordu. Adam resmen karikatür gibiydi.

“Vali Hanım, hoş gelmişsiniz. Ben Akdağ Belediye Başkanı Mücahit Aktepe.” Tam da görünümüne uyumlu bir ses tonuna ve yöre ağzına sahipti. Muhtemelen sigara içmekten iyice kalınlaşan, boğuk ve hırıltılı bir hal alan sesi odada ve kulaklarında çınlarken başkan elini uzatınca Nazenin de elini uzattı.

“Hoş buldum, ben de Vali Nazenin Tuna. Geç, buyur otur,” deyip ellerini ayırdıktan sonra masasının önündeki deri koltukları işaret etmiş, başkan ise o koca cüssesini anında koltuğa bırakmıştı. “Nasılsınız? Şehrimizi güzel buldunuz mu?” diyen adama bıyık altından güler gibi bakarken koltuğuna oturup ellerini masanın üstünde
birbirine kenetledi.

“Ülkemin her şehri güzeldir başkan. Bizler daha da güzel olsunlar, yaşanır olsunlar, güvenli olsunlar diye çalışırız. Öyle değil mi?” Başkan başını emme basma tulumba gibi sallayıp bir yandan da bıyıklarını okşar gibi düzeltirken, “Öyle öyle, öyle tabii,” diye geveliyordu. Nazenin ise onun durmaksızın pala bıyıklarını düzeltmesine sinir olmuş durumdaydı. Başka bir yerde ve başka bir konumda olsalar adamın eline bir tane patlatırdı kesin. Bu düşünceyle gözlerini devirmemeye çalışarak aklını toparladı ve adama dikkatle baktı.

“Şehrimiz güvenli olsun demişken Başkan…” durup soluklandıktan sonra devam etti.

“Buraya geldiğim gün başıma gelen talihsiz olayı duymuşsunuzdur herhalde!” Adam bir anda kıçına iğne batmış gibi irkilip sırtını koltuktan ayırdı ve yüzünü ekşitti. Gözüne gözüne batan fırça gibi kara bıyıkları üzülmüş gibi büzdüğü dudağının üstünde kıpraşıp duruyordu.

“Yav, duymaz olur muyum, Vali Hanım. Duymuşam ve çok üzülmüşem. Çok geçmiş olsun. Sizi Allah korumuştur. Yav kadına sıkılır mı yav? Bunlar iyice cozuttular.”

Kadına sıkılmaz ama erkeğe sıkılır, mı demek istiyorsunuz, Başkan? Rahmetli Vali Bey’e mesela?” Cümlesinin içinde sözlerini cımbızla çeker gibi önüne seren kadına ilk kez lakayt ve gevşek gevşek bakmayı kesen adam bir kez daha irkilmekten kendini alamamıştı.

“Yav olur mu hiç öyle şey Vali Hanım. Ben lafın gelişi söyledim. Kimseye silah doğrultulmamalı ama oluyor işte. Rahmetli Vali Bey iyi adamdı. Nur içinde yatsın.”

“Amin, amin ama… Sen lafının gelişine de gidişine de dikkat et emi Başkan. Ben ağzından çıkan sözlere çok dikkat ederim çünkü.” Yine durup adamı ölçüp tartmaya çalışırken, “Mesela az evvel bunlar, dediğiniz kimler Başkan? Tanıyor musunuz?” deyiverdi. Adam aniden gelen bu soruyla hepten huzursuzlanıp boyalı pala bıyıkları dışında renkten renge girerken onu izlemeyi sürdürdü. Belli ki soru hoşuna gitmemişti.

“Yav Vali’m, ben nereden bileyim kimler. Teröristler demek istedim.”

“O zaman öyle de başkan. Bunlar deyince sanki tanıdığın birilerinden bahseder gibi oluyor.”

“Yok tövbe tanımam ben.” Bir soluk alıp göz ucuyla saatine bakan adam ellerini dizlerine vurarak ayaklanırken, “Ziyaretin kısası makbuldür derler,” dedi. “Zaten sizin de işiniz gücünüz vardır, ben sizi alıkoymayayım. Tanıştığımıza memnun oldum. Daha çok görüşeceğiz zaten.” Nazenin de ağır ağır ayaklanıp başını hafifçe salladı.

“Aynen öyle başkan. Daha çok görüşeceğiz. Selametle,” derken kapıyı göstermiş ve yeniden el sıkışma olayı olmamasını böylece sağlamıştı. Başkan odadan sessiz sakin çıkacağı sırada duraksayıp yeniden
ona döndü. “Çiçek gönderelim dedik ama istememişsiniz.”

“Gerek yok, Başkan. Bütçenizi çiçeğe böceğe harcayana kadar şehrimizdeki hasta bebeğimize bağışta bulunun lütfen. Öylesi daha güzel ve işe yarar olacaktır.” Kafasını sallayıp, “Pek güzel düşünmüşsünüz. İyi günler, iyi çalışmalar,” diyerek odadan çıkıp gözden kaybolmuştu ancak Nazenin’in içinde kocaman bir huzursuzluk bırakmıştı. Hoşlanmamıştı bu adamdan. Çok oynak, laf cambazı birine benziyordu. Sorduğu sorular ve söylediği sözler karşısında yaşadığı huzursuzluk, panik hâli ve renkten renge girişi şüphe uyandırıcıydı.

Zaten araştırmaları sırasında öğrendiği şeyler vardı. Belediyenin yapması gereken ama yapmadığı görevleri gözüne batmıştı. Şimdi o gözüne batanlar bu yaşananlarla gözünü oyuyordu sanki. Aklında onlarca şüphe, yüreğinde huzursuzluk, omuzlarında ağır iş yüküyle akşamı etmişti. Saat beş olmadan önce personel konferans salonunda yerini aldığında Vali Hanım içeri girdi. Tam vaktinde, bir dakika bile gecikmeden ya da kendisi içeri girdikten sonra personelin hâlâ giriş yapmasını izlemeyecek zamanlamayı tutturmuştu.

Beyaz gömleği, kırmızı kalem etek ve ceketi, gömleğin açıklığını örten kırmızı fuları, üstündeki takımla birebir uyumlu kırmızı topuklu ayakkabılarıyla bayrak gibiydi. Ayak bileklerine uzanan beyaz montunu çıkarıp Rezzan Hanım’a uzatırken belli belirsiz gülümsemiş, teşekkür ederim, diye de fısıldamıştı.

Sahneye hazırlanan masasına ilerleyip oturduktan sonra ceketinin düğmelerini açtı, mikrofonunu konumlandırdı ve yemyeşil gözlerini salonda gezdirip herkese tek tek baktı. Onca insana bakması mümkün değildi tabii ancak öyle bir bakışı vardı ki herkes onunla göz göze geldiğini hissedip oturuşunu dikleştirmişti.
Nazenin, küçüklüğünden beri babasının toplum içindeki hal ve hareketlerini takip ederdi. Oturuşunu, kalkışını, kiminle ne konuştuğunu, nasıl konuştuğunu, kime gülümseyip, kime ifadesiz kaldığını aklına kazımıştı.

Mesela babasının ilk öğüdü şu olmuştu, Dik dur ve insanların gözüne bak. Kızgınlığını, gerginliğini, öfkeni hatta mutluluğunu bile kamufle et. Belli belirsiz tebessüm et ve hemen sakla. Karşındaki kişi elini uzattığında, elini sıkmaya değer biri değilse o eli sıkma. Tepkini duygularınla değil, aklınla, mantığınla ve beden dilinle göster. Az ama öz konuş.

“Sabah herkesi işinin başına gönderdim diye suratlarınız düştü. Farkındayım. Ancak…” diye yükselen sesi salonda yankılanırken birkaç saniye durup soluklandı. “Her şeyin zamanı vardır. Öyle kafanıza göre hareket etmek, işi aksatmak olmaz. Ayaküstü tanışılmaz.” Yine sustu, gözleri hızla etrafı taradı.

“Ben, Nazenin Tuna. Akdağ ilinin yeni valisi olarak göreve getirildim. Bundan sonra öncelikli olarak ilimiz için, vatandaşlarımızın huzurla yaşaması için ve dahi ülkemizin birlik beraberliği için birlikte mesai harcayacağız.”

Ufak tefek bir kadından bu kadar gür bir ses duymayı beklemeyen kalabalık şaşkındı. Yaşı genç, boyu normale göre kısa, kilosu rüzgâra karşı koyamayacak kadar az olan kadının duruşu bedensel özelliklerine de yaşına da meydan okuyordu. Öyle bir aurası vardı ki herkesi etkisi altına almıştı.

“Görevi esnasında şehit düşen Vali Tekin Ilgaz’ı rahmetle anıyor, ailesine, canını verdiği aziz vatanın her ferdine ve siz değerli çalışma arkadaşlarına baş sağlığı diliyorum,” deyip ayaklanmasıyla salondaki
herkes de ayaklanmıştı. “Tanışma bitti. Şimdi herkes görevi başına dönebilir ve…” sahnenin önüne gelip dimdik durdu. “Devlet memuru, mesai saatinde çalıştığı odanın kapısını kapatmaz. Kapılarınız diama açık olacak benimki dahil. Burada topluma hizmet etmek için bulunduğunuzu sakın unutmayın ve sizlerden yardım isteyen o insanlara tepeden tepeden bakıp küstahlık etmeyin.” Son sözleri şaşkınlığı artırırken kendinden emin adımlarla sahneden inmeye başladı. Adımları küçüktü ancak güçlüydü. Bunun öğüdünü de babası vermişti. İlk topuklu ayakkabısını giyip savsak adımlarla koştururken elini tutup, ciddiyetle yüzüne bakarak, o ayakkabıları giyeceksen, adımların güçlü olmalı. Telaşla onların üstünde koşturursan ne zaman düşecek diye bakarlar, demişti.

Salondan ayrılırken Rezzan Hanım’dan montunu alıp giymiş ve odasına gitmek yerine ana kapıya ilerlemişti. “Emre Bey, sokaklarda birkaç tur atalım. Çevreyi görmek istiyorum. Önce araçla göreyim sonra yürüyerek her yeri ve herkesi göreceğim.” “Emredersiniz, Sayın Vali’m,” diyerek koşar adım arabaya giden adamın peşi sıra ilerliyordu. Bu esnada yakın koruması Levent Bey de yanındaydı. Binanın önündeki merdivenlere çıktığından etraftaki kalabalığı fark edip duraksadı ve çatık kaşlarının altından dikkatle baktı.

“Bu insanların burada ne işi var? Bir şey oldu da biz mi bilmiyoruz?” sorusuna belli belirsiz tebessüm eden Levent, “Bir şey oldu, Vali Hanım,” demişti. Hiddetle korumasına dönüp, “Ne oldu?” diye sorarken onun yüzündeki ifadeyi çözmeye çalışıyordu.

“Bu şehre bir kadın geldi. Hem de Vali olarak. İnsanlar da merak edip yollara düştüler. Olan bu.” Nazenin şaşkınlıkla kalabalığa dönüp bakakalırken, “Yani beni görmek için mi toplandılar?” deyince Levent başını sallamıştı.

“Toplumumuzun her kesimi yeni geleni görmeye bayılır. Yeni evlenenin evine, aileye dahil olan geline damada… Yani yeni geline vedamada, yeni doğan bebeğe, yeni alınan eşyaya… Önüne yeni gelen her şeye bakar. Buna siz de dahilsiniz. Yeni vali, kadın vali.” Nazenin adım adım merdivenleri inip kalabalığa yaklaşırken, “Enteresan!” de mekten kendini alamamıştı. İnsanların fısır fısır konuşmalarını yok sayıp, meraklı, kendisini ölçüp tartan gözlerine baktı.

“Beni inceleyip, makama yakışıp yakışmadığıma, o koltuğu doldurup dolduramadığıma, ya da genç yaşıma rağmen bu şehri idare edip edemeyeceğime dair bir kanaate varmak istiyorsanız tanışalım. Ben, yeni vali Nazenin Tuna!”

Az önceki fısıltılar derin bir sessizliğe gömülmüş, çıt bile çıkmıyordu. Aracın yanında bekleyen Emre Bey ve koruması Levent Bey’in gülmemek için dudaklarını kemirdiğinin farkındaydı. Gülmek üzere oldukları şey kendisi değildi. İnsanların yüzündeki inanmaz, şaşkın ifadeydi. Öyle donuk ve bir müzede eser inceler gibi bakıyorlardı ki Nazenin bile huzursuz olmuştu. Başını hafifçe eğerek arkasını dönmeden önce, “Bu kapılar, devletin kapısıdır ve sizlere her zaman açıktır. Bunu sakın unutmayın! İyi günler,” demiş, lafı uzatmadan da arkasını dönüp aracına binmişti. Önünde askeri araç, arkasında koruma aracı eşliğinde şehirde ilerlerken yine çevresini inceliyordu.

Uzun caddede en az on beş dükkân boştu. Panjurları indirilmiş, kapısına kilit vurulmuştu. Zaten şehrin birkaç işlek caddesi vardı. Onlardan biri de buydu ama dükkânları herhangi bir iş alanında çalıştıran yoktu.

“Diğer caddeleri de görmek istiyorum. Ondan sonra tugaya geçeriz.” Şoförüyle koruması önlerindeki ve arkadaki araçları kulaklıkları aracılığıyla bilgilendirirken diğer caddeye giden yola döndüler. Peş peşe üç caddeden geçmişlerdi ancak hepsinde durum aynıydı.

“Bu caddelerdeki dükkânlar…” derken gözlerini araçtaki iki adama çevirdi.

“Neden bomboş duruyor?” Levent Bey de ona doğru döndüğünde ne diyeceğini merakla bekliyordu.

“Terör olayları yüzünden bazıları kapatmıştı ancak kapatmayanlar da son zamanlarda kepenk indirdi. Çünkü terör örgütleriyle bağlantılı olduğu düşünülen tefeciler esnafı rahat bırakmadı. İnsanlar kendilerine zar zor yeterken bir de onlarla mücadele edemediler.” Nazenin sol kaşını usulca kaldırıp, öfke bürünen gözlerini kırpıştırdı.

“Bu şehirde devlet düzeni, kural, kanun, yasa, adalet yok mu Levent Bey? Polis, asker nerede? Bu insanlar işlerinden, ekmeklerinden olurken kolluk kuvvetleri ne yapıyor? Refah, istihdam, huzur, güven ve adalet! Bu beşi olmadan kalkınma olmaz. Gelişim olmaz.” Sesi gürül gürüldü. Sözüyle, gözüyle yakıp yıkıyordu sanki.

“Doğruca tugaya gidiyoruz,” demesiyle şoförü başını sallamış,

“Tamam efendim,” demişti. Kısa süre içinde geldikleri askeri birliğin kapıları anında açılmış, araçlar içeri girmişti. Ana bina girişinde duran aracından hızla inip merdivenlerin başında bekleyen Albay ve
binbaşıya doğru ilerlemeye başladı.

“Hoş geldiniz, Sayın Vali’m.”

“Hiç hoş gelmedim, Albay. Hiç hoş gelmedim!” diye yükselen sesi bahçede yankılanmaya devam ederken Nazenin çoktan içeri girmişti. Onu arkasından koşar adım takip eden iki adam da bir an birbirlerine bakıp, neler olduğunu anlamaya çalışmıştı ancak bir sonuca varamamışlardı. Nazenin, topuk sesleriyle koridoru inleterek ilerleyip Albayın adının yazılı olduğu odanın önünde durdu.

Odanın sahibini beklerken yanına gelen iki adamı da baştan ayağa süzmüştü. Kapıda kendisini karşılarken başlarında olan bordo bereleri şimdi iki kat olmuş ve apoletlerinin altındaki boşluğa yerleşmişti. Bina içine girdiklerinde berelerini ya da şapkalarını çıkarırlardı. Kural böyleydi.

Albay, odasına girmeyip kapısında duran kadına şaşkınlıkla bakmak istese de buna sonra şaşırmayı yeğleyip, “Buyurun Sayın Vali’m,” dedi, kapıyı açıp onu içeri aldı. Üçü de içeri girdiğinde kapıyı kapatan binbaşı oldu.

Albay, Nazenin’in oturması için koltuğunu gösterse de kadın buna aldırmayıp, masanın önündeki koltuklardan
birine ilerledi. Montunu çıkarıp koltuğun arkasına bıraktı ve oturdu. Hâlâ ayakta olan Albay’a şöyle bir bakıp, “O makam size ait Albay. Lütfen oturunuz!” derken binbaşıya da gözleriyle oturmasını emretmişti. Sadece bir bakış… Keskin, soğuk, ne istediğini bilen, buyurgan bir bakıştı gözlerindeki. Metehan Binbaşı, birinden sözsüz olarak emir almayı garipsememişti elbet. Garibine giden şey başkaydı.

Birkaç gün önce burnunun ucunda duran kadın şimdi ulaşılması zor duruyordu. Açmadığı ağzının düğümünü çözüp onca laf söylediği, üstünde kot pantolon, şişme mont ve spor ayakkabı olmasını yadırgadığı kadın, şimdi karşısında çok şık bir takımla ve tıpkı bayrak gibi ışıldıyordu. Karşısındaki koltuğa otururken, “Ayrıca buraya makam, mevki, koltuk mevzusu yapmaya gelmedim. Asıl mevzumuz başka,” deyince Albay merakla sordu.

“Asıl mevzumuz nedir Vali Hanım?”

“Bu şehirde güven ortamı neden sağlanamıyor? Neden caddelerdeki dükkânların yarısından fazlası kapalı? Neden insanlar ekmeklerinden olurken polis ve asker buna müdahale edemiyor ya da yapılan müdahaleler yeterli olmuyor?”

Albay soruları anladığını belirtir gibi başını bir kez salladı, kısa süre sessiz kalsa da karşısında cevap bekleyen kadını daha fazla bekletemeyeceğini fark edip söze girdi “Zar zor sağlanan güven ortamı Vali Tekin Ilgaz’ın şehit edilmesiyle son buldu. Vali’nin desteğiyle ayakta duran ve terör bağlantılı tefecilere direnen esnaf dükkânlarını kapattı. Vali’ye bile uzanan ellerin kendilerine uzanmakta zorlanmayacağını fark edip, korkuyla direnmeyi bıraktılar. Polis ya da asker şehrin iç güvenliği için gece gündüz teyakkuzda olsa da dükkânlarını açmıyorlar.” Nazenin sıkıntıyla iç çekip ayaklanmış, pencerenin önüne geçip batan akşam güneşine bakmaya başlamıştı.

“Güven ortamı oluşturup, bunun gerçekten sağlandığını o insanlara nasıl anlatacağız? İnsanları evlerinden çıkarıp, işlerinin başına geri döndürmek gerek.”

Birkaç dakika sessizlik içinde geçerken Albay ve binbaşı onun ne düşündüğünü merak etseler de beklediler. Bir anda arkasındaki iki adama dönüp, “İl Emniyet Müdürü’ne haber verin gelsin. Acil toplantı yapacağız. Ve sizler, bu şehirde olup biten her şeyi, en ufak ayrıntıyı bile atlamadan bana anlatacaksınız,” dediğinde Albay ayaklandı ve baş selamı verdi.

“Emredersiniz, Sayın Vali’m.” Telefon bağlantıları saniyeler içinde kurulup, emniyet müdürüne haber verildikten sonra binbaşı saatini kontrol etti.

“Akşam yemeği saati geldi komutanım.” Albay, hâlâ ayakta duran kadına, “Sayın Vali’m, akşam karavanasında ne varsa birlikte yiyelim,” dediğinde Nazenin bir an duraksadı. Hemen ardından ise, “Siz askerlerinizi bekletmeyin, Albay. Davetiniz için teşekkür ederim,” derken yüzünde nadiren beliren bir tebessüm oluşmuştu.

Bir görünüp bir kaybolan gülüşü tıpkı gökte kayan yıldız kadar eşsizdi. Dahası kusursuzdu ve gören herkesi kendine hayran bırakıyordu. O tebessümün yüzüne ne kadar yakıştığını bilse, babasının az
gülmesi konusundaki öğüdünün kıskançlığa dayalı olduğunu anlardı. Az gülsün ki bu güzelliği az insan görsün, ciddi ve suratsız görünsün ki kızına yaklaşan karşı cinsi az olsun.

Kendi kanatlarıyla uçmayı öğrendiğinde güzel gülüşünü soldurmasınlar, canını yakamasınlar diye kızını dış dünyaya hazırlamıştı. Nazenin ise tüm bunların gerçek sebebini anlamayacak yaştayken kural gibi algılayıp kabullenmiş ve babasının öğrettiği davranışları benimsemişti.

“Bu bir davet değildi Sayın Vali’m. Akşam oldu ve yemek saati geldi. O zaman yemek yenmeli. Lütfen, önden buyurun,” dese de Nazenin’in hâlâ yerinden kıpırdamadığını görüyordu. Bu sırada belli belirsiz soluk alıp, duvar gibi suratının ardından bakan binbaşı, “Kapının önünde sizi bekliyorum komutanım,” diyerek başıyla selam verdi ve odadan çıktı. Albay da askerinin bir anda neden çıkıp gittiğini anlayamamıştı. Sizi bekliyorum komutanım, demesi Nazenin’de Gelmezsen gelme, seni mi bekleyeceğiz, der gibi de bir hava yaratmış,
bu belirsiz ama gergin hava odanın ortasında asılı kalmıştı. Nazenin, saniyeler evvel kapanan kapıdan gözlerini ayırıp Albay’a odaklandı.

“Kutluhan Albay’ım, aç değilim ve yemek yiyemeyeceğim. Zaten ben gelirsem ortam sanki mümkünmüş gibi iyice ciddileşecek. O yüzden bırakın askeri personel ve askerleriniz rahat rahat yemeğini yesin. Sözüm olsun, başka zaman size eşlik edeceğim.” Albay ona yaptığı ısrarların boşuna olduğunu bir kez daha kabullenmek zorunda kalıp iç çekerken, “Metehan Binbaşı’yı daha fazla bekletmeyin Albayım,” deyip kaşını oynatmıştı. Az önceki sözlerin altında hissedilen o imayı anladığını anlatırken Albay sıkıntıyla birkaç soluk aldı ve kapıya ilerledi.

“Ben gideyim de…” derken kendisiyle eşzamanlı olarak kapıya ilerleyen kadına baktı.

“Siz rahat rahat burada kalabilirsiniz.”

“Olmaz öyle şey. Bu oda size ait ve siz yokken içeride kalmam doğru olmaz.” Albay bu sefer tek kelime dahi edip sözünün üstüne söz söylememişti. Kapıyı açıp kenara çekildi ve genç kadının geçmesini bekledi. İkisinin de dışarı çıktığını gören binbaşı, Nazenin’in inadının kırıldığını, sadece ısrarcı davete yani naz yapmaya ihtiyacı olduğunu düşünüp, gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. Aklından geçen bu düşüncelerle yanında ilerleyen kadına bakmadan edemedi. Başı dimdik yürüyor, adımlarını düzenli ve güçlü atıyordu.

Üstündeki etek ceket takım bedenine tam olmuştu. Ensesinde topuz yaptığı saçlarının bazıları ise giyimindeki düzene başkaldırır gibiydi. Tokanın arasından çıkanlar ensesinden aşağıya iniyor ve özgürlüğün tadını çıkarır gibi her adımında sağa sola oynaşıyordu.

Yemekhaneye giden yolu yarıladıklarında sol taraflarında bahçeye açılan kapıya yönelen Nazenin, Albaya başıyla selam verip, “Afiyet olsun komutanım. Ben bahçede olacağım,” dedi ve kardan temizlenen bahçe taşlarının üstünden ilerleyerek uzaklaştı. Binbaşı, kadının ardından bakmayı kesip Albay’a dönerken, “Bu neyin inadı böyle? Davete icabet etmek gibi nezaket kuralı mı bilmiyor, yoksa yemeklerimizi mi beğenmiyor?” diye söylenmeden edememişti.

Onun naz yaptığını, birkaç kez daha ısrarla davet edilmek istediğini düşünmüştü fakat yanılmıştı. Kadının ağzından hayır çıktıysa evet olmuyordu. Binbaşı’nın memnuniyetsiz, huysuz ve sinirlendiğini belli eden gözlerine dikkatle bakan Albay, “Öyle bir şey yok Binbaşı. Aç değilim, dedi. Yanımıza gelip ortam daha da resmileşmesin, kimse huzursuz olmasın diye davetimizi reddetti. Çünkü o da biliyor ki içeri girdiğinde sadece Vali olmasının gerginliği ve resmiyeti olmayacak. Onca adam, onu görünce nasıl oturup nasıl duracağını, nasıl
konuşacağını da sapıtacak. Biz, hanımların pek olmadığı bu ortamda insan gibi mi konuşuyoruz? Hadi ben varken de tutuyorlar kendilerini ama ben yoksam küfürler, argo kelimeler havada uçuşuyor. Sokayım, sikeyim, koyayım, tutayım, atayım,” dedi, bir an durup bekledi.

“Yalan mı Binbaşı?” Metehan usulca başını eğip, “Haklısınız, komutanım!” deyince Albay da başını hafifçe sallamıştı.

“İçeride nasıl bir ortam olduğunu tahmin ediyor. O yüzden bize katılmadı. Başka bir zaman için yemeğe katılacağına söz verdi. Önceden haber verilmiş, herkesin bilgilendirildiği bir yemek!” Yürümeye devam ederken sözlerini hâlâ sürdürüyordu.

“Nazenin Hanım’ın bu davranışı çok düşünceli. Bizlerin alanına paldır küldür girmemesi ince bir düşünce. Sen niye bunu anlayamadın Metehan? Niye odadan çıkarken gelirsen gel, gelmezsen gelme, der gibi bir havan vardı? Binbaşı…” Yemekhanenin önüne varan adımları anında durmuş, yeniden ona dönmüştü.

“Sen karşında kim olduğunu unutmaz, nerede ne konuşacağını bilirdin. Ne oldu da dengen bozuldu? Hayırdır ulan!” Metehan sıkıntıyla gözlerini yemekhaneden içeri çevirdiğinde askerlerin hazır ola geçmiş, kendilerini beklediklerini gördü.

“Hoş bir tanışma yaşamadık. Kendisinin de dili pabuç kadar olunca… Ne söylese battı. Yalan yok.”

“Oğlum, manyak mısın sen? Kadınla normal şekilde tanışmadın tamam. Sana laf soktu tamam. Ama sen de ona demediğini bırakmadın. Yetmezmiş gibi bir de kadına ters kelepçe yapmaya kalktın.” Bir an durup askerinin dudağında geçmek üzere olan yaraya bakıp göz devirdi.

“Cevabını da almışsın zaten de… Onca şeye rağmen bu kadın ağzını açıp da vali olduğunu söylemek dışında tek kelime etmedi. Doğru muyum?”

“Doğrusunuz komutanım!”

“O zaman ne demeye sikim sonik tavırlara giriyorsun? Cansel’in elinden su içtiğin belli oluyor!” İçeriye birkaç adım daha atıp girerken usulca, “Bir daha böyle bir şey olmasın binbaşı. Tavrım farklı olur, biliyorsun,” dedikten sonra masasına ilerlemişti.

“Emredersin komutanım!” cevabını ise duymuş ancak tepki vermemişti. Onlar yemek duasını edip yemeğe başlarken Nazenin bahçede geziyordu. Hava soğuktu fakat yapacaklarını planlarken bunu fark etmiyordu. Dalgın dalgın yürürken önüne çıkıveren kediyi görerek duraksayıp irkildi. Gözlerine bakıp mırıldanan tekir kedi ayaklarının arasından geçtiği sırada gülümseyip eğilmiş ve başını okşamaya başlamıştı ki göz hizasında beliren postalları görerek başını kaldırdı.

Binbaşı Metehan, elinde iki bardak çayla öylece duruyordu. Kediyi sevmeyi bırakıp ayaklanırken ellerini temizleme içgüdüsüyle birbirine vurdu. Bunun faydasız olduğunu bildiğinden çantasındaki küçük ıslak mendil paketini açıp bir tane çıkardı ve ellerini güzelce silip, mendili sol tarafındaki çöp kutusuna atıp Metehan’a döndü.

“Hava soğuk, çay… İyi gelir diye düşündüm,” diyen adamın avuç içlerine sakladığı çay bardağını alırken, avuçlarının nasıl yanmadığını düşünmeden edememişti.

“Teşekkür ederim, zahmet etmişsiniz.”

“Bir bardak çayın zahmeti olmaz.” Nazenin kendini tutamayıp hıh, diyerek güldüğünde üstüne dönen gözleri hissetmişti.

“Sanırım bu, sizin rica ederim, deme şekliniz.” Binbaşı onun yüzünde beliren tebessüme birkaç saniye bakıp gözlerini başka yere çevirirken, “Sanırım!” demişti. Yan yana bahçede yürümeye başlarlarken birinin postal sesine, diğerinin ince topuk sesi karışıyordu. İkisi de sessizliğini korurken aralarında kocaman bir boşluk oluşmuş gibiydi. Sessizlikten hoşlanmayan Nazenin başını hafifçe çevirip kaldırdı ve adamı yan profilden inceler gibi baktı.

Kemikli yüz hatları vardı. Sakalları yeni yeni çıkmaya başlıyordu. Muhtemelen çıkamadan da kesileceklerdi. Çatık kaşları yüzünden alnının yanları bile kırışık görünüyordu. Gözünün kenarlarında ise kaz ayakları belirgindi. Kavruk teninin sebebi güneş değil, kardı muhtemelen.

“Son göreviniz uzun süreli ve zorluydu sanırım. Yeni mi döndünüz?” demesiyle omzunun üstünden ona dönen adamın sol kaşı havalanmıştı. Nazenin’in nokta atışı tespitine şaşırdığını belli eden gözlerinde huzursuz bir şüphe belirirken, “Nereden bu kanıya vardınız?” sorusunu sormadan edemedi. Çünkü cevabını gerçekten merak ediyordu.

“Teniniz yanmış… Bu havada güneşten yanamayacağınıza göre kardan olduğunu tahmin etmek zor değil.” Bu cevap karşısında etkilenen binbaşı başını hafifçe sallayıp, “Doğrudur!” demekle yetindikten sonra önüne dönünce Nazenin de aynısını yaptı.

“Bizlerin hayatını yakından biliyor gibisiniz.”

“Sadece tahmin…” diye mırıldandığında Metehan nedense bu sözlerine inanmamış gibi bir imayla, “Tahminden çok tecrübe gibi duruyor ama…” diyerek kadını sıkıştıracaktı ki yanlarına gelen askeri
görüp sustu.

“Komutanım, telefonunuz var. Anneniz hatta.”

“Tamam, geliyorum.” Nazenin’e döndü, başıyla selam verdikten sonra, “Sayın Vali’m…” dediğinde kadından cevap hiç gecikmedi. “Annenizi bekletmeyin, Binbaşı.” Yeniden başını sallayan adam hızlı adımlarla binaya ilerledi. Onun ardından bakan Nazenin ise sorularından kurtulduğu için derin bir nefes aldı. Hangi akılla söylemişti ki o sözleri? Eğer telefondan beklendiği haberi gelmeseydi binbaşı kendisini epey sıkıştıracaktı. Ucuz kurtulmuştu. Yoksa ne diyeceğini iyice karıştırmak üzere olduğunun farkındaydı. Ellerini ovuşturup soğuk havayı bir kez daha ciğerlerine çekerken, “Merhaba,” diyen sesi duyarak arkasına döndü. Karşısında duran kadını şöyle bir süzüp, “Merhaba,” demekle yetindi.

“Sizi burada ilk kez gördüm. İçeri girebildiğinize göre birinin kızı ya da eşisiniz,” diyen kadına cevap verecekken kadın durmamış ve sözlerine devam etmişti.

“Burada hemcinsimi görmeye pek alışkın değilim. O yüzden şaşırdım. Ben Cansel.” Elini uzatıp bekleyen kadının elini sıkarken, “Buraya girebildiğinize göre siz de birinin eşi ya da kızısınız galiba
Cansel Hanım,” dedi ancak adını söylemedi. Gözleriyle ateş eden bu kadınla muhabbetin nereye varacağını merak ediyordu.

“Az önce yanınızdan ayrılan Binbaşı Metehan’la sevgiliyim ama içeri girebilmem ondan dolayı değil. Ben doktorum ve askeriyedeki doktorla bir görüşme yapmak için buradayım.” Cansel’in tepeden bakışları, sen birileri sayesinde buraya giriyorsun ama ben işim sayesinde iması taşıyan sözleri sadece gülme isteği uyandırmıştı. Ayrıca sevgilisini kıskandığı da açıkça belli oluyordu.

“Ne güzel, demek doktorsunuz,” demesiyle Cansel iyice böbürlenip göğsünü kabarttı. Ancak hâlâ karşısındaki kadının üstüne başına bakmak, onu ölçüp tartmak aklına gelmiyordu. Eski sevgilisini, sevgilim, diye tanıtacak kadar kıskanmıştı.

“Evet doktorum… Yaklaşık bir yıldır da Metehan’la birlikteyiz.” Bölgesini işaretleyen hayvanlar misali söylediği sözlerin anlamı, sevgilimden uzak dur demekten başka bir şey değildi. Bilmediği ise Nazenin’in asla öyle bir niyetinin olmadığıydı.

Tırnaklarını çıkarmış, kendisini yolmaya hazır bekleyen kadına tebessüm eden Nazenin başını usulca sallayınca Cansel, mesajının yerine ulaştığını düşünerek soluk aldı. İlişkileri Metehan için bitmiş olabilirdi ancak kendisi son sözünü söylemediğini, onun bir süre sonra geri döneceğini düşünüyordu. “Neyse, size iyi akşamlar,” deyip geldiği gibi giden kadının ardından kıs kıs gülen Nazenin, bu kafa yapısını hiç anlamamıştı, hiç de anlayamayacaktı. Yan yana gördü diye neler düşünmüştü kim bilir. O yüzden de bodoslama muhabbete girip bölgesini işaretleme gereği duymuştu.

“Sayın Vali’m, emniyet müdürü geldi. Albay’ın odasında sizi bekliyorlar.” Levent Bey’in sesiyle aklından son yaşananları silip atarken, “Tamam gidelim,” demişti.
***
Albayın odasına girip emniyet müdürüyle tanıştı ve toplantıyı başlattı. Şehirde gördüğü olumsuzlukları, ilk izlenimlerini paylaşıp, kendisine ateş edenlerle ilgili gelişme olup olmadığını da sordu. Ancak herhangi bir ilerleme kaydedilememiş, saldırganlar kayıplara karışmıştı. Şehit edilen Vali Bey’in dosyasıyla ilgili de sorular sorduğunda, soruşturmanın titizlikle ilerlediğini öğrendi. Bulunan deliller, bazı şüpheliler, yapılan sorgulamalar, olay yeri inceleme raporları ve nicelerin üstünden geçtiler. Fakat her iki olayda da hâlâ elle tutulur bir sonuca varılamaması Nazenin’in canını sıkıyordu ve bu, yüzünden anlaşılıyordu. Sıkıntıyla iç çekip kalem yardımıyla topladığı saçlarını açtı ve şakaklarını usulca ovuşturdu.

“Beyler, bugünlük bu kadar yetsin. Nasılsa daha bol bol görüşeceğiz.” Sözleriyle toplantı son bulduğunda saatler gece yarısını geçmişti. Nazenin yavaşça ayaklanınca masadaki herkes de ayaklandı. “Hepinize teşekkür ederim. İyi istirahatler.”

“Sağ olun.” Cevaplara tebessüm ederken montunu giyip önünü ilikleyen Vali Hanım bina çıkışına ilerlerken Albay, binbaşı ve emniyet müdürü de ona eşlik ediyordu. Kapıya vardıklarında onlara dönüp tek tek ellerini sıktı.

“Sabah saat dokuzdaki toplantıda görüşürüz,” diyerek merdivenlerden inecekti ki Albay araya girdi.

“Yarından sonra eğitimini tamamlayan komandolarımızın yemin töreni var. Sizi de aramızda görmek isteriz, Vali Hanım.”

“Onur duyarım Albay. Tam vaktinde burada olacağım.” Son sözlerini de söyleyip aracına ilerlerken arkada ve önde harekete hazır bekleyen askeri araçları görmüştü. Binbaşı yanında ilerleyip araca binmesini bekledikten sonra öndeki askeri araca geçti. Dönüş yolunda yorgunluktan gözleri kapanan Nazenin uyumamak için zor dayanmıştı. Araçlar evinin önünde durunca Levent hızla inip çevreye bakındı ve kapısını açtı.

Bu sırada askerler de araçlardan inmiş çevre güvenliği almıştı. Onca canın, kendisi için siper olması içine dokunuyordu. Bir süre öylece oturup onlara baktıktan sonra aracından inip, “Teşekkür ederim beyler,” diyerek Emre ve Levent’e başıyla selam verdi.

“Görevimiz, Vali Hanım,” diyen adamın sözlerine belli belirsiz tebessüm ederek az ileride duran binbaşıya doğru yürüdü.

“Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim Metehan Binbaşı. Sizleri daha fazla yormayayım. Tugaya dönebilirsiniz.”

“Evinize sağ salim girdiğinizi görelim askerlerim dönecek. Ben ve bazı arkadaşlar ise bu gece nöbetteyiz.” Askerlere yine uzun uzun bakıp, en sonunda da binbaşıya odaklandı. “Ben huzurla uyuyayım diye, siz uykusuz kalacaksınız yani,” derken sesi hüzünlü çıkmış, Metehan ise bunu fark etmişti.

“Bizim işimiz bu, Vali Hanım.” Binbaşı yalnızca, “Hayırlı görevler,” diyerek yanından ayrılan kadının ardından baktı. Yorulduğu, attığı adımların aksamasından belli oluyordu. Zaten bütün gün o ayakkabıların üstünde gık demeden nasıl yürüdüğünü anlayamıyordu. Şu an ayak tabanlarına dikenler batıyor gibi hissettiğine emindi.

Onun evine girip kapıyı kapattığını gördü, kilit sesini duydu ve askerlerine ilerledi. Görev dağılımı yaptığında askerlerin bir kısmı onunla kalırken, bir kısmı ise tugaya geri dönmüştü. Evin etrafını turlayıp, ön bahçeye geldiği sırada yaklaşık kırk beş dakika önce kapanan kapı açıldı ve Vali Hanım göründü. Kıyafetlerini değiştirmiş, eşofman takımının üstüne, tanıştıkları gün de üstünde olan şişme montu giymişti.

Elinde kocaman bir tepsi tutuyor, bardakları ise sallamadan taşımaya çalışıyordu. Kendilerine yaklaşırken ona çatık kaşlarının altından bakan binbaşı neler olduğunu anlamaya çalışmıştı ki evin daimî güvenliğini duydu.

“Her gece kahve ya da çay getiriyor. Hatta dün poğaça yapıp sıcak sıcak ikram etti.” Duyduklarının şaşkınlığını atamadan önünde biti veren tepsideki kupalara bakıp gözlerini Nazenin’e çevirdi.

“Zahmet etmişsiniz, Vali Hanım.”

“Bir bardak çayın zahmeti olmaz binbaşı. Hava soğuk, içiniz ısınır.” Gündüz verdiği cevaba gelen taşlamaya gülümsememek için dudaklarını birleştirip kemirdi ancak bu, gülüşüne mâni olamadı. Hoş bir tebessüm yanık teninde belirdiği sırada, “Sanırım sizin de rica ederim deme şekliniz bu,” demeden edememişti. Nazenin de belli belirsiz tebessüm edip yanından uzaklaşırken Metehan askerlerden birine gözleriyle emir verdi sanki. Asker koşar adım kadının yanında bitip, “Zahmet olmasın Vali Hanım. Ben dağıtırım,” diyerek tepsiyi elinden
aldığında hiç sesini çıkarmamıştı. Emir, demiri keserdi. Biliyordu. Aklına gelen şeyle eve doğru yönelen Nazenin, “Mutfaktaki çaycıyı getireyim. Güvenlik kulübesinde dursun,” deyip birkaç adım atmıştı ki yüzü acıyla kasılır gibi oldu ve duraksadı. Ayakkabıların bıraktığı ağrı ve acı aşikârdı. Bunu fark eden Metehan dikkatle onun ayaklarına bakarken elindeki bardağı güvenliğe uzatmış ve yanına yetişmişti.

“Eğer sorun olmazsa ben alayım.” İçeri girmek için müsaade isteyen sözleri duyan Nazenin bir an dursa da, “Tamam, mutfak girişte sağda,” dedi. Çünkü sağ ayağı zonkluyordu ve yürümesini zorlaştırıyordu. Metehan birkaç adımda girişe varıp gözden kaybolurken Nazenin de girişteki vestiyere bıraktığı bardağını alıp kapı önündeki basamaklara oturdu.

Cebinden bir sigara çıkarıp yakmıştı ki Metehan Binbaşı’nın postalları yine görüş alanına girdi. Bir an başında duraksayıp sonra devam ederek yanından uzaklaştı. Nazenin çayını ve sigarasını içerken Metehan Binbaşı onu uzaktan uzağa izliyor, hâlâ ölçüp tartıyordu. Tanıştıkları günle bugün karşısında duran kadını kıyaslıyordu. O gün, karşısında şımarık, küstah biri olduğunu ve bu kadınla başlarının belada olduğunu düşünmüştü. Bugün ise düşünceleri yön değiştiriyordu. Toplantı boyunca onu izlemişti. Aslında sakin, ağırbaşlı, nerede ne konuşacağından ziyade ne konuşmayacağını bilen, doğru adımlar atıp, doğru yerde duran, doğru noktalara basan bir kadınla karşı karşıya olduklarını da o an anlamıştı.

Bu sırada Nazenin sigarasından çektiği son dumanı gökyüzüne bırakıp çayından da son yudumunu içti ve ayaklandı. Eve girmeden önce son kez bahçesinin etrafını saran askerlere baktı ve gözden kayboldu. Evin ışıkları sırayla sönüp karanlığa gömüldüğünde Metehan eve bakmayı kesip ayaklandı. Sabaha kadar defalarca evin çevresini turlayarak saatlerini geçirmişti. Ancak bedeni bu duruma o kadar alışkındı ki yorgunluk dahi hissetmiyordu.

Günün ilk ışıkları şehri aydınlattıktan kısa süre sonra evin kapısı açıldı ve Nazenin göründü. Bembeyaz pantolon ceket takım giymiş, saçlarını ensesinde sımsıkı topuz yapmıştı. Topuklu ayakkabılarının üstünde dimdik yürüyerek aracına ilerlerken göz göze geldiklerinde usulca baş sallayarak selamlaştılar. Ardından aracına binen Vali Hanım yola çıkarken askeri araca geçen binbaşı da onu takibe başlamıştı.

Araçlar hükümet konağının önüne geldiğinde askerler ve yakın koruma Levent Bey hemen aşağı indi. Beyazlar içindeki Nazenin hızlıca binaya girerken duyulan tek ses topuklu ayakkabısının geride bıraktığı sesti. Seri adımlarla binaya girip gözden kaybolduğunda binbaşı askerlerine tugaya dönmelerini söylemiş, kendisi de binaya girmişti.

Bu sırada odasına varan Nazenin, özel kalemi Rezzan Hanım’a tebessüm edip, “Günaydın Rezzan Hanım. Metehan Binbaşı alt katta olmalı. Kendisine kahve ikram eder misiniz?” dediği anda kadın “Size de günaydın, Vali Hanım. Tabii hemen ilgileniyorum,” diyerek yanından ayrılmıştı.

Ceketini askıya asıp masasına geçtikten sonra çantasındaki evrakları çıkardı ve incelemeye başladı. Bir saat içinde başlayacak toplantının ana başlıklarını tekrar gözden geçirdi. O çalışırken binbaşı ise misafir edildiği odadaki koltuğa rahatça oturmuş, gözlerini dinlendirmek için kapatmış öylece duruyordu. Toplantıya kadar biraz dinlenebilmek için uğraşırken bulunduğu odanın kapısı usulca çalındı ve Rezzan Hanım’ı görerek doğruldu. Rezzan Hanım, bir önceki valinin de kalemiydi. Bu yüzden ona oldukça aşinaydılar.

“Günaydın Metehan Binbaşı’m. Hoş geldiniz,” diyerek yanına gelen kadın kendisine kahve uzatınca tebessüm ederek fincanı ve su bardağını aldı.

“Günaydın Rezzan Hanım, hoş buldum. Görüşmeyeli nasılsınız?”

“Sağ olun, iyiyim. Vali Hanım’la tanışmaya ve birbirimize alışmaya çalışıyoruz.” Metehan bu sözlere yeniden tebessüm ederken, “O makamda erkeklerin oturduğunu görmeye alışkınız. Nazenin Hanım’la çalışmak hepimiz için yepyeni bir deneyim olacak,” demişti. Rezzan Hanım başını sallayıp, “Öyle tabii ama pek çalışkan, oturaklı, aklı başında bir kadın. Maşallah diyeyim,” dedikten sonra müsaade isteyip odadan çıkmak için hareketlendi. Metehan ise buram buram kokan kahveden ilk yudumunu almak üzereyken Rezzan Hanım’ın, “Aaa, bu arada kahveyi Vali Hanım gönderdi,” dediğini duyup duraksamıştı. Birkaç saniye sessiz kalıp teşekkür edecekti ki kadının çoktan gittiğini fark etti. Kahvesinden aldığı her yudum üstüne çöken
yorgunluğu da alıp götürüyordu sanki. Vali Hanım doğru bir tespit yapmış ve tam da ihtiyacı olan şeyi göndermişti.

Kahvesini bitirip biraz istirahat ettikten sonra toplantı saatinin geldiğini görerek odadan çıktı ve ana girişte Albay’ı beklemeye başladı. Askeri araçlar ve resmi plakalı birçok araç sırayla hükümet binasının önünde duruyor, içlerinden inen beyefendiler el sıkışarak içeri giriyorlardı. Hepsi kendilerini neyin beklediğinin merakındaydı. Fısır fısır konuşarak toplantı salonuna geçerlerken Albay ve binbaşı da selamlaştılar.

“Gece nöbette sıkıntı çıkmadı değil mi?”

“Sorunsuz geçti komutanım,” dese de Albay’ın gözlerindeki huzursuzluğu görüyordu.

“Bir bilgiye mi ulaşıldı? Sizi gergin gördüm komutanım,” diyen Metehan’a bakıp sıkıntıyla iç çekti.

“Yahu o ev zaten mimli. Kadın daha gelir gelmez olay çıkardılar. Bir şeyler daha yapacaklarına şüphem yok. Ama bunları kim yönetiyor, ne planlıyorlar bilememek sinirimi bozuyor. Bir kez daha can yakmasınlar binbaşı. Gözünüzü dört açın.”

“Emredersiniz komutanım,” derken içeri girmiş, kendilerine ayrılan koltuklara oturmuşlardı. Bir salon dolusu adam aralarında konuşurken salonun kapısı açıldı ve Nazenin Hanım göründü.

Herkes ayaklanırken o sadece karşıya bakarak sahneye yürüyor, saçının tek bir teli bile kıpırdamıyor ve hatta gözlerini bile kırpmıyordu. Sahneye uzanan merdivenleri usulca çıkıp kürsünün başına geçtiğinde bir süre sessiz kaldı. Ardındansa, “Hoş geldiniz beyler!” diyen sesi mikrofon aracılığıyla salona yayılırken gözleri herkesin üstünde kısa süre gezindi.

“Vakit kaybetmeden başlayalım. Yapacak çok işimiz var.”

HEMDEM – 3.Bölüm’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!