1.BÖLÜM

Düğün Gecesi / Ankara

Derin bir sessizlik sarmıştı şimdi salonu. Müzik durmuş, kahkahalar susmuş, gülen yüzler solmuş, geride endişe, korku ve telaş bırakmıştı. Hiç bitmeyecekmiş gibi atılan kahkahaları susturan böyle bir not olmamalıydı. Böylesi güzel bir akşamı gölgelememeliydi. Ama olmuştu işte. Tetikte bekleyen düşman yine başkaldırmıştı. Hem de en mutlu günlerinde, en güzel anlarında.

Duyduklarının şokuyla duraksayan Metehan ve Nazenin çatık kaşlarla birbirine bakıp bir süre öylece kalmışlardı ancak Metehan’ın toparlanıp küfürler etmeye başlaması uzun sürmemişti. Kadını kolları arasından çıkartıp içeriye yöneldiği sırada babasını ve Seyfettin Paşayı ayakta gördü. Sahnede tebrik notlarını okuyan soliste yaklaşmadan önce masadan bir peçete alan babası solistin elindeki kâğıdı peçeteyle tutup tekrar okudu.

Duygu ve düşüncelerini saklayan ifadesiz bir yüzle Seyfettin’e baktı. Tekrar notu inceledi sanki gözünden hiçbir şey kaçmasın diye defalarca göz gezdirdi nota. Seyfettin’e dönüp notu uzattı ve gözlerinin içine baktı. Sadece bakışlarıyla konuşan iki adamı izleyen kalabalık da ayaklanmıştı artık. Seyfettin gözlerini nota çevirip en altta gördüğü simgeyle beyninden vurulmuşa dönerken yüzü bembeyaz olmuş, gözlerini usulca kapamıştı.

“Uyuyan yılan uyandı,” dedi Cihan Bey.

“Bunca yıl sonra…” diye fısıldadı Seyfettin.

Cihan imalı bir şekilde gülüp, “Bir gün, bugünün geleceğini bildiğin için saklamadın mı karını ve kızını? Bizden bile!” Diyerek derin bir soluk aldı. Bir an için karısına, kızına ve oğluna bakıp gözlerini kısa sürede kaçıran Seyfettin Paşa sessizliğini korudu.

“Artık karşımızda kim olduğunu biliyoruz, ” dedi Cihan. “Tahmin ediyorduk ama artık net olarak biliyoruz, Seyfettin. Çocuklara söylememiz lazım. Bunu gizleyemeyiz.”

Seyfettin başını hafifçe sağa sola sallayıp “Kendimiz halledemez miyiz?” diye sordu. “Bir yolunu bulup şu şerefsizi sessizce indiremez miyiz? Tedirgin olsunlar istemiyorum.”

Cihan, dağ gibi adamın gözlerindeki hüznü ve korkuyu görüyordu. Elini omzuna uzatıp sıktı dostane şekilde.

“Bugüne kadar bulamadık. Biz bulamadık ama görüyoruz ki o seni izlemeyi hiç bırakmamış.”

“Şimdi ne yapacağız, Başkan?” derken dişlerini var gücüyle sıkıyordu. Cihan hızla çevresine bakıp, anlatacağım der gibi başını sallarken Albay’ın ve Nazenin’in resmi işler için kullandıkları telefonları çalmaya başladı. Albayla göz göze gelen Nazenin aramayı cevaplarken sadece, “Efendim.” demiş, Albay ise telefonunu açıp hiçbir şey demeden karşıyı dinlemişti. İkisinin de rengi değişirken Cihan ve Seyfettin ise aralarındaki konuşmayı kesmişti, diğer herkes gibi onlara bakıyordu.

“Can kaybı var mı?” diyen Nazenin’in bu sorusuyla başta Metehan olmak üzere herkesin gözü üstüne kilitlenmişti.

“Tamam, durumla ilgili sürekli bilgi verin. Az sonra yola çıkıyorum,” diyerek telefonu kapadı ve Albay’a baktı. O da telefonu kapamış kendisine bakıyordu.

“Ne olmuş?” diye soran Seyfettin Paşaya cevap veremeden içeriye birçoğunun tanıdığı bir yüz girdi. Aylar önce babasıyla birlikte Akdağ’a gelen istihbaratçı Demir Engin, başıyla paşayı selamlayıp, direkt olarak Cihan Bey’e odaklandı.

“Başkan’ım, Akdağ ilinde az evvel bir patlama gerçekleşti. Vilayet binasının önünde.”

Peş peşe çalan telefonların sebebi belli olmuştu. Seyfettin kızına odakladığı gözlerini ayırmadan, “Can kaybımız var mı Demir?” diye sordu.

“Yok, Paşam, Çok şükür ki patlama gece yarısı olduğundan can kaybı yok. Yalnızca vilayette nöbet tutan güvenlik personeli yaralanmış. Ancak durumu ağır değil. Bilinci açık ve ayakta tedavisi sürüyor.”

Bu açıklamayı duyan herkes derin bir nefes aldı fakat endişelerini gidermeye yetmedi.

“Binbaşı, en kısa sürede ve güvenli şekilde oraya dönmemizin yolunu bulun. Ben üstümü değiştirip geliyorum.” diyerek salonun çıkışına ilerleyen Nazenin, ona bakan gözlerin ağırlığından kaçmak için hızlı adımlarla yürüdü.

Gelin odasının yanındaki odaya girip kapıyı kapatınca derin bir soluk aldı. Dahası almaya çalıştı. Çünkü ciğerlerine ulaşan oksijen bedenine yetmiyor gibi hissediyordu. Az evvel duyduğu, herkesin duyduğu o nottaki sözler zihninde dönüyordu.

‘Bir dahaki düğününüz Vali Hanım’ın bayrağa sarılı tabutu başında olacak.’

Bu mesajdı soluğunu kesen, bedenini usulca titreten, tüylerini diken diken eden. İstemsizce ürperip kollarını kendine sararken gözlerini kapattı. Ensesindeki ufacık tüyler bile diken dikendi dakikalardı. Manyağın biri canını istiyordu. Bunu öyle çok ve korkusuzca istiyordu ki bunca rütbeli askerin, istihbaratçının, hâkim, savcı ve avukatın bulunduğu yere not göndermekten çekinmeyecek kadar çoktu. Onun korkusuzluğu ilk kez korkutmuştu Nazenin’i. Kendi canı için de korkuyordu elbet ama içerideki sevdiklerini düşünürken o korku katlanarak büyüyor, çoğalıyordu.

Ya kendisine saldırmak için bugünü, şu anı seçselerdi? Ya birine zarar gelseydi? Böylesi bir vicdan azabıyla nasıl yaşardı?

Bir kez daha ürperip silkelenirken zar zor yutkunup odanın içinde ilerledi ve aklındakileri bir kenara koymaya çalışarak diğer meseleye odaklanmak için uğraştı. Valilik binasına düzenlenen suikast. Önce buradan başlayacaktı. Önce Akdağ’a dönecek ve olan biteni yerinde teftiş edecekti. İşte bu düşünceyle biraz olsun toparlanıp yanında getirdiği yedek kıyafetleri hızla üstüne geçirdi. Düğün için bir güzel yaptığı saçlarını çözüp sımsıkı topladıktan sonra odadan çıkmak için hareketlendi. Derin bir soluk aldı. Korkularını, endişelerini yüreğinin de zihninin de en derinine gömmeye çalıştı. Kapıyı açtı ve Metehan’la burun buruna gelmesi aynı anda oldu.

Karşısında duran adamın varlığıyla istemsizce irkilip sıçradığında ayakları yerden kesilmişti. Soluğunu düzenlemeye çalışırken ondan gözlerini kaçırdı. Endişesini de korkusunu da görsün istemiyordu. Bir süre yaşadığı duraksamadan sonra başını kaldırdı. Her zamanki Vali Hanım gibi baktı ona. Metehan’ın üniformasını çoktan giymiş olduğunu da o an fark etti.

“Sanırım hazırsınız.” dediğinde Metehan başını salladı ama ağzını açıp tek kelime etmedi. Onun gözlerinde de yer edinen endişeyi gören Nazenin ise ne yapacağını bilemeyerek bir süre ona baktı. “Hadi.” dedi usulca ve odanın kapısını kapatıp yürümeye başladı. Düğün salonunun bulunduğu binanın içinde ilerleyip ana kapıya ulaştıklarında, Nazenin sağlı sollu sıralanmış insanlara baktı. Metehan ise bir eli silahının üstünde, diğer eli Nazenin’in sırtından azıcık uzakta, öylece ilerliyordu.

“Araç hazır, Sayın Vali’m.” diyen Levent’e başıyla tamam, dedikten sonra annesine döndü ve elini usulca sıktı. Başka da hiçbir şey yapmadı. Tek kelime etmedi ya da başka kimseyle vedalaşmadı. Zaten vedaları sevmezdi. Bunu da herkes bilirdi.

Tam dışarı çıkacakları esnada Metehan’ın, Andaç’a yaklaşıp kulağına bir şeyler fısıldadığını ve sırtını hafifçe sıvazladığını gördü. Birce, Sinem, Kerem ve diğer arkadaşlarına tebessüm edip göz kırptıktan sonra Metehan da konuşmasını bitirmiş ve az önceki gibi dibinde bitmişti. Sol elinin parmak uçlarını üstündeki deri cekete rağmen sırtında hissetti ve yine sağ eliyle silahını usulca tuttuğunu gördü. Bina girişindeki merdivenleri hızlı ama temkinli şekilde inen ikiliye baktı herkes. Melek Hanım ne oğlundan ne de Nazenin’den gözünü ayıramıyordu. Yanında duran Meliha’nın aldığı soluğu duyunca arkadaşının elini tuttu sıkıca.

Metehan ve Nazenin araca binip gözden kaybolurken Albay ve Pençe Timi de harekete geçmişti. Eşlerini, çocuklarını bırakıp doğruca araçlara bindiler. Bu sırada Melek, Meliha’nın elini okşadı. “Bir şey olmayacak,” dedi. “Çocuklarımıza hiçbir şey olmayacak.”

Melek Hanımın aksine Meliha o mesajı duyduğu anda dirayetini kaybetmişti. Gözleri, akıtamadığı yaşlar yüzünden kıpkırmızıydı. Başını usulca çevirip Seyfettin’e baktı. İfadesiz gibi görünen bakışının altında yatan öfkeyi gördü Seyfettin. Meliha’nın bunca yıl boyunca kendisine hiç böyle bakmadığını düşündü.

“Nasıl oluyor da bunca askerin, istihbaratçının, hâkimin, savcının olduğu bir yere böyle rahat rahat ölüm tehdidi içeren bir mesaj gönderebiliyorlar? Nasıl oluyor Paşa?” dedi dişlerinin arasından fısıldayarak ve Seyfettin ağzını bile açamadan, çıkıp gitti.

Öfkesi kocasına değildi oysa. Bir baba olarak, hem de zamanında doğmamış evladının acısını yaşamış bir baba olarak onun da korktuğunu biliyordu elbet. Öfkesi Paşa’yaydı. Bunca işi çeviren bir şerefsizi nasıl tespit edemez, ensesine çökemezlerdi? Kapıda bekleyen araca binmek üzereyken bileğini kavrayan elin çekişiyle kendini kocasının göğsünde buldu. Sırtına dolanan kolların arasında zorla soluk aldı ve daha o anda gözyaşları yanaklarına düştü.

“Meliha… Karıcım…” diyen fısıltılı sesle yüreği hopladı sanki. Alnını dayadığı kocaman göğüsten geri çekip, gözlerine bakarken onun da hiç iyi görünmediğini fark etti.

“Seyfettin…” dedi sadece. Kollarını adamın sırtına dolayıp okşadı usulca ve dudaklarına sokuldu. Gözleri kapalı hâlde aynı anda soluklar alıp, vererek ne kadar süre orada durdular bilmiyorlardı. Kendini toparlayıp karısını araca bindiren Paşa, bu manzaraya tanık olan askerleri bile umursamıyordu. Çünkü şu an iki derdi vardır. Biri kızının canıydı. Diğeri ise karısının gözyaşları.

Hızlı adımlarla Andaç’la Birce’nin yanına dönüp ikisine de sarıldı ve öptü. “Siz ikiniz yarın sabah balayına gidiyorsunuz.” Dedi.

İkisi de aynı anda, itiraz dolu bir sesle, “Baba.” deyince çattığı kaşlarının altından sert bir ifadeyle baktı. Bakışlarında tehditkâr bir hava vardı ve bu anlaşılıyordu.

“Eğer olur da gitmezseniz sizi döverim. Yemin olsun, bu yaşınızda benden dayak yersiniz.” deyip dünürü Timur Bey’e döndü. “Timur Reis, sen bu delileri yarın uçağa bindir. Bunların gözü göz değil, bendeki sabır da sonsuz değil. Kızın kızımdır. Allah şahit, iki evladımı da pataklarım, bilesin. Sonra alınıp gücenmek yok.” Timur başını sallayıp Seyfettin’in sırtını sıvazladı. Adamın gözlerinin içindeki hüznü, tedirginliği, korkuyu görüyordu. Bunlara rağmen hâlâ gelini gibi değil, kızı gibi sevdiği Birce kızı için planlanan her şeyin aynen devam etmesini sağlamaya çalışması Timur’a bir kez daha iyi ki dedirtmişti.

“Aklın kalmasın, Üstat. Ben çocukları uçağa götürür, bindiklerine de emin oluncaya kadar orada beklerim. Sen Meliha Hanım’ı daha fazla bekletme. Beni de olan bitenden olabildiğince haberdar et.” Dünürüne sarıldıktan sonra kulağına eğilip, “Nazenin kızımıza hiçbir şey yapamaz o soysuzlar. ” diye fısıldadı. “Korkma. Sil gözündeki o korkuyu. Bir şey olursa da ben buradayım. Söyletme işte tek tek. Biliyorsun.”

“Biliyorum Timur Reis. Bilmem mi? Sağ ol, var ol.” deyip arabaya yönelmişti ki çocuklar da Meliha’yı görmek için peşine takıldı. Meliha araca yaklaşan çocuklarıyla vedalaşmadığını hatırlayarak indi araçtan. İkisini de uzun uzun kucakladı.

“Gidip tatil yapın ve hiçbir şeyi düşünmeyin,” dediğinde bu kez ona itiraz edecek gibi olan çocuklarını tek hareketle susturdu.

“Gideceksiniz ve tatilinizi yapıp dinleneceksiniz.” Seyfettin’le birlikte araca bindikten sonra açtığı pencereden başını uzatıp “Hem balayı çok keyiflidir gençler, ” diye fısıldadı. “Tadını çıkartın. Değil mi kocacığım?” Pencereyi kapadığı anda yanında oturan kocası kıs kıs gülmeye başlamıştı. Araç hareket edip, onlardan uzaklaşırken Meliha da gülmeye başladı.

“Suratlarındaki ifadeyi gördün mü? İkisi de kıpkırmızı oldu.”

Bu sözlerle kahkaha atan Seyfettin, kolunu karısına uzatıp onu göğsüne çekti ve başının üstünü öptü birkaç kez.

“Acaba diyorum… Bilmem kaçıncı evlilik yıldönümümüzde yeniden balayına mı çıksak kadınım?”

Meliha iç çekerek “Herkes iyi olursa neden olmasın?” dedi ve bedenine sarılan kolun daha da sıkılaştığını hissederek kocasının göğsüne iyice sokuldu.

Bu sırada Akdağ’a doğru yola çıkan Vali’nin makam aracında sessizlik vardı. Levent ve Emre yola odaklanmıştı. Metehan ise hem yolu izliyor hem de göz ucuyla Nazenin’e bakıyordu. Koltuğa koyduğu sol elini yumruk yaptığını görünce sağ elini usulca uzattı ve kadının elini avucunun içine aldı. Başı kendisine dönen kadının içini rahatlatmak ister gibi tebessüm edince Nazenin de tebessüm etti. Helikopter pistine vardıklarında, Metehan ve Nazenin hızla helikoptere geçmişti. Bir sonraki helikopter ise Pençe Timi’ni ve Albay’ı bekliyordu. Levent ve Emre karayolundan gelip makam aracını getireceği için onları uğurladılar.

Helikopter havalanıp gecenin karanlığına karıştığında Nazenin mümkünmüş gibi daha da gerilmişti. Sevmiyordu bu mereti. Uçakla alıp veremediği yoktu da helikopterden ürküyordu. Manevra kabiliyeti, pata pata diye yeri göğü inleten sesi içini endişeyle dolduruyordu. Metehan onun gergin duruşunu hissedip, başını çevirince gerçekten de tedirgin olduğunu fark etti. Demek ki Vali Hanım’ın da cesaretini kıran şeyler vardı.

Bir dakika kadar kendi kendini yiyerek kadına bakmayı sürdürdü ve sonunda dayanamayıp onu kendine doğru çekti. Koltuğun üstünde ufacık olan kadını sol koluyla sardı. Göğsüne rahatça yatmasını sağlarken kulağına eğildi ve sesini duyurmak için, “Uyu biraz.” diye bağırdı. “Yoksa baş ağrınla uğraşmak zorunda kalacaksın.” Nazenin sokulduğu göğse iyice yerleşirken, başını hafifçe kaldırıp Metehan’ın kulağına yaklaştığı esnada o da söyleyeceklerini duyabilmek için eğilip ona daha da sokuldu.

“Bu seste mi?”

Metehan aldığı cevaba gülümsemeye çalışırken bir yandan da kadının kolunu sıvazlıyordu.

“Bu ses migrenini tetikleyecek değil mi? Zaten düğündeki ışık ve ses yormuştur seni.”

Nasıl da doğru tahmin ediyor ve kendisi için usul usul endişe duyuyordu. Bu kadarcık gözlem ve ilgi bile içindeki tüm kötü duyguları söküp atacak gibiydi sanki. Gülümsemek, ona minnetle bakmak istedi Nazenin ama kafasının içini uğuldatan sesin oluşturduğu basıncı hissediyordu. Göz ardı etmek için büyük çaba harcıyordu da. Çabalıyordu ama nafile bir çabaydı onunki. Yine de derin bir soluk alıp, gözlerini yumacakken, burnundan aşağı doğru hızla akan sıvıyı hissedip eliyle burnunu tuttu.

“Kahretsin!” diye mırıldanıp Metehan’dan uzaklaştı ve peçete gibi bir şey bulma umuduyla boştaki eliyle ceplerini yokladı.

“Ne oldu?” diye kendisine bakıp karanlığa inat yüzünü görmeye çalışan adama durumu anlatamıyordu bile. Çünkü burnundan boşalan oluk oluk kan ellerinden bileklerine süzülüyor ya da yere doğru damlıyordu. Ki zaten yere doğru düşen damlalar da oturduğu için üstüne isabet ediyordu. İçerideki karanlığa rağmen durumu anlayan Metehan telaşla

“Bana bak, yüzüme bak,” deyip yüzünü kavradığında onun ellerini hissetti ancak bir an için gözü karardı. “Sakın… Sakın bayılma. Benimle kal, Nazenin. Benimle kal, güzelim. Aç gözlerini,” dediğini zar zor duydu ama cevap veremedi. Başı öne düştü ve etraf zindan misali karardı.

Metehan, “Nazenin, Nazenin… Kendine gel. Kendine gel güzelim.” diye bağırdı fakat kadın çoktan kendinden geçmişti. “Yüzbaşı!” Pilot Yüzbaşı bir an için kendisine döndü. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Emredin komutanım.”

“Vali Hanım bayıldı. Acil iniş yapabileceğimiz bir yer var mı?” derken kadını kucaklamıştı. Burnundan akan kan genzine dolup da onu boğmasın diye uğraşıyordu. Buz gibi olmuştu korkudan. Nazenin’i yan yatırıp başını da aynı şekilde dizine konumlandırdı.

O esnada olan biteni duyan Pilot, “Yolumuz yarım saatten az kaldı komutanım,” derken yardımcı pilot ve teknisyen yanlarına geldi. Nazenin’i ayıltmak için bir sıvıyı pamuğa döküp burnuna doğru dayadılar.

Yardımcı pilot “Basınç farkından bayılmış olabilir, komutanım,” dedi. “Korkmayın, az sonra kendine gelir.”

Metehan bir türlü sakinleşmeyi başaramıyordu. “Burnu kanamaya başladı. Sonra…” dedi ve endişeyle Nazenin’e baktı. Üç adam da gözlerini dikmiş Nazenin’e bakıyor, bir tepki vermesini bekliyordu.

“Burnunun kanaması iyidir, komutanım. Sakin olun siz. Vali Hanım’ı da böyle tutmaya devam edin.”

Dakikalar usulca ilerlerken Pilotun sesini yeniden duydular. “Durum nedir? Uçuş süremiz on beş dakikaya düşmek üzere. Devam ediyorum.”

Metehan sıkıntıyla yüzünü sıvazlayıp “Devam et,” deyip derin bir nefes daha aldı. Bu esnada Yardımcı pilot Nazenin’e yaklaştı iyice ve “Ayılıyor galiba.” dedi. Metehan da eğilip onun gözlerini görmeye çalıştı. Kirpiklerinin kıpırdadığını görünce zor da olsa soluk aldı.

“Şükürler olsun.” diye mırıldanırken Nazenin biraz daha ayılmış, karanlığa rağmen etrafına bakınmıştı. Ağzına dolan kan tadıyla midesi bulanırken zar zor konuşmaya çalışınca Metehan ona doğru eğilip dudaklarına kulağını yaklaştırdı.

“Ne oldu?” diye sorduğunu duydu.

“Bayıldın, Vali Hanım. Bir anda kendinden geçtin,” deyip soluklanan Metehan kızgın kızgın konuşmayı sürdürdü. “Şu ayılıp bayılmaları bıraksan mı acaba? Yüreğimi ağzıma getiriyorsun.” Yardımcı pilot ve teknisyen, onun kendine gelmeye başlamasıyla ufak bir baş selamı vererek yerlerine döndüler. Nazenin ise yorgunluğuna inat eder gibi isyanla soluyup, “Ben de manyağım ya zaten, keyfimden bayılıyorum.” dedi.

Metehan onun homurtularına gülümsemeye gayret edip “Gel buraya.” dedi ve onu kendine çekip yüzüne dikkatlice baktı. Burnunun kanaması durmuş, yüzüne gelen kanlar ise iz bırakmıştı. Hoşlanmamıştı bu görüntüden. İçindeki korkuyu kamçılamıştı sanki bu görüntü. Onu kanlar içinde görmek yüreğini ağzına getiriyor, kalbinin ritmini bozduğu gibi soğukkanlı ruh halini de alaşağı ediyordu. Gözlerini ondan zorla ayırıp ceplerini yokladı ve bulduğu peçeteyle yüzündeki kan izlerini sildi. Çok kan görmüştü bugüne kadar ama hiçbiri bu kadar az olup da telaşlandırmamıştı yüreğini.

“Korkuttun beni.”

Fısıltıyla çıkan kelimelerdeki korkuyu hissetmişti Nazenin. Ve tıpkı onun gibi korkmuştu, korkmaya da devam ediyordu. Zaten hiç sevmezdi bu merete binmeyi. Aniden yerden yükselen, kıvrak manevralar yapabilen bu yüksek sesli canavar gibi alet dengesini bozardı hep. Aklından geçen düşünceleri durdurmaya çalışırken “Korkma, iyiyim ben.” dedi ona ama ben de çok korktum diyemedi. İçine attı ve sustu.

O esnada alnına uzun bir öpücük kondu belli belirsiz. Gözleri bir an için buluştuktan sonra Metehan arkasına yaslanıp, onu da yine göğsüne çekerken, “İyisin…” diye mırıldandı. “İyisin çok şükür.”

***

Helikopterin iniş yapmasıyla ikisi de teyakkuz halindeki şehrin karmaşasına karıştı. Korkularını sanki o helikopterde bırakıp da inmiş gibiydiler. Ufacık da olsa yaşadıkları samimiyet de tıpkı korkuları gibi orada kalmıştı sanki. Yine Vali ile Binbaşı olmuş, Nazenin ile Metehan ise içlerine gömülmüştü.

Olay yeri incelemesi için askeri araç konvoyuyla valilik binası önüne gittiklerinde, yüksek zırhlı araçtan ilk inen Nazenin olmuştu. Binanın önünde şu an bulunduğu meydana ve karşısındaki binaya biraz şaşkın, biraz ürkek bakarken öfkeli solukları boğazına dizildi. Her yerin paramparça olmuş görüntüsü içini acıtmıştı. Binanın tüm camları patlamış, cam parçaları metrelerce öteye kadar savrulmuştu. Dış cephede resmen taş taş üstünde kalmamıştı. Karanlığa rağmen etrafa göz atmaya çalıştı. Çevredeki dükkânlar da patlamadan nasibini almış gibi görünüyordu. Hepsi darmadumandı.

Ya bu saldırı gündüz gerçekleşmiş olsaydı? Ya can kaybı olsaydı?

Bu soruları aklından çıkarıp atamıyordu. Can kaybı olmaması büyük şanstı. En büyük şükür sebebiydi. Binanın girişine doğru ağır ağır yürüdü ve merdivenlere oturup üzüntüyle etrafa baktı. Olay yeri inceleme ekipleri meydanı şeritlerle boydan boya sararken ceketinin ceplerini yoklayıp sigara paketini ve çakmağını buldu. Paketin içinden bir sigara çıkarıp dudakları arasına sıkıştırdı, ucunu yakıp derin bir soluk aldı. Önce evinden, şimdi de iş yerinden olmuş gibi hissediyordu. Haksız da değildi. Ev sorununu çözmüşlerdi ancak vilayeti ne kadar zamanda toplar ve eski hâline döndürürlerdi bilemiyordu.

Onu az ileriden izleyen Albay ve Pençe Timi ise o an yorgun bir savaşçıya bakıyorlardı sanki. Yüzünde belli belirsiz kalan kan izleri kıyafetlerinde daha yoğundu. Harpten çıkmış gibi görünüyordu. Oysa harp yeni başlıyordu. Hepsi farkındaydı.

“Vali Hanım’ın bu hali ne Binbaşı?” diye mırıldanan Albay bir an için Metehan’a da göz attı. Onun üstü başı da kan izleriyle doluydu.

“Helikopter havalandıktan sonra burnu kanamaya başladı ve bir süre kendinden geçti. Bayıldı.” Albay duyduklarıyla kaşlarını olağanca çatıp bir ona bir de merdivenlerde sigarasını içmeyi sürdüren Vali’ye baktı.

“İyi mi peki? Revire ya da hastaneye götürseydik.”

“Ani değişen basınç farkı yüzünden oldu sanırım. Hastaneye gidelim dedim ama iyiyim dedi istemedi komutanım,” dediği esnada Emniyet Müdürü’yle Jandarma Albay da yanlarına gelmiş onları dinliyor, göz ucuyla da Nazenin’i izliyordu.

Nazenin ise sakin sakin sigarasını içmeye devam ediyordu. Kendisini izleyen gözlere aldırmadan etrafa bakınıyor ve düşünüyordu. İlk sigarası bitip ikinciyi yaktığı esnada sağ yanına Albay ve Binbaşı, sol yanına Emniyet Müdürü’yle Jandarma Albay oturmuştu. Şimdi onlar da tıpkı kendisi gibi etrafa bakıyordu.

Onlar, aynı cephede birlikte savaştığı silah arkadaşlarıydı. Nazenin, artık bunu daha iyi anlıyordu. Belki kendisi silah tutmuyor, tetiğe basmıyordu ama bir amaç için savaşıyordu. Silahla değil belki ama kalemiyle, aklıyla, duruşuyla yapıyordu bunu. O yüzden de artık kendini onların silah arkadaşı gibi görüyordu. Mecazen!

Aklından geçen düşüncelerine kısa bir mola verdi ve sigarasından bir duman daha çekti. “Biri beni burada istemiyor,” dedi sigara olan elini meydana doğru gelişi güzel sallayarak. Merdiven basamağına dökülen külü umursamadı bile. Zaten her yer darmadağın haldeydi bunu mu düşünsündü yani. Sonra soluklanıp sözlerine devam etti.

“Biri beni canlı istemiyor. Ama kim?” Yanındaki dört adam da gerilmişti. Olan biteni görüyor, tahlil de ediyorlardı elbet ama Vali Hanım’ın ağzından bunları duymak gerilimin dozunu arttırmıştı sanki.

“Nerede şu an? Bizi nereden izliyor? Neyin peşinde?” Durup soluklandı ve zihninde taa en başa döndü. Bu şehre görevlendirildiği bilgisini aldığı ana ve buraya adım attığı ilk güne.

“Ben neden buraya gönderildim? Bu olanların babamla bir bağı var mı? Varsa şayet ipin ucu nereye uzanıyor? Hiçbir sorunun cevabı yok. Hiçbir açık vermeden ilerliyor, pezevenk. Ve biz öylece bekliyoruz. Bir yerden çıksın ve beni öldürsün diye bekliyoruz,” deyip ayaklandı. Az ilerideki Vali yardımcılarına ilerledi. Hepsiyle tokalaşıp geçmiş olsun derken Metehan ise sessiz sessiz onu izliyordu. Sözü babasına getirmiş olmasının da şaşkınlığını yaşıyordu. Demek ki o da benim gibi düşünüyor diye içinden geçirirken, olay yeri inceleme ekibinden sorumlu amir yanlarına geldi.

“Sayın Vali’m, komutanlarım, müdürüm…” durup soluklanırken hepsine başıyla da selam vermişti.

“Bina ve meydandaki incelemelerimiz birkaç gün sürecek. Çünkü olay yeri oldukça geniş.” Sözleriyle yüzü iyice asılan Nazenin tek kelime etmeyip yalnızca başını sallamakla yetinirken, meydanın ilerisindeki yola park etmiş askeri araçlara doğru yürümeye başladı.

“Eve gidip üstümü başımı değiştireceğim.” diye ardında kalan adamlara kısaca bilgi verirken adımları sakindi. Sesi ve beden dili de normalde görmeye alışık oldukları Nazenin’in zıttıydı. Sırtında gezen şaşkın ve endişeli bakışları hissediyordu Nazenin. Ama umursamadan yürümeye devam ediyordu.

Kendi aracı şimdilerde Ankara’dan yola çıktığı için askeri araca binip “Lojmana gidelim.” demekle yetindi. Direksiyon başındaki asker emrini ikiletmeyip aracı hareket ettirdiğinde Metehan’ın da hızla arkadaki araca geçtiğini görmüştü. Kısa süren yolculuğun ardından lojmana vardıklarında yine aynı sükûnetle araçtan indi ve apartmana girdi. Peşi sıra kendisini takip eden postal sesini dinleyerek basamakları çıktı ve evinin önünde durup anahtarını bulmak için cebini yokladı. Saniyeler içinde bulduğu anahtarla kapıyı açıp içeri girerken de ardında bıraktığı adama bakmadı.

Biraz yalnız kalmak ve kafasını toplamak istiyordu. Metehan’a bakmak ise şu an duygularını karmakarışık ediyordu. Birkaç saat evvel burun buruna durup sevgiyle, hayranlıkla baktığı o gözlerden kaçıyordu. Yine!

Oysa bunun ona çok büyük haksızlık olduğunu biliyordu. Ancak bildikleri, şu an yaşadığı kargaşayı daha da büyütüyor, çıkmaza sürüklüyordu sanki. İçinde bir yerde Metehan’a doğru, hiç düşünmeden koşmak isteyen bir Nazenin vardı. Ama o Nazenin’i tutan ve vakti değil diyen de bir Vali Hanım vardı. Önce bu karmaşayı çöz, önce bu olayları atlat diyordu o Vali Kadın. O da Vali Nazenin’e kulak vererek yapıyordu her hareketini. Aşksa bu içindeki, sevgiyse şayet, onu doludizgin yaşamak için önce sükûneti bulması gerektiğine inanıyordu. Bu şehirde o sükûnet sağlanır mıydı bilmiyordu ama…

Aklında ve gönlünde dönüp duran savaşı zihninin ardına gönderip derin derin soluklanırken evinin ışıklarını yaktı. Yatak odasına yönelecekti ki kapının çalma sesiyle adımları duraksadı. Önce omzunun üstünden baktı kapıya, sonra dönüp usulca açtı. Karşısında duran adamın gözlerini görebilmek için başını kaldırıp geriye atarken, “Komutan…” demişti usulca.

“Evinizi kontrol etmem lazım,” Diyen Metehan da en az kendisi kadar resmi ve mesafeliydi. Belindeki silahı çekip emniyetini açtı. Mermiyi namluya sürdü ve evden içeri girip sessizce yürümeye başladı. Salon, salondan çıkılan balkon, mutfak, yatak odası, misafir odası, banyo ve tuvaleti saniyeler içinde kolaçan edip silahını indirdiğinde yeniden karşı karşıya geldiler.

Binbaşı başını bir kez sallayıp, “Temiz,” derken Nazenin de başını usulca salladı.

“Teşekkür ederim.” Sözüne de aynı donuk tepkisizlikle karşılık veren Metehan

“İşimi yaptım Sayın Vali’m.” dediğinde Nazenin gülecek gibi olmuştu. İşte yine o kısır döngüdeydiler. Teşekkür ve rica döngüsü.

Metehan ise bunu fark etse de tepkisizliğini koruyarak kapıya yöneldi. “Dışarıdayım. Güvendesiniz.”

Sanki günlerdir yaşadıkları yakınlaşmalar hiç olmamış gibi soğuk ve mesafeli olmak Nazenin’e ilk kez bu kadar can sıkıcı dahası can yakıcı geldi. Kapıdan çıkıp postallarını giymeye yeltenen adamı üniformasından tuttu ve geri geri adımlayarak evine girmeye başladı. Metehan’ı kendine çekerek içeri girdiğinde, “Kapıyı kapat Binbaşı,” emrini verdi.

Metehan bir ona, bir kapıya bir de üniformasını sıkı sıkı tutmuş çekiştiren ele baktı. Ardından kapıyı kapatıp öylece kalırken Nazenin “Metehan…” dedi iç çekerek ve hiç düşünmeden boynuna sarılıverdi. Yerden kesilen ayakları havada süzülürken anın şaşkınlığını yaşayan Metehan ise bir süre öylece kalmıştı.

Nazenin’in o keskin çizgilerin ardına geçip saklandığını ve bir süre oradan çıkmayacağını düşündüğündendi şaşkınlığı. Oysa kadın, sevdiği, deli divane olduğu o kadın, kapılar kapanıp da baş başa kaldıkları an boynuna atılıvermişti. Yüzünde buruk ama huzurlu bir tebessüm belirirken, kollarını onun beline dolandı. Sımsıkı… Gitmesin, kaçmasın diye sıkı sıkı sarıldı. O sırada kulağına fısıldanan sözleri işitti. Nazenin,

“Bakma şöyle. Peşimdeki her kim ya da kimlerse hamle yapmaya devam edeceklerini benden daha iyi biliyordun.” dese de onu sakinleştirmeye çalışsa da artık kendi içinde hiç de sakin değildi. Bundan sonra daha fazla diken üstünde olacaktı. Biliyordu kendini. Yine de bozuntuya vermemeye çalışarak, dik durmak, korkusuz görünmek için uğraştı. Oysa kimsenin ondan böyle bir şey beklediği de istediği de yoktu. Ama Nazenin kendine başka yol bırakmıyordu.

Şimdi korkamazdı, geri adım atamazdı. Saklanamazdı. Bugüne kadar neler yaşamıştı. Hepsinin altından da bir şekilde kalmıştı. Kendine, Yine olacak, bunun altından da kalkacağım derken Metehan’ın sözlerini işitti.

“Biliyorum ama bilmem endişelerimi gidermiyor.” derken yüzünü kadının saçlarına dayamış ve derin bir soluk almıştı. Aldığı soluğu duyup, gülümseyen Nazenin onun kocaman sırtını sıvazlarken, yüzünü hafifçe döndürüp dudaklarını sakallarının sarmaya başladığı yanağına bastırdı. Metehan ise bu dokunuşla içindeki tüm nefesi verip onu kendine daha çok yaklaştırdı.

“Nazenin…” diyen sesindeki titremeyle Nazenin’in de yüreği titremişti sanki.

“Metehan… Böyle yaparsan her şey daha da zor bir hal alır. Özel hayatımızla işimizi birbirine karıştırma. Yüzüme kırgınmış gibi bakma,” deyip başını biraz geri çekti. Gözlerine tüm ciddiyetiyle baktı ve devam etti sözlerine. “Sakın…”

Ondan da kendisinden de çok zor bir şey istiyordu. Farkındaydı.

Metehan’ın nasıl gerildiğini bedenindeki elleri hissediyordu. O koca beden resmen kasılıp kalmıştı. Kıyamadı, dayanamadı Nazenin. Oysa birkaç saat önce neredeyse öpecekti onu. Kavuşacaktı dudakları. Teslim olacaktı gönlüyle adama. Yine olmamış, olamamıştı. Ama bunu düşünmeyi kesip Metehan’ın yanağına bir öpücük daha kondurup başını yine geri çekerken elleriyle de öptüğü yanakları sardı.

Adamın yanakları resmen avuçlarından taşıyordu. Yumuşacık o yanakların üstündeki sakalların sertliği biraz absürttü doğrusu. Avuçlarına batıyor, kaşındırıyordu. Ama bunu umursamadan başparmaklarıyla okşadığı yanaklarından gözlerini çekip onun gözlerine baktı. Kendini tebessüm etmeye zorladı. Saniyeler içinde tebessümü yok olurken soluk alıp dikleştikçe dikleşti. “Duş alıp üstümü değiştireceğim,” dedi.

“Sonra Vilayete dönelim ve neler olup bittiğini yerinde görelim.” Metehan başını sallayıp gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı ve tekrar açtı. Tıpkı Nazenin’in yaptığı gibi o da kadının yüzünü kavrayıp yaklaştı. Burnunun ucuna ve alnına öpücükler kondururken yapmak istediği tek şey onu içine katıp saklamaktı. Bu sırada çenesinin kenarına dokunan dudakları hissederek durdu. Nazenin ise tam da dokunduğu yeri öpüp, geri çekilirken Metehan’ın gözlerindeki parıltıyı görmüştü.

“Yarım saat içinde hazır olurum,” deyip önce yatak odasına geçti. Ardından banyoya yönelirken elinde temiz giysileri vardı. Metehan ise o duşa girince ne yapacağını bilemez gibi sağa sola bakındı. Ana kapıyı kilitleyip balkona ilerlerken banyodan gelen su sesini işitti. Ona mahremiyet sağlamak içinse hızla balkona çıkıp bir sigara yaktı.

İkinci sigarasını bitirmek üzereyken içeriden gelen sesle omzunun üstünden içeriye baktı. Nazenin duştan çıkmış, üstüne siyah tişört, siyah kot pantolon giymişti. Ayağına geçirmeye çalıştığı siyah çoraplarıyla uğraşırken bir yandan da başına sardığı havluyu tutmaya çalışıyordu.

“Saçımı kurutup geliyorum,” Metehan, Nazenin’in aceleyle oradan oraya koşturmasına gülümsedi. Bu görüntü garip bir şekilde hoşuna gitmişti. Balkon kapısına omzunu dayayıp yüzündeki tebessümü bozmadan, “Bekliyorum,” dediğinde Nazenin’in adımları duruverdi. Çünkü Metehan öyle bir bekliyorum, demişti ki diyemediği sözlerin de tınısı kalmıştı sanki o kelimede. Göz göze gelip birbirlerine dikkatle bakarlarken Metehan dilini tutmadı. İçinden geçenleri, içini delip geçenleri ve birkaç kelime daha fısıldadı usulca.

“Zamansızca bekliyorum seni.” Duyduğu üç kelimeyle boğazı düğümlenen Nazenin zar zor yutkunup başını hafifçe sallarken, “Biliyorum,” dedi önce. Madem Binbaşı kartlarını açık oynamıştı kendisi de ona, baş başa kaldıkları ve rütbeleri kapının önünde bıraktıkları bu kısacık anda Nazenin olarak cevap verebilirdi. Titrek bir nefes alıp sözlerine devam etti.

“Doğru zamanın gelmesini bekliyorum. Hiçbir şey gelişi güzel olmasın diye bekliyorum. Çünkü ikimiz de daha azını değil, çok daha fazlasını hak ediyoruz. Korku, endişe ve gizlilik içinde bir kavuşma bize yakışmaz komutan. Az daha sabır.”

Metehan dikkatle Nazenin’i izliyor, söylediği her sözü dinleyip anlamaya çalıştığı gibi beden dilini de anlamaya çalışıyordu. Kadının hareketleri biraz ürkek, biraz telaşlıydı aslında. Sözlerini açık yüreklilikle söylemeye çalışırken yanlış anlaşılmak da istemediği telaşından belliydi. Ve gözleri, gözlerindeki korkuyu da görüyordu şimdi Metehan.

Yaşadığı saldırıların, tehditlerin ağırlığı mıydı bu korkunun sebebi yoksa kendisini kaybetme korkusu muydu bilmiyordu. Şu an bildiği tek şey onu o istemedikçe asla bırakmazdı. O yüzden kaybetmekten korkmamalıydı. Birkaç adım atıp kadının dibinde durduğunda çenesini usulca kavrayıp başını kaldırdı. Nazenin de bu hareketine karşı koymayıp göz göze gelmelerini sağladığında fısıldadı.

“Korkma. Ben buradayım. Ne zaman istersen o zaman gel ya da beni kabul et gönlüne. Ama korkma. İçinden geçenleri dürüstçe söyledin diye kaybetmezsin beni.” deyip başını eğdi ve sadece saçlarının tepesine dokundu. Öpmedi ya da koklamadı ama öylece durdu. Bir dakika kadar sonra ikisi de fısıltıyla “Hadi!” dediğinde yüzlerinde gülümseme belirmişti. Artık işlerinin başına dönme vaktiydi.

Metehan ve Nazenin’i orada bırakıp, Vali Hanım ve Binbaşı olarak yola çıktılar. İstikamet belliydi. Yerle bir olmuş olan Valilik binası.

***

Olay yeri inceleme ekipleri dikkatle çalışmalarını sürdürürken gece güne dönmüş, güneş tepeye yükselmişti. Nazenin oradan ayrılmayıp çalışmaları incelerken Pençe Timi de onu korumak için meydandaydı. Saatler geçip giderken içeri girme izni olmadığı için kapıda beklemeyi sürdüren Nazenin, arada bir askeri araca geçip hem ısınıyor hem de oturup soluklanıyordu. Bahar ayında olmalarına rağmen memleketin bu tarafları hâlâ soğuktu.

Öğleden sonra sırtını askeri araca yaslamış sigara içerken yanına gelen Binbaşıya çevirdi gözlerini. Söyle der gibi başını hafifçe salladığında Metehan, “Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan az sonra burada olacakmış,” derken tıpkı onun gibi araca yaslanıp çevreye bakındı.

“Neden buradalar?”

“Bilgim yok Sayın Vali’m.” Cevabına hıh nidasıyla gülecek gibi olurken başını sağa sola salladı.

“Senin bilgin yok, benim bilgim yok ama bu iki adamın bildiği bir şey var Binbaşı. Ve ikisi de sessizlik yemini etmiş gibi susuyorlar.”

Metehan, Nazenin’in bu sözlerine hak veriyordu. Paşa ve Başkan bir şey biliyordu ve o şey her neyse şu an kendileriyle paylaşmıyorlardı. Ancak aklından geçenleri bu şekilde dile getirmenin doğru olmayacağını da bildiği için daha ılımlı sözler barındıracak bir cevap verdi.

“Bir şey biliyorlar mı bilmiyorum…” Daha sözler ağızından çıkarken Nazenin’in keskin bakışları ve imayla havaya kalkan kaşı lafını bölmüş dahası nefesini bile kesmişti. Sıkıntıyla iç çekip, “Her ne biliyorlarsa teyit etmeden söylemezler,” dediğinde Nazenin sigarasından son bir nefes çekip, elinde tuttuğu su şişesine izmariti atmıştı. Plastik şişenin dibinde kalan suyla buluşan izmarit sönüp, temas ettiği suyu anında çekerek kararırken konuştu.

“Gelsinler bakalım, buranın halini görünce de susabilecekler mi görelim?”

Aldığı haberle gerginliği daha da artmıştı sanki. Burnundan soluyor, her yere çatık kaşlarının altından öfkeyle bakıyordu. Bu bakışları ve tavrı babasını gördüğünde de değişmemişti. Resmiyetle el sıkışıp gözlerini hasarlı binaya çevirirken geçmiş olsun dileklerine yalnızca sağ olun demekle yetinmiş, daha fazla söz söylememişti. Paşa, Nazenin’in soğukluğunun iş sebebiyle var olması gerekenden fazlasını barındırdığının da aralarındaki mesafenin de farkındaydı.

“Askeriyeye geçelim ve biraz konuşalım Vali Hanım,” dediğinde Nazenin aynı duygusuz tavrını sürdürüp yalnızca başını sallamıştı. Herkes araçlara binip askeriyeye vardıklarında da toplantı odasına geçtiklerinde de kimseden ses çıkmıyordu. Bu uğursuz sessizliği bölmeye karar veren ise yine Seyfettin olmuştu.

“Düğüne o notu gönderen kişi ya da kişilerle ilgili araştırmamız sürüyor.”

Nazenin, Paşa’ya inanmaz bir ifadeyle bakıp güler gibi ifade takınırken, “Bilmiyorsunuz yani!” dediğinde ortam yine buz kesmişti. Seyfettin Paşa ise onun bu çıkışına karşın hâlâ sessiz ve sakin durmayı başarıyordu.

“Bilgileri teyit etmeden paylaşa…”

“Paylaşamazsınız. Evet, bunu biliyorum. Siz paylaşamazsınız, karşımızdakiler de ellerini kollarını sallaya sallaya eylemlerine devam ederler. Dün şehrin göbeğinde bomba patlattılar, yarın silahlarla vilayet binasını ya da benim aracımı tararlar. Ertesi gün halkın içine sızıp başka bir eylem gerçekleştirirler. Ben de böyle, aynen böyle,” derken kendini gösterdi sinirle.

“Oturur ve olan biteni izlerim. Sadece izlerim. Çünkü neden? Elde ettiğiniz bilgileri bizimle paylaşmadığınız için. Biz bu cehennemin ortasında ne zaman ne geleceğini bilmeden, av olarak beklediğimiz ve hiçbir hazırlık yapamadığımız için.”

“Seni korumak için elimizden geleni yapıyoruz,” diye çıkışan babasına dik dik baktı. Kızı olarak değil de Vali Hanım olarak baktı.

“Yahu, beni korumanız neyi iyi ediyor? Şehir yangın yeri. İnsanlar tedirgin. Tek işiniz beni korumak değil ki. Bu insanları korumamız lazım Paşa’m. İnsanları… Sivil halkı.” deyip ayaklandı ve elini hırsla masaya indirdi.

“Sokakta yürüyen yaşlı amcayı, torununu gezdiren yaşlı teyzeyi, okula giden çocukları, gençleri, işe giden memuru, esnafı, namaza giden cemaati ve hatta sokaktaki hayvanları korumamız lazım.”

Herkes sessizliğini korurken Nazenin derin bir soluk alıp sözlerine aynı öfkeyle devam etti. “Siz bozuk plak gibi hâlâ beni korumaktan bahsediyorsunuz. Yahu, şehirde kimse güvende değil. Siz bana ne anlatıyorsunuz be?” Son sözlerini söylerken öyle bir bağırmıştı ki herkes irkilmişti. Seyfettin Tuna dışında herkes.

“Vali Hanım!” diyen sert ses tonu odayı doldururken baba kız birbirine kitlenmiş gibi sinirle bakıyordu.

“Seyfettin Paşa, sen kızını korumanın derdindesin ama ben senin kızın değilim. Şu an değilim. Ben kendimi korumalıyım evet, ama bu şehri, bu şehrin insanlarını, hayvanlarını hatta şehirdeki yapıları bile korumalıyım. Ve hatta…” deyip soluklanırken ellerini masadan çekti ve dimdik durdu.

“Oturduğum makamı da korumalıyım. Bir daha kızını korumaya çalışan bir baba olarak karşıma gelme. Yoksa seninle çalışmak istemediğimi rapor ederim.”

Sözlerinin vardığı nokta herkesi şok ederken kimse soluk almaya bile yeltenemiyordu. Gerilim o kadar yükselmişti ki ağızlarını açamıyorlardı. Nazenin ise sessizliği bıçak gibi bölerek, “Şimdi…” demişti.

“Her neyden şüphe ediyorsanız ya anlatın ya da beni oyalamayı bırakın işimin başına döneyim. Tadilatına başlamam gereken bir vilayet binası var da!” durup hepsine tek tek baktı ve gözleri yine en son babasında durdu. Ağzını açıp bir şeyler söylesin istedi. Kafasındaki soru işaretlerini gidersin, her ne biliyorsa anlatsın istedi. Ancak Paşa hızla ayaklanıp “Gidiyoruz!” demekle yetindi ve hızla odayı terk etti.

Cihan Başkan, Albay, Emniyet Müdürü ve Jandarma Albay da odadan çıktığında Metehan ile baş başa kalmışlardı. Bir süre sessizce durup odanın içinde gözlerini dolaştırdılar ama asla göz göze gelmediler. Buna daha fazla dayanamayan Metehan usulca, “Biraz ağır olmadı mı?” diye sorunca Nazenin’in o yemyeşil gözleri üstüne dönüverdi.

“Az bile söyledim. Duygularıyla hareket etmeyi bırakmalı. Herkes şu sıçtığımın duygularını bir kenara koysun artık da işimize bakalım.” Bağıra bağıra söylediği sözlerin ardından masaya bir yumruk indirip odadan çıkarken ardında ürkek bir Metehan bıraktığını bilmiyordu. Sıkıntılı bir soluk alıp iç çeken adam, mırıldanırken ayaklandı.

“Daha az delisi de beni kesmezdi zaten.”

***

Tam üç gün. Üç gün boyunca süren incelemelerde Nazenin her an oradaydı. Yorgunluktan bitap düşmek üzereydi. Yüzünün rengi solmuş, gözaltları morarmış ve çökmüştü. Açık olduğunda beline doğru salınan kumral saçları başının tepesinde dağınık bir topuz şeklinde topluydu. Onu günlerdir göz ucuyla izleyen Metehan artık endişelenmeye başlamıştı. Çünkü Nazenin, biraz daha uyumaz ve dinlenmezse bayılacak gibi görünüyordu. Sıkıntıyla soluklanıp, askeri araca yaslanmış öylece duran kadına ilerledi. Yanına vardığında tıpkı onun gibi araca yaslandı. Şimdi ikisinin de gözleri Valilik binasındaydı.

Derin bir soluk alan Metehan, “Sıçtığımın duygularına sıçayım ki senin için endişe ediyorum,” dedi fısıltıyla. Göz ucuyla ona bakarken sözlerine devam etti. “Dinlenmen lazım.” Nazenin’in kendisini duyduğunu biliyordu. Ama kadın hâlâ tepkisiz, aynı yere bakmayı sürdürüyordu.

“Emniyet, patlamayı gerçekleştiren terörist grupla ilgili bir bilgiye ulaştı mı Binbaşı?”

“Araştırmalar devam ediyor ancak net bir bilgi yok. Çevrede sağlam kalan güvenlik kameralarından görüntü elde etmeye çalışıyorlar. Yakında haber gelmesini umut ediyoruz,” dediğinde sıkıntıyla soluklanan Nazenin, yüzünü sıvazlayıp, yavaşça şakaklarını ovuşturdu. Başında katlanılmaz bir ağrı vardı. Dinlenmedikçe de artıyordu. Sanki kafasının içinde davullar çalınıyor, beyni uğulduyor, kulakları çınlıyordu. Onu sessizce ama çektiği acıyı fark ederek izleyen Metehan, “Migrenin tuttu değil mi?” Diye sordu. Nazenin ise, “Evet,” demekle yetindi.

“Eve geçelim. Biraz dinlen. Gerekirse Figen iğne yapsın ya da serum taksın. Böyle olmaz.” Kadının cevap vermesini beklemeden hareketlendi. Kolunu ona doğru uzatıp usulca omzunu sardı. Samimiyetten uzak, yardım eder gibi bir dokunuştu bu. Nazenin’i aracın arka koltuğuna oturtup az ilerideki askere işaret verdi ve kendisi de kadının yanına oturdu.

“Kızarsan kız ama sağlığını da düşünmek zorundayım. İşim bu!” dediği esnada Nazenin’in yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu. Metehan’ın az evvel işaret ettiği asker, aracın direksiyonuna geçip hareket etti.

Metehan ise yine endişeyle kadını izliyordu. Rahatsızlığının dinlenerek geçmeyeceğini varsayarak elini cebine attı. Telefonunu çıkartıp Figen’i aramaya başladı. Telefon ikinci çalışında açıldığında, “Figen, lojmana geliyoruz. Vali Hanım’a serum takılması lazım. İlacını sen biliyorsundur,” demekle yetinmişti.

“Biliyorum abi, ilaçları alıp geliyorum.” cevabıyla telefonu kapattığında üstünde gezinen yemyeşil yorgun gözlere sessizce baktı. Sonra elini saran ve usulca sıkan ele döndürdü bakışlarını. “Teşekkür ederim,” diyen fısıltılı sesi işitirken zar zor tebessüm etmeye çalıştı.

“Bu gece binanın önünde nöbet tutmak yok. Yatıp dinleneceksin,” derken sesi gayet net ve emir verir gibiydi. Onun bu tavrı ise Nazenin’i gülümsetmişti. “Emredersin Binbaşı.”

Duyduğu sözler karşısında tebessümü gerçeğe dönen Metehan, usulca başını salladı. “Emretmiyorum, rica ediyorum.”

Kısa süreli yolculuğun devamında ikisi de hiç konuşmadılar ancak birbirini bulup sıkıca tutan ellerini de ayırmadılar. Ta ki araçtan inene kadar. Apartmana girip doğruca Nazenin’in evine geçtiklerinde Figen onları kapıda hazır şekilde bekliyordu. Nazenin kısa bir duş alıp salona döndüğü gibi Figen ona serum takmış ve serum bitince haber vermelerini söyleyerek evden ayrılmıştı. Nazenin uzandığı koltukta uyuyakalırken, Metehan ise diğer koltuğa oturmuş onu izliyordu. Yorgundu, uykusuzdu ancak ona göz kulak olma dürtüsü ağır basıyor ve tüm yorgunluğunu alıp götürüyordu.

Serumdan usul usul damlayıp hortumdan Nazenin’in damar yoluna ilerleyen ilacı izledi sessizce. Salonun ışığı kapalıydı ancak koridor açıktı ve oradan sızan ışık sayesinde bunu görüyordu. Kadının çektiği ağrıdan dolayı uyurken bile çatık duran kaşlarına bakıp gülümsedi. Şimdi ona yaklaşıp o çatık kaşlarını severek düzeltmek isterdi. Ancak bunu yapması doğru olmazdı.

Çünkü yapmak istediği bu şey, Zamanı gelecek, diyen Nazenin’in sözüne ihanet etmek gibi olurdu. Koltukta oturmaya devam ederken orta sehpada duran telefon titremeye, ekran ışığı yanıp sönmeye başladı. Telefon Nazenin’e aitti. Kimin aradığını görmek için ekrana baktığında Babam yazısını gördü. Seyfettin Paşa arıyordu.

Aralarında yükselen gerilime rağmen onlar baba kızdı. Ve muhtemelen Paşa, kızını merak etmiş, günler sonra sesini duymak istemişti. Telefona cevap verip vermemeyi düşünürken, Nazenin titreşim sesinden uyanmasın diye telefonu sessiz moda aldı. Arama sonlanana kadar bekledi. Ne zamanki arama bitti, o zaman ayaklanıp, balkona çıktı ve kendi telefonundan Seyfettin Paşa’yı aramaya başladı.

“Komutanım iyi akşamlar.”

“İyi akşamlar Kılıçarslan.” diyen ses durgun ama düşünceli gibiydi. Belli ki kendisini bu saatte neden aradığını düşünüyordu. “Az önce Nazenin Hanım’ı aradığınızı gördüm. Ancak onun telefonuna cevap vermem doğru olmayacağı için aramanızı yanıtlamadım. Kendisi biraz rahatsızlandı ama endişe etmeyin.” dese de Seyfettin telaşla, “Ne oldu? Neyi var?” diye soruyordu.

Metehan, hiçbir gerilimin ve iş stresinin onların arasına giremeyeceğini böylece idrak ederken “Migren atağı tuttu. Figen Hemşire Vali Hanım’a serum taktı. Şu an uyuyor. ” dedi. Sözlerine nasıl devam edeceğini bilemeyerek “Ben,” dedi bir kez de. Neden Nazenin’in evinde olduğunu açıklaması ve bunu yaparken hiçbir şeyi belli etmemesi gerekiyordu.

“Vali Hanım’ı eve ben getirdim. Serum takılırken de yanındaydım. Aramanızı öyle gördüm.” Seyfettin derin bir nefes alıp, “İyi iyi. İyi yapmışsın, Metehan,” derken sesi biraz olsun rahatlamış gibi çıkıyordu. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından, “Sen yanında mı kalacaksın?” diye sorunca Metehan yine ne dese nasıl cevap verse bilemedi.

“Eğer sakıncası yoksa… Kalırım. Yani kalayım. Vali Hanım’ın yanında biri olsun.” Resmen kem küm ederek konuşmuştu. Çocuk gibi, yeni yetme ergenler gibi ama Seyfettin Paşa kendi endişelerinden ötürü bu durumu algılamamıştı. Aynı telaşla, “Kal, kal yanında. Ne sakıncası olacak. Göz kulak ol. Serum bitince de haber ver bana,” dedi.

“Emredersiniz Paşam.”

Sabaha kadar Nazenin’in başında bekleyip sık sık hem onu kontrol etmiş hem de Paşa’yı haberdar etmişti. Şimdi ise arada bir sigara içmeye çıktığı balkondan güneşin doğuşunu izliyordu. Elinde kahve kupası vardı. Mutfağı biraz karıştırmak zorunda kalsa da kahve aramış ve bulmuştu. Uykusunu kaçırmak için yaptığı sert bir kahveyi yudumlarken, “Bana da kahve var mı?” diyen uykulu sesle arkasına baktı. Nazenin, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sabahın serin havasını hissedince üşüyüp büzüşmüş halde kapıda duruyordu.

“Olmaz mı hiç. Gel. Sana da yaparım,” derken gülümsedi. Nazenin de aynı şekilde gülümseyip, balkona çıktı. Tepelerin ardından yükselen güneşe bakarken, “Gerek yok,” deyip adamın elindeki bardağa uzandı. Parmaklarını porselen bardağın sıcaklığına sarıp istemsizce titrerken, “Bundan içerim,” diye de eklemiş, dediğini de yapmıştı.

Onu belli belirsiz bir gülümsemeyle izleyen Metehan başını hafifçe salladı. Şu an yanındaki kadın Nazenin’di. Vali Hanım değil. Bu farkındalıkla soluklanıp konuştu. “Daha iyi görünüyorsun.” Nazenin de göz ucuyla ona bakıp, “İyiyim,” dedikten sonra kaşlarını çattı olabildiğince. Çünkü uyumaktan yüzü gözü şişmişti ve mimik yapmakta zorlanıyordu.

“Ama sen iyi görünmüyorsun. Hiç uyumadın değil mi?”

“Sen beni boş ver. Ben iyiyim. Uykusuz kalmaya da alışkınım.” Cevabına gözlerini deviren Nazenin bıkkınlıkla başını sallarken kahveden bir yudum daha alıp bardağı ona uzattı. “Eline sağlık.” Metehan yeniden bardağı kavradı ve onu cevapladı. “Afiyet olsun.”

Bir süre hiçbir şey demeden öylece durup gün doğumunu izlediler. Sabahın sessiz sükûnetine eşlik ederlerken, serin hava yüzünden bir kez daha irkilen Nazenin yanındaki adama dönüp, parkasının ucunu çekiştirdi. Metehan ise ne olduğunu anlamaya çalışarak bir ona bir de parkaya baktı. Saniyeler içinde durumu anlayıp kıs kıs gülerken parkasını çıkardı ve Nazenin’in omuzlarına koydu.

Bedenini saran sıcaklıkla kedi gibi mayışıp gülen Nazenin parkaya sıkıca sarılırken, Metehan da onun omzunu sardı. Kadını kendine çekip göğsüne yasladı. Nazenin ise bu sarılmayı hiç itirazsız kabul ederek başını o kocaman, sıcacık ve buram buram Metehan kokan göğse yasladı. Başının üstüne konan küçük öpücüğü hissetti. Yüzündeki gülüş büyüdü. İçinde, çok derinlerde kalan huzur, sanki bulduğu fırsatı değerlendirircesine coşkuyla yükseldi. Huzur doldu kadın. Günler sonra, bu küçücük temasla huzur ve mutluluk doldu.

Metehan için de durum farklı değildi. Kolunu sardığı, göğsüne yaslandığı kadını saklamak istiyordu taa içine. En derinine. Tüm kötülüklerden saklamak, korumak böyle mümkün olsaydı yapardı. Hem de bir an bile düşünmez yapardı.

Bir yandan onu sıkıca tutup, bir yandan da kahvesini içerken dakikalar usul usul geçti. Güneş, ışıltı saçarak göğe yükseldi. Ve telefon çaldı. İkisi de duydular telefonun sesini ama ikisi de yerinden kıpırdamadı. Sanki bu anı uzatmak ister gibi, sanki gerçeklerden kaçabilecekmiş gibi öylece durdular. Arama sonlandı, sonra yine başladı. Sıkıntıyla soluk alıp bir süre birbirlerine baktılar.

“Gerçek hayata hoş geldin Vali Hanım,” diyen Metehan kolunu çekti. Nazenin bedenlerini uzaklaştırdı ve içeri girip telefonunu eline aldı. “Vali Nazenin Tuna,” derken artık sesinde uyku da yorgunluk da yoktu.

“Anladım, Albay’ım. Yarım saate orada olurum.” Telefonu kapatıp hâlâ balkonda duran ama kendisini izleyen adama döndü. “Bir iz bulmuşlar. Bilgi vermek için Emniyet’te bekliyorlar.”

İşte bu sözlerin ardından ikisi de silkelenip toparlandı. Nazenin hızla hazırlanıp evden çıktığında Metehan onu kapının önünde bekliyordu.

“Günaydın Sayın Vali’m.”

“Günaydın Binbaşı.” Sanki geceden sabaha birlikte değillermiş gibi, sanki güneşin doğuşunu yan yana izlememişler, aynı bardaktan kahve içmemişler gibi yapmak… Zordu. Ancak onlar da hiçbir şeyin kolayının kendilerini bulmayacağını biliyordu. Bunu çok önceden kabullenmişlerdi.

Apartmanın önünde bekleyen Levent ve Emre’yle selamlaşan Nazenin, çevrede kuş uçurtmayan Pençe Timi’ni de selamladıktan sonra, “Emniyet Müdürlüğüne gidiyoruz,” demekle yetindi. Araca binip yola koyulduktan kısa süre sonra İl Emniyet Müdürlüğü binasına gelmiş ve yine hızlıca içeri girmişlerdi. Kendilerini girişte karşılayan İl Emniyet Müdürüyle tokalaşıp etraftaki polis memurlarına selam vererek ilerleyen Nazenin neler olduğuyla ilgili sorularını yalnız kalacakları ana saklıyordu. Binanın içindeki kısa yürüyüşün ardından genişçe toplantı salonuna girdiğinde karşısında Albay Kutluhan duruyordu.

“Sayın Vali’m günaydın, hoş geldiniz diyeceğim ama…” diyen adamın uzattığı eli sıkıp başını hafifçe salladı.

“Günaydın, diyelim günümüz aydınlık olsun Albay’ım,” derken, masanın başındaki koltuğu işaret eden Müdür Bey’e aynı yeri işaret etti. Masanın başına değil de hemen yanındaki koltuğa otururken, “Otur müdürüm, yerine otur,” diye de kendi kendine söylenir gibi konuştu. Sol tarafına Metehan, karşısına Kutluhan Albay oturduktan sonra bakışlarını Müdür Bey’e döndürdü.

“Neler oluyor?”

“Valilik binası önüne patlayıcıyı yerleştiren teröristleri tespit ettik. Yarın sabah, şafak operasyonuyla hepsini gözaltına alacağız. Özel hareket timleri hazırlıklarını büyük bir gizlilikle sürdürüyor.”

Nazenin usulca başını sallarken aklında birçok düşünce, birçok soru vardı ve bunları sırayla sorabilmek için kendine zaman tanıyordu.

“Olayın faili olduğunu düşündüğünüz teröristler bizi asıl hedefe götürecek mi?” diye sorduğunda odada sessizlik oluşmuştu. Üç adama da dikkatle bakan Nazenin koltuğunu geri itip ayaklandı. Geniş salonun içinde sakin adımlar atarak düşünmeyi sürdürürken içeride topuk sesi yankılanıyordu.

“Peşine düştüğümüz bu adamlar piyon. Bizi asıl hedefe asla götüremezler. Çünkü onlar sadece kendilerine söyleneni yaptılar. Kim için bu saldırıyı gerçekleştirdiklerini bilmezler. Sadece yapın denileni yaparlar. Ama iyi tarafından bakarsak,” durdu ve ardındaki adamlara döndü. Hepsine tek tek bakıp iç çekti ve sözlerine devam etti.

“Güzel ülkem birkaç pislikten daha kurtulmuş olur,” deyip kapıya ilerledi. Kapı kolunu kavrayıp açacağı esnada omzunun üstünden yine Müdür Bey’e baktı. Kadının buz gibi bir ifadeye bürünen göz bebeklerini hepsi görüyordu. Ve bu ifadeden sonra söyleyeceği sözleri de az çok tahmin ediyorlardı.

“İşinize karışmak gibi olmasın Müdür Bey ama…” soluklanıp yine devam etti. “Onları sağ ele geçirmek için uğraşmayın. Zaten konuşmazlar. Konuşsalar da işe yarayacak bir bilgi elde edemeyiz. Bari geberip gitsinler de başımıza çorap örüp durmasınlar. O itleri, devletimin cezaevlerinde beslemeyelim. Onları sağ ele geçirmek için uğraşırken bir polisimin bile kılına zarar gelmesin.” Müdür, Albay ve Binbaşı artık ayaktaydı ve pürdikkat Vali Hanım’ı dinliyorlardı.

“Yaşam hakkı, özgürlük falan filan… Askerime, polisime kurşun sıkana, şehrimin meydanında bombalı eylem yapıp sivillerin canına kastedene merhamet etmek hiç içimden gelmiyor. Fazla merhametten maraz doğar, it doğar, puşt doğar, piç doğar,” deyip soluk aldı ve boynunu usul usul sağa sola esnetirken, “O piçler de ilk fırsatta yine bizi vurur. Vurmasın Müdür’üm. Biz vuralım bu sefer. Onlar vuramasın,” dedi kendinden emin bir sesle.

“Karar yine sizindir. Operasyonu siz yöneteceksiniz sonuçta.” Elini hafifçe havaya kaldırıp selam verir gibi yaptı. “Hadi uğurlar ola.”

Son sözlerinde inisiyatifi yine Müdür’e bırakıp, sadece kendi kişisel düşüncelerini onların kulağına fısıldayıp, dahası bağırıp çıkıp gitti. Günlerdir başında nöbet tuttuğu ve her gelişmeyi anbean izlediği Valilik Binasına vardığında olay yeri inceleme ekiplerinin amiriyle konuşmuş, buradaki çalışmaların son bulduğunu öğrenmişti. Tadilata başlamak için artık önlerinde engel kalmadığına sevinmek istiyordu ama içindeki sıkıntılar buna izin vermiyordu.

“İçeri girebilir miyim?” diye sorduğunda olumlu yanıt alıp, güvenlik için çevreye çekilen bantları geçti. Adım adım binaya yaklaşıp girişteki geniş ve uzun basamakları çıktı. Dakikalar boyunca binanın tüm odalarını gezdi. Her yeri tek tek inceledi. Binanın aldığı hasarı gördükçe içi yandı. Üst kata uzanan merdiveni çıkarken tırabzana tutunup güç almaya çalıştı. Aylar boyunca koşa koşa inip çıktığı basamakları şimdi adımlamak öyle zordu ki. Öyle yorucu, acı verici ve ürkütücüydü ki yüreği sıkıştı sanki.

İkinci kata varıp orta alana baktı. Tepesindeki avize paramparça olmuş, avizenin birçok kristali yerlere saçılmış, zaten avize de düştü düşecek şekilde tavandan sarkmıştı. Patlamanın şiddetiyle parçalanan pencereler yerlerinden çıkmıştı. Kimi içeride kimi de dışarıdaydı. Duvarlardaki tablolar da ya düşmüş ya da yamulmuş vaziyetteydi.

Kendi odasının bulunduğu koridora ilerleyip, koridorun başındaki büyük kapıdan geçtiğinde gözleri odasına döndü. Derin bir soluk alıp içeri adımladı ve öylece baktı. Korkunç bir rüyanın içindeydi sanki. Derli toplu bıraktığı odası şimdi savaş alanını andırıyordu. Masanın ardında kalan duvara ilişti gözleri. Oradaki boşlukları hemen fark etti. Duvarda asılı olan Türk Bayrağı ve Atatürk portresi de patlamanın etkisiyle yerinden fırlayıp gitmişti. Hızlı adımlarla oraya ilerleyip, yerde duran kırık çerçeve içindeki bayrağı ve Atatürk portresini kaldırıp yerine astı. Çerçeveleri kırık da olsa olmaları gerektiği yerde durmalıydılar. En kısa sürede çerçevelerini yenilemeyi aklına not alıp kırık pencerelere yürüdü bu kez ve orada durup dışarıya bakmaya başladı.

Metehan, askeriyeden ayrılıp valiliğe geldiğinde Vali Hanım’ın içeride olduğu bilgisini almıştı. O da içeri girip doğruca üst kata yönelmişti. Çevresindeki yıkıntılara bakmamaya çalışarak Vali Hanım’ın odasına vardığında menteşelerinden ayrılıp duvara doğru yatmış kapıya baktı. Nazenin burada olsaydı, patlama anında. Alacağı hasarı hayal bile edemiyor, içini büyük bir endişe kaplıyordu. Başını usulca sallayıp düşüncelerini sonlandırmaya çalışırken kapı kirişine sağ elinin işaret parmağının sırtını iki kez vurdu. Kapıyı çalamadığından böyle yapmış ve orada olduğunu haber vermek istemişti ama Nazenin duymamış gibiydi. Odasına bakıyordu. Küçük adımlarla içeri girdiğinde Nazenin’in etrafa bakınışını izledi. Gözlerinde durgun bir ifade vardı ama o ifadenin ardındakileri görüyordu. Hüzün, endişe, biraz da korku…

Ya burada olsaydım, herkes burada olsaydı ne olurdu diye düşünüyorsun değil mi?” Metehan her zaman gür çıkan sesinin aksine şimdi daha kısık sesle soruyordu sorularını. Ama Nazenin bu ses tonuna bile hazırlıksız yakalanıp yerinde irkilirken omzunun üstünden arkasına, tam da ona, gözlerine baktı.

Başını hafifçe sallayıp, “Neredeyse hepimizin cenazesi çıkardı bu binadan Binbaşı,” deyip sustu. Zar zor yutkundu ve devam etti. “Hiç şüphesiz ki kaybımız çok fazla olurdu.”

Metehan, başını onaylarcasına sallayıp sessiz kalmayı tercih ederken, Nazenin derin bir nefes alıp toparlanmaya çalıştı. Gözlerindeki korkular geri çekilirken hâlâ odasına bakıyor ve nereden başlayacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi.

“Tadilata başlamamız lazım. Hemen!” derken dimdik duruyordu. Bakışlarında kararlılık vardı. Onu sessizce izleyen Metehan ise net bir sesle konuştu. “Önce Ankara’ya gitmeniz gerekiyor Vali Hanım.” Onun bu sözlerine anlam veremeyen Nazenin havaya kaldırdığı sol kaşının altından Binbaşıya baktı.

“Neden?”

“Biz yokken güvende olduğunuzdan emin olmalıyız.”

Duyduğu sözlerle kadının gözlerinde yeni bir endişe ve korku belirmişti. Titrek nefesler alıp, “Göreve mi gidiyorsun?” diye sormuştu ama cevabı biliyordu. “Evet!” Ve işte bildiği o cevabı bu tek kelimeyle almıştı.

Ne ara operasyon kararı alınmıştı? Daha bir saat önce böyle bir durum yoktu. Şaşkın bakışlarını adamın yüzünde gezdirip, “Ben buraya gelene kadar ne oldu da operasyon emri çıktı?” diye sorarken sıkıntıyla iç çekti.

“Siz askeriyeden ayrıldıktan sonra bir gelişme yaşandı. Ayrıntıları Ankara’da öğreneceksinizdir. Söylemem doğru olmaz.”

“Peki,” durdu ve yine soluklandı usulca. “Tamam…” derken etrafa baktı yine. “O zaman ben…” ben ne yapayım şimdi? der gibiydi sözleri de ifadesi de. Metehan gideceğini söyleyince, sanki kolu kanadı kırılmıştı. Bunu fark eden Metehan ona tebessümle bakmaktan kendini alamadı. Şu an yapabileceği tek şey buydu çünkü. Yoksa Nazenin’e sarılıp, sımsıkı sarılıp vedalaşmayı çok isterdi. Ancak mümkün değildi.

“Size helikoptere kadar eşlik edeceğim. Gidelim mi?” Nazenin hafifçe başını sallayıp odadan çıktı. Aracına geçtiğinde önce evine gitmek istedi. Ne zaman döneceğini bilmediğinden yanına birkaç parça eşya almalıydı. Apartmanın önünde aracından inip doğruca evine çıkarken Metehan aşağıda kalmıştı. Baş başa kalıp da bu ayrılığı daha zor ve daha duygusal bir noktaya taşımak istemiyordu.

Kısa sürede hazırlanan Nazenin yeniden aracına geçtiğinde helikopter pistine ilerlediler. Piste vardıklarında belli aralıklarla aynı hizada duran iki helikopterden biri çalışıyordu. Nazenin, çalışan helikopterin kendisini Ankara’ya götüreceğini anlarken diğer helikopterin ise Pençe Timi’ni görev yerine götüreceğini anlamakta zorlanmamıştı. Aracından inmeye yeltendiği anda Levent kapısını çoktan açmış bekliyordu.

“Teşekkür ederim.” deyip dışarı çıktı. Emre bagajdaki küçük valizi almış helikoptere ilerlerken Nazenin de o yöne yürümeye başladı. Birkaç adım gerisinde yürüyen Metehan’ın postal seslerini duymaya ihtiyacı vardı ancak helikopterin güçlü sesi buna müsaade etmiyordu. Omzunun üstünden ona bakıp yürümeye de devam ederken adamın sakince başını salladığını gördü. Ben buradayım diyor gibiydi.

Helikoptere biraz daha yaklaşıp pervanelerinin oluşturduğu esinti yüzünden saçları uçuşmaya başladığında durdu. Arkasına dönüp başını kaldırırken bir yandan da saçlarıyla baş etmeye çalışıyordu. Yakınına gelip kendisine doğru eğilen ve uçuşan saçlarını bir eliyle kenara iten Metehan’ın yüksek sesle, “Dikkatli ol,” dediğini duydu. Başını hafifçe sallayıp, adamın gözlerine bakarken, “Sen de…” dedi. Ancak dayanamayıp, parkasını belinin yanından tutup sıkı sıkı kavradı.

“Dikkat et. Allah’a emanetsin.”

Metehan göz ucuyla parkasını kavrayan ele baktı. Yüreği düğüm düğüm olurken nefesi de boğazına düğümlendi sanki. Sonra gözlerini helikoptere çevirip, boştaki eliyle yüzünü sıvazladı. Tedirginliği, endişesi açıkça belli oluyordu.

“Sakın bayılayım deme Nazenin. Sakın ha…” derken ona uzanıp yine uçuşan saçlarını toparlamaya çalıştı. Bir yandan da okşadı. “Aklım sende.”

Nazenin de onun endişesini görüyordu. Adamın sözlerine tebessüm ederken, gözlerine dolan yaşları gizlemeye çalışıp, bakışlarını yere çevirmiş ve biraz eğmişti. “Aklın kalmasın. Göreve gidiyorsun,” dediğinde Metehan zar zor gülümsedi. Onun gözlerindeki yaşların, tedirginlikle kıpırdanan harelerinin farkındaydı. Parkasını sıkıca tutan eli ve o elin usulca titreyişini gördüğü gibi görmüştü gözlerini de. Şimdi sokulup dudaklarına öpseydi bu kadını? Ah bir öpseydi. Sarıp sarmalayıp üzülme, korkma, geri geleceğim inşallah diyebilseydi.

Diyemiyordu işte. Dokunamıyor, saramıyor, öpemiyordu.

“Hadi, bekletme helikopteri ve inince yaz bana. Haber ver.” Belinin yanındaki eli kavradı kısa süreliğine ve güven vermek ister gibi sıktı. O esnada başını kaldıran kadınla son kez bakıştılar. Nazenin güçlükle yutkunup arkasını döndüğü gibi hızlı adımlarla helikoptere koşturmaya başladı.

Helikopterin oluşturduğu esintiye karşı mücadele verip bindiğinde Metehan’a bir kez daha bakmadı. Çünkü gözlerinden dökülen yaşları görsün istemedi. Kapı kapanıp helikopter havalanmaya başlarken derin bir nefes aldı sadece. O esnada aşağıda kalan Metehan ise geri geri adımlayarak helikopterden uzaklaştı. Kocaman, pervaneli araca Endişeyle baktı.

“Sağ salim götür onu. Sağ salim de getir. Bana getir.”

***

Nazenin’i taşıyan helikopter, Milli İstihbarat’a ait piste iniş yapıp kapı açıldığında Cihan Kılıçarslan göründü. “Hoş geldiniz Sayın Vali’m.” diyen adama tebessüm edip, aşağı indi ve el sıkıştılar. “Hoş buldum Başkan.”

“Araçlara geçelim.” İleride bekleyen araçlara ilerleyen Cihan’ı takip eden Nazenin sessizdi. Neler olup bittiğini merak ediyor ancak sorularını yalnız kalacakları ana saklıyordu. İstihbarata ait araçlarla arazi içinde ilerleyip, ana binaya vardıklarında kapıda çok tanıdık bir yüz bekliyordu.

Babasının gergin duruşuna, ifadesiz tutmaya çalıştığı yüzüne bakan Nazenin, “Senin için endişe ediyor. Kızma ona. Bunun için kızma. O, bir asker ama ne olursa olsun bir baba. Hem de evlat kaybetmenin ne demek olduğunu bilen bir baba. Endişelerini anlamaya çalışsan da anlayamazsın. Ta ki bir evladın olana kadar anlayamazsın kızım,” diyen Cihan Bey’in anlayış dolu tebessümüne bakıp iç çekti.

“Hastalanmışsın, duyduğunda hop oturup hop kalktı. İyi olduğunu duyana kadar Metehan’ı defalarca arayıp, nasıl olduğunu sordu. Sana yönelen o tehditler onun yüreğini yakıyor.”

Nazenin sessizce Cihan’ı dinlemeye devam ederken gözleri nemlenmişti. Babasına bakarken aralarında yaşadıkları gerilime rağmen ona olan sevgisini iliklerine kadar hissediyordu. “Şimdi Metehan operasyona gidiyor ya…” dediğinde göz göze geldiler ve Cihan burukça gülümsedi.

“Ona yönelecek namlular önce bana yöneliyor sanki. Onun saçının teline değecek kurşunlar benim yüreğimi ezip geçiyor. Anne olmak, baba olmak çok başka Nazenin. O dev gibi, kırk yaşındaki adam ne kadar büyüse de yaş alsa da benim oğlum. Ben, ona baktığımda, saçlarına, sakallarına aklar düşmüş, gözlerinin yanlarında çizgiler oluşmuş halini görmüyorum. Doğduğu ilk anki halini görüyorum. Küçücük, savunmasız ve korunmaya muhtaç bebeğimi, oğlumu görüyorum. Endişelerimi kontrol etmeyi öğrenmem yıllarımı aldı. Öğrendim öğrenmesine de bitmedi ki korkularım. Yine korkuyorum. Canı yanar diye korkuyorum. Sapa sağlam gönderdiğim oğlumu bayrağa sarılı tabutla karşılarım diye korkuyorum,” derken sesi titredi.

Onun sesi titrerken Nazenin de ürperip titredi usulca. Metehan’ı düşündü. Şehit olmuş olarak düşündü istemsizce ve yüreği buz kesti sanki. Bu gerçek, bu ihtimal hep var olacaktı. Kendisinin de bu gerçekle yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu.

Onun beti benzi atmış haline, ürperip titreyişine bakan Cihan Bey ise usulca tuttu Nazenin’in elini ve sıktı. “Korkular hiç bitmiyor. Ama zamanla öğreniyor insan. Babana da zaman ver. O da öğrenecek. Korksa da bununla baş etmeyi öğrenecek,” durup soluklanırken göz göze geldiler yine.

“Anladın mı kızım?” derken sesinde şefkat vardı, sabır, anlayış vardı.

“Anladım Cihan amca. Teşekkür ederim.”

“Hadi içeri girelim artık,” deyip araçtan indikleri esnada yeniden konuştu. “Binbaşıya sen mi haber verirsin yoksa ben mi vereyim? Sağ salim geldiğini.” Cihan Bey’in yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı ve o tebessümün altında ufacık da bir ima saklıydı sanki.

Nazenin birkaç saniye durup, “Siz haber verin,” diyerek merdivenlere yöneldi, Basamakları hızla çıkıp, babasının önünde durdu. Resmen Cihan Başkan’dan kaçmıştı. Adamın sözleri de bakışları da Metehan’la aralarındaki duygusal ilişkiyi biliyor gibiydi ya da tahmin ediyor gibi. Nazenin’in cevabı bilmiyordu ama üstüne de düşünmek istemiyordu.

“Vali Hanım, hoş geldiniz,” diyen sesle kendine gelip, babasına ve uzattığı eline baktı. Bir süre durup gülümsedi ve bir anda kocaman bedenine sarılı verdi. “Hoş buldum babacığım,” derken sesi fısıltılı ve buruktu. Babasının fısıltılı ama sevgi dolu, “Yavrucuğum,” diyen sesiyle içi titreyip sıcacık oldu. Bütün endişe ve korkular yok olup gitti sanki. Bedenini saran kolların arasına iyice sokulup, yüzünü onun göğsüne dayarken saçlarına konan öpücüğü hissedip daha da güldü.

“Hasta olmuşsun, iyi misin şimdi?” Seyfettin, onun yüzünü avuçlarının arasına alıp, yanaklarını okşarken yüzünü dikkatle inceliyordu.

“İyiyim. Gerçekten iyiyim.”

“Helikopterde fenalaşmadın değil mi? Geçen gün bayılmışsın yavrum. Neden söylemedin?” Nazenin hafifçe omuzlarını silkip, “Bir anlık bir şeydi. Geçti,” dese de Seyfettin rahatlamamıştı.

“Hadi içeri geç, gel de içeride hasret giderelim,” diyerek içeri yönelirken, kızını kolunun altına alıp sıkıca sardı.

Cihan Başkan ise onları izliyor bir yandan da oğlunu arıyordu. Telefon ikinci çalışında açılınca, “Emanetin sağ salim geldi. Aklın kalmasın,” dedi ve karşıdan gelen soluk sesini duydu. Oğlu derin bir iç çekmişti belli ki. Yüzündeki tebessüm büyüyüp gülümsemeye dönse de ses çıkarmadı.

“Çok şükür,”

“Operasyona odaklan ve dikkat et,” dedi kısaca ama oğlu bu sözlerini duymadı bile.

“Yemek yedirin o inatçı keçiye. Açlıktan yok olup gidecek.”

“Metehan…” diyen babasının imalı sesiyle duraksayan Binbaşı yine iç çekti usulca.

“Sorularını sonraya sakla baba. Dönünce konuşuruz.”

“Sorularım olduğunun, dahası merak ettiğim şeyler olduğunun farkındasın yani?” babasının bu sözlerine belli belirsiz güldü. “İstihbarat başkanından bir şeyler saklamak zor. İyi bir gözlemcisiniz başkanım.”

“Doğru anlıyorum yani?” derken Cihan Bey sesindeki heyecanı saklayamamıştı. Şüphelerinde haklıydı demek ki. Oğlunu ve Nazenin’i kahvaltı ettikleri sabah görmüştü. Didişip dursalar da değişik bir elektrik vardı aralarında. Düğün zamanı oğlunun tepkilerini de fark etmişti. Kıskançlık dolu tepkilerini! Ve tabii bir anda yüzünde beliren morluğu da görmüştü. Ne hikmetse Andaç’la konuştuktan sonra yüzünde bir morluk belirmişti. Bu ayrıntıyla gülüşü kahkahalara döndü.

“Andaç güzel sevmiş seni. Abi hakkı demiş ellemiş.”

“Baba!” diye homurdanan Metehan’a yine kahkahalarıyla cevap verirken telefonu kapattı ve odasına ilerledi.

Nazenin ve Seyfettin ise o esnada Cihan Bey’in odasına girip koltuklara oturmuşlardı. Birkaç dakika sohbet edip kendilerine çay söylemişlerdi ki Cihan da geldi yanlarına. O da bir kahve isteyip karşılarına geçtiğinde sohbetin yönü değişti.

Patlama sonrasında şehrin durumuyla ilgili konuşmaya başladılar. Nazenin tadilatın başlaması gerektiğini söyleyip planlarını anlatırken sessizce dinlediler. Sonra bir anda duraksayıp ikisine de dikkatle bakan genç kadın, “Belediye Başkanı nerede?” diye sorunca yüzlerini ekşitip kıs kıs güldüler.

Cihan Başkan kahvesini yudumlayıp, “İzinliymiş!” dediğinde Nazenin dişlerini sıkıp gıcırdattı.

“Puşta bakın! Ne izniymiş bu? Şehir yıkıldı be!” diye gürledi sinirle.

Olaylar olurken ben burada bile değildim. Hiçbir şeyden haberim yok. İzni!” cevabı babasından gelmişti. Sinirle bir soluk daha alıp iç çekerek verdi.

“Onun cambazlık yaptığı ipini koparıp boynuna doladığımda da yatsın bakalım kulağının üstüne. Onun da sırası gelecek. Beklesin…” Çayına uzanıp, bardağı elinin arasında sıkıca tutarken buraya gelmesine sebep olan operasyonla ilgili de bilgi sahibi oldu.

Seyfettin Paşa, bombalı eylemi düzenleyen terörist gruptan bazı kişilerin sınıra doğru kaçtığını ve Pençe Timi’nin de onların peşine düştüğünü söyledi. Kaçan grubun içinde bombayı hazırlayan terörist de vardı ve onu alıp, Ankara’ya getirmeleri istenmişti. Bombacı konuşturulacaktı ve şanslılarsa eylemi düzenleyen asıl kişiye ulaşmaya çalışacaklardı.

Nazenin anlatılanları dinleyip başını hafifçe sallarken, “Sizin şüphelendiğiniz kişiyle ilgili bir ipucu yakalarsanız da…” dedi Cihan Bey’e ve babasına beklentiyle bakarak.

“Şüphelerimizi duyacaksın. Ama önce bombacıyı alalım.” Nazenin, gerçeklere yaklaşmanın heyecanı ve gerginliği bedenini sararken kıpırdandı. “Pençe Timi yola çıktı mı?”

“Birkaç saate yola çıkacaklar. Operasyon için hazırlanıyorlar.”

Cevabıyla yine başını sallayıp beklemeye başlarken sessizliğini korudu. Cihan Başkan’ın birkaç saat dediği o saatler geçmez oldu sanki. Gözü daima saatte takılıp kaldı. Gideni beklemek zordu da daha zoru onu o cehennemdeyken izlemekti. Uzaktan uzağa izlemek, üstüne yağan mermileri görüp, normal davranmaya çalışmak çok zordu. Ama bununla da baş etti Nazenin. Kuzey Irak Sınırındaki operasyonu da Akdağ’daki operasyonu da gözünü kırpmadan, içten içe dualar ederek izledi.

Pençe Timi çevreyi sardığı esnada Metehan’ın hedefe yaklaşıp, adamı yakalamasıyla herkes derin bir nefes alırken Albay’ın sesini duydu. Telsiz bağlantısıyla Metehan’a, “Alanı terk edin!” Emrini veriyordu. Az sonra SİHA’lar bulundukları bölgeyi yerle bir edecekti.

“SİHA’lar, konuma ilerliyor. On dakika sonra atış başlayacak,” diye bilgi veren kişinin kim olduğuna bakmadı. Çünkü gözleri hâlâ saatteydi. On dakikada oradan nasıl ya da ne kadar uzaklaşacaklardı? Bilmiyordu ve bu, onu daha da geriyordu.

“Yeterince uzaklaşabilecekler mi? Ya uzaklaşamazlarsa!” Sesini normal tutmaya çalışsa da başaramamıştı. Telaşı belliydi. Hem sesinden hem de gözlerinden belliydi.

“Helikopter beş dakika içinde onları alıp oradan uzaklaşacak,” diyen babasına bakıp, başını hafifçe sallarken ekrana döndü. Metehan, Timin en sonundaydı ve sık sık arkasını kontrol ederek ilerliyordu.

Bir yere giderken en önde, bir yerden çıkarken ise en arkada oluyordu. Nazenin, bu ayrıntıyı şu an fark etmişti ve sebebini de az çok anlamıştı. Metehan, operasyon başlarken en önde oluyordu çünkü emrindeki askerlerini, silah arkadaşlarını ve dahası can yoldaşlarını koruyordu. Sıkılan ilk kurşun onları bulmasın diye siper oluyordu canıyla. Operasyon sonunda ise en arkadan geliyordu ki ardında kimsenin kalmadığından emin oluyordu.

Farkına vardığı bu detayla kadının gözleri puslandı, yüreği sancıdı. Eli usulca göğsüne gitti istemsiz. Derin bir soluk alıp, yavaşça ayaklandıktan sonra dışarı yöneldi. Hiçbir söz söylemeden harekât merkezini terk ederken gözüne biriken yaşlar da göz pınarlarını terk etmeye başlamıştı.

Ne güzel adamdı Metehan… Özel hayatında ayrı, meslek hayatında apayrı biri gibiydi ama ikisinde de ince düşünceliydi, vicdanlı, merhametli ve sadıktı.

Tuvalet kabinlerinden birine girip içini kasıp kavuran endişelerinden arınmak ister gibi uzun uzun ve kendini tutmadan ağladı Nazenin. O güzel adama, varlığına, kendisine sunduğu gönlüne ve sabırla bezenmiş sevgisine ağladı. Ondan, kendisinden uzak durmasını istediğinde hiç itirazsız isteklerine saygı duyup, duygularını bastırıp uzak duruşuna ama bir yandan da gözleriyle sevişine ağladı.

Onun nahif ve sabırlı yanına gıpta edip tebessümle iç çekerken kendisindeki sabırla içine ilmek ilmek işlediği sevgiyi hissetti. Yüreği çılgınlar gibi çırpınıyor, Metehan’ı sarıp sarmalamak istiyordu sanki. Bu his de dakikalar içinde fark ettiği başka bir şeydi. Yine göğsüne dokunup soluklanırken gelecek dedi fısıltıyla. Sağ salim gelecek.

Kendi kendine kalmak için saklandığı kabinden çıkıp yüzünü yıkadı ve doğruca bahçeye çıktı. Bahçedeki çardaklardan birine oturduğunda cebinden bir sigara çıkartıp yaktı. Sigaranın zehrini ciğerlerine çekerken tebessüm belirdi yüzünde. Çünkü gözlerinin önünde Metehan vardı. Aklında onunla ilk tanıştığı ana dönüp hatırladıklarıyla gülümserken sesi de kulağında çınladı. Askerim, doğru ama baya güzel bir rütbem var. Havalı… Taşaklı!

Kıs kıs gülüp iç çekti ve kendi kendine fısıldadı. “Kimin daha taşaklı olduğunu görünce nasıl da göt oldun ama.” Dayanamayıp bir kahkaha atarken gözünden düşen yaşı hızla silip, sigarasından soluk çekti. O gün kendisini deli eden, sinir küpüne çeviren, uzun süre de boğazını sıkmak istediği ve durmaksızın atıştığı adama gönül verdiğine inanamıyordu hâlâ. Şimdi burada oturmuş onu düşünüyor, gülüyor, ağlıyor ve sabırla dönüşünü bekliyordu. Sarılmak, sevmek ve sevilmek istiyordu. Her şeye ve herkese rağmen, mesleklerinin, mevkilerinin zorluğuna inat bunu istiyordu. Onun için korkarken bile ona sarılıp sakinleşmek istiyordu.

Evet, o gece ona cevap verememişti ama vermek üzere olduğu cevabı da belliydi. Kendini açık etmişti.

Başını hafifçe kaldırıp gözlerini kapattı. Gün doğmak üzereydi ve etraf sessizdi. Sessizliği dinlerken aklını da gönlünü de dinledi. Akdağ’a dönüp, hasar almış her yeri onardıktan sonra kaçmayacaktı ondan. Daha fazla kaçmayacak, onu da bekletmeyecekti.

Sigarasını söndürüp az ilerideki çöpe fırlattı. Ayaklanıp yeniden binaya yöneldiğinde kapıda beliren adamı görüverdi. Gelmişti.

Kaç saat geçmişti aradan? Ne kadar süre tuvalette kaldığını ya da burada oturduğunu bilmiyordu. Karşısında duran adam geldiğine göre en az iki saattir iç dünyasıyla savaştaydı.

Birkaç adım atıp durdu. Ne yapacağını bilemiyor gibiydi hareketleri ama gönlü ne yapmak istediğini biliyordu. Çevreye baktı tedirgince. Kimse yoktu. Sadece o vardı. Metehan…

Hızla ilerlemeye devam edip, resmen adama çarparak dururken kollarını adamın boynuna doladı. Sol elini ensesine sıkıca sardı ve oradan güç alıp, parmak uçlarında yükseldi. Avucunun içini dolduran ensesini, saçlarının bittiği çizgiyi okşadı. Gözlerini kapatmış, göğsünü onun göğsüne dayamış öylece dururken şaşkın bir, “Oyy!” nidası duydu önce. Ardından da, “İşte bunu hiç beklemiyordum Vali Hanım,” diyen sesi.

Nazenin bu sözlere kısık sesle gülüp, derin bir soluk alırken, Metehan’ın kokusunu içine çekti. Biraz toprak, biraz barut ve ter kokuyordu. Ancak duyumsadığı hiçbir kokudan rahatsız değildi. İçinden şükürler ederek onu bir kez daha kokladı ve fısıldadı.

“Ben de bunu yapmayı planlamamıştım aslında ama…” sözlerini nasıl devam ettireceğini bilemeyip geri çekilecekti ki beline dolanan kollar buna müsaade etmedi.

“Ama…” deyip biraz geri çekilen Metehan ciddiyetle kadının gözlerine bakarken devam etti konuşmaya. “Bir kere de içinden geldiği gibi davran. Vali Hanım değil de Nazenin ol. İndir zırhını. Bırak ben sarayım seni.”

Nazenin buruk bir tebessümle ona bakıp, soluklanırken kalbinin atışı göğüs kafesini delip geçiyordu sanki. “Onun da zamanı gelecek. Zırhımı indireceğim, aramızdaki çizgileri kaldıracağım zaman da gelecek ama…”

“Ama?” deyip kıs kıs gülen adamın yanağını belli belirsiz okşadı. “Ama şimdi değil Metehan. Şimdi indirirsem zırhımı ve şimdi kaldırırsam o çizgileri… Güçlü duramam. Her tökezlediğimde kollarına koşmak isterim. Ama ben şimdi bunu istemiyorum. Ben şimdi güçlü olmak, dimdik durmak istiyorum. Ve sadece…” durdu bir soluk daha aldı.

“Sarılmak istiyorum. Sağ salim gelişinin huzuruyla sadece sarılmak istiyorum.” demesiyle bedenine dolalı kollar daha sıkı sarıldı. Bir kez daha sokuldu adama ve sımsıkı sarıldı. Tıpkı istediği gibi…

HEMDERT – 2.Bölüm’ü Okumaya Devam Et

error: Content is protected !!