2.BÖLÜM

Saldırıyı düzenleyeni bulmak için bombacıyı konuşturmaya çalışan Seyfettin Paşa ve istihbaratçılar sabırlıydı. Zamanı sorun etmiyor gibi görünüyorlardı ancak Nazenin için zaman kıymetliydi. İki gün boyunca sorguyu bizzat takip etse de bombacı hâlâ konuşmayınca Akdağ’a dönme kararı alıp geri gelmişti. Pençe Timi ve Albay Kutluhan da şehre döndüğünde herkesin ilk durağı valilik binası olmuştu.

Binaya uzun uzun bakan Nazenin artık bir yerden başlanması gerektiğini biliyordu. Ve bunun için de ilk adımı attı. “Bu binayı en kısa sürede eski hâline döndüreceğiz. Şehirde, cam, kapı, inşaat ve benzeri işlerden anlayan ne kadar usta varsa bir saat sonra burada olacaklar. Gidin, evlerinden tek tek alın ve buraya getirin.”

İşte bu emirle herkes harekete geçmişti. Ustalar kısa sürede bulunmuş ve iş başı yapmıştı. Vali Hanım binanın içine uzanan merdivenleri koşar adım çıkıp, bir yandan da üstündeki ceketini çıkartırken, “Hadi bakalım ustalar, bana da bir iş verin,” diyordu. Bunu da herkes duymuştu. Binanın içinde gözden kaybolan kadına şaşkın şaşkın bakan ustaları gören Pençe Timi, Albaylar, Emniyet müdürü, Levent, Emre ve Metehan ise gülmemek için dudaklarını kemiriyordu.

“Şok oldular yazık. Oysa Vali Hanım’ın durduğu yerde durmayan hallerine biz ne kadar alışmışız. Hiç şaşırmıyoruz artık.” Sözleri Jandarma Albay’dan gelince herkes tuttuğu o kahkahaları koy verdi.

“Alooo, orada güleceğinize gelin de bir işin ucundan tutun. Dalyan gibi adamlar, dizilmişsiniz oraya Nazilli bardağı gibi. Sanki podyum orası.” Koridorun kırık penceresinden çıkıp bağırıveren kadının sesiyle hepsi hareketlendi.

“Müdür’üm, çevre güvenliği sizde. Biz şu dağınıklığı toplamaya yardım edelim,” diyerek binaya yönelen Kutluhan Albay’ın peşi sıra Tim de ilerlemişti. Nazenin ise daha önce de inceleme yaptığı odasına girip etrafa bakındı. Nereden başlayacaktı? Her şeyi eski haline nasıl getirecekti?

Bir dakika soluklanıp sakin kalmaya çalıştıktan sonra, “Buldum…” deyip kapıya doğru yöneldi ve dışarı seslendi.

“Rezzan Hanım.” Özel kalemi koşa koşa yanına gelince, “Bana bir yazma buluver,” dedi sadece. Kadın, kısa bir an şaşkın şaşkın yüzüne baktı ama sorgulamadan, “Hemen Sayın Vali’m.” diyerek gözden kayboldu. Kadının ardından bakan Nazenin ise düşünceli bir sesle, “Allah Allah!” derken kapıda beliren Metehan da kadının gözden kaybolduğu yöne baktı istemsizce.

“Ne oldu?”

“Hiç sorgulamadı. Alıştı galiba benim deli tarafıma.” Metehan bu sözlere sessizce gülerken, Nazenin bu kez ona dönüp boyuna posuna şöyle bir baktı. “Anandan iki buçuk yıl emdiğin sütün hakkını ver bakalım, Binbaşı. Görelim endamını.” Odayı işaret ettiği sırada bir yandan da tebessüm ediyordu ki Metehan ona birkaç adımla yaklaşıp başını eğdi. Böylece göz göze gelmelerini sağladı.

“Alıştı alıştı, herkes alıştı sizin deliliklerinize.” deyip göz kırptı ve geri adımladı. Aralarındaki mesafeyi açıp, odaya baktı. “Ustalardan bazıları buradan başlasınlar. Odanız hızla toparlansın.”

“İyi olur aslında. Sonuçta yazışmalar, resmi işler patlama sebebiyle durmayacak.” Mırıldanır gibi konuşan Nazenin’i durduran Rezzan Hanım’ın geri gelişi olmuştu. Kadın bir telaş, “Buldum, Vali Hanım…” diyerek elindeki yazmayı vermişti. Nazenin de eline aldığı yazmayı başına bağlayıp gülümsedi. “Hadi, artık işe koyulalım.”

Personelle birlikte temizliğe başlayıp epey uzun bir süre aralıksız temizlik yaptı. Üstündeki pantolonla rahat edemeyince Levent’i eve göndermiş ve Ankara’dan döndüklerini haber aldığı Yeliz’i aramıştı. Levent’le gönderdiği anahtarla evine girip kendisine bir eşofman altı göndermesini istemişti. Yeliz öğretmen ise hem eşofmanı hem de Nuran Hoca’yı, Figen Hemşire’yi, Leyla’yı ve Hüma’yı alarak gelmişti. Nazenin tuvalette eşofmanını giyince hep birlikte yeniden işe koyulmuşlardı.

Leyla hem temizlik yapıyor hem de Nazenin’e bakıp, “Eşofman ve yazmayla da güzel olmazsın be Vali Hanım,” diye övgüler yağdırıyordu. Nuran Hoca kızının bu sözlerine göz devirip, kafasına usulca vurarak, “İşine bak, röntgenci, ” deyince hepsi kahkaha attı.

Tüm olumsuzluklara rağmen bir arada olmak keyifliydi. Nazenin, yanında duran bu kadınları artık ablası, kardeşi, dostu gibi görüyordu. Ve desteklerine, varlıklarına minnettardı. Onlara tebessümle bakıp, Nuran Hocaya döndü.

“Vurma Nuran abla. Şuncacık aklı var zaten, onu da kaybedecek.”

Nazenin’in kendisine, Nuran abla diye hitap etmesiyle gözlerinin içi parlayan Nuran, elindeki bezi şevkle sıkıp güldü. “Ayy, ağzına da pek yakıştı, Vali Hanım. Nuran abla çok havalı,” dedi. Herkes gibi Nazenin de bu sözlere kahkaha atarken kolunu kadına sarmış ve sıkıca sarılmıştı. Nuran da onu aynı şekilde sararken mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Onlar birbirinden ayrılıp, işlerine devam ederken arkalarından yabancı bir ses duyuldu.

“Vali Hanım nerededir?”

Nuran, Yeliz, Figen, Hüma ve Leyla, Nazenin’e bakıp gülecek gibi oldu ama kimse bozuntuya vermeyip kendisini tuttu. Nazenin, yavaşça arkasına dönüp, “Buyurun, Vali benim,” dediğinde karşısında duran iki adam da onu bir güzel süzüp gülmeye başladı.

“Biz, Vali’yi sorduk, bacım,” diyen adamın sözüyle Nazenin de imalı imalı güldü. Tabii insanlar haklıydı. Bugüne kadar bir valiyi kirli bir tişört ve eşofmanla, başında yazmayla, elinde temizlik beziyle görmemişlerdi. İnanmamaları normaldi.

“Ben de cevap verdim ama demek ki böyle olmayacak. Buyurun, ben size Vali’nin odasına kadar eşlik edeyim.”

Adamları önüne katıp, merdivenleri çıkarken arkasında kopan kahkahaları duyuyordu. Patlamanın şiddetiyle dağılmış odasının önünde duraksadığında pencerelerin ölçülerini alan ustaları ve onlarla konuşan Metehan’ı gördü. Hepsi işlerini bırakıp odaya giren iki adama ve arkalarında duran Nazenin’e baktı.

Adamlardan biri, “Vali Hanım’a bakmıştık,” dedi homur homur. Metehan adamlara göz gezdirip, ardından kapı kirişine omzunu dayayıp kollarını göğsünde bağlamış öylece duran Nazenin’e baktı yeniden.

Nazenin omuzlarını silkip, “Söyledim ama…” deyince, ustalar kıs kıs gülüp başlarını başka yöne çevirdi. Metehan da haykırarak gülmenin eşiğine gelmişti. Vali olduğunu söylemişti ama adamlar belli ki inanmamıştı.

“Yav, bacım, sen bizimle alay mı ediyorsun? Vali kadın diye her önüne gelen kadını da vali sanacak değiliz herhalde. Bu kılıkta, eline temizlik bezi alıp temizlik yapan Vali nerede görülmüş?”

Metehan başını yana çevirip, yüzünü saklarken, ustalar artık gülerken seslerini gizleyemiyordu.

“Siz de haklısınız tabii,” diyerek, adamların aralarından geçip hâlâ ayakta kalmayı başaran makam koltuğuna ilerledi. Koltuk bile makam koltuğu olduğunun farkındaydı herhalde ki her şey yerle bir olurken ayakta kalmıştı. Ulan makam koltuğu bile egoluydu. Üstüne konan göt nasıl olmasındı!

Aklından geçenlere sırıtıp koltuğa oturdu ve adamlara baktı. “Dinliyorum, beyler. Nedir beni görmek isteme sebebiniz?” Adamlar hâlâ dümdüz yüzüne bakınca, tebessüm ederek başını salladı. “Tabii siz de haklısınız. Bu konumdaki insanların sanki paşa torunuymuş gibi takılmasına alışmışsınız. Elimde bez, üstüm başım kir içinde, başımda yazma görünce konduramadınız. Ama ben paşa torunu değilim. Devletimin bana verdiği görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışan bir devlet memuruyum. Ben burada devletimi, her zorlukta birbirine kenetlenen milletimi temsil ediyorum. Herkes canla başla devleti temsil eden binayı onarmak için ve millet için çalışırken ben bu koltukta oturmuyorum. Elimden ne geliyorsa yardım etmeye çalışıyorum. Daha önce görmediğiniz için şaşırmanız normal.” Sözlerini bitirip arkasına yaslandı.

Bu sırada üstüne kilitlenen bir çift gözün ağırlığını hissetti. Metehan gururla bakıyordu Nazenin’e. Asıl amacını asla unutmayan, unutturmayan, bilmeyene, görmeyene de öğreten bu kadına duyduğu hayranlığı hatırladı yine.

“Binbaşı!”

“Emredin Sayın Vali’m,” dedi. Sesi tok ve gür çıkmış, adamların başları ikisi arasında gidip gelmişti. Askerin bir şeye benzetemedikleri kadına hitabını ise çok net duymuşlardı.

“Beyefendilere kimlik mi göstersem? İnanacak gibi durmuyorlar da.”

Herkes yine kıs kıs gülerken, merdivenin tepesindeki usta dayanamayıp, “Yav gardeşim, aha da Vali Hanım budur,” dedi. “Biri oyun olsun diye koltuğuna oturacak değil ya. Neye inanmıyorsunuz? Baktı yapılacak iş çok, sıvadı kolları. O da bizim gibi insandır işte. Bizim toprağın kızıdır.”

Ustanın son sözüyle gerçekten gülümseyen Nazenin koltuğunda ona doğru döndü ve başını salladı.

“Eyvallah, ustam. Eyvallah.”

“Sana da eyvallah, Vali kızımız.”

Babası yaşlarındaki adam öyle bir noktaya değinmişti ki farkında bile olmadan sadece Metehan ve Nazenin anlamıştı bu ince noktayı. Gözleri buluşunca birbirlerine tebessüm ettiler.

Bizim toprağın kızıdır, Vali kızımız. Bu, kabullenişti. Saygıydı, sevgiydi. Nazenin’i kendilerinden görüyor ve gönüllerinde ona yer veriyorlardı artık. Ötekileştirmek yoktu, güvensizlik yoktu. Bunca zaman karış karış her yeri gezmesinin, insanlarla birebir iletişim kurmasının meyveleriydi bu sözler. Bir çağırışıyla genci ve yaşlısı herkesin buraya yardıma gelmesi, el vermesi büyük bir sevginin, güven bağının geri dönütüydü aslında.

“Kim gelirse gelsin. İster topla tüfekle gelsin… İşte bu bağı yıkamaz artık,” diyen Nazenin’in gözlerindeki ışıltıyı göz pınarlarında beliren yaşlar bile örtemiyordu.

“Benim torunum var. Liseye gidiyor. Her gün dediği tek laf, ‘Ben de Vali olacağım.’” Az evvel konuşan ustaya yardım eden diğer ustaydı bu sözleri söyleyen. Nazenin yeniden onlara dönmüş ve kendisine göz ucuyla bakan gözlerine cesaret vermek ister gibi bakmıştı. “Siz onların okuluna gitmişsiniz. Sohbet etmişsiniz. O günden beridir dediği tek laf bu. İnşallah dediğini yapar, senin gibi mert olur. Vali olur. Mertliğin erkeklikle alakası olmadığını sen öğrettin bize. İnşallah o da başkalarına öğretir. Senin gibi örnek olur.”

“Amin. İnşallah daha da iyi yerlere gelip daha büyük işler yaparlar. Bizler de gözü pek, çalışkan, vatanını ve milletini seven bu gençlere bayrağı güven içinde teslim edelim.”

Hepsi yürekten amin dedikten sonra karşısında dikilen ve ona dikkatle bakan iki adama döndü. Adamlar ceketlerinin önünü iliklemiş, kendisine başlarıyla selam vermişti.

“Kusura bakma, Vali Hanım. Tanıyamadık biz seni.”

“Önemli değil. Nedir problem? Beni neden görmek istediniz? Onu deyin bakalım.”

Adamlardan biri başını yeniden sallayıp, “Bizim şurada marketimiz var,” diyerek söze girdi. “Patlama sebebiyle dükkân yerle bir olmuş. Biz bunu kime desek, kimden yardım istesek bilemedik. Sana geldik, Vali Hanım.”

Nazenin hemen ayaklanıp odanın dışına ilerledi ve koridora doğru, “Rezzan Hanım, Ekrem Bey’i odama gönderin,” diye seslendi.

Rezzan Hanım da bir işin ucundan tutmuş, odasının yakınlarında temizlik yapıyordu. Fakat gözü de kulağı da odadaydı, biliyordu Nazenin. Hiç gecikmeden cevap vermesi de bunun bir kanıtıydı.

“Hemen haber veriyorum.”

Vali Başyardımcısı Ekrem Bey koşarak odasına girdiğinde, harabeye dönmüş odada koltuğunda oturan kadına şaşkınlıkla baktı. Sonra odaya bakıp, endişe beliren yüzünü başını eğerek saklamaya çalıştı.

“Allah korumuş da burada değilmişsiniz, Vali Hanım,” dediğinde az ötesinde duran Metehan’ın gerilen bedenini hissetti. Aslında endişeli, gergin ve tedirgindi ancak bunu bu ana kadar bir şekilde gizlemişti. Ancak Ekrem Bey’in sözleriyle gözünde canlanan hayale engel olamamıştı. Eğer patlama olduğu esnada Nazenin burada olsaydı…

En iyi ihtimalle buradan ağır yaralı olarak çıkardı. Patlayan camların kalıntılarına baktı korkuyla. Onların Nazenin’e isabet ettiğini düşündü. Beti benzi attı. Soluğu kesildi. Nazenin ise ona bakmadan yalnızca Ekrem’e odaklanmaya zorladı kendini. Çünkü Metehan’ın ne düşündüğünü ve yüzünün gözünün ne halde olduğunu tahmin edebiliyordu.

“Ekrem Bey, beyefendilerle birlikte iş yerlerine gidin. Olay yeri inceleme ekipleri önce bu beyefendilerin, ardından da hasar alan tüm işletmelerin raporunu hazırlasın. Zararları neyse ve ne yapılması gerekiyorsa yapılacak. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı, Sayın Vali’m.” Diyen adam odadan çıkmaya hazırlanırken Nazenin yavaşça ayaklanıp ustalara döndü. “Ustalarım, siz de biraz mola verin. Biraz dinlenin,” dedi. Ustalar onun sözünü ikiletmeyip, “Tamam,” Demişlerdi.

“Ekrem Bey, çıkarken kapıyı kapatın lütfen.” Diyen kadın bir an duraksadı. Alışkanlıktan söylediği sözlerine burukça gülüp, elini gelişi güzel salladı.

“Tabii Sayın Vali’m,” diyen Ekrem Bey kapıya bakıp iç çekerek başını sallarken dışarı çıktı. Bu sırada Nazenin,  “Rezzan Hanım, beş dakika bu tarafa kimse gelmesin. Siz de ara verin lütfen. Hadi…” diye yine dışarı doğru seslenmişti.

Ekrem Bey’in ardından koridordan hızla ayrılan Rezzan Hanım’ı gördü. Ustalar da dışarı çıktığında Nazenin usulca Metehan’a yaklaştı. Son beş dakikadır put gibi duran ve çatık kaşlarının altından etrafa bakan adamın önünde durdu. Ne yapmak istediğini biliyordu da şimdi yeri ve zamanı mıydı işte onu kestiremiyordu. Yine aynı girdabın içine kapılmış, sıkışıp kalmıştı. Tıpkı günler önce Ankara’da MİT Binasında yaşadığı kararsızlığı yaşıyordu. Ona sarılmak istiyor ama sarılsa mı bilemiyordu. Sıkıntıyla soluklanıp, bir dakika izin ver kendine ve Vali değil Nazenin ol dedi içinden. Sonra sarılıverdi ona. Kendine söylediklerine rağmen sarılışı tedirgindi. Sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi ürkekti.

Adamın kulağına yaklaşmak için parmak uçlarında yükselirken, “Aklından ne geçiriyorsan geçirme artık. Yüzün kapkara oldu. Ben iyiyim, bir şeyim yok,” diye fısıldadı. Onu, teselli etmek ister gibi sırtını sıvazlarken kendi sırtına dolanan kolların arasında kayboldu. İkisi de birbirlerinin boyunlarına doğru yüzlerini dayayıp, bir süre soluklandılar. Sessiz, sözsüz ama çok şey anlatan sımsıkı bir sarılma, belki de insanın kendini en iyi ifade etmesini sağlayan şeydi. Yalansız, dolansız.

“Korkma. Görüyorum, korkuyorsun. Ama korkma. Ben iyiyim, buradayım. Ve hiçbir şey olmayacak. Söz veriyorum, dikkatli olacağım.” Metehan tek kelime etmemişti ama duymak istediği her şeyi de duymuştu. Başını geri çekip, yerinden çıkmış kapıdan koridora baktı. Kimsenin olmadığını göründüğündeyse Nazenin’in alnını uzunca öptü. Sonra bir daha ve bir daha öptü. Yüzünü sardı avuç içleriyle. Kocaman elleri arasında kaybolan yüzüne tebessümle bakmaya çalıştı. Yumuşak tenini, avuçlarını dolduran yanaklarını, tek yanağında yer edinmiş gamzesini başparmaklarıyla okşadı.

“Duymak istediğim buydu,” diye fısıldarken kadının çenesini parmak uçlarıyla kavrayıp başını kaldırdı ve göz göze geldiler. Nazenin başını sallarken bir yandan da onun kollarını sımsıkı sarmıştı. Kaybetmekten korkar gibi tutuyordu adamı.

“Biliyorum,”

Metehan, onun saçlarını örten yazmayı okşadı. Gülerek, “Yakıştı,” dedi.

Nazenin de gülüp, ona sımsıcak bir bakış atarken, “Güzele ne yakışmaz,” deyince Metehan’ın gülümsemesi kahkahaya dönmüştü. Günler sonra doyasıya gülmüş, kahkaha atmıştı bu söze. Başını usulca sağa sola sallarken

“Egon ayağıma dolanıyor, Vali Hanım,” dediği sırada kadının yüzünü göğsüne dayayıp bedenini sarmış ve resmen kolları arasında sıkmıştı. Öyle bir sardı ki Nazenin onun içine girivereceğini sanmıştı.

Ayılar yavrusunu severken öldürürmüş, derler.”

Metehan bir kahkaha daha atınca titreyen göğsünü burnunun ucunda hissetti. “Ben mi ayıyım yoksa sen mi yavrusun?” diye sorunca koluna inen tokadın sadece sesini duydu. Kolunda hiçbir şey hissetmemişti. Başını geri çekip kadının gözlerine baktı, çapkınca göz kırptı. Dudakları da eş zamanlı olarak yana doğru kayıp, yüzünde yarım bir gülüş belirirken başını eğdi ve onun kulağına sokuldu.

“Benden ayı olmaz da senden bana yavru olur bak. Sadece bana olur ama yavrum.” Fısıldadığı sözler tam da Nazenin’in kulağının dibinde cereyan etmişti. İçi titredi son kelimeyle. Böyle güzel yavrum mu denirdi. Yanaklarına hücum eden kan akışını hissediyordu. Yanakları saniyeler içinde al al olacaktı. Bu yüzden geri çekilip, ona arkasını dönmek için hamle etti.

Bir yandan da şikâyet eder gibi sesle mırıldandı. “Sözüm ona uzak birbirimizden duracaktık.” Adım atmaya hazırlanan ayağını yere indiremeden beline dolanan kol hareketini kesti. Ve yeniden kulağına sokulan yüzü, tenini sıyırıp geçen dudakların kıpırtısını hissetti.

“Sen geldin. İlk sen yaklaştın, Vali Hanım. Bu sefer benim suçum, günahım yok.”

“Yok… Yok diyorsun öyle mi?”

“Hmm, yok. Ben hiçbir şey yapmadım.” Nazenin tam ağzını açacaktı ki devam etti Metehan. “Benim tek yaptığım, memleketime benzeyen o yeşil gözlerine, kocaman harelerine gönül düşürmek oldu.”

Nazenin kulağına şarkı gibi fısıldanan sözlerle dondu kaldı. Kalbi deli gibi atıp, duvarlarını döverken soluklarının düzeni de bozulmuştu. “Öleyim mi istiyorsun Kılıçarslan?”

“Yaşa istiyorum… Ölüm senden uzak olsun diye uğraşıyorum…” durdu ve son kez mırıldanırken yazmanın altından dışarı çıkan saç tutamlarına dudaklarını sürttü.

Memleket gözlüm…”

Nazenin peş peşe soluklanıp, alt dudağını ısırırken gözlerini kapattı ve bekledi. Kalbinin atışı normale döndün diyeydi bu bekleyişi ama onun kolları arasındayken bunun mümkün olmayacağını anladı. Ve usulca ayırdı bedenlerini. Gözlerini buluşturmamaya gayret ederek, “Neyse… Hadi işimize devam edelim,” dedi.

Metehan ise yüzünde hoş bir tebessümle onu izlerken yine kaçak güreşmeye başlayan Nazenin’i bıraktı ve geri çekildi. Daha o anda da yüzünün aldığı rengi gördü. Normalde beyaz olan teni şimdi kıpkırmızıydı. Utanmış, heyecanlanmıştı. Metehan bunu zaten anlamıştı da görmek başkaydı. Yüzünde oluşan tebessümünü kadından gizlemek için başını dışarı çevirdiğinde yüzündeki o tebessüm siliniverdi.

“Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan geliyor.” Nazenin adımlarını pencereye yöneltip dışarı bakarken tıpkı Metehan gibi ciddileşmişti.

“Bombacıyı konuşturdular galiba.”

Sözlerine adam sadece başını sallayarak karşılık verirken ikisi de aşağı inmek için odanın kapısına yönelmişti. Merdivenleri yan yana ve hızla inip, resmiyeti hiç bozmadan babalarını karşıladılar.

“Kutluhan Albay ve Metehan Binbaşı, bir saat içinde harekât merkezinde toplanın. Vali Hanım, siz de bize eşlik edin lütfen,” diyen Seyfettin, göz ucuyla kızına baktı.

Kızını binadan çıktığı ilk anda tanıyamamıştı. Üstü başı toz içindeydi ve başındaki yazmasıyla çok sevimli görünüyordu. Onun bu sevimliliğine dayanamayıp, baba yüreğine karşı koyamayıp yanına adımladı. Yazmasını bozmadan kızının başını sevdi.

Seyfettin Paşa’nın bu hareketini kimse beklemiyordu ancak gördükleri manzara içlerini ısıtmıştı. Emniyet Müdürü, Albaylar ve Binbaşı onlara bakmayı sürdürüp, tebessüm ederken Seyfettin biraz eğildi. Ufak tefek kızının beline usulca sarılıp kulağına yaklaştı.

“Ne güzel olmuşsun.” Nazenin içten bir gülümsemeyle babasına baktı ve tıpkı onun gibi kolunu beline doladı. “Teşekkür ederim. Yapılacak çok iş vardı ben de yardım etmeye çalışıyorum.”

Seyfettin gururlu bir ifadeyle süzdü kızını. “Aferin,” diye kulağına fısıldadı. Bu sırada az ileride duran aracı gördüler. Hepsi sessizleşirken Nazenin ve Seyfettin de birbirlerinden uzaklaşmıştı. Araçtan inen Belediye Başkanı, güneş gözlüklerinin ardından meydana ve binaya bakarak yanlarına doğru geldi. Aralarındaki mesafe iyice azaldığında gözlüklerini çıkardı.

Nazenin onun bu rahatlığını gördükçe adama daha çok sinir oluyordu. Kendini tutamayıp, “Ooo, Başkan,” dedi. “Hoş geldin. Belediye Başkanı olduğun şehir yanarken sen saçını tarıyordun ellem!” dedi. Tıpkı yörenin insanı gibi bir ağızla konuşması vardı ki yanında kim varsa gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu.

Belediye Başkanı, Nazenin’e dikkatlice bakarak, “Olay esnasında şehir dışındaydım, Sayın Vali’m,” dedi. “Ancak dönebildim.”

“Ne o ya? Yine ölmedim diye çok üzülmüş gibisin. Bu kadar üzülme, elbet vadem dolunca giderim ben de.”

Başkan gerilen havayı, yükselen tansiyonu düşürmek ve hedef hâline geldiği oklardan kurtulmak amacıyla en sakin tonda, “O nasıl söz Sayın Vali’m,” dedi. “Allah gecinizden versin.”

Nazenin bu sözlerine inanmadığını belli eden bakışlarını göğe çevirip kaşını aşağı yukarı oynattı. “Yok, kemik yağmıyor,” dedi. “Demek ki senin bu dua da tutmaz, Başkan.” Başını indirdi ve adama buz gibi baktı. Gözleriyle ateş edebilse vuracağı ilk kişi Başkan olurdu. Bu, gözlerinde kıpırdanan alevlerden belliydi. “Oyunu aldığın millete bir gez de geçmiş olsun, de. İhtiyaçları var mı diye bir sor. Zahmet olmazsa tabii.” Dişlerini sıka sıka söylediği bu sözlere cevap veremeyen Başkan, başıyla selam verip, geldiği gibi giderken Nazenin burnundan soludu. Dişlerini sıktı sıktı ama tutamadı dilini.

“Milletin, hür iradesiyle, seçme ve seçilme hakkını kullanarak seçtiği bu adama…” durup bir soluk daha aldı. “Küfür etmeyeceğim. Yok yok, etmeyeceğim.” Küfür etmemek için gösterdiği çaba o kadar belliydi ki etrafındaki adamlar ona bakıp gülmemek için kendileriyle savaşıyorlardı.

“Salak herif! Salak! Delireceğim ya! Millet canının, malının derdinde. Adam güzellik uykusunun derdinde. Şuna bak hâlâ gözlerini ovuşturuyor.”

Seyfettin Paşa, Cihan Başkan, Kutluhan Albay, Jandarma Albay Niyazi, İl Emniyet Müdürü, Polis Özel Harekât Şube Müdürü, Metehan Binbaşı, Pençe Timi ve PÖH Timi rütbe sırasına göre gülmeye başlamıştı.

“İnsanın bayramlık ağzı olur, bayramdan bayrama açılır. Bunlar sayesinde benimki hiç kapanmıyor,” diye kendi kendine söylenerek merdivenleri inmeye başladı.

Seyfettin başı yere dönük halde için için gülerken, “Deliye her gün bayramsa demek ki!” deyince gülüşler kahkahaya dönmüştü. Nazenin omzunun üstünden önce testosteron yığını oluşturan kalabalığa baktı ve sonra gözlerini babasına dikti.

“Delilik genetik geçişliyse demek ki.” Cevabı yeni bir gülüşme başlatırdı aslında ama kimse buna cesaret edemedi. Paşa’ya gülmek gibi olurdu çünkü ve bu riskliydi.

Nazenin meydanın ilerisindeki arabasına ilerlerken etrafta beliren ve bulunduğu yere yaklaşan kalabalığa çatık kaşlarının altından baktı. Kalabalık bir erkek topluluğu ellerinde kazma kürekle geliyordu. Bu görüntü karşısında Nazenin’in ardında bıraktığı asker polis kim varsa etrafına çember oluşturmaya hazırlanırken kalabalıktan biri bağırdı.

“Yardıma geldik. Molozları toplayıp atalım bir elden.” Sözlerinin ardından el arabalarını sürüyen bir grup erkek daha meydana yaklaşmaya başlamıştı. Kalabalığın yardıma geldiği anlaşılınca herkes derin bir soluk alırken Nazenin hepsine minnetle baktı.

“Sağ olasınız. Hoş gelmişsiniz.”

“Sen sağ ol, Vali Hanım. Aklın kalmasın, biz buranın hakkından gelir ilk günkü gibi yaparız,” diyen yaşlı amca, yaşım var dememiş koşa koşa yardıma gelmişti.

“Eyvallah emmi. Eyvallah. Hepiniz sağ olun,” derken binaya baktı.

“Hadi buyurun o zaman. Ben de işimi halledip yardıma geleceğim. Kolay gelsin,” dediğinde kalabalık hızla meydana ve binanın içine dağılmıştı. El arabalarının bazılarını bir ucundan tutarak kaldırıp içeri taşımış işe koyulmuşlardı.

Nazenin şehirdeki herkesin birbirine kenetlenip yardıma koşmasına tebessümle ve gururla bakarken az ötede bir kalabalık daha göründü. Onlarca kadın, genci yaşlısıyla, eteklerini tutan küçük büyük çocuklarla meydana geliyordu. Hepsinin elleri kolları doluydu.

“Ne oluyor?” diye mırıldanırken yine beklemeye başladı. Kadınlar kalabalık şekilde dört koldan meydanı, yıkık dökük valilik binasının önünü sardığında hepsiyle göz göze geldi.

“Hayır olsun hanımlar?” diye sorduğunda yaşlı bir kadın yüzünü örten yazmasının altından konuştu.

“Erkeklerimiz çalışırken biz boş mu duralım, Vali Hanım. Biz de elimizden ne gelirse yaptık getirdik. Çalışanları doyurmak lazım. Çay da demlemişiz.”

İşte bu sözlerle gözleri doluvermişti. Dudaklarını birkaç saniye kemirip derince nefes alan Nazenin, gözlerine dolan yaşları gidermek için gözlerini kırpıştırdı ama olmadı. Burnunun kemerini sıktı parmak uçlarıyla ve göz pınarlarını ovuştururken, “Elinize sağlık. Sağ olun,” diyebildi sadece.

Sonra gözleri usulca babasına döndü. Kendisini gururla izleyen yaşlı kurda tebessüm ederken aynı duyguları paylaştıklarını anlayabiliyordu. Gururluydu Nazenin ve her şeye rağmen mutluydu. Aylar önce darmadağın bulduğunu sandığının şehir değil, o şehirde yaşayan insanlar olduğunu anlıyordu şu an. Ve şu an gerçekten dağınıktı, darmadağındı bu şehir ama insanları bir bütün olmuştu. Bunu, onları bir araya getirmeyi, kendisini de o bütünün parçası etmeyi başarmıştı. Görüyordu.

Nice yol gitmiş, dışlanmış, yeri gelmiş hakarete uğramış, tehdit edilmiş, hatta ölümden dönmüştü ama yılmamıştı. Onlar için mücadele etmeye devam etmişti ve şimdi çabalarının mükâfatını alıyordu.

“Siz herkese seslenin de yemek yesinler, çay içsinler. Biraz soluklanıp dinlensinler. Ben de birkaç saate yanınıza geleceğim,” deyip onları da binaya doğru uğurlarken küçük bir oğlan çocuğu yanına yaklaştı. Elini Nazenin’e doğru uzatıp, sımsıkı kapattığı avucunu açtı göğe doğru. O küçük avucunun içinde bir çiçek duruyordu. Çiçeğin adını falan bilmiyordu ama ne önemi vardı ki.

“Sana getirdim. Üzülme tamam mı?” diyen çocuğun sözleriyle boğazına bir yumru oturdu sanki. Zar zor durdurduğu yaşlar, gözlerine yeniden hücum ederken eğildi ve oğlanla göz göze geldi.

“Teşekkür ederim. Artık hiç üzülmüyorum inan. Sizi gördüm, çiçeğini de aldım ya geçti hepsi,” deyip çocuğu sıkıca sardı ve yanaklarından bir güzel öptü.

“Hadi bakalım, annenden uzaklaşma. Çok çalışıp da yorulma. Dikkat et.”

“Yorulmam ben. Çocuk muyum yorulayım?” Cevabıyla herkes gülümserken küçük oğlanın kaşları çatıktı ve yüzünde sert bir ifade vardı. Sanırım çocuk gibi görülmekten hoşlanmamıştı. Nazenin yüzleri gülen kalabalığa şöyle bir bakıp tebessüm ettiği sırada gözleri bu kez Metehan’a ilişmişti. Tıpkı babasının gözlerinde gördüğü o ifade vardı Metehan’ın gözlerinde de. Hatta daha bile fazlası vardı. Saygı, sevgi ve gurur pırıltılarıyla yanıyordu kahve hareleri. Ve arada bir çocuğun uzattığı çiçeğe ilişiyordu bakışları.

Nazenin yeniden çocuğa dönüp ciddiyetle, “Yok canım, sen çocuk musun? Koca adam olmuşsun. Benimki de laf işte,” dedikten sonra çiçeğini de alıp doğruldu. Çiçeği yazmasının kenarından saçına iliştirdiğinde kadınlar bu yaptığına utangaç gülüşlerle eşlik etmişlerdi.

“Yakıştı. Zaten güzele ne yakışmaz.” Çocuğun bu sözlerini kimse beklemiyordu. Haliyle anlık bir sessizlik çökmüştü. Nazenin şaşkınlıkla açılan gözlerini ona dikip bir kahkaha patlatırken, “Bir de çapkın!” diye söyleniyordu.

Seyfettin Paşa ise oğlana ciddiyetle bakıp gür sesiyle, “Lan, o benim kızım. Sen kızıma mı asılıyorsun?” dediği anda oğlan ona döndü.

“Kusura bakma komutan amca. Kızın olduğunu bilseydim burada demezdim güzel olduğunu.” İşte bu cevap Metehan ve Seyfettin dışındaki herkeste kahkahaya sebep olmuştu.

“Lan bir de gizli saklı asılırdım diyor resmen. Alırım seni ayağımın altına. Yürü lan velet!” Diye homurdanıp çocuğu kollarının altından tuttuğu gibi havaya kaldırıp, kalabalığın dışına taşıyan Metehan’ın alnının ortasında kocaman bir damar belirmişti. Ve hızla seğiriyordu. Onun haline ve yaptığı harekete katıla katıla gülmek isteyen Nazenin ise elini hafifçe sallayarak, “Hadi gidelim artık,” dediğinde herkes harekete geçmişti.

Rütbeliler araçlara ilerlerken geride kalan Metehan ise yere bıraktığı oğlanı tutmaya devam ediyor, bir de kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Nazenin onları dikkatle izlerken kaşları usulca çatıldı. Ne diyordu çocuğa? Çocuk neden göz ucuyla kendisine bakıp göz deviriyordu?

Saniyeler sonra çocuğu bırakıp yanına gelen adama aynı ciddiyetle bakarken, “Ne dedin çocuğa da yüzü düştü?” diye sordu. Metehan kara kara olmuş harelerini çeviriverdi üstüne. Biraz yanına sokulup kulağına eğildi ve fısıldadı.

O kız benim, git kendine yaşıtın birini bul dedim.”

***

Kutluhan Albay’ın odası epey kalabalıktı. Valilik binası önündeki bütün rütbeliler, Pençe Timi ve Vali Hanım, odadaki büyük masanın etrafında yerini almıştı. Hepsi Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan’ın yüzünde huzursuz ve gergin bir ifade olduğunun farkındaydı. Haliyle onların ağzından çıkacak sözleri bekliyordu ancak dayanacak gücü de sabrı da kalmamıştı.

“Bombacı konuştu mu? Ne dedi?” diye sorularını peş peşe sorarken oturduğu yerde kıpırdanıyordu. Seyfettin Paşa sıkıntıyla soluklanıp, başını sağa sola sallarken, “Daha konuşmadı ama konuşacak,” dediğinde Nazenin duraksadı. Az evvelki kıpırtıları bıçak gibi kesildi, kaşları çatıldı ve yüzünde gergin bir ifade belirdi.

“Bombacı konuşmadıysa siz neden buradasınız?” İşte herkesin merak ettiği soru buydu. Masadakilerin gözleri konuşmaya hazırlanır gibi dikleşen ve boğazını temizleyen Cihan Başkan’a döndü.

“Şimdi…” dedi sıkıntıyla Başkan. Derince soluklanıp devam etti.

“Ankara’da kazanlar kaynamaya başladı.” Duyduğu sözlerle duraksayıp Başkan’a dikkatle bakan Nazenin birkaç saniye sonra imalı şekilde gülümsedi. Yüzünü sıvazlayıp, “İpimi çekmeye hazırlanıyorlar yani!” demesiyle bu kez Metehan girdi söze. Babasına bakarken göz ucuyla da Nazenin’i gözlemliyordu.

“Ne konuşuluyor?” derken sesi gergin, sert ve soğuktu.

“Şehirde yaşanan olayın Vali Hanım’a yönelik yapıldığının farkındalar. Hastane baskını, valilik önündeki bombalı saldırı,” diye homurdanan Seyfettin de sıkıntıyla iç çekip sözlerine devam etti.

“Geldiği ilk gün yaşadığı silahlı saldırı, evine bırakılan mesaj, aracına yapılan suikast ve kaza geçirmesi direkt kendisine yapılmış olsa da şehirde bir güvensizlik ortamı oluşturduğunu düşünüyorlar.” Metehan ve Nazenin aynı anda derince soluklanıp iç çekince göz göze geldiler. Birkaç saniye birbirlerine öylece bakıp kaldıktan sonra ilk konuşan Metehan oldu.

“Peki, ne yapmayı düşünüyorlar? Zaten karmakarışık olan bir şehre Nazenin Hanım’ı görevlendirip şimdi de her şey senin yüzünden oluyor diyerek görevden mi alacaklar?”

“Galiba öyle!” diyen Cihan Başkan’a yani babasına hızla dönen Metehan şimdi daha sinirli ve gergindi. Sinirini saklamaya da çalışmıyordu. “Böyle saçmalık mı olur? Bu resmen Nazenin’i günah keçisi ilan etmek. Hem de herkesin önünde. Kendi sırtlarındaki yükü onun üstüne atıp kenara çekilmek bu.”

Oturduğu yerden resmen ayağa fırlayıp odanın içinde birkaç tur attı. Sıkıntıyla yüzünü sıvazlayıp soluklanmaya ve sakinleşmeye çalıştı. Çünkü sevdiği kadın dışındaki tüm gözler, özellikle de Paşa’nın gözleri üstündeydi. “Bu kadın…” derken Nazenin’i gösterip sözlerini sürdürdü.

“Ölüyordu. Hem de defalarca kez ölüyordu. Bu şehre, düzen olmayan, güven ortamı kurulamamış bu şehre şu an yeni yeni filizlenen güven ortamını Nazenin Hanım sağladı. Canı pahasına yaptı bunu. Bütün şehri karış karış gezdi. İl sınırı içinde adım atmadığı ilçe, köy, resmi kurum, okul, hastane, sağlık ocağı bırakmadı. Yeni bir düzen oturtmaya başlamışken ve herkes onu bu kadar sevip sahiplenmeye başlamışken görevine son veremezler.”

Nazenin duyduğu sözlerle tebessüm ederek başını kaldırdığında yine Metehan’la göz göze geldi. Ondan bu sözleri duymuş olmak bile zaferiydi aslında. Bir saat önce yardıma gelen, gönüllü olan vatandaşlar zaferiydi. Şimdi Ankara’dan görevine son verildiği kararı çıksa çok üzülürdü elbette ama… Kazandıklarının da farkındaydı ve o kazançlarıyla biraz olsun huzurlu olurdu. Burada kalıp aklındaki her şeyi gerçeğe çevirmeyi isterdi ama emir demiri keserdi. Kendisi burada kalmak için sonuna kadar mücadele ederdi ama çıkacak kararı da ön görecek kadar akıllıydı ve gerçekçiydi.

“Metehan, otur!” deyip az evvel kalktığı koltuğu işaret etti. “Ankara’ya çağırırlarsa gider konuşurum. Direkt görevden alırlarsa itiraz eder kalmaya çalışırım ama yine de olmazsa… Karara karşı çıkamam. Öyle bir yetkim de gücüm de yok.”

“Kabulleniyorsun yani…” diyen adama dönüp şaşkın yüzüne bakarken derin bir soluk aldı. “Kabullenmiyorum ya da pes etmiyorum Binbaşı. Gerçekleri söylüyorum.”

Cevabıyla başını sallayan Metehan ayaklanıp, “Kilometrelerce ötede oturmuşlar, çaylarını kahvelerini içerlerken görevini yapmaya çalışan, bunu da hakkıyla yapmaya çalışan, canını ortaya koyan insanları görevinden almaya çalışıyorlar,” diye resmen gürlemişti.

Nazenin ise yine sakin bir tavırla soluklanıp gözlerini kapattı ve yine, “Metehan!” dedi. Sabırlı olmaya çalışarak. “Ne?” diye hızla kendisine dönen adama göz ucuyla bakıp kaşını hafifçe kaldırdı.

“Kendine gel. Sakin ol ve ağzından çıkanı kulağın duysun. Sesinin tonuna da dikkat et!” Kafadan kırık ikili birbirine diş bilerken ortam bu sözlerle buz kesmişti.

“Sen o kazada ölüyordun. Donuyordun Nazenin Hanım. Seni biraz daha bulamasaydık bulduğumuz şey naaşın olacaktı. Görevinin bedelini canınla ödeyecektin. Şimdi, görevden alırlarsa sadece itiraz edebilirim ama daha fazlasını yapamam, dediğin görevin uğruna neredeyse şehit oluyordun. Sen bunun farkında değilsin belki ama ben farkındayım. Seni koskoca arazide nasıl ve ne halde bulduğumu unutmadım. Üstüne yağan kurşunların arasında şans eseri tanıştığımızı, kevgire dönen arabanın görüntüsünü unutmadım. Evine bıraktıkları mesajı gördüğünde yüzünün aldığı rengi unutmadım. Helikoptere bindiğinde rahatsızlanıp bayıldığını ama buna rağmen görevin için o zıkkıma binip seyahat etmeye devam ettiğini unutmadım. Köy köy gezerken vatandaşın sana değil çay, su bile vermediğini, yüzüne baka baka hakaret ettiğini unutmadım,” diye yine bağırır gibi konuşup, durmuş ve soluk alıp daha sakin bir sesle devam etmişti.

“Onca lafa söze rağmen o insanların gönlünü kazandığını da unutamam. Kazandıklarını öylece bırakıp gitmene de tepkisiz kalamam. Kusuruma bakma!”

Metehan esip gürleyip odayı terk ettiğinde bir süre herkes sessiz kaldı. Ancak Seyfettin Paşa bu sessizliği bozmaya niyetliydi. Masanın üstünden kızının eline uzanıp tuttu ve gözlerine baktı. “Binbaşı kızdı ve kızmakta haksız da değil. Yaşadıklarını, yaptıklarını ve başardıklarını, kazançlarını sana hatırlatması iyi oldu. Ben, gitme derken sen, beni bile duymadın, dinlemedin ve hepimizi arkanda bırakarak, büyük bir cesaret göstererek Akdağ’a geldin.” Soluklanıp ayaklandı. Masanın etrafında dönüp kızının arkasına geçti ve omuzlarını kavrayıp sıkarken kulağına eğildi.

“İyi ki de geldin. Ben, daima kırılgan ve nahif sandığım kızımın aslında ne kadar güçlü olduğunu gördüm böylece. Büyüdüğünü ve ayakları üstünde durduğunu, koca bir şehri yönetebildiğini gördüm. Şimdi burada kalmak için mücadele etmen gerekiyor. Ki artık bu mücadelede yalnız değilsin. Hepimiz yanındayız. Seninle gurur duyuyoruz. En çok da ben, annen ve abin,” derken gülümsedi. Nazenin de babasına döndü ve tıpkı onun gibi gülümserken babası sözlerine devam etti.

“Öyle, çat diye görevden alamazlar. İnsanlar, bu şehirde seni seven ve sana güvenen insanlar tepki verir diye çekinirler. O yüzden önce Ankara’ya çağırıp uyarırlar,” yine durdu ve mırıldandı. “Yani… Öyle olmasını umut ediyorum.” Seyfettin kızından uzaklaşıp kapıya yönelirken odadaki herkes de onu takip etmişti. Sadece Cihan Bey odadan çıkmadan önce omzunu kavrayıp hafifçe sıktı.

“Kızma Metehan’a. O, süngüsünü düşüren Nazenin Tuna’yı görmek istemiyor. O, daima mücadele eden, yılmadan savaşan Nazenin’i görmek istiyor. Çünkü o kadının en büyük hayranı kendisi.” Gözleri buluşup da Cihan Bey, ona göz kırpıp gülümserken, Nazenin ise ne diyeceğini bilemeyerek sustu.

“Hiçbir şey bitmedi. Daha yeni başlıyor, Vali Hanım. Kendine dikkat et.”

***

Nazenin, üstü toz ve kir içinde evine döndüğünde doğruca banyoya yönelmişti. Yaşadıklarının gerginliği ve yükü yetmezmiş gibi bir de Metehan’ın kendisine çıkışmasıyla hepten çökmüştü sanki. Öyle bir ağırlık vardı ki omuzlarında ne hafifletebiliyordu ne de o ağırlığı kaldırıp atabiliyordu. Ama ağırlığın altında usul usul eziliyormuş gibi hissediyordu. Küçülüyor, ufalıyor, ezilip kayboluyordu.

Suyun ısısından banyo buharla kaplanırken zar zor soluklanıp dik durmaya çalıştı. Dik durmalı, güçlü olmalı, boyun eğmemeliydi. Bunu kendine defalarca tekrarlasa da fayda etmiyordu. Olduğu yere çöküp oturdu ve bacaklarını göğsüne doğru çekip, kollarıyla da sardı. Duş başlığından akan su sırtını döverken öylece bekledi. Yorgunluktan ağrıyan her kasını hissedip resmen inlerken gözlerinden de yaşlar süzülüverdi. Sabrı azalıyordu, tahammülü ve gücü azalıyordu. Onu da hissediyordu. Böyle olmayı kendine yakıştıramıyor hatta yediremiyordu ama en nihayetinde o da insandı. Bazen güçlü olmakta, ayakta durmakta zorlanıyordu.

Bir süre oturdu küvetin içinde. Sakinleşmeye ve aklıselim olmaya çabaladı. Toparlanmalıydı. Önce kendi toparlanmalı, sonra bu şehri toplamalı ve Ankara’dan çağırılırsa her şeyi yoluna koymaya çalıştığını rahatlıkla ifade edebilmeliydi.

Doğrulup soluklandı yine ve duştan çıkıp bornozuna sarıldı. Odasına geçip pijamalarını giydikten sonraki durağı mutfak olmuştu. Bir kahve yapıp bu kez balkona ilerledi. Saçlarının nemli olmasına aldırmadan balkona çıkıp bir sigara yaktı. Kahvesinden de bir yudum alıp karanlık gökyüzüne bakarken, “Mücadele etmek zor biliyorum ama sakın pes etme,” diyen sesle irkildi. Yan balkonunda tıpkı kendisi gibi sigara içen Metehan’a ürkekçe baktı. Onun varlığını fark etmemişti ve bir anda konuşuvermesiyle korkmuştu.

“Pes etmiyorum komutan. Ama artık mücadele etmekte de zorlanıyorum,” demesiyle, adamın iki balkonun da demirliklerini aşıp onun balkonuna resmen düşüvermesi aynı anda olmuştu. Kocaman açılan gözlerini kırpıştırıp, “Yok artık,” dediğinde Metehan bıyık altından gülmekle yetinmişti.

“Kızdım sana, Gerçekten kızdım ama bu haksız bir tepki değildi. Sen onca badire atlatmışken şimdi pes edemezsin. Duydun mu beni Nazenin?”

“Pes etmiyorum Metehan. Ama Ankara derse ki görevden aldık seni…” deyip duraksadı ve soluklandı. Ardından konuşmaya devam etti.

“Benim onlara karşı koyabilme gücüm kısıtlı. Sabahtan beri bunu anlatmaya çalışıyorum ama sen anlamak yerine bağırıp duruyorsun.” Sıkıntıyla nemli saçlarını geri atarken hiddetle, “Sen,” dedi.

“Sen, emir gelmeden göreve çıkabiliyor musun? Ya da yetki verilmeden bir olaya müdahale edebiliyor musun? İnisiyatif kullanabildiğin alanların kısıtlı. Her şeye senin üslerin karar veriyor. Sen de emri uyguluyorsun. Bu durum benim için de geçerli.”

İsyan eder gibi söylediği sözler gecenin sessizliğinde kaybolup gitse de Metehan’ın kulaklarında çınlamaya devam etti. Doğru söylüyordu. Haklıydı. Ama yine de içine sindiremiyordu Metehan. Fakat içine sinmeyenlerin Nazenin’i ne kadar üzüp yaraladığını da görebiliyordu. Kadının yüzü solgun, gözaltları ve göz kapakları şişti. Muhtemelen ağlamıştı.

Ona doğru eğilip çenesini kavradı ve gözlerini buluşturdu usulca. Sonra da fısıltıyla “Ağladın mı sen?” diye sordu. Cevabı bilse de soruyu sormaktan kendini alıkoyamamıştı. Nazenin ise gözlerini kaçırmaya çalışırken yine isyan eder gibi konuştu.

“Ağladım. Normal insanlar gibi ağladım. Oldu mu?”

Olmamıştı. Bu cevap Metehan’ın içini acıtmıştı. Onu koluyla sarıp kendine çekerken ağlama demek istedi ancak onun da duygusal zorluklar yaşadığının farkına vardı. Ki bu zorluk, yaşadığı birçok zorluktan yalnızca biriydi.

“İyi geldi mi bari?” derken gülümsüyordu ve gülümsemesi bulaşıcı gibi Nazenin’e de sirayet ediyordu. Dudaklarını kemirip gözlerini deviren kadın, “Bilmiyorum… Kendimi bıraksam, sanırım bir o kadar daha ağlarım,” der demez bedenine sımsıkı dolanan kolların arasında kalıverdi.

“Oy, benim duygusal Vali’m. Gözü yaşlım…” Hiç beklemediği anda Metehan’ın eğlenir ses tonuyla söylediği bu sözlere gülse mi kızsa mı bilemeyip, adamın sırtına bir tokat indirdi.

“Ya Metehan, git!” İsyanının ardından kopan gür kahkahayla gerçekten gülümserken zihninde bir rahatlama belirmişti. Bir an bile olsa adamın kahkahasıyla gerçekler kapı dışarı gidivermişti. Bu hisse sığınıp, kendisi de kahkaha atarken, “Ben gidiyorum. Sen de uyu, dinlen,” dediğini duydu. Bedenini saran kolların kendisinden uzaklaştığını hissetti. Sonra da Metehan’ı yine balkondan balkona atlamaya hazırlanırken buldu.

“Yahu, düşüp bir yerini kıracaksın. Kapıdan çıksana!”

“Anahtar yok ki yavrum. Hem buradan atlamak benim gibi bir komando için çocuk…” deyip atladı ama zeminle buluştuğu esnada ufak bir dengesizlik yaşadı. Az daha yere yapışacaktı. Nazenin onun havalı ama içi fos çıkan sözlerine mi gülse yoksa bir yerine bir şey oldu mu diye mi endişelense bilemezken kıs kıs gülmekten kendini alamadı.

“Hmm, bu atlayış senin gibi komando için çocuk oyuncağıydı galiba. Hmm, belli.”

Nazenin’in imalı sözlerine göz deviren Metehan sönen havasının hezimetiyle, “Nazenin!” diye homurdandı. Ama homurdanmak yetmeyince, “Gözün kaldı dimi?” diye sinirle çıkıştı.

Adamın bu tepkisine kahkaha atan Nazenin ise, “Hmm, gözüm kaldı,” diyordu. Eline aldığı kahve fincanını ona doğru kaldırıp sırıttı. Kahvesinden bir yudum alıyordu ki, “Senin olanda gözün kalmasın Nazenin Hanım,” dediğini duyunca kahveyi boğazına kaçırdı. Öksürüklerinin arasında çınlayan kahkaha sesi sinirini bozarken, “Metehan!” dedi öfkeyle. “Sen gerçekten iflah olmaz bir romantiksin.”

“Evet öyleyim… O zaman, sev beni!”

“Nah severim.” Bağıra bağıra verdiği cevap sessizlikte kulağına geri dönerken içeri girdi ve balkon kapısını resmen çarparak kapattı.

“Bu adamla benim işim var. Neymiş benim olanda gözüm kalmasınmış…” diye bağırarak mutfağa gelmişti ki durdu. Ne demişti o? Senin olanda gözün kalmasın Nazenin Hanım, mı?

Sözlerin içeriğini idrak edip yüzü heyecan ve utançla kıpkırmızı kesilirken sinirinin yerini şapşal bir tebessüm aldı. Kendi kendine gülmeye başladı. “Bir an bile pes etmiyorsun ve etmeyeceksin değil mi Binbaşı? Kendine ait kılmak istediğin o gönlü fethettin farkındasın aslında ama açık açık duyana kadar asla durmayacak ve pes etmeyeceksin değil mi?”

Elindeki fincanı bulaşık makinesine yerleştirip yatak odasına geçti ve yatağına uzandı. Günlerdir süren koşturmanın yorgunluğuyla sanki her kası ağrıyordu. Yorgunluktan uyumakta bile zorlanıp, yatağın içinde dönerken Cihan Bey’in sözleri aklına geldi.

Kızma Metehan’a. O, süngüsünü düşüren Nazenin Tuna’yı görmek istemiyor. O, daima mücadele eden, yılmadan savaşan Nazenin’i görmek istiyor. Çünkü o kadının en büyük hayranı kendisi.

“Ben, pes ediyorum, desem o müsaade etmez buna. Dağ olur yaslar sırtını sırtıma. Biliyorum. Bugüne kadar nasıl yanımda durduysa yine durur. Daha güçlü durur,” deyip tebessüm etti. Metehan’ın varlığı, desteği ve sözleri düştüğü yerden kaldırdı sanki onu. Zihni ve bedeni uykuya teslim olurken fısıldadı.

“Severim seni… Endişe etme, çok severim…”

Ertesi gün ve onu takip eden üç gün boyunca valilik binasının tadilatıyla ilgilendiler. Kimi zaman çalışmış, kimi zaman dinlenmiş, vatandaşlarla el ele her şeyi eski haline döndürmeye çalışmışlardı. Gün yine akşam olup evlerine geçtiklerinde Nazenin atıştırmalık bir şeyler hazırlamaya başlamıştı.

Dilimlediği muzun üstüne bal döküp bir de ceviz serpiştirdikten sonra salona ilerledi. Televizyonu açıp karşısındaki koltuğa oturdu. Elindeki meyve tabağına bakıp iç çekerken televizyonda başlayan filmi fark etti. Meyveden bir çatal alacaktı ki durdu. Tek başına film izlemek eğlenceli olmazdı ki…

Hiç aklımda yokken bir anda ayaklanıp kapıya ilerledi ve kilitleri açıp anahtarı da cebine atarak dışarı çıktı. Karşısında duran kapıya adımlayıp bir an bekledikten sonra kapıyı çaldı. Çaldığı kapı saniyeler sonra tıpkı kendisi gibi yorgun olan adam tarafından açılırken içeri girdi. İçeri girmek için müsaade falan almamış, gayet normal bir şey yapıyor gibi salona ilerlemişti.

“Televizyonda güzel bir film başlıyor. Belki birlikte izleriz dedim.” Omzunun üstünden kendisini şaşkın şaşkın izleyen adama bakıp gülümsedi. “Meyve bile getirdim,” derken elindeki küçük kâseyi gösterdi ve koltuğa oturdu. Metehan birkaç saniye daha olduğu yerde durup ona dikkatle baksa da daha fazla tepkisiz kalamadı ve gülümsedi.

“Çay?” dedi sadece. Nazenin’in, “Varsa içerim,” cevabıyla başını hafifçe salladı. Mutfağa yönelirken, “Kumandalar koltuktaydı,” Diye de içeriye sesleniyordu.

“Buldum.”

Salondan gelen cevaba kıs kıs gülerek iki tane bardak çıkardı ve çayları doldurdu. Mutfak dolaplarından birkaçını karıştırıp kuruyemişleri buldu ve kâselere doldurdu. Bir eline çay bardaklarını, diğerine de kâseleri alıp salona geçtiğinde Nazenin çoktan filmi açmıştı. Bir garson kadar başarılı şekilde içeriye taşıdığı çay ve kuruyemişleri sehpaya bırakan Metehan, sürpriz misafirinin yanına oturdu.

“Ee, filmin konusu neymiş?” diye sorarken Nazenin yavaş yavaş meyvesini yemeye devam ediyor, bir yandan da ekranda dönen filmi takip ediyordu.

“Valla anlamadım ama önemli de değil. Vakit geçsin, kafam dağılsın diye izlemeye karar vermiştim.” Metehan yandan bir gülüşle, kelimeleri uzata uzata, “İyi, peki o zaman,” derken bacaklarını da önündeki sehpaya uzattı. Televizyon ekranına odaklanmaya çalışıyordu ancak dibinde, bacaklarını bağdaş yapıp oturmuş kadın dikkatini dağıtıyordu. Elinde tuttuğu kâsedeki meyvesini öyle iştahlı yiyordu ki bu hali Metehan’a komik gelmişti.

“Ver bakayım bana da.” demesiyle Nazenin bakışlarını ağır ağır çevirdi. Neyden bahsettiğini anlamadığı açıktı. Bir an duraksayıp ne der gibi başını sallamasıyla Metehan kâseyi işaret etti. Nazenin böylece durumu anlayıp hızlıca, “Hmm. Al,” derken bir çatal dolusu muz, bal ve ceviz karışımını uzatmıştı. Metehan yine gülerek biraz eğildi ve çataldaki meyveyi aldı.

“Oo, baya iyi,” diye mırıldanırken bir yandan da ağzındakileri çiğniyordu. Onun bu haline gülümseyen Nazenin gözlerini kaçırıp ekrana dönerken sehpadaki çayına uzandı.

Uzun süre sessizce filmi izlerlerken aralarındaki tek iletişim yemek üzerineydi. Metehan kuruyemişlerden Nazenin’e yediriyor, Nazenin ise meyveden Metehan’a yediriyordu. Aralarında yaşanan bu durum ikisine de gayet normal geliyordu. Garipsemiyor, yadırgamıyor, sorgulamıyorlardı.

Saatler ilerleyip filmin yarısı geride kalırken, Metehan bacağına konan başı hissederek daldığı ekrandan bakışlarını uzaklaştırdı. Kucağına serilen saçlara, bacağına usulca ilişen başa, koltuğuna uzanan küçük bedene baktı, baktı ve güldü. İçi erimişti bu görüntüyle.

Koltuğun arkalığına uzattığı kolunu çekti ve parmak uçlarını Nazenin’in saçlarında gezdirdi. Onun, bir koluyla bacağına sarılarak uzanmaya devam etmesiyle dokunuşlarını da sürdürdü. Artık filmi falan izlemiyordu. Nazenin’in de izlemediğini biliyordu. Şu an ikisi de bu anın içindeydi ve anı bozmak istemedikleri de aşikârdı. Metehan kadının saçlarını sevdi, kadın kolunu doladığı bacağa daha sıkı sarıldı. Öylece aktı zaman. Sessiz ama küçük dokunuşlarla dolu şekilde aktı.

Film son bulup ekranda yazılar geçmeye başladığında Metehan biraz öne eğildi. Nazenin’in çoktan uyumuş olduğunu görüp tebessüm etti. Kıpırdamamaya çalışarak doğrulurken koltuğun diğer ucunda katlı vaziyette duran battaniyeye uzanıp aldı. Tek eliyle battaniyeyi açıp kadının üstünü örttü. Kucağındaki saçları sevmeye devam ederken tek isteği, Nazenin’in biraz uyuması ve dinlenmesiydi. Zor ve yorucu günler geçirmişlerdi. Gelecek günlerin ise bugünlerden daha zor olacağını tahmin ediyordu. Başını geriye yatırıp gözlerini kapattı. Oturduğu yerde uykuya dalarken parmakları saatlerdir olduğu gibi yine kadının saçlarındaydı.

Telefonunun alarm sesiyle irkilen Nazenin, gözlerini açıp karşısında televizyonu görünce kaşları çatıldı. Usulca etrafı taradı ve nerede olduğunu hatırlayıp sıçrayarak doğruldu. Şaşkınlıkla kocaman olan gözleri Metehan’ı bulurken utançtan da kıpkırmızı kesilmişti. Adam oturduğu yerde uyuyordu. Muhtemelen kendisi rahatsız olmasın diye rahatsız bir pozisyonda uyumak zorunda kalmıştı. Fark ettiği bu detayla tebessüm ederken uyuşan bacaklarını koltuktan sallandırdı. Ağrıyan sırtını usulca esnetip gerinirken gözleri hâlâ Metehan’ın üstündeydi. Rahatsız bir şekilde uyuyordu ancak yüzünde huzurlu bir ifade vardı.

Nasıl olmuştu da onun kucağında uyuyup kalmıştı hiç hatırlamıyordu. Anımsadığı son şey saçlarında gezen parmaklardı. Saçına yapılan o küçük dokunuşlar ise uykusunu getirmişti. Gerisi yoktu. Hafızası bomboştu.

Metehan’ın bacağında uyuyup kalmasına mı şaşırsa yoksa adamın bütün gece öylece oturup gık dememesine mi şaşırsa bilemiyordu. Usulca iç çekip, “Metehan…” dediği anda adam irkilerek gözlerini açtı ve doğruca gözlerine baktı.

“Nazenin…” derken o da şaşkındı. Neler olduğunu anlamaya çalış, hatırlamak ister gibi bakıyordu.

“Uyumuşuz,” diye mırıldanan kadına bakmaya devam ederken yüzünü sıvazladı, biraz esnedi ve doğrulmaya çalıştı. Muhtemelen oturur vaziyette uyuduğu için beli tutulmuştu. Doğrulduğu an hissettiği ağrıdan sebepli yüzü buruşup huzursuzca mırıldandı. “Sen uyuyunca…” durdu ve soluklandı. Kuruyan boğazı yüzünden sesi zar zor ve çatallı çıksa da devam etti.

“Rahatsız etmek istemedim. Uyuyabildiğin kadar uyu istedim.” Sözleriyle Nazenin’in yüzünde gülümseme belirdi. Elini usulca ona uzatıp yanağını kavradı ve parmak uçlarıyla okşadı.

“Teşekkür ederim. Son günlerde uyuduğum en uzun ve en huzurlu uykuydu.”

“O zaman çektiğim bel ağrısına değmiş,” derken kıs kıs gülen Metehan yerinden kalkıp bedenini homurdanarak esnetirken Nazenin de ayaklanmıştı.

“Bir saat sonra çıkabiliriz,” dedi ama hâlâ homurdanmayı sürdüren adamı da inceliyordu. Kendisi uyusun diye çektiği acıya içi giderken yüzünü buruşturdu. “Metehan eğer iyi değilsen…”

“İyiyim ben. Hadi git hazırlan. Ben de duş alıp hazırlanayım,” diyen adama sadece başını sallayarak karşılık verdi ve kapıya ilerledi. Kendi dairesine geçmeden önce son kez baktı ona. Sıkıntıyla soluklanıp evden ayrıldı.

Bir saat sonra ikisi de evlerinden çıkıp doğruca Valilik binasına geçmişlerdi. Nazenin tadilatın ne durumda olduğunu kontrol ederken Metehan ise onu adım adım takip ediyordu. Binanın içinde bile yalnız kalmasına izin vermemesi biraz canını sıksa da ses çıkarmıyor işine odaklanmaya çalışıyordu. Epey toparlanmış odasına varıp içeriyi incelerken kapı girişinde duran Metehan’a göz ucuyla bakıp, “Her şey tamamlanmış gibi,” diye mırıldandı.

Adam tam ağzını açacaktı ki Nazenin’in odasındaki sabit hat telefonun çalmaya başlaması buna engel oldu. Birkaç adımda masasına varan Nazenin telefonun ahizesini kulağına dayayıp, “Dinliyorum Rezzan Hanım,” dedi sakince. Ancak karşı tarafın sözleriyle o sakinlik yok oldu. Yüzü gerildi, kaşları olağanca çatıldı ve bakışları Metehan’a döndü.

Telefondaki konuşmayı duyamayan Metehan ise onun yüz ifadesinden bir şeyler olduğunu anlamış, içeri girip kapıyı da kapatmıştı. Nazenin, “Bağlayın Rezzan Hanım. Bekliyorum,” dedikten sonra odada kısa süreli bir sessizlik oldu. Kadın bu esnada sıkıntıyla kıpırdandı ama ahizeyi sımsıkı tutmaya da devam etti.

“Vali, Nazenin Tuna. Buyurun,  Sayın Bakan’ım.”

Sözlerinin odada yankılanmasıyla Metehan, Nazenin’in neye gerildiğini anlamış oldu. Kendisi de o andan itibaren tıpkı onun gibi kaşlarını çatmış, gerginlikle beklerken, konuşmadan bir şeyler anlamaya çalışmak için dikkat kesilmişti.

“Anlaşıldı, Sayın Bakan’ım. Yarın öğleden sonra sizin yanınızda olacağım. İyi günler.”

İşte bu kadardı. Kısacık birkaç cümle Metehan’a konuşmanın gidişatını anlatmıştı. Telefonu usulca kapatan Nazenin derin bir nefes alıp boynunu esnetti. Birkaç saniye sessiz kalmayı sürdürüp sakinleşmeye çalıştı. Ancak karşısında açıklama bekleyen adamın bakışlarından daha fazla kaçamayıp, “Ankara’ya çağırıyorlar,” dedi. Uzun süre devam edecek sessizliğinden önceki son sözleri ise bunlar olmuştu.

Apar topar hazırlanıp Ankara’ya hareket eden helikopterde yerlerini aldıklarında da oraya varıp askeri misafirhaneye yerleştiklerinde de Nazenin hiç konuşmamıştı. Sanki tüm ihtimalleri ve tüm gerginliğini sessizliğiyle bastırıyor gibiydi. O yüzden Metehan da konuşmamış ya da onu konuşmaya zorlamamıştı. Ankara’ya vardıkları o geceyi yan yana odalarda uykusuz geçirdiler. Ertesi sabah ise ikisinin de ziyaretçileri belliydi. Cihan Başkan ve Seyfettin Paşa. Sabah erkenden misafirhaneye gelip, alınabilecek tüm kararlar üstüne yeniden konuştular. Nazenin ise yine sessiz, sözsüz onları dinlemekle yetindi. Her şeye cevabı olan, inci gibi sözleri, yerli yerinde küfürleri olan o kadın resmen dilini yutmuştu.

Kimse bu sessizliğin sebebini anlayamasa da veya endişeden olduğunu varsaysa da gerçek bu değildi. Nazenin tüm sözlerini ve enerjisini Bakan Bey’e saklıyordu. Bakanlıktan gelen özel araç ve korumalar eşliğinde İçişleri Binasına giderken en büyük dayanağını, Metehan’ı ardında bırakmak sıkıntılarını da endişelerini de körüklemişti sanki.

Ankara’nın caddelerinde araç konvoyu eşliğinde ilerlerken dışarıda günlük yaşamına devam eden insanları izliyordu. Kimi sakin sakin yürüyor, kimi aceleyle koşturuyordu. Herkesin bir derdi, bir telaşı, bir meşgalesi vardı bu hayatta. Nazenin sessizce kendi dertlerini düşündü. Görev emrini duyduğunda her şeye ve herkese rağmen nasıl heyecanlandığını hatırladı. Hayallerinin gerçek oluşuyla dolup taşan gönlünün atışını hatırladı. Yaklaşık altı aydır başına gelen tüm felaketlere rağmen hâlâ aynı çalışma azmini ve sevdasını da hatırladı böylece. O topraklarda yapmak istediği nice şey vardı. Yepyeni hayalleri, hedefleri vardı artık ve bunlar için mücadeleye devam etmeliydi.

Umutsuzlukla düşen omuzları dikleşirken, gözlerinde yer bulan endişe yok olurken araç da durmuştu. Birkaç saniye gözlerini kapatıp soluklandı. “Hadi kızım,” dedi kendi kendine. “Hadi Nazenin. İpler kopmadan bağlaman lazım. Görevine devam etmek için dik durup, aklıselim olup, çatır çatır da konuşman lazım.”

Araçtan inip, bordo etek ve ceketten oluşan takımını düzeltti. Kolunda duran bembeyaz kabanını giydi ve bordo topuklu ayakkabılarının üstünde dimdik durarak binadan içeri girdi. Bakan Bey’in makam odasına girdiğinde gür ve net bir sesle, “Akdağ Valisi Nazenin Tuna. Beni görmek istemiştiniz Sayın Bakan’ım,” dedi.

Karşısındaki koltukta oturan adam kendisine şöyle bir bakıp ayaklanırken, “Hoş geldiniz Vali Hanım,” diyerek adımlıyordu. Karşılıklı durduklarında adam elini uzattı ve tokalaştılar.

“Buyurun oturun.”

Sözleriyle üstündeki kabanı çıkarıp Bakan Bey’in asistanına uzattı. “Teşekkür ederim,” deyip tebessüm ettikten sonra da ardındaki koltuğa oturdu. Bakan da karşısındaki üçlü koltuğun tam ortasına oturduğunda kısa süre bakıştılar.

Bakan, altmışlı yaşların sonunda, uzunca boylu, ak saçlı, saçlarıyla uyumlu bir renge sahip hafif de kirli sakallı bir adamdı.

“Ne içersiniz Vali Hanım? Size ne ikram edelim?” diye sorunca Nazenin belli belirsiz tebessüm etti.

“Şekerli Türk Kahvesi alırım Bakanım.” Ardından da ekledi. “Kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler. Kırk yıl olmasa da birkaç yıl daha hatırımız baki olsun. Kahve şekerli olsun ki ağzımızın tadı da olsun.”

Nazenin’in sözleri karşısında bir an duraksayan ve ne demek istediğini anlamaya çalışan adam kıs kıs gülmeye başlarken, “Senin için, inci gibi sözleri vardır. Dili sivridir. Lafını esirgemez, dediler. Haklılarmış. Alttan alttan yapacağımız konuşmaya gönderme yaptın sanki,” demiş ve göz ucuyla asistanına bakıp devam etmişti.

“Bir şekerli, bir sade Türk Kahvesi alalım.”

Bakan’ın sade kahve isteğinin altındaki imayı anlayan Nazenin, “Sözümü esirgemediğim ve sivri dilli olduğum konusundaki duyumlarınız doğrudur, Sayın Bakan’ım. Ben gelmeden namım gelmiş, desem küstahlık etmiş olmam inşallah,” dedikten sonra adamın az evvel ima ettiği kahve detayına getirdi sözü. “Bakalım görüşmenin sonunda size ikinci kahvenizi şekerli içirebilecek miyim göreceğiz?” deyip gülümseyince Bakan güçlü bir kahkaha atmıştı.

Kolay pes etmeyeceğim, diyorsun yani.Bakan’ın bu sözleriyle yine kısa süre bakıştılar.

“Kolay pes edecek biri olsaydım Akdağ görevinden taa en başında çekilirdim. Akdağ’a ilk gittiğimde görev yazım çıkmadığı hâlde silahlı saldırıya uğradım ama geri adım atmadım. Evime girildi tehdit mesajları, ölü bir hayvan bırakıldı. Olay yerine belki de litrelerce insan kanı sürüldü ama geri adım atmadım. Hastaneye gittiğim bilgisine ulaşan örgüt hastaneyi bastı, insanları rehin aldı ama geri adım atmadım. Makam aracım belediyeye ait bir kamyon tarafından sıkıştırılıp, uçurumdan düşmesi sağlandı yetmedi o araçtan baygın vaziyette çıkartılıp kilometrelerce öteye sürüklenerek götürülüp atıldım. Donayım diye öylece bırakıldım. Dondurucu soğukta yaralı vaziyette saatlerce baygın kaldım, neredeyse hipodermi geçirecektim ama geri adım atmadım. Abimin düğününe, onca özel eğitimli askerin, paşanın, MİT’in, Avukat, hâkim, savcı ve dahi sizlerin de konuk olarak kısa süreli de olsa bulunduğu düğünümüze tehdit mesajı gönderiler diye, Valilik önünde bomba patlattılar diye de bırakmam.”

Saniyeler içinde başına gelen birçok şeyi sıraladığında Bakan, sessizce onu dinlemiş ve izlemişti. Sonrasında doğrulup biraz öne eğilerek Nazenin’in gözlerine baktı ciddiyetle. “Bunların hepsi senin başına geldi, Vali Hanım.”

“Evet, Sayın Bakan’ım doğrudur. Yaşanan olaylardan biri hariç hepsi benim başıma geldi.”

Yaşanan olaylardan biri hariç hepsi benim başıma geldi, sözleriyle Bakan’ın kaşları çatıldı ama konuşmayı sürdürdü.

“O zaman şunu diyebilirim, güvenliğini sağla, huzur ortamı oluştur diye sana bir şehir emanet ettik ama sen bunu başaramadın. Bırak şehri korumayı, vatandaşı korumayı… Kendini bile koruyamadın.” Nazenin duyduğu sözlerin sıkıntısını yüzüne yansıtmamaya çalışarak yerinde kıpırdanıp soluklandı. Birkaç saniye durup düşünerek konuştu.

“Hayır, Sayın Bakan’ım yanılıyorsunuz. Eğer kendimi koruyamasaydım şu an karşınızda canlı canlı oturuyor olmazdım.” Bakan, heh, nidasıyla gülüp arkasına yaslanırken kahveler de gelmişti.

“Yapma, Nazenin Hanım. Bu mu kendini korumak? Yaşıyorsun diye başına gelenleri ve başına gelenler yüzünden şehirde yaşanan kaosu görmezden mi geleyim? Sen az önce, Yaşanan olaylardan biri hariç hepsi benim başıma geldi, derken ne demek istedin?”

İşte bu soru tam da Nazenin’in beklediği, istediği soruydu. Kahvesinden bir yudum alıp bıyık altından gülerek söze girdi.

“Düğüne gelen o not sadece bana gelmedi, Sayın Bakan’ım. O not, o tehdit hepimizeydi. Notu gönderen herkimse benim üstümden sizleri de tehdit etti ve gözdağı verdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en seçkin askerlerinin, en seçkin istihbaratçılarının, hukukçularının ve dahi devletin Bakanlarının olduğu yere elimi kolumu sallayarak tehdit mesajı gönderirim. Siz de beni bulamaz ve bana hiçbir şey yapamazsınız, dedi.”

Bakan, bu sözlerle dikleşip kaşlarını çatarken kahvesini falan unutmuş dikkatlice ona bakıyordu. Nazenin de onun dikkat kesilmiş ve alevlenmeye hazır gözlerine bakarak sözlerine devam etti. Biliyordu ki o alevler az sonra düşmanına boyun eğmemek adına harlanacaktı.

“Şimdi siz, şehirde güvenliği tehdit eden sensin. Her şey sana yönelik oluyor, deyip beni görevden alırsanız o hainlerin ekmeğine yağ sürersiniz. Bakan, MİT yetkilileri, yüksek rütbeli askerler, özel kuvvetler mensubu askerler, hukukçular ve orada kim varsa hepsi korkup sinmiş, geri çekilmiş gibi görünür. Ve en kötüsü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir tane teröristin mesajıyla Valisini görevden almış olur. Geri adım atmış olur. Bu, bu devlete, bu millete, bu şanlı tarihe, bu bayrağa yakışır mı Sayın Bakan’ım?”

Bakan’ın gözlerindeki alevler anbean harlanıp, yüzü gerilip, kaşları çatılırken, Nazenin artık sessizdi. Söyleyeceğini söylemiş, onu ikna etmek için tek kozu olan kelimeleri kullanmıştı. Şimdiki temennisi, o kelimelerin işe yaramasını umut etmekti.

Bakan oturduğu yerde irkilip, çatık kaşlarının altından Nazenin’e bakmayı sürdürürken, “Kimseye o sözleri söyletmez, öyle bir hazzı tattırmayız, Vali Hanım,” diye resmen gürlemişti. Kadın duyduğu bu sözlerle kısa bir soluk alıp biraz olsun gülümsemeye çalıştı. Kısa süren sessizliğin sonunda da sözlerine devam etti.

“Sayın Bakan’ım, biri beni, Nazenin Tuna’yı öldürmek istiyor. Buna artık eminim. Ama o biri aynı zamanda bu devletin şan ve şerefini de zedelemek istiyor. Ben ölsem de buna izin vermem. Bırakın görevime devam edeyim. Gerekirse Şehit düşeyim ama korktular, oyunumuza kanıp emek emek bu toprakların insanıyla bağ kuran, çalışan Valiyi görevden aldılar, demesinler. Zaten istedikleri de bu. Hep buydu. Ben ve benim gibi vatanseverler o insanlara ulaşıp da umut aşılamasın, aşılayamasın diye değil mi yıllardır süren çabaları? Yalnızlaştırmak için, yalnız bırakmak ve bakın yalnızsınız, siz kimsenin umurunda değilsiniz, demek için değil mi? İnsanları kandırmak için değil mi?”

“Doğru, hep bunu yaptılar. Devletin yardımlarını gasp ettiler sonra da size yardım bile etmiyorlar, dediler. Her meslekten devlet görevlisini Şehit edip, eğitimden sağlığa, güvenlikten, kentleşmeye her alanda geri kalınmasına sebep oldular. Sonra suçu yine devlete attılar. ”

Nazenin başını usulca sallayıp, “İşte bunu söylemek istiyordum. Şimdi derseniz ki Nazenin Hanım, seni merkeze, Ankara’ya aldım, yine onlar kazanacak. Bakan Bey, sizin aldığınız karara, verdiğiniz emre karşı gelemem. Ama inanın orada yarım bıraktığım her şey yüreğime ağırlık olur. Onların kazandığını görmek istemiyorum. Gerekirse canım pahasına görevime devam etmek istiyorum,” deyip ayaklandı. “Arz ederim.”

Nazenin artık sessizdi. Tıpkı Akdağ’a gelen telefondan sonra sessizleştiği gibi sessizdi ve Bakan’ın yanıtını, vereceği kararı bekliyordu. Bakan Bey ise düşünüyor, duyduğu sözleri ölçüp tartıyordu.

Bir dakikalık sessizliğin ardından o da ayaklanıp, “Kızım, bu kahve şekersiz olmuş. Bana bir tane şekerli kahve getiriverin,” dediğinde Nazenin derin bir nefes aldı. Bakan Bey ise bunu fark edip bıyık altından gülerken, “Gerçekten ağzın iyi laf yapıyormuş Nazenin Tuna. Görevine devam edebilirsin kızım. Ama…” deyip sağ elinin işaret parmağını usulca ona doğru salladı.

“Sakın bana bayrağa sarılı tabutunu karşılatma. Sakın! Senin gibi vatan evlatları bize lazım. Kanlı canlı lazım.”

***

Askeri misafirhanenin restoran bölümüne girdiğinde cam kenarındaki masada oturan dört adam da ayaklanmış kendisine bakıyordu. Ancak Nazenin’in tek odağı abisi Andaç’tı. Balayından döndüğünü duymamıştı. Ne zaman dönmüşlerdi acaba?

Bu soruyla kaşları hafifçe çatılırken masaya yaklaşıp, “Abi,” dedi sadece. “Canım, nasılsın?” diyen abisine sarıldı. “İyiyim. Siz ne zaman döndünüz?” Andaç gülümsemeye çalışıp, “İçimize sinmedi güzelim. Siz burada olan bitenle uğraşırken…” dediğinde Nazenin de tebessüm etmeye çalışıp hafifçe başını sallamıştı.

Abisinden uzaklaşıp merakla gözlerine bakan babasına, Cihan Başkan’a ve Metehan’a döndüğünde tebessümü büyüdü. Gözleri ışıldadı sanki. Yemyeşil harelerini Metehan’a dikip, “Yarın sabah Akdağ’a dönüyoruz Binbaşı,” dediğinde hepsi derin bir nefes aldılar. Seyfettin bir oh, nidasıyla kızına sarılırken Metehan, “Çok şükür,” derken Andaç da kolunu ona sarmış aynı şeyi söylüyor ve gülümsüyordu.

“Aferin bizim kız. Aferin,” diyen ise Cihan Bey’di. Nazenin’in omzunu sıvazlayıp yerine geçerken diğerleri de sandalyelerine yöneldiler. Nazenin için sandalye olmadığını o an fark eden Metehan, kendi sandalyesini gösterip, “Sen şöyle geç,” diye mırıldanmış, kendine yan masadan bir sandalye almıştı. Çaylar tazelenip Nazenin, Bakan Bey’le yaptığı konuşmayı kısaca anlattığında hepsi kıs kıs gülüyordu.

“Nazenin Tuna, bize konuşmadı ama suskunluğunu sonlandırıp Bakan Bey’i ikna etmiş,” diyen Seyfettin Paşa ayaklanıp parkasını giyerken duraksadı. “Çocuklar,” derken Metehan ve Nazenin’e bakıyordu. “Yarın bayram. Sabah yola çıkacaksanız şimdiden bayramlaşalım.”

“Aaa, doğru,” diyen Nazenin de ayaklandı. Metehan da kendi kendine, “Doğru ya, biz koşturmacadan unuttuk onu,” diyordu.

Nazenin babasına yaklaşıp elini öptü ve alnına koydu. Ardından da kocaman gülümseyerek ona sımsıkı sarıldı. “El öpenlerin çok olsun nazlı kızım,” deyip kızını yanaklarından ve alnından öptü. Nazenin onun kolunun altında durmuş hem ona hem de abisine bakarken, “Bayramınız mübarek olsun. Annemi yarın ararım ama siz benim yerime de öpün,” demiş ve eklemişti. “Bursa’ya gideceksiniz değil mi?”

“Sabah buradaki bayramlaşma merasiminden sonra yola çıkacağız. Öğlene orada oluruz inşallah,” diyen abisine yaklaştı. Kıs kıs gülerek, “Ver elini de öpeyim,” dedi.

“Öp kız. Abiyim ben. Öp.” Abi olduğu için gururlanan Andaç’a hepsi gülerlerken Nazenin abisinin de elini öpmüş ve sarılmıştı. “Birce’yi de ararım ama sen selamımı söyle,” dedikten sonra bir adım geri çekilip avucunu açtı. “Öyle boş boş el öptürmekle olmaz aslanım. Harçlığımı alayım.” Sözleriyle babası, Cihan Bey ve Metehan kahkahayı patlatmıştı.

“Paşam, çok gülme. Sıra sana da gelecek. Beklemede kal,” deyip göz kırptıktan sonra abisine odaklandı. “Hadi hadi, dökül.”

“Kaç yaşına geldin kızım. Ne harçlığı?”

“Olabilir. Ben kardeşim, senden küçüğüm. Ve bayram harçlığı alabilirim.”

“Küçükmüş. Maaşın benden çok lan.”

İşte bu sözlere Nazenin de gülmüştü. “Çünkü ben daha…” deyip durdu ve göz ucuyla Metehan’a bakıp sırıttı. Metehan, bu sözlerin devamını anlayıp sol kaşını havalandırırken yüzünde sakın, der gibi bir ifade belirmişti. “Havalıyım diyecektim. Makamım havalı yani.”

Cihan ve Seyfettin kahkaha atarken Andaç da elini cebine atmış, homurdanarak iki yüz lira çıkarmıştı. “Al al. Makamı havalı kardeşim al.”

“Eyvallah,” diye mırıldanıp sırıtan Nazenin bu kez babasına döndü. “Paşam, sıra sende.”

“Benim makamım ondan daha büyük ama onu ne yapacağız bizim kız?” Sorusuyla sırıtışı büyüyen Nazenin avucunu açıp, “O zaman sen daha çok harçlık vereceksin aslan parçası,” deyince Cihan Bey resmen uluyarak kahkaha atmıştı. Seyfettin de bu sözlere gülüp elini cebine attı, para çıkardı ve hızla sayıp kızına bin lira uzattı.

“Ohh, kısa günün kârı,” diyerek parayı alıp ceketinin cebine atan Nazenin bu kez Cihan Bey’e dönünce kahkahalar yeniden yükseldi. “Başkan’ım, Milli İstihbaratta senden daha üstü yok. En tepede oturmanın da bir bedeli olmalı değil mi ama?”

“Biz bedel ödemeye değil ödetmeye alışkınız ama senin güzel hatırına bu kez ödeyelim bakalım, Vali Hanım,” derken Nazenin onun da elini öpmüştü. “Bayramınız mübarek olsun Cihan Amca.”

“Senin de bayramın mübarek olsun kızım,” deyip kızın yüzünü avuçlarıyla sardı ve yanaklarını öptü. Onları gülümseyerek izleyen Metehan ise göğüs kafesini heyecanla döven kalbine bir yumruk indirip dur ulan durduğun yerde bu manzaraya neden bu kadar heyecanlandın, dememek için zor duruyordu.

“Evet, şimdi tahsilatı alayım.” Bu kez de elini Cihan Bey’e doğru açan Nazenin, kirpiklerini kırpıştırıp sırıtınca Metehan artık daha fazla dayanamadı ve seslice güldü. Başını hafifçe sallarken,  “Soydu soğana çevirdi valla. Helal olsun,” diyordu ki babasının elini cebine attığını gördü. Cihan Bey, MİT’in en tepesindeki koltukta oturmanın bedelini iki bin lira harçlık olarak Nazenin’in eline saydıktan sonra göz ucuyla oğluna bakıp göz kırpmıştı. Ancak o esnada aldığı parayı yine sırıtarak cebine koyan Nazenin bunu fark etmedi.

“Kurşunlanan arabamı satın almak için çektiğin krediyi hâlâ ödüyorum ama araba ortada yok. Neyse buna sonra üzülürüm. Kredime desteklerinizden dolayı hepinize teşekkür ederim,” deyip güldüğünde yine hepsini güldürmüştü. Harçlıklarını zorla da olsa toplamanın mutluluğuyla kabanını giymeye hazırlanıyordu ki aklına gelen şeyle bir an etrafa bakıp, “Bana bakın, Vali rüşvet alıyor, falan demesinler. Yanmayalım,” Deyiverdi. Hepsi bir an durup etrafa baktıktan sonra kahkaha atmaya başlamışlardı.

Abisi hınzır bir gülüşle, “Rüşveti alan kişi olarak bunu da sen düşün, Vali Hanım,” deyince homurdandı. “Sen sus. Sen fakfakir bir adammışsın. Şu adamları gör de feyz al biraz.”

“Sen, Metehan’a niye bulaşmıyorsun? Hadi, o ne kadar dökülecek görelim hadi.” Abisinin imalı bakışları ve sözleriyle durup, bir an Metehan’a bakan Nazenin hafifçe çattığı kaşlarının altından, “Sıra ona da gelecek ama onun sırası yarın. Beklesin o,” demişti. Metehan bıyık altından gülerek bekliyorum, der gibi başını sallayıp babasına yöneldi ve elini öptü, bayramlaştı. Ardından Seyfettin Paşa’nın elini öpüp onunla da bayramlaştı ve Can kardeşine döndü. İki adam sıkıca kucaklaşıp bayramlaştılar. Restorandan çıkacakları sırada babasıyla yan yana gelen Metehan hâlâ az önce gördüğü manzaraya gülümsüyordu.

“Ne sırıtıyorsun lan?” diyen ama kendisi gibi de gülümseyen babasına bakıp daha da sırıttı. “Ne güzel aldı ama paranı. Mis gibi.”

Cihan Bey, Seyfettin, Nazenin ve Andaç’ın önlerinden ilerlemelerini fırsat bilip, “Bakıyorum da çok hoşuna gitti,” deyip fısıltıyla ekledi. “Ama para alması değil de elimi öpmesi hoşuna gitti sanki.”

Babasının sözlerine cevap vermese de yüzündeki ifade içinden geçenleri açık ediyordu. Cihan oğlunun sırtına kolunu dolayıp usulca omzunu sıktı. “Binbaşı…”

“Hmm?”

“Gözlerinin içi gülüyor ulan.” Cihan, oğlunun halini tavrını tiye almak istese de yapamamış, ona heyecanla bakmıştı. Artık ağzından laf çıksın evet doğru anlıyorsun, desin istiyordu.

“Gülen gözlerime değil, o gözleri güldürene bak Başkan’ım. Ben olayım ya da olmayayım sen, ona her zaman bir baba gibi bak.”

Metehan’ın sözlerini anlamak zor değildi. Nazenin’i emanet ediyordu. Olur ya başına bir şey gelir, gider de dönemezse diye emanet ediyordu. Bunun bilinciyle zar zor yutkunan Cihan, başını salladı usulca. “Gözün arkada kalmasın aslanım. Hiçbir zaman kalmasın. Emanetine her zaman sahip çıkar, baba olurum.”

Kısa bir an birbirlerine bakıp eyvallah, der gibi başlarını salladılar. Ama Cihan’ın boğazındaki yumru da yüreğindeki sancı da geçivermedi. Aralarındaki sohbetin ağırlığını yok etmek için, “Metehan, akşam gel de anneni de gör,” dedi. Sonra durdu ve birkaç adım ötesinde kendilerini bekleyen üçlüye baktı. Ardından gözlerini Nazenin’e dikip, “Hatta birlikte gelin. Melek çok mutlu olur,” diye ekledi. Nazenin aniden gelen bu davete ne diyeceğini bilemeyip, babasının varlığından da telaşlanırken Metehan durumu anlayıp cevap verdi.

“Nazenin Hanım’ın başka bir programı yoksa ve eğer isterse birlikte geliriz.”

“Başka bir planım yok ama…” diye kem küm eden Nazenin, ne diyeceğini bilemeyip sustu. Seyfettin ise, “Git kızım git. Havan değişsin. Hem Melek Teyzenle birlikte anneni ararsınız mutlu olur,” deyince derin bir sessizlik oluştu. Ne bilsindi Seyfettin Paşa, kendi elleriyle yetiştirdiği kurda, gözünden sakındığı kuzusunu emanet ettiğini.

“Peki, madem…” diye mırıldanan Nazenin, huzursuzca kıpırdanıyor bu hâli ise durumu fark eden Metehan, Cihan ve Andaç’ı gülmenin eşiğine getiriyordu. “Hadi bakalım o zaman,” diyerek bodoslama araya giren Cihan Bey, Seyfettin’e sarılıp bayramlaştı. Andaç da ayrılmadan önce Cihan’ın elini öpüp bayramını kutladı ve herkes kendilerini bekleyen araçlara geçtiler.

Nazenin, babası ve abisinden ayrılıp derin bir soluk koy verirken Metehan kıs kıs gülüyor, Cihan Bey ise burnunun ucunu parmak uçlarıyla kaşıyordu. Tabii bu gülmemek için verdiği uğraştan başka bir şey değildi.

“Gülün gülün. Seyfettin Tuna, size ağız dolusu söverken de ben güleceğim ama. Alınmaca yok.”

Sözleriyle baba oğul kahkahayı patlatırken yola koyulmuşlardı. Böylece Nazenin de aklındaki Cihan amca aramızdaki duygusal yakınlığın farkında mı? sorusuna cevabını almıştı. Evet, Cihan Kılıçarslan her şeyin farkındaydı ve bundan gayet keyif alıyor gibi görünüyordu.

Bir saat süren yolculuğun ardından iki katlı müstakil evin bahçesine giren araçtan inip ilerlediler. Daha kapıya varmadan Melek Hanım kapıyı açıp, “Nazenin, hoş geldin kızım,” dediğinde Nazenin kıpkırmızı kesilmişti. Cihan Bey ise olayın hâlâ gırgırındaydı.

“Biz defolup gidebiliriz galiba aslanım. Anan bütün hazırlıklarını Nazenin’e yapmış gibi görünüyor.” Bu sözlerle iyice kızarıp bozaran genç kadın, mahcup bir tebessümle Cihan’a bakıp yeniden Melek’e odaklandı.

“Hoş bulduk, Melek teyze. Habersizce aniden geldik ama.” dediği anda Melek yüzünü buruşturdu. “Ayy, saçmalama Nazenin. Geç hadi içeri. Dışarısı soğumuş,” diyerek onu kolundan tuttuğu gibi eve sokmuştu. Nazenin, eve düşen yıldırım misali içeri girmiş olmanın şaşkınlığıyla öylece kalırken elinde tuttuğu tatlı kutusunu hatırladı.

“Bunu size almıştım.”

“Ne gerek vardı kızım, ben zaten her şeyi hazırlamıştım.” Yol üstünde gördüğü bir tatlıcının önünde arabayı zorla durdurup tatlı almasına sitem eden Cihan Bey Ve Metehan başlarını biz demiştik, der gibi sallarken onları hiç umursamamaya çalıştı.

“Eli boş gelinmez Melek Teyze. Eminim sen de çok güzel şeyler hazırlamışsındır ama olsun.” Melek onun sırtını sıvazlayıp tebessüm ederken bir yandan da kabanını alıyordu.

“Teşekkür ederim canım, düşünmüş almışsın,” deyip durdu ve holün devamını işaret ederek, “Geç lütfen, rahatına bak,” dedi. Elindeki kabanı askıya asıp, oğluna yönelirken çoktan kollarını açmış, onu sarıp sarmalamaya hazırdı.

“Gel bakayım gel, koca adam…” deyip oğluna sımsıkı sarıldı. Metehan da olabildiğince eğilip annesiyle aynı boya gelmeye çalışırken onu sarıp sarmalamıştı. Hatta Melek Hanım, oğlunun kolları arasında kaybolmuştu sanki.

“Annem…” diyen Metehan biraz geri çekilip kadının elini kavradı ve öpüp başına koydu.

“Nasılsın?”

“İyiyim yavrucuğum sen nasılsın? Siz nasılsınız?” Bir an duraksayan Melek Hanım ardında kalan Nazenin’e doğru da döndü. İkisine de hızlıca göz attı. “Her şey yolunda mı çocuklar? Nazenin, kızım sen iyi misin? En son düğün akşamı görüşmüştük.”

“İyiyim, Melek Teyze teşekkür ederim. Şimdilik her şey yoluna girmeye çalışıyor, diyelim.” Melek anladım, der gibi başını usulca sallarken kolları arasındaki oğlunu hatırlayıp yüzünü okşadı.

“Hadi, elinizi yüzünüzü yıkayın ve sofraya gelin.” Metehan’ı bırakıp bu kez kocasına yönelmiş, Cihan Bey’in koluna girip omzuna başını yaslamıştı.

“Sen de hoş geldin Başkan’ım. Ne iyi ettin de çocukları getirdin. Vallahi keyfim yerine geldi.” Cihan Bey, karısının sözleriyle gülümseyip ona eğilmiş ve alnına küçük bir buse kondurmuştu.

“Hoş buldum Melek’im. Nasılsın?” Karı koca aralarında sohbete başlarken Metehan da kabanını çıkarıp askıya asmış, Nazenin’e dolaptan bulduğu bir çift terlik vermiş, ardından da onu üst kat merdivenlerine yönlendirmişti.

Ahşap merdiven basamaklarını ağır ağır çıkarlarken, “Geldiler mi? Hani neredeler?” diye bağıran Elif’ti. İkisi de onun heyecanlı bağırışlarına gülerek üst kata vardıklarında Metehan, “Geldik abiciğim. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, sofraya geleceğiz,” diyordu ki Elif arkalarından koşa koşa basamakları çıkmaya başladı.

“Ayy şaka mı? Vali, evimize gelmiş.” Sözleriyle alt katta Melek ve Cihan, üst katta ise Nazenin ve Metehan kahkaha atmıştı. “Deli bu kız,” diye mırıldanan Nazenin, görüş alanına giren kıza gülümseyip, “Merhaba,” derken Elif çoktan ona sarılmıştı.

“Ne merhabası yengeciğim ya. Yabancı gibi. Lütfen ama.” Elif bu sözleri fısıldayarak söylese de Metehan net olarak duymuş ve bir kahkaha daha atmıştı. Hem de dolu dolu. Hem de içi eriye eriye. Ne güzel demişti ama Elif’i yenge, diye.

“Aferin kız çitlembik.” Sözleriyle kardeşini takdir eden Metehan’ın keyfi yerindeydi de Nazenin çoktan kıpkırmızı kesilmişti. “Metehan!” diye carlayıp, ona ters ters bakarken bir yandan da Elif’e sıkıca sarılıyordu.

“Kızım sen de sus. Yenge menge deme. Annenle baban duyacak şimdi. Sonra ayıkla pirincin taşını.” Elif kıs kıs gülüp omuz silkerken Metehan ikisine de yaklaşıp kocaman bedenini onlara sardı. Bir kolunun altına kız kardeşini, diğerine ise sevdiği kadını alırken ikisinin de başlarının üstünü usulca öptü.

“Ben de taş gibi adamım. Beni de ayıklasana güzelim,” deyip sırıtan Metehan’ın tek amacı vardı o da Nazenin’i sinir etmek ve inci misali sözlerini işitmek. Ve istediği de olacak gibiydi. Elif, abisinin sözleriyle kahkahalara boğulurken Nazenin derin bir nefes aldı. Ardından da ağzını açtı ki ne açmak.

“Ayıklamayacağım seni. Seni, orta yerinden bir ayıracağım göreceksin. Taş gibi olduğun belli…”

“Bellidir canım. Maşallahım var bak. Taş gibi herifim. Kaçırma sen beni.”

“Kafan taş gibi Metehan, kafan. Taş kafalı herifsin. Aklımı kaçıracağım,” dese de Metehan umursamadı bile. Sadece keyifle sırıttı. Aklına gelen şeyle duraksayıp Elif’in omzunu sıkarken kardeşiyle göz göze geldi.

“Söyle taş gibi abim söyle.”

“Kızım, Nazenin Yengen babamdan bir bayram harçlığı kopardı kiii…” deyip durdu önce. Derin nefes alıp ıslık öttürdükten sonraysa devam etti konuşmaya. “Bak öyle böyle değil.”

Elif, kocaman açtığı gözlerini abisinden çekip Nazenin’e dikerken genç kadın homurdanarak “Hâlâ yengen diyor. Gerçekten deli olacağım,” diye söyleniyordu. Elif ise o muhabbeti çoktan geçmiş, para mevzusuna odaklanmıştı.

“Nazenin yenge…”

“Yenge?”

“Tamam ya Nazenin abla…” diyen Elif’e bakıp başını hafifçe salladı.

“Ne kadar para aldın n’olur söyle. Alt limitimi bileyim.” Elif’in yalvarışlarına mı yoksa söylediği sözlere mi gülse bilemeyen Nazenin, dudaklarını kemirirken omzundan göğsüne doğru sarkan eli tuttu usulca. Metehan’ın parmağındaki yüzüğü parmak uçlarıyla kavrayıp yavaş yavaş çevirirken yaptığından habersizdi ancak yüzüğün sahibi durumun gayet farkındaydı. Ve bu hoşuna gidiyordu.

“Şimdi Elifciğim, ben bir miktar harçlık yolmuş olabilirim ama…”

“Ama falan yok. Söyle n’olur.”

“Ama söylemem doğru olur mu bilmiyorum? Yani sonuçta iki bin lira aşırdım.” Sözlerini noktaladığı an Metehan kahkahayı basmıştı. Elif ise aldığı cevapla odasına yönelmiş, “Alt limit iki bin. Alt limit iki bin. Güzel para oh beleş. Annem, Nazenin ablana eşofman takımı ver, dedi. İki bin cepte. Mis gibi. Her gün bayram mı olsa ya?” diye sayıklıyor ve odasına gidiyordu. Onun halini gören ikili ise bir kez daha gülmeye başlamıştı.

Üst katta dönen muhabbetlerin her birini merdivenin aşağısından dinleyen Melek ve Cihan ise nefeslerini tutmuş, gülmemek için çabalıyordu. Ama onların halinden kimsenin haberi yoktu. Cihan Bey, “Ayy, Cihan…” diye fısıldayan karısına bakıp güldü. Tıpkı onun gibi, “Ayy, Melek, söyle…” deyince karın boşluğuna bir yumruk yedi.

“Dalga geçme de konuş. Şimdi bu çocuklar…” yerinde duramayıp kıpırdanırken Melek’in gözleri ışıldıyordu. Cihan ise karısının haline gülerek onu mutfağa yönlendirdi.

“Var bir şeyler de ağızlarından laf alınmıyor. Bekleyip göreceğiz.”

“Yahu görünüyor işte. Her şey ortada. Ben zaten taa Akdağ’a gittiğimizde şüphe etmiştim aralarında bir şey mi var diye ama dillendirememiştim.”

Onlar fısır fısır durum kritiği yaparken Metehan da Nazenin’e banyoyu göstermiş sonra da odasına ilerlemişti. Birkaç dakika çocukluğunun ve gençliğinin bir kısmının geçtiği odaya bakarken ardından gelen adım seslerini duydu. Nazenin’di gelen. Usulca, temkinli adımlarla, rahatsız etmekten çekinerek ama biraz da merakla odasında adımlıyordu.

“Gel güzelim,” deyip kolunu açtı ve bekledi. Onun için açtığı yere gelsin, yerleşsin diye bekledi. Ve oldu. Bir umutla yaptığı hareketi karşılık bulup, Nazenin kolunun altına girerken yandan yandan baktı kadına. Sonra, gün boyunca fark ettiği ama dillendiremediği o detaya gülümseyip mırıldandı.

“Bordo yakışmış.” Nazenin hafifçe başını geri atıp gülümseyerek gözlerine bakınca solukları tekledi adamın. Ah o gözler. Yemyeşil, Marmaris’in ormanlarını kıskandıracak kadar güzel ve yeşil o gözler yaktı yüreğini sanki. Zaten o gözler değil miydi taa ilk tanıştıkları an bile dikkatini çeken, dikkatini dağıtan? Şimdi kolunun altında usluca duran bedenden yayılan yasemin kokusu değil miydi üstlerine yağan mermilerin barut kokusunu bile bastıran?

“Nazenin…” dedi soluk soluğa kalmış da son kelimesini söyler gibi. Son kelimesi sevdiği kadının adı olsun ister gibi. Hâlâ gözlerine bakıp gülümseyen kadın, kolunun altından çıkmadan bedenini bedenine çevirdi, sağ elini de kalbinin tam üstüne koyup

“Bordo bir tek sana mı yakışıyor sanıyordun yoksa Binbaşı?” diye mırıldandı.

“Sana benden daha çok yakışmış güzelim,” derken eğilip kadına sıkıca sarıldı ve boynundan derin bir soluk aldı.

“Görüşmenin olumlu geçmesini kutlayamadım, Vali Hanım.” dediğinde Nazenin kıs kıs gülmüş ve elinin altında hızla çarpan kalbi okşamıştı. Metehan’ın kalp atışlarını bu kadar net hissetmek mi hoşuna gitmişti yoksa o atışların sebebi olmak mı? Kendisi de bilemiyordu. Ama sebep ne olursa olsun güzeldi ve değerli hissettiriyordu.

“Neden acaba? Yanımızda babam olduğu için olabilir mi? Yoksa sen abim ve babandan pek çekinmiyorsun gibi,” deyip imayla kaşını kaldırırken akılına gelen şeyle ondan biraz uzaklaştı. Ancak çok da uzağına gidemedi çünkü belini iki yandan saran kollar buna engel oluyordu.

“Sen var ya, az değilsin Metehan Kılıçarslan,” diye çıkıştı. Onun neyi kastettiğini anlayamayan Metehan ise hâlâ aynı duygularla içi giderek bakıyordu kadına. Bir kolunu belinden uzaklaştırıp yüzünü kavradı ve okşamaya başladı.

“Duyurmadığın, göstermediğin kimse kalmasın diye kasıtlı mı uğraşıyorsun?” diye çıkışan Nazenin’e daha dikkatli bakıp, kaşlarını birazcık çattı.

“Neyi?” diye sordu anlamıyor gibi yapıp sonra da gülerek. Nazenin ise onun bu haline iyice sinirlenirken adını soludu.

“Metehan!”

“Cevap vermedin ki Sayın Vali’m. Cevap verseydin eğer evet, ilişkimizi herkes öğrensin diye uğraşıyorum derdim. Ama sen hâlâ cevap vermedin,”  derken son sözlerinde hüsran belirtileri vardı.

“Orospu çocuğu mesaj. Gelecek zamanı buldu. O gece bana cevap verecektin. Ne güzel öpecektin, kavuşacaktık işte.” Nazenin, adamın isyan eder gibi sözlerine normalde gülerdi. Hatta keyifle gülerdi ama şimdi kendini tutmalıydı. O yüzden adamın yüzüne ciddiyetle bakmaya çalıştı.

“Yok sana cevap falan. Öpecektin, diyor bir de! Öpmek falan yok.”

“Emin misin? O gece öpmeyecek gibi görünmüyordun!” Sözleriyle gözlerini deviren Nazenin onun son sözlerini duymazdan gelmeyi tercih etti. Çünkü o sözler doğruydu. Az daha öpecekti Metehan’ı ve cevabını öyle verecekti. Ama olmamıştı işte. Yine duvarlar çekilmiş, çizgiler çizilmişti aralarına. O Binbaşı olmuştu, kendisi ise Vali.

Düşüncelerinden sıyrılırken, “İnsan içinde benden uzak dur,” deyince Metehan sondaki not edasıyla söylediği ayrıntıya güler gibi oldu.

“Uzak durmuş! Kolaydı. Söylemesi.”

“Bu yakın olma sevdası, herkes duysun çabası nedir anlamadım ki?” Nazenin, laf dalaşını sonlandıracak başka yol bulamamış ve kaçmak istemişti ama Metehan’dan uzaklaşamamıştı.

“İşine gelmeyince ne güzel anlamıyorsunuz öyle, Sayın Vali’m!” deyip soluklanan adam, ona doğru eğildi biraz ve fısıldadı. “O zaman şu sözlerimi de duy anla.” Yine durdu ama uzun sürmedi sessizliği. Kendisini dinlemeye hazır olan kadına baka baka dile getirdi içindekileri.

“Ben herkese azım da sana çok fazlayım be Nazenin Hanım. Herkese çatık kaşlıyım mesela ama sana hiç çatılamıyor bu kaşlarım. Herkese iki, bilemedin üç kelimeyim de sana gelince…” diye fısıldayıp biraz daha eğildi ve kadının dudaklarının çok yakınında durdu.

“Methiyeler düzüyorum güzelliğinden. Herkese taş gibi olan bu kalbim sana gelince pamuk gibi oluyor. Eriyor, bitiyor sanki,” derken Nazenin’in yüzünde beliren tebessümü de gördü, gözlerinden akmaya hazırlanan yaşları da. Yüzüne sardığı elini aşağı doğru indirip parmak uçlarını şah damarının üstünde durdurdu. Daha ilk dokunuşta parmak uçlarındaymış gibi atan kalbinin hızını hissetti.

Kendi kalbi nasıl hızla atıyorsa Nazenin’in kalbi de öyle atıyordu. Kaza gecesindeki gibi yine alınları birleşmiş, zaman sanki onlar için ağırlaşmış ve onları içine hapsetmişti. Aynı anda nefes alıp verirken birbirlerinde can buluyor, canan oluyorlardı. Hemdem oluyorlardı, yine.

“Ağlama… Ağla diye söylemedim,” diye fısıldayan Metehan kadının belindeki diğer elini sardı bu kez yüzüne ve gözlerinden akmak üzere olan yaşları parmak uçlarıyla tuttu. O sırada derin bir nefes daha alan Nazenin fısıldadı boğazına düğümlenen sözlerini.

“Bordo giydim, çünkü sen yanımda değilken bile yanımda seni hatırlatacak bir şey olsun istedim. Sanki her an aklımda değilmişsin de seni hatırlamaya ihtiyacım varmış gibi!”

Metehan duyduğu sözlere sessizce gülerken, “Beni aklından çıkaramadığını bilmek güzel,” dedi ve tıpkı onun gibi derince soluklandı. Belki Nazenin, onun gibi sözler söylemiyor, söyleyemiyordu ya da işleri gereği her an çok rahat adımlar atamıyor, resmiyetin arkasına saklanıyor, kendine çizdiği sınırların gerisinde duruyordu ama biliyordu Metehan. O söyleyemese de biliyordu. Hızla atan kalbinin her vuruşunun kendisi için olduğunu biliyordu.

“Seni aklımdan çıkarabilmek ne mümkün taş gibi herif.” İşte bu sözleri söylemesiyle dağıldı duygusallık ve ikisi de doyasıya gülmeye, kahkaha atmaya başladı. Birbirlerinden biraz uzaklaşıp kendilerini toparlamaya çalışırlarken Nazenin merakla odaya göz atmaya başladı.

Kapının sol tarafında çift kişilik bir yatak, başucunda iki çekmeceli komodin, üstünde ise gece lambası vardı. Yatağın ayakucunun sol tarafında epey uzun ve geniş bir kitaplık duruyordu ve kitaplar yan yana değil de üst üste yerleştirilmişti. O kadar çok kitap vardı ki muhtemelen yan yana konduklarında raflara sığmadığından böyleydiler.

Nazenin, hafif çatık kaşlarının altından önce kitaplığa ardından da Metehan’a baktı ve şaşkınlığını gizleyemeden gülümsedi.

“Kitaplarla aranın bu kadar iyi olduğunu hiç fark etmemiştim Binbaşı,” derken oraya doğru adımlayacak oldu ama tereddüt ederek duraksadı. İzin ister gibi Metehan’a baktığında adam gülümseyerek başını sallamıştı. Nazenin heyecanla kitaplığın önüne gidip, raflardaki kitapları incelerken Metehan ise kalçasını ardındaki çalışma masasına dayamış, bacaklarını biraz ileri uzatıp dengesini sağlarken kollarını da göğsünde bağlamış onu izliyordu.

Yıllar evvel okuduğu kitaplarına bakan kadının tepkilerini merakla izliyor ve ne söyleyeceğini ise bekliyordu. Daha gençlik yıllarında ellerinde tuttuğu, parmaklarının değdiği, gözünün her satırında dolaştığı kitaplarında şimdi Nazenin’in gözleri geziniyor, parmak uçları onlara dokunuyordu. Bu görüntü neden yüreğinde çarpıntıya sebep olmuştu anlamış değildi. Ama hislerinden sebep olmalıydı.

Çünkü bir insanın okuduğu kitaplara ve dinlediği şarkılara bakmak o insanın ruhuna bakmak gibiydi. Şu an Nazenin yirmi beş yıl evvelki genç Metehan’a dokunuyor gibiydi. Sanki ona bakıyor, keşfetmeye, anlamaya çalışıyordu. Metehan’ın yüreğindeki çarpıntı da bundandı elbet. Kimseye açmadığı odasını açmıştı ona. Kimseye açmadığı gönlünü açtığı gibi. Ve kimseye açmadığı mahremini, mabedini gönlündeki kadına sunmuştu.

“Rus edebiyatı mı İngiliz Edebiyatı mı favoriniz Binbaşı?” diye mırıldanarak soran Nazenin, Shakespeare’den Jack London’a, Emily Bronte’den Dostoyevski’ye, Tolstoy’dan Stefan Zweig’e uzanan ve nice eseri barındıran kitaplara dokunuyordu usulca.

Tam o anda beline dolanıp sıkıca saran kolları, omzuna yerleşen hafif sakallanmış çeneyi hissetti ve parmakları Stefan Zweig’in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, kitabının üstünde kaldı.

“Bekledim, bekledim, seni kaderimi beklercesine bekledim,* der kitapta. Yıllar evvel okurken anlamlandıramadığım bu satırlar şimdi çok anlamlı. Seninle anlam kazandı,” diye fısıldayan adam derin ama ağır ağır bir soluk alıp konuşmaya devam etti.

“Ama ben Türk Edebiyatı severim güzelim. Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim, Gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda,** diyen Oğuz Atay’ı severim. Çok sevmek yetmez; mühim olan güzel sevmek,*** diyen Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nu çok severim mesela. Ve yirmi beş yıl önceki ben, bu sevginin bana Çalıkuşumu getireceğini de bilemezdim.” Sözlerinde bahsi geçen Çalıkuşu’nun kendisi olduğunu anlayan Nazenin sessizce durdu.

Az önce Metehan, yanağına düşüp usulca süzülecek gözyaşını durdurmuştu ama o yaşlarını gün yüzüne de yine kendisi çıkarmıştı. Bu kez süzüldü gözyaşları yanağına. O yaşlara inat yüzünde bir gülümseme vardı Nazenin’in Adamın kolları arasında dönüp gözlerine bakarken ‘’İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esir gibi bir şey oluyor, Reşat Nuri ne kadar da haklıymış,” diye fısıldadığında bir damla daha yaş düştü yanağına ama bu kez Metehan yakalayıverdi onu.

Ve fısıltıyla, “Benim seni, senin beni sevmen, kırk yılı doldurmak üzere olan ahir ömrümün en güzel felaketi olabilir, Nazenin Hanım,” deyip gülümserken kadını alnından öpmüş ve öylece beklemişti. Aralarında sessizlik uzayıp giderken ikisi de sabırlı ve sakindi. Sanki birbirlerine müsaade ediyor, biraz toparlanmaya çalışıyorlardı ama asla birbirlerinden de uzaklaşmıyorlardı. Bir dakikanın sonunda Nazenin alnını adamın göğsüne dayadı. Alnının değdiği yerdeki sert nesnenin Metehan’ın künyesi olduğunu anlasa da çekmedi alnını. Sadece usulca fısıldadı.

“Korkuyorum Binbaşı.” Metehan sessiz bir gülümsemeyle göz hizasındaki kitaplığa bakarken elini kadının saçlarına uzatıp okşadı. “Korktuğunu biliyorum ama neyden korktuğunu, neyden ve neden kaçtığını hâlâ net olarak anlamış değilim.” Sözleriyle Nazenin başını kaldırdı ve yine gözlerine baktı.

“Ya seni, senin beni sevdiğin kadar güzel sevemezsem? Ya kırıp döker, her şeyi batırırsam, ya bir daha yüz yüze bile bakamayacak hâle gelirsek komutan?”

Metehan, Nazenin’in söylediklerine burukça gülüp başını sallarken, “Böyleyken yanımdasın, yürüdüğümüz yolun adını değiştirirsek ve o yolda yürüyemez de seni kaybedersem, diyorsun,” diyen adamın söylediği her kelimeye başını salladı.

“Varlığını biliyorum, varlığının güzelliğini biliyorum. Ama ya yokluğun? Ya bir gün yanıma bakar da seni göremezsem, artık orada olmazsan? Varlığına alışıp yokluğunla sınanmak…” derken omzunun üstünden kitaplığa bakıp, Bilinmeyen bir kadının mektubu, kitabını işaret etti.

Yine yalnızım, her zaman olduğumdan çok daha fazla yalnızım, ***** diyen o kadın gibi olmaktan korkuyorum. Ben tek başıma olmayı, yalnız olmayı biliyordum. Çünkü öyle büyümüştüm. Sonra sen geldin ve bana seninle olmayı öğrettin. Ya gidersen?” İşte sözlerini usul usul asıl korkusuna getirmişti. Korkusu, birlikte bir yolda yürümek ya da yürüyememek değildi. Zaten Nazenin Tuna, korkak bir kadın değildi ki. Denerdi, denenmemiş tüm yolları. Asıl korkusu kaybetmekti. Metehan’ı kaybetmek ve onsuz kalmak, onsuz eksik kalmaktı tüm derdi de korkusu da.

Metehan farkına vardığı bu gerçekle zorla yutkunup soluklanırken, “Sana, aniden yanından gidivermem diyemem. Bir gün bir bakarsın ki ben çoktan gitmişim. Benden bunun sözünü isteyemezsin çünkü hayat bu, hepimiz her an gidebiliriz. Aslolan, gitmeyi düşünüp yaşamaktan korkmak değil ki. Tüm korkularımıza ve gitme ihtimallerimize rağmen yan yana olduğumuz, aynı zamanda soluklandığımız, hemdem olduğumuz her anı doyasıya yaşamaktır,” dedi ve bekledi. Sözlerini anlasın, içinde yerli yerine koysun diye bekledi.

“Her şeyi planlayamazsın, Vali Hanım. Bırak planlar yapmayı, doyasıya yaşa. Yaşadım de, ne güzel sevdik be, diyelim. Sevmenin zamanı yok anla bunu. Bir anda bulduk birbirimizi ama sen durdun her şey yoluna girsin diye bekliyorsun. Beni de durdurup bekletiyorsun. Ben seni beklerim güzelim. Son nefesime kadar beklerim de zaman geçip gidiyor. Bir gün ardımıza bakıp geç kaldık galiba dememek ve yaşayamadıklarımıza pişman olmamak için indir şu zırhını da bırak seveyim seni,” deyip kadını belinden sardığı gibi yüzüne eğildi ve dudaklarına sokuldu.

“Hadi sev beni,” diye fısıldadı. Bu sözlerle kadının yüzünde buruk ama ışıl ışıl bir tebessüm belirince de birkaç kelime daha ekledi sözlerine. “Olur ya, korkun gerçek olur da ben gidersem de ardımda gururlu bir kadın bırakırım. Dimdik duran, kimseye boyun eğmeyen, beni de sonsuza dek gönlünün en güzel yerinde taşıyacak bir Nazenin bırakırım. Gururla.”

Dudakları birbirine dokunup ikisini de ürpertirken solukları kesildi sanki ve tam o an, “Eşofman getirdim,” diyen sesle donup kaldılar. Metehan, gerçeğe dönmelerine sebep olan bu sese tepki olarak içten bir homurtu koy verdi. Resmen içinden dışına bir canavarın uğultusu yükseliyordu.

“Elif!” diye evi inletirken, Elif odanın kapısında belirmiş ve onları dip dibe görüp kalmıştı.

“Ayy, pardon ya böldüm galiba,” deyip kıkırdarken elindeki eşofman takımını yatağa fırlatmış ve koşarak uzaklaşmaya yeltenmişti ki Metehan çevik bir hareketle terliğini ayağından havaya doğru fırlattı. Terliği havada yakalayıp, koşmaya hazırlanan kardeşine fırlattı.

“Laaaan. Eliffff!” Bağırışlarına devam ederken Elif tam kafasının arkasından vurulmuştu. Hem de ev terliğiyle. Hem de bordo bereli abisi tarafından.

“Ayy! Pardon dedik ya oğlum ne vuruyon ya,” diye can havliyle olay yerinden uzaklaşan Elif’i takip etmek için bir hışımla kapıya yönelen Metehan’ı durdurmak olay yerindeki diğer şahsa kalmıştı. Yani Nazenin’e.

Nazenin saniyeler içinde olan biten ve bir hayli komik an sebebiyle kahkahasını tutamamıştı ancak Metehan’ı kolundan tutmuştu. “Metehan saçmalama dur,” demeye bile zorlanıyordu çünkü gülmekten konuşamıyordu. Adamın onca zaman bekleyip, uğraş verip, dil döktüğü ve almak üzere olduğu öpücüğü yine hayal olmuştu. Evren öpüşmelerini istemiyordu galiba.

“Sen neye gülüyorsun? Hıı sen neye gülüyorsun?” diyerek bu kez kendisine dönüp, belini iki yandan kavrayan adamın gözlerindeki alevleri görünce kadının kahkahaları son buldu. Metehan öyle bir bakıyordu ki gözleri kapkara olmuş, sinirden çenesi kasılıp kalmıştı.

Belini saran eller bir anda bedenini havalandırınca Nazenin telaşla Metehan’ın omuzlarına tutundu. “Metehan!” diye bağırsa da adama hiçbir şey işlemiyordu sanki.

“Gülme, bana bak gülme. Öp artık be kadın. Çatladık be.”

“Çatladık mı? Siz kimsiniz?”

“Biz, baya kalabalığız ve çatladık yemin olsun. Bir öp artık da hepimiz rahat edelim. Allah’ın adını verdim bak. Eğer beni öpmeden bu odadan çıkarsan yıkarım bu evi.”

Nazenin, yeni bir kahkaha krizine girerken havada sallanan bacaklarını Metehan’ın beline doladı. Mecburen!

“Metehan saçmalama bırak beni.”

“Bırakayım mı? Emin misin? Bırakmamı istemiyor gibisin ama,” derken beline sarılan bacaklara dokunup, usulca sıkmıştı. Bu ufacık dokunuşla irkilip titreyen Nazenin ise, “Bana bak, beni delirtme, bırak dedim. Annenler görecek rezil olacağız,” diye bağırıyordu.

“Ben rezil olmuşum, rezilim çıkmış benim. Kırk yaşında herifim…”

“Taş gibi herif…” deyip kıs kıs gülen kadına bakıp bir an kaş çattı ama demişti ya çatılmıyor bu kaşlar sana diye. Yine çatılmadı kaşları. Tıpkı onun gibi gülmeye başladı. “Evet, taş gibi herifim ve sen beni öp diye rezilim çıktı be.”

Nasip değilmiş, diyelim bu olayı başka bir güne bırakalım. Hadi, indir beni yoksa rezil olacağız. Herkes yemeğe bekliyor, hadi.” Metehan inatla direten kadına bakıp başını usulca sallarken bıraktı ufak tefek bedenini ve ayakları üstünde durduğuna emin olunca bir adım geri çekildi. Derin bir nefes alan Nazenin ise biraz sakinleşmek için etrafa bakındı.

Gözleri yatak, dolap, boş duvarlar ve yerdeki halı üstünde gezdi. Sonra masaya ilişti bakışları. İşte o esnada gördü masanın üstünde duran fotoğraf çerçevesini. Masaya yaklaşıp çerçevedeki fotoğrafa dikkatle bakarken gülümsedi. “Abim mi bu?” diye sorarken heyecanına engel olamamıştı.

“Hmm, fotoğrafı Askeri Lise’nin ilk senesi biterken çektirmiştik.”

“Abimin bu hallerini hayal meyal hatırlıyorum.” Sözlerine gülümseyen Metehan, “Hayal meyal hatırlaman normal, biz on beş yaşındayken sen altı yaşında küçük bir kız çocuğuydun sanırım,” derken ona sokulup arkasından sıkıca sarıldı. Başının üstünü öptü. Bu sırada Nazenin ise hem onun sözlerine hem de fotoğraftaki yüzlere gülüyordu. Suratlarında tüy bitmemiş delikanlılara bakıp başını hafifçe salladı. Metehan’ın on beş yaşındaki hâlini dikkatle incelerken bir yandan da göz ucuyla omuzuna yerleşmiş yüzünün şimdiki hâline bakıyordu.

O zamanın toy delikanlısı şimdi yirmi beş yılı geride bırakmış, yer yer saçlarına aklar düşmüş, favorileri bembeyaz olmuş, gözlerinin yanında çizgiler belirmiş ve olgunlaşmış vaziyette omuzunda duruyor ve gençliğine tebessümle bakıyordu.

“İyi ki o zaman karşılaşmamışız Binbaşı.”

“Neden?” diye merakla sordu Metehan. “Küçük bir kızın kalbini çalarmışsın,” cevabınaysa içten bir kahkaha atarken dudakları Nazenin’in boynunu bulmuş ve uzunca öpmüştü.

“İyi ki o zaman karşılaşmamışız, Vali Hanım.” Sözlerini söylerken kıs kıs gülüyordu ki Nazenin onun bu küçük oyununa ayak uydurdu. “Neden?” Sorusuyla da ikisi de gülmeye başladı.

“O yaştaki bir kıza gönül veremezdim. Yani bu hiç doğru olmazdı.”

Nazenin kaşının birini havalandırıp, ağır ağır iç çekti. Uyarır gibi de mırıldandı. “Metehan!”

“Ne? Yalan mı?”

“Değil, yalan değil. Muhtemelen ben o yaşlarda pembe tüttü etekli elbisem, başımın iki yanından sarkan saçlarım ve saçlarımı sıkıca tutan çiçekli tokalarımla falan yanınıza gelirdim.”

Kendi sözlerine uzun uzun güldü Nazenin ama Metehan onun aksine çok sessizdi. Sessizliğini, “Böyle mi gelirdin yani?” diye mırıldanarak bozup, çerçevenin sol alt köşesine ters şekilde tutturulmuş kâğıda uzandı, çevirdi. Parmak uçlarıyla tutuğu şeyin bir kâğıt değil, kendi çocukluk fotoğrafı olduğunu gören Nazenin ise ağzı açık kalıvermişti.

Metehan, “Herkes anlayacağını anlamıştır. Artık düzgün durabilir,” derken, gözleriyle aşağıyı işaret etmişti. Herkesten kastı ailesiydi belli ki. Fotoğrafı olması gerektiği yönde yeniden çerçevenin köşesine, liseli Metehan’ın yanına iliştirdi ve gülümseyerek baktı küçük Nazenin’e.

“Bu fotoğrafı nereden buldun? Böyle bir fotoğrafım olduğunu ben bile unutmuştum.” Nazenin de şaşkınlıkla hem ona hem de küçüklük hâline bakıyordu.

“Andaç’tan rica ettim. O da kırmadı beni, fotoğrafını gönderdi.”

“Ne zaman oldu bu?” Hâlâ şaşkın ve heyecanlıydı kadın. Aklına gelen soruları soluksuzca sormaya da niyetliydi.

“Düğündeki o videoda gördüğüm kız çocuğunu, hani beni telefon sapığı sanan ve beni de arasın, diyen o kızı, küçük Nazenin’i saklamak istedim. Andaç da balayına gitmeden önce fotoğrafını kargoyla gönderdi. Aslında bir süre cüzdanımdaydı ama gören olur da açıklayamam diye bombacıyı paketlediğimiz görevden dönünce eve uğradım, buraya bıraktım.”

Nazenin ona dönüp başını kaldırdı ve gözlerine bakarken, “O zaman fotoğrafımı Cüzdanına geri koy Binbaşı. Ve…” deyip burnunun ucunu dokundurdu yanağına. Sonra da uzun uzun öptü. “Eğer beni öpmeden bu odadan çıkarsan yıkarım bu evi, demiştin. Öptüm. Yıkma evi tamam mı?”

“Hıı!” diye homurdanan Metehan kaderine boyun eğip o çok istediği öpücüğün şu anda da gelmeyeceğini kabullenirken, Nazenin yatağın üstünde dağılmış şekilde duran eşofmanlara ilerledi.

“Hadi dışarı çık da giyineyim. Herkesi bekletiyoruz.” Metehan bu sözlere kıs kıs gülerken, “Çıkayım da… Sanki görmediğim şey!” diye mırıldanıp, çerçeveye iliştirdiği fotoğrafı almış cüzdanına koyuyordu. Bir gözü ise Nazenin’in üstündeydi ve tepkisini bekliyordu.

“Ne gördün? Ne gördün pardon? O gece araç içi karanlıktı ve sen de hiçbir şey görmedim, demiştin. Terbiyesiz adam. Çık dışarı.” Metehan hınzır gülüşüne imalı bir kahkaha eklerken, “Belki seni kandırdım. Belki de gördüm seni,” derken kapıya ilerledi. Sözlerinin asıl sebebi alamadığı öpücüğünün hırsıydı. Yine olmamıştı. Yine o çok istediği öpücüğe ulaşamamıştı. Vuslat başka bahara kalmıştı. Böyle işin içine edilsindi. Allah, o notun cezasını versindi de Elif’i de bildiği gibi etsindi.

Metehan içinden sayıp söverken, Nazenin’in, “O gece görmediğin bir şey var içimde. O yüzden çık dışarı,” sözleriyle gerçeğe döndü. Bir anda, hızla ve aniden döndü hem de. Kapıya varan adımlarını da anında durdurup başını koparcasına bir hızla kadına çevirdi. Kaşının biri havalanmış, göz bebekleri puslanmıştı ve hızla Nazenin’i tarıyor, üstünde gözle görülür bir farklılık arıyordu.

“Ne var? O gece görmediğim ne varmış içinde?” Adamın afallamış, şok olmuş, kal gelmiş hâliyle keyiflenip sırıtan Nazenin son kozunu da oynadı. “Jartiyer var. Şimdi, çık dışarı Binbaşı,” dediği an Metehan’ın gözleri yuvalarından çıkacak gibi açıldı.

Bile bile ateşe koşuyor hatta ateşe odun atıyordu ama umurunda değildi. Bunu o istemişti. Madem kaza gecesiyle ilgili böyle imalarda bulunabiliyordu hem de hiç utanmadan, o zaman bunu kendisi de yapabilirdi.

“Ne?” bağırışıyla gözlerini devirip, “Ne, ne? Duydun işte. Hadi şimdi çık dışarı.” Dedi.

“Sen…” diyen Metehan sağ elinin işaret parmağını kadına yöneltip dişlerini sıktı. Çenesi kasılıp kalırken bir kez daha, “Sen…” dedi ve devam etti. “Sen bütün gün içinde jartiyerle mi gezdin?”

Şok içinde bağıra bağıra sorduğu soruyla Nazenin evde oldukları gerçeğini, dahası evde Melek, Cihan ve Elif’in de olduğu gerçeğini hatırlamıştı. “Bağırıp durma. Tabi bütün gün onunla gezdim. Çoraplarımı tutsun diye giydim. Salak salak konuşma da çık dışarı artık. Çık,” diye bağırıp adamı odadan atmak için itelerken söylenmeyi sürdürdü.

Bütün gün içinde jartiyerle mi gezdin? diyor bir de. Sanki biriyle gezmişim gibi.”

“Allah seni inandırsın biriyle gezsen şu anki kadar şok olmazdım Nazenin. Ben çıkayım mı emin misin? Bak son kararın mı? İstemezsen çıkmam güzelim? He yavrum, çıkmasam mı?”

Kaplan gibi kükreyen o adamın yerinde yeller esiyordu şimdi. Hatta yavru kedi misali bakıp sıralıyordu sözlerini. Durum vahimdi ve komikti. Nazenin ona bakıp katıla katıla gülmemek için çabalarken, “Öpüşmeyi bile başaramıyoruz. Senin bu isteğin biraz şov bence Binbaşı. Hadi bay bay. Selametle. Uğurlar ola,” deyip kapıyı yüzüne kapatmıştı. O anda da gülmeye başlamıştı ki kapının diğer tarafından tıkırtı geldi önce. Resmen bir kedi kapıyı tırmalıyor gibiydi çıkan ses.

Kapısının eşiğindeki kedi epey büyüktü ve ısrarcıydı. Kolay kolay gitmeye niyeti yoktu belli ki.

“Ne var Metehan?” diye bağırırken gözleri gülememekten yaşarıyordu.

“Nazenin… Güzelim…”

“Efendim Metehan?”

“Başarabiliriz,” diyen fısıltılı sesteki o beklenti dolu tınıyı duyunca kahkahasını zor tuttu. Bir umuttur yaşamak, sözlerinin Metehan’da can bulduğuna şahit oluyordu şu an.

“Neyi?”

“Başaramadıklarımızı.”

“Olmaz…” deyip kıs kıs gülerken üstündeki ceketi çıkarmaya başlamıştı.

“Neden?” diye isyanla soran adam göremese de daha da sırıttı.

“Bugün Perşembe…”

“Eee?”

“Mübarek gece. Yarın hem Cuma hem de bayram. İki bayram arası düğün olmaz, derler sen duymadın mı?” deyip biraz eğilerek katıla katıla ama sessizce güldü.

“Tamam güzelim, düğünü sonraya bırakırız sen dert etme. Önce şu vuslatı bir halletseydik.”

“Ayaküstü olmaz o vuslat. Ben öyle alelade öpülüverecek kadın mıyım?”

“Elif gelmeseydi ayaküstü öpüşmeyecek miydin ya benimle?” Sorusuyla ve soruyu sorarken ki isyanıyla daha fazla dayanamayıp resmen patladı Nazenin. Kahkahalarını koy verip gülerken, “Metehan git başımdan!” diye de bağırıyordu. O bağırdıkça Metehan da bağırıyordu tabii.

“Elif, gözüme görünme Elif. Önümüzdeki beş hatta on yıl gözüme görünme. Yaktım seni. Sen beni yaktın ya ben de seni yakacağım Elif…”

“Seni ben yakmadım. Yengem yakmış,” diye aşağıdan korkuyla bağıran Elif’in yengem, hitabı biraz olsun öfkesine su serperken ona karşılık verdi.

“Yengen yaktı doğru. Yakma bizi, dedim o kadar ama dinlemedi ki.”

HEMDERT – 3.Bölüm’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!