3.BÖLÜM

Bayram sabahı mutluluğu, diye bir şey vardı. Çocukluktan itibaren öğretilen bayram geleneğimiz vardı. Yepyeni kıyafetlerin ve ayakkabıların alındığı, arife günü yıkanırsan arife gibi olursun, denerek banyo yapıldığı, ak pak girilen yatakta bayram sabahı giyilecek kıyafetlere ve ayakkabılara heyecanla bakıp uyunmaya çalışıldığı zamanların çocuğuydu Nazenin de Metehan da. O yüzdendi galiba sabah erkenden uyanıp bir güzel hazırlanmaları.

Geceyi Metehan’ın odasında geçiren Nazenin, odadan çıktığında Metehan da misafir odasından çıkıyordu. Bir an birbirlerine bakıp gülümsediler. “Günaydın,” diyen adama birkaç adımla yaklaşan Nazenin, parmak uçlarında yükseldi. Onu yanağından öperken ise, “Günaydın,” diye karşılık verdi. Metehan, yanağına konan ufacık öpücükle mest olup gülümsemeyi sürdürürken eğilip kadını başının üstünden öpmüştü.

“Ne güzel bir sabah,” diye kıs kıs güldüğü esnada merdivenlere yöneldi. Birlikte alt kata indiklerinde Cihan ve Melek de uyanmış, bir güzel giyinmiş, kahvelerini yudumlarken sohbet ediyorlardı.

“Günaydın,” diyerek salona girmek üzere olan Metehan kolunu usulca Nazenin’in omzuna sardı ve onu da salona yönlendirdi. “Günaydın çocuklar,” diyerek ayaklanan karı koca karşısındaki genç çifte bakarken tebessüm ediyordu.

Akşam yemekten sonra sohbet öyle güzel ilerlemişti ki Melek Hanım ne oğlunu ne de Nazenin’i bırakmak istememiş, onlar da kadını kırmayıp evde kalmışlardı. Gece yarısına doğru askeri misafirhaneye giden Metehan, hem kendi eşyalarını hem de Nazenin’in eşyalarını alıp geri gelmişti.

Bu sırada Cihan Bey’le baş başa kalma fırsatını yakalayan Nazenin ise bombacıyla ilgili gelişme var mı? diye sormuştu ama tatmin edici bir cevap alamamıştı.

“Çocuklar helikopter hazır. Ne zaman isterseniz hareket edecek. Ama…” deyip oğluna bakan Cihan Bey, “Uzun zamandır baba oğul bayram namazına gidemedik aslanım. Hadi, bu sefer birlikte gidelim,” dediğinde Metehan da gülümsemişti.

“Sen iste Başkan’ım, gidelim tabii,” dese de göz ucuyla Nazenin’e bakmıştı. Hemen mi yola çıkalım yoksa iki saat daha müsaade var mı? diye sorar gibiydi bakışları.

“Gidin tabii, birkaç saat rötarlı gitsek hiçbir şey olmaz.”

“O zaman biz de kahvaltıyı hazırlayalım. Gel kızım, gel,” diyerek güle oynaya mutfağa yönelen Melek Hanım’ın mutluluğu hepsini güldürmüştü.

“Elif, kalksana kızım. Bayram sabahı bu sabah. Ayy, bu kız beni deli edecek. Kızım kalk. Kahvaltı hazırlayacağız hadi.” Bağıra bağıra gözden kaybolmuş, Cihan Bey ve Metehan ise kapıya yönelmişti.

Nazenin göz ucuyla Metehan’ı incelerken üstüne siyah kot pantolon, beyaz gömlek giymiş olduğunu fark etti. Belini saran siyah deri kemerinin gümüş rengi tokası hareket ettikçe parlıyordu. Askıdaki deri ceketine uzanıp onu da giyerken, “Nazenin,” diye mırıldandı. Saniyeler sonra gayet sakin bir sesle gelen, “Efendim,” cevabıylaysa duraksayıp kadına bakarken şaşkındı.

Aralarında ilk kez böylesine normal bir diyalog başlangıcı gerçekleşiyordu. Rütbeler ya da makamlar söylenmeden, isimlerin arkasına sıfatlar eklenmeden sadece adını söyleyip, efendim, yanıtını alıyordu. Normal insanlar gibi! Normal olan anormal gelse de hoşuna gitmişti Metehan’ın. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken, “Telefonum sende kalsın. Kutluhan Albay ararsa aç lütfen,” demesiyle Nazenin duraksamıştı.

Onun duraksadığını, yüzünün aldığı şaşkın ifadeyi gören baba oğul ise bir an bakıştı. Cihan Bey, “Ben annene bakayım,” diyerek mutfağa yöneldiği sırada dudaklarını kemirip, kahkaha atmamaya çalışıyordu. Her şey apaçık ortadayken bile Nazenin hâlâ açık vermemek için uğraşıyor, Metehan ise inadına yapar gibi açık açık konuşuyor ya da davranıyordu. “Az değilsin ulan!” diye mırıldanarak mutfağa girdiğinde Metehan ise Nazenin’e gülümsedi.

“Albaya mesaj attım. Telefonumu sana bıraktığımı biliyor. Akdağ merkezde rüzgâr kuvvetliymiş. O yüzden ilçeye inip oradan merkeze geçebiliriz. Eğer ilçeye inecek olursak makam aracın ve koruma araçları ayarlanacak. Durumla ilgili bilgi vermek için arayacak.”

Nazenin usulca başını sallayıp soluklanırken, aniden terleyen ellerini üstündeki haki yeşili kumaş pantolona sürüyordu. “Peki, açarım o zaman,” derken kızarıvermesiyle Metehan daha da gülümsemiş ve ona doğru adımlayıp yanına gelmişti.

“Nazenin…”

“Hmm?”

“Gerilme güzelim, bunda gerilecek bir şey yok. Sakin ol,” dediği anda Nazenin yanaklarını şişirecek kadar derin bir nefes alıp hızla da verdi. “Tamam…” diye mırıldanırken başını biraz kaldırdı ve adamın gözlerine bakıp gülümsemeye çalıştı. Ancak bu esnada fark ettiği şeyle kaşları çatıldı.

“Gömleğinin yakası ceketin içinde kalmış,” deyip parmak uçlarında yükseldi. Adamın yakasına uzanıp bahsettiği yeri düzeltmeye başladı. Ceketin altında kalan yakayı usulca tutup dışa doğru çekerken, “Bugünkü renginiz asker yeşili mi Nazenin Hanım?” diye fısıldayan adama göz ucuyla baktı.

“Hmm, bugünkü rengim yeşil. Ama asker yeşili değil bence.”

“Ne yeşiliymiş?” Merakla fısıldayan adamın gözlerine uzun uzun baktı bu kez. Kaçırmadı gözlerini. Yakasını parmak uçlarıyla okşayıp, bırakmadan önce verdi cevabını.

“Memleketinin yeşilini giydim. Gözlerim gibi.”

İşte bu sözlerle zaten vurduğu o kalbe bir darbe daha indirip adamı resmen inletmişti. “Nazenin… Memleket gözlüm…” diyen adama göz kırpıp bir adım geri çekilirken beline dolanan kol durmasına sebep oldu.

“Bütün dualarımı sana edeceğim. Vallahi de billahi de sana edeceğim.” Nazenin, Metehan’ın bu sözlerine dayanamayıp hoş bir kahkaha attı. “Allah kabul etsin, diyeyim o zaman komutan.”

“Yüce Mevla’m, gerçeğimiz olmayacak şeyi hayal etmemizi de onun için dua etmemizi de nasip etmezmiş,” derken olabildiğince eğilip ona yaklaşmış, gözlerini bir an bile kadından ayırmamıştı. Duyduğu sözlerle ve aralarındaki yakınlıkla kalbi ağzında atan Nazenin ise birkaç soluğu peş peşe alıp tebessümle baktı karşısında dimdik duran adama. Tam o anda mutfaktan çıkan Cihan Bey ve Melek Hanım muhabbetlerinin de yakınlıklarının da sonu oldu. Metehan, Nazenin’i sıkıca saran kolunu çekti, Nazenin de hızla geri adımladı ve aralarındaki mesafeyi açtı. Onları görüp, görmeden gelmeye çalışan çift ise bir an göz göze gelip için için güldüler.

“Hazır mısın aslanım?”

“Hazırım, hadi gidelim,” diyen Metehan kapıyı açıp babasının çıkmasını bekledi. İkisi bayram namazı için giderken Nazenin ve Melek Hanım da mutfağa girmiş kahvaltı için hazırlıklara başlamışlardı. Her şey hazır olmak üzereyken ancak uyanıp mutfağa gelen Elif ise hâlâ gözlerini ovuşturuyor, ada tezgâhta uyukluyordu.

“Elif, git üstünü değiştir kızım. Babanla abin gelecek artık ama sen hâlâ pijamalarınlasın,” diyen Melek Hanım, sözlerini bitirmişti ki evin kapısında dönen anahtarın sesini duydular. Ardından da

“Biz geldik,” diyen Metehan’ın sesi mutfağa ulaştı. “Hoş geldiniz,” diyerek kapıya ilerleyen Melek Hanım’ı, Elif ve Nazenin takip etmişti. “Hoş bulduk. Bayram namazı kılındığına göre…” diyen Cihan Bey, kabanını askıya asıp karısına döndü ve kollarını açtı.

“Bayramın kutlu olsun Melekciğim. Daha nice bayramlar görelim inşallah.” Karısına sıkıca sarılıp alnından öptüğü sırada Melek Hanım da ona sımsıkı sarılmış sırtını sıvazlıyordu.

“Senin de bayramın kutlu olsun, Cihancığım. Çok bayramlar görelim inşallah. Sağlıkla, huzurla,” deyip gülümserken Nazenin’e bakarak devam etti. “Azalmadan, eksilmeden, artarak ve kalabalıklaşarak.” Nazenin aniden kendisini ima eden sözlerle kızarırken Metehan yine keyiflenmiş, gülüyordu ve gayet anlaşılır şekilde amin, diyordu.

Cihan Bey ise oğlunun bu yaptığına hafifçe başını sallayıp, “Bu koca ayı var ya Melek,” diye homurdandı.

“Doğurduğum mu?”

“Hmm, tam olarak o,” deyip oğluna yandan bir bakış attı ve sözlerine devam etti. “Yaptığı her şeyi Nazenin kızı sinir etmek için inadına yapıyor.”

“Ne yapmışım ben? Hiçbir şey yapmadım. Amin, dedim sadece,” diyerek kendini korumaya çalışan Metehan üstüne dönen ve imalı şekilde bakan dört çift göze baktı. “İstediğiniz gibi anlayın Umurumda değil,” dediğinde Cihan ve Melek gülmeye başlamıştı. Aslında Elif de gülmek istiyordu ama dün yaşananlardan ötürü hâlâ ses çıkarıp görünür olmaya korkuyordu.

“Hadi bakalım, bayramlaşma vakti,” diye şakıyan Melek, oğluna gülümserken başını hafifçe sağa sola sallıyordu. Metehan, “Anacım…” diyerek onun gülümsemesine eşlik edip yanına gitti ve elini öpüp sarıldı. Ondan ayrılıp babasına yöneldiği esnada Melek Hanım, Nazenin’e dönüp kollarını açmıştı.

“Güzel kızım.”

“Melek teyzeciğim,” diyerek ona yaklaşan Nazenin, kadının elini sıkıca tuttu ve öptü. Tam olarak bu anı bekleyen Cihan Bey, “Melek, güzelim, Nazenin araç kredisini ödemek için bayram harçlığı topluyor. Haberin olsun.” Dediği anda gülmeye başladılar. Baba oğul katıla katıla gülerken Nazenin ise, “Cihan Amca bu biraz ayıp oldu ama,” diyor, renkten renge giriyordu.

“Bayram harçlığı Vali kızımıza feda olsun, Cihancım. Beni bunlarla korkutamazsın,” deyip bir koluyla Nazenin’i saran Melek Hanım, arkasında kalan aynalı dolabı açtı ve içinden zarf çıkarıp Nazenin ‘e verdi.

“Ben hazırlığımı çoktan yaptım.” Sözleriyle erkekler ooo, nidalarıyla Melek’i alkışlarken, Nazenin hepten mahcup olup, “Melek teyzecim böyle bir şeye gerek yok,” dediyse de dinletememişti.

“Nazenin ablacığım sen almayacaksan ben seve seve alırım,” diyerek olaya bodoslama dalan Elif, en masum ifadesiyle sırıtıyordu ki Metehan dişlerini sıka sıka konuştu. “Sen sus. Sen sus. Sana bu bayram harçlık falan yok. Ayrıca sen çalışmıyor musun ya? Sanki parası yok gibi tavırlar.”

“Çalışıyor olabilirim abiciğim ama fazla para, göz çıkarmaz,” cevabına gülen Nazenin, Elif’i kendine çekip sarıldı. “Sen, şu gıcık abine bakma güzelim. O, yine tüm nemrutluğuyla günümüzü aydınlatıyor,” deyip gülerken bir yandan da Elif’le bayramlaşıp birbirlerini öptüler.

“Elini öpersem ne veriyorsun, Vali’m? Hani Valisin sonuçta…”

“Al kız, hediyeyi hediye etmek sünnetmiş, sayende sevaba gireyim,” diyerek elindeki zarfı Elif’e uzattı. Bir yandan da Melek Hanıma gülümseyip göz kırptı. “Annelerden harçlık kabul etmiyorum, Melek teyzecim. O olay babalara özel. Alınma lütfen.”

“Bu işten Elif kârlı çıktı,” diye mırıldanan Melek Hanım bir yandan da gülerken Elif çoktan babasına cilve yapmaya başlamıştı. Canım babam, balım babam, biricik babam, sözleri havada uçuşuyor, Cihan Bey ise bu sözlerle mest oluyordu. Onların aralarında geçen muhabbeti sessizce izleyen üçlü gülerek birbirlerine baktılar. O bakışma esnasında Nazenin artık kaçışı olmadığını kabul ettiği ana kendini hazırladı ve küçük adımlarla Metehan’a ilerledi.

Bir an karşılıklı durup bakıştılar ve birbirlerine güldüler.

“Sıran geldi, Kılıçarslan. Hazır mısın?” Sözleriyle kahkaha atan Metehan, kollarını açtı ve Nazenin’i sıkıca sardı. Kadının yüzüne doğru eğilip, şakağını öperken bedenine dolanan kolları ve sırtını sıvazlayan elleri hissediyordu.

“Bayramın kutlu olsun güzelim,” deyip kısa bir soluk alıp kadının kulağına fısıldadı. “Çok bayramlar gör, hepsinde de ilk beni gör.”

“Senin de bayramın kutlu olsun kocaman, taş gibi herif. Çok bayramlar gör inşallah. Ve hepsinde yanımızda ol.”

“Bu herif, her bayram hatta her an senin yanında olmak için elinden geleni yapacak.” Birbirlerinden uzaklaşıp gülümseyerek bakışırlarken, yanlarındaki aile üyeleri de onlara gülümseyerek bakıyordu. “Sırası geldiyse…” diyerek Nazenin’in bir adım gerisine çekilen ama onu hâlâ sol kolunun altında tutan Metehan, sağ elini pantolonunun arka cebine atıp para çıkardı. Ancak vermedi.

“Öp,” dedi hınzırca gülüp elini göstererek. “Makamı büyük olana sensin, onu biliyoruz da yaşı büyük olan da benim. Öp.” Sözleriyle hepsi kahkaha atmıştı. Nazenin güle güle adamın elini tuttu ve öptü. Bir güzel de alnına koyup, “Hayırlı bayramlar yaşlı herif,” deyiverdi. İşte bu söz, Metehan dışında herkesi yeniden kahkahaya boğmuştu.

“Senin o dilini düğümleyeceğim. Yaşlıymış!” diye söylene söylene elindeki parayı Nazenin’e verdi.

“Kesene bereket, Komutan.”

“Bereketini gör, Vali Hanım.”

Onlar atışmaya devam ederken Elif araya girip abisiyle bayramlaşmıştı. Birkaç dakikalığına ateşkes ilan eden abi kardeş, birbirlerine doyasıya sarılırken diğerleri ise kahvaltı masasına ilerliyordu.

***

Hava durumu sebebiyle Akdağ’ın merkeze en yakın ilçesine iniş yapan Helikopterden indiklerinde, kendilerini bekleyen Levent, Emre ve Pençe Timi’yle şehre gitmek için araçlara ilerlediler. Makam aracına binmek üzere olan Nazenin bir an duraksayıp, Levent ve Emre’ye baktı.

“Bu sefer de uçmayız değil mi?” diye sormasıyla onlar da duraksamıştı. Az sonra, trafik kazası geçirip, uçurumdan uçtukları yoldan geçeceklerdi. Ve Nazenin ister istemez gergindi. Onların da gergin olduğunu fark ederek durumu şakaya vurmak istemişti ancak pek işe yaramışa benzemiyordu. Hepsinin aklında aynı düşünceler olduğunu ise Metehan ve Timi’ne bakınca daha iyi anlamıştı. Sıkıntıyla soluklanıp, “Hadi gidelim,” diyerek aracına bindi.

“Beyler, dikkatli. Bu yol mimli biliyorsunuz,” diyen Metehan’ın gür sesi kulağına gelirken aracı hareket etmişti. Bir saatlik sürenin sonunda şehir merkezine varmış ve direkt askeriyenin tören alanına geçmişlerdi. Tören alanına önce askeri araçlar giriş yapıp tim araçlardan hızla inerken, Nazenin’in makam aracı da görüş açılarında belirdi. Aracın önünde usul usul süzülen bayrak araç durunca birkaç kez daha salınıp durmuştu.

“Dikkat!” Metehan’ın yeri göğü inleten emriyle herkes hazır ola geçerken aracından inen Nazenin, göz ucuyla alana baktı. Sonra ceketini düzeltti ve sakin sakin yürümeye başladı. Her adımında topuk sesi yankılanıyor, binlerce askerin bulunduğu ancak çıt bile çıkmayan alanda kayboluyordu.

“Albay’ım, bayramınız kutlu olsun.” Adama elini uzattığında aldığı ilk yanıt asker selamı oldu, ardından net ve güçlü sesiyle, “Sağ olun, Sayın Vali’m,” derken elini sıkmıştı. “Hoş geldiniz.”

“Hoş buldum,” derken başını hafifçe sallayan Nazenin askerlere döndü. Dimdik bir vaziyette duruyor, gözünün alabildiği yere kadar gördüğü yemyeşil üniformalı adamlara bakıyordu. Belli belirsiz bir soluk alıp, “Bayramınız kutlu olsun.”  demesiyle hazır ol konumundaki askerlerden yeri göğü inleten, “Sağ ol!” cevabı geldi. “Sizler de sağ olun,” diyen Nazenin yanında duran Albay’a baktı. “Pençe Timi’yle de bayramlaşayım Albay’ım. Benim için verdikleri emek çok büyük.”

“Tabii ki, Sayın Vali’m,” diyerek bir adım geri çekilen Albay’ın ardında Metehan vardı. Rütbe sırasına göre dizildikleri için ilk önce onunla tokalaşmış sonra da Yusuf ve diğer tim üyeleriyle devam etmişti.

“Eee, bu aslanlara bugün bayram tatili yok mu Albay’ım? Akşama kadar burada mı bekleyecekler?” derken tabur tabur askeri gösteren Nazenin, göz ucuyla da gencecik fidanlara, vatan evlatlarına bakıyordu.

“Bugün hepsi izinli. Hepsi aileleriyle görüşecekler,” diyen Albay, askerlerine baktı. “Serbestsiniz aslanlar.” “Sağ ol.” Yanıtından sonra askerler sessizce dağılmaya başlarken Vali Hanım da Pençe Timi’nin hangarına konuk olmuştu.

Nazenin, yeni demlenen çayını yudumlarken bir yandan da telefonuna peşi sıra düşen bildirimleri kontrol ediyordu. Herkes bayram mesajı atmaya yemin etmiş gibiydi. Derin bir soluk alıp telefonunu bıraktığı esnada etrafında dönen muhabbeti anlamaya çalışıyordu ki, “Aaa, sizin de bayramınız kutlu olsun, Sayın Vali’m. Hepimize mesaj atmışsınız, Ne ince bir düşünce,” diyen Yusuf’a baktı. O anda Akdağ Valiliği tarafından atılan toplu mesaj kendi telefonuna da gelmişti. Mesaja göz atıp Yusuf’un sözlerine gülerken, Adil ve Uygur, Yusuf’a söyleniyordu. Üçünün arasında dönen muhabbete diğerleri de katılıp, Yusuf’la goygoy yaparken Nazenin, Metehan’ın dikkatle telefonuna baktığını gördü. Kaşları çatılmış, alnı kırışmış vaziyetteydi ve düşünceli şekilde ekrana göz atıyordu.

Sayın Metehan Kılıçarslan; Türk Silahlı Kuvvetlerine yaptığınız Bayram Bağışı için teşekkür eder, iyi bayramlar dileriz, yazan bir mesaj geldi. Ben bağış yapmadım ki, hanginiz yaptı oğlum?” diyerek tim üyelerine döndürdü bakışlarını ama kimseden ses çıkmadı.

“Biz yapmadık komutanım,” diyen Yusuf’tan gözlerini çekip, sorar gibi Albay’a baktı ve “Komutanım, siz mi…” diyecek oldu. Ama Albay da olumsuz cevap verince bir süre sessizce düşündü ve anladı.

Anladığı o şeyle gözleri Nazenin’e dönerken. “Vali Hanım?” diye soruyordu ama alacağı cevabı da biliyordu. Nazenin usulca başını sallayıp gülümser gibi oldu. “Topladığım bayram harçlıklarıyla kredi borcumu ödeyeceğimi düşünmüyordun değil mi Binbaşı?” Metehan onun bu sözlerine tebessüm edip başını hafifçe salladı. “Teşekkür ederim. Bu, çok anlamlı oldu.”

Etraftaki gözler ikisi üstünde gidip gelirken ve herkes bu küçük ama düşünceli jesti takdir ederken Metehan’ın telefonu çalmaya başlamıştı. Ekrana kısa süre bakıp aramayı cevapladığı esnada da ayaklandı. “Baba,” deyip, birkaç adım daha atmıştı ki bir anda durdu. Kaşları hafifçe çatılmış vaziyette omzunun üstünden Nazenin’e bakarken, “Sayın Cihan ve Melek Kılıçarslan Darüşşafaka Vakfına yaptığınız bağış için teşekkür eder, iyi bayramlar dileriz, diye bir mesaj geldi demek. Yok, yok… Ben bağış yapmadım ama yapanı biliyorum,” deyip gerisin geri döndü.

“Anlaşılan Nazenin Hanım, hepimizden aldığı harçlıklarını kurumlara bağışlamış, Tamam, veriyorum.” Telefonunu Nazenin’e uzatıp, “Seni istiyor,” derken bıyık altından gülüyor, başını hafifçe sağa sola sallıyordu. Nazenin ise onu görmezden gelip telefonu alırken ayağa kalkmış, hangarın çıkışına doğru ilerlemişti.

“Cihan Başkan’ım.”

“Başkan olarak aramadım bizim kız. Cihan amcan olarak konuşmak istedim. Daha doğrusu istedik. Melek Teyzeni ve beni bu güzel hediyenle çok mutlu ettin. Hiç aklımıza gelmezdi. Teşekkür ederiz,” diyen Cihan Bey’in ardından Melek Hanım’ın sesi de geliyordu. “Yavrucuğum, bizi çok duygulandırdın. Teşekkür ederiz, inan ki çok sevindik.”

Sözleriyle hem mutlu hem de mahcup olan Nazenin, “Asıl ben teşekkür ederim. Evinizi açtınız, misafir ettiniz,” dediği anda Cihan Bey’in biraz sert çıkan sesini duydu. “Bunun lafını yapma. Tabii ki evimizi açacağız. Ayrıca sen misafir değilsin. Yavrumuz olacak o herifle aranızda ne olursa olsun ya da olmasın…” diyen adamın sözünü Melek Hanım anlık olarak böldü. “Ki olsun istiyoruz…”

Nazenin bu dip nota sessizce gülerken Cihan Bey de karısının sözlerine gülmüş, sonra konuşmasına devam etmişti. “Bu ev senin de evin. Kapımız her zaman açık kızım.”

Nazenin, kemirip durduğu dudaklarını rahat bırakıp soluk aldı. “Teşekkür ederim, gerçekten.  Bu sözler çok kıymetli,” derken Metehan’a bakmıştı. Adam, az evvel kalktığı koltuğa geri oturmuştu ancak onu dikkatle izliyordu. Gözleri buluştuğunda ikisinin yüzünde de tebessüm belirdi.

“Seni tutmayalım kızım. Kendine dikkat et. Görüşürüz,” diyen karı kocayla vedalaşıp telefonu kapattığında hangarın dışına ilerlemeyi sürdürüp dışarı çıktı ve derin bir nefes aldı. “Az sonra Andaç ve Seyfettin Paşa da arar kesin. Değil mi?” diye soran sesle arkasına baktı. Birkaç adım gerisinde duran adama başını sallayarak cevap vermekle yetindi.

“Onlar nerelere bağış yapmış?” Sorusuna tebessüm ederken, “Andaç ve Birce Tuna Mehmetçik Vakfına, Seyfettin ve Meliha Tuna ise LÖSEV’e bağış yapmış,” deyip durdu ve ekledi. “Elif Kılıçarslan da SMA hastalığıyla mücadele eden bir bebeğe bağış yapmış.”

Metehan, Nazenin’e gururla bakıyordu. Bakarken gözlerinin içi ışıldıyordu. Herkesin adına böyle bir şey yapmış olmasına ayrı, bunu düşünebilmesine ayrı hayran kalmıştı. Ancak merak ettiği son bir şey daha vardı. “Sen?” diye sormadan edememişti. Nazenin ise duyduğu soruyla sessiz kalmış, bir süre göğe bakıp iç çekmişti.

“Ben bağış yapmadım.” Usulca omuzlarını silkip bir soluk daha aldı. Güzelleşmeye başlayan havanın tadını çıkarmak ister gibiydi soluk alışı. “Yapmadın çünkü?” diye soran Metehan o sözlerin devamı olduğunu hissediyor ve duymak istiyordu.

“30 Ekim 2020’den beri, yani, İzmir depreminden bu yana evini ve ailesini kaybeden bir gencin eğitim masraflarını karşılıyorum.” Duyduğu sözlerle öylece kalan Metehan şaşkınlıkla açılmış gözlerini ondan çekemiyordu.

“Her ay?”

“Evet.”

“Yani yaklaşık iki yıldır öğrenci mi okutuyorsun?”

“Evet.”

Metehan başını usulca sallayıp, “Sen, çok enteresan bir kadınsın Nazenin,” Diye fısıldadı.

“Enteresan değilim, Binbaşı. İnsanım. Deprem olunca evi yıkılan insanlardan üç beş kat fazla kira isteyen, yapılan yardımları hatta depremzedeler soğuk havada üşümesinler diye gönderilen battaniyeleri çalıp evine götürmeye çalışan, insan olamamışlara inat, ben insanım. Ve felaketi yaşamış, evini, ailesini, malını mülkünü kaybetmiş o insanları unutmuyorum.”

Derin derin aldığı solukları arasında hafifçe öne arkaya sallandı. O esnada kapı girişinin yanında duran bankı fark edip işaret ederken, “Otursana biraz,” dedi. İkisi de banka oturup tenlerine vuran güneşin sıcaklığıyla ısınırlarken Nazenin sakin sakin konuşmaya devam etti.

“Böyle yardımlar yapan bir ben değilim. Sinem ve Birce de bağış yapıyor. Geçen sene Batı Karadeniz’de yaşanan sel felaketinden etkilenen ve evini kaybeden, geçim sıkıntısı çeken yaşlı bir çiftin ev kirasını, temel gıda, giyim, ilaç veya hastane masraflarını karşılıyorlar. Kerem ve İdil, annesi babası hayatta olmayan bir çocuğun eğitimine destek oluyorlar. Ankara’da tanıştığın Savcı arkadaşlarımdan biri yakın zamanda bir çocuğa koruyucu aile oldu. Kendi çocukları var. Ama bir çocuğa daha kucak açacak gönülleri de varmış,” deyip soluklandı yine ve devam etti.

“Yardımlaşma, dayanışma bulaşıcı bence, Binbaşı. Biz, yani Ankara Hukuk’un Bitirim Ekibi, birbirimizden fiziksel olarak ayrıldık ama gönüllerimiz hiç ayrılmadı. Bu sayede de birbirimizden hep haberdar olduk. Birbirimizi göre göre bu yardım zincirini oluşturduk. Hepimizin el uzattığı birileri var. Ne mutlu ki bunu yapabilecek maddi yeterliliğimiz var. Keşke herkesin maddi gücü eşit olsa, keşke herkes sağlıkla, huzurla, sevdikleriyle yaşasa…”

Metehan bir an sessiz kalıp, “Siz, yani benim deyişimle, Grup Bitirim,” dediğinde Nazenin hoş bir kahkaha atmıştı. “Siz, hepiniz şahane insanlarsınız. Tüm samimiyetimle söylüyorum, çok kıymetlisiniz.”

Nazenin duyduğu bu sözlerle iç çekip tebessüm etti. “Sanki sen değilsin. Sen söyle bakalım, kesin sende de vardır bir şeyler.” Metehan durup buna ne cevap vereceğini düşündü. Söyleyip söylememek arasında kaldı ama kararsızlığı çok kısa sürdü. Nazenin söylemişti madem, kendisi de söyleyebilirdi.

“On sene önce 28 Ocak 2012 gecesi, bir operasyondaydık. Pusu yedik. Askerlerimden biri…” deyip sustuğunda sözlerin devamını anladı Nazenin. İçi acıdı, tüyleri diken diken oldu, usulca titreyip kollarını göğsünde birleştirdi.

“Şehit düştü. Daha gencecikti. Ben o zaman otuz yaşındaydım, yüzbaşıydım. O ise yirmi altı yaşında gencecik bir fidandı. Maaşını neredeyse ellemeden anne ve babasına gönderiyordu. Tabii bunu bize söylemiyordu ama biliyorduk işte. Şehit haberini ailesine vermeye gidip de ahşap pencereli, dış cephesinde sıva bile olmayan tuğlaları görünen derme çatma tek katlı o evi gördüğümde…” Sustu Metehan ve titrek bir nefes aldı. Omuzunda duran bordo beresine uzanıp elleri arasına hapsetti bereyi ve sıktı. Sanki elleri boş kalırsa hatırladıklarıyla adaletine tükürdüğüm dünyasına bir yumruk sallayacaktı da buna engel olmak için eline almıştı beresini.

“O aile, bu vatan toprağına bir oğul verdi ama o kayıptan sonra birçok oğulları da oldu. Aileye yardım etme kararı aldığımda ilk önce Andaç’ı aradım, durumu anlattım. Hatta anlatamadım desem daha doğru olur çünkü tek kelimemle beni anladı. Bir an bile düşünmeden, tamam, dedi. Ben de yardım ederim. Sonra başka bir arkadaşımızı aradım. Devremiz İbrahim’i. O da tamam, deyince aileye destek olmaya başladık. Ancak anne, şehit oğlunun acısına dayanamadı …” Metehan zar zor yutkunup bir eliyle saçlarını karıştırdı, diğeriyle de beresini sıkmaya devam etti.

“Bir sabah ölüm haberini aldık,” demesiyle kadın seslice iç çekip gözlerini kapatmış, o anda da yanaklarına yaşlar düşüvermişti. “Oğlunun naaşının önünde taşınan fotoğraf çerçevesine sarılmış hâlde bulmuşlar onu.”

“Ahh!” dedi Nazenin. Bunu o kadar içten ve acı dolu söyledi ki Metehan istemsizce elini uzatıp onun elini kavradı ve sıktı.

“Sonra da babası göçüp gitti. Hepsini kaybedince bir süre ne yapacağımızı bilemedik ama abinin aklına bir fikir geldi. Düşüncesini bana ve İbrahim’e söyledi. Onun fikri bizim de aklımıza yattı. İşte o gün bugündür o askerimin ve ailesinin adına, Mehmetçik Vakfına Kurban bağışı yapıyoruz.”

Hiç ses etmeden öylece oturdular bir süre. Sessizliği sonlandıran ise Nazenin oldu. “Bana enteresansın diyorsun da sen de benim gibisin işte. Gözün kör, kulağın sağır yaşamıyorsun hayatı,” derken ellerini usulca ayırdı ve yüzüne dökülen yaşların ıslaklığını sildi. Metehan ise elinden ayrılan elin bıraktığı boşluğa bakıp fısıldadı.

“Korkup kaçarak da yaşamıyorum.” Hiç beklemediği anda gelen bu sözlerle afallayan Nazenin ona biraz şaşkın, biraz mahcup bakarken boynunu eğmişti.

“Her hikâyenin bir korkağı vardır, Binbaşı. Bizimkinin korkağı da ne yazık ki benim… Hâlâ içimden atamadığım korkularım var ve bunu açıkça söyleyecek kadar da cesurum. En azından dürüst ve cesurum,” diye mırıldanıp ayağa kalkan kadın ona ufak bir baş selamı vererek aracına ilerlemeye başlamıştı ki ardından yükselen sesi duydu.

“Sen korkak olsaydın, bu şehre gelemezdin. Sen, korkak değilsin, Vali Hanım. Korkularınla savaşıyorsun ama yenmeyi başaramıyorsun.”

“Bir gün başarabilecek miyim sence?” Sorusunu sorarken burukça gülümsüyordu ancak ona hiç bakmıyordu. Metehan ise bir gece önce aralarında geçen diyaloğa yapılan bu atıfı anlamış, duraksamış ama her şeye rağmen tebessüm etmişti.

“Neyi?” diye sorarken eğlendiği sesinin tonundan belliydi.

Başaramadıklarımı,” cevabı ikisine de küçük bir kahkaha attırmış, bir an bakışmalarını sağlamıştı. Hem de sevdalı gibi bakışmalarını.

***

Bayram tatilinin son gününü evde geçiren Nazenin, epey yorgundu ancak akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Çünkü yemeğe misafiri vardı. Tabi ki bu misafir karşı komşusundan başkası değildi. Geride kalan iki gün boyunca Valilik Binasında vakit geçirdiği için Metehan’ı pek görememişti. Zaten Metehan ve Pençe Tim’i de iki gündür nefes almadan çalışıyordu. Fiziksel kondisyonlarını kaybetmemek için bayram sakinliğinin çöktüğü bu zamanı değerlendirmek istemişlerdi.

Nazenin fırındaki yemeğini kontrol edip piştiğini anlayarak fırını kapattı. Ocaktaki çorbasının da hazır olduğunu anlayıp çorbaya tereyağlı bir sos hazırlarken gözü buzdolabına ilişti. Sabahtan yaptığı karamel soslu muhallebi çoktan soğumuş ve dinlemiş olmalıydı. Muhtemelen yenmeye hazırdı.

Çorbanın sosunu döküp salata kâsesini masaya götürürken kapı sesini duydu ve dalgın dalgın “Geliyorum,” diye seslendi. Ellerini kurulayıp kapıya vardığında hiç beklemeden açtı. Ancak gördüğü manzarayla bir an irkilip geri çekildi, şaşkınlıkla da sadece, “Metehan!” diyebildi. Onun bu tepkisine gülen Metehan omzunu kapıya dayamış, yorgun bir ifadeyle Nazenin’in yüzüne bakıyordu.

“Duş alıp geliyorum ve çok açım.”

“Gel, gel de bu hâlin ne?” Metehan bir an kendine baktı sonra da bıkkınlıkla soluk verdi. “Timim beni önce eğitim havuzuna attı sonra da çamura. Sonuç bu,” deyip gözleriyle alt ve üst katı gösterirken Nazenin rahat bir nefes alıp gülmeye başlamıştı.

“Seni bilmem ama askerlerin epey eğlenmiş olmalı.”

“Gülme!” diye homurdanan Metehan, üstünden biraz çamur alıp Nazenin’in burnuna sürdü.

“Metehan pislik yapma, git duş al da gel. Hadi.”

“Tamam, kızma… Valla seninle atışacak gücüm dahi kalmamış güzelim. Şu an yemeğimi nasıl yiyeceğimi bile düşünüyorum.” Adamın yorgunluğu, duruşundan, bakışından ve ses tonundan dahi belli oluyordu.

Nazenin, ona bakarken içi bir garip olmuştu. Kıyamamıştı. Onu böylesine yorgun görmeye hiç alışık değildi. Elini uzatıp adamın yanağını sardı, başparmağını usulca yanağına dokundurdu. Bir adımla bedenine sokulup, yüzünü kaplayan çamuru umursamadan yanağını öptü.

“Hadi duş al, gel. Bekliyorum,” diye fısıldadığında Metehan gözlerini kapatmış ve derin, titrek bir nefes almıştı. “Bu iyi geldi.” Sözlerine gülümseyen Nazenin geri çekilip kapının ardındaki anahtarı öne taktı. “Açıp girersin,” dedikten sonra kapıyı usulca kapattı.

On beş dakika sonra evin kapısında dönen anahtarın sesini duyarken, “Ben geldim,” diyen ses de kulağına ilişmişti. “Gel, mutfaktayım. Çorbaları servis ediyorum.” Eline aldığı kâseye çorba doldurduğu esnada mutfak kapısında beliren adama göz ucuyla bakıp gülümsedi.

“Hoş geldin.”

“Hoş buldum, güzelim. Yardım lazım mı?”

“Teşekkür ederim, her şey hazır. Hadi masaya geç,” dese de Metehan masaya değil kendisine yönelmiş arkasında durup beline sarılırken şakağına da küçük bir öpücük kondurmuştu. “Ellerine sağlık, harika görünüyor ve kokuyorlar.”

“Övgülerini yemekten sonraya sakla,” deyip gülerken belini saran kolun içinde usulca döndü ve adamın gözlerine baktı. “Buzdolabında seveceğin bir şey var. Onu alıp masaya getirebilirsin.”

Sözleriyle Metehan’ın kaşları hafifçe çatılsa da meraklandığı da belliydi. “Ne var ki? Sevdiğim ne olabilir?”

“Bilmem, git kendin gör,” deyip gülen kadının burnunu usulca sıktı ve buzdolabına yöneldi. Dolabın kapağını açıp servis tabağında duran şeyi görünce, “Ciddi misin?” diye resmen bağırmıştı. Onun bu tepkisine kahkaha atan Nazenin ise çorbaları masaya götürüyordu. “Gayet ciddiyim, hadi çorbalar soğuyacak.”

Metehan servis tabağındaki enginarlara hülyalı bakışlar atarken masaya ilerlemiş ve tabağı koymuştu. “Sen, bana sevdiğim yemekleri mi yaptın?” deyip bıyık altından gülerken ve keyiften dört köşe olurken kadını bileğinden yakalamış kendine çekmişti.

“Bu ipucunu kim verdi?” sorusuna resmen kıkırdayan Nazenin bedenini saran kolların arasında öylece duruyor, başını hafifçe arkaya atmış vaziyette onun gözlerine bakıyordu.

“Melek teyzem geçen gün sohbet ederken, geleceğinizi bilseydim enginar yapardım Metehan çok sever, demişti.” Ellerini adamın kollarının üst kısmına sarıp usulca okşayıp sıkarken, “Ne o, bakıyorum da çok hoşuna gitti.”

“Gider tabii, hatun uğraşmış, sevdiğim yemeği yapmış.”

“Enginara değil de buna sevindin yani?” derken usulca sağa sola sallanan Nazenin resmen bakışıyla, ufak dokunuşlarıyla, salınışlarıyla ve sözleriyle cilve yapıyordu. Bu hali ise Metehan’ı mest ediyordu.

“Enginara değil, bana enginar yapmana, daha doğrusu bu ince düşüncene sevindim,” deyip kadının alnına öpücük kondururken yüzünü saran elleri hissedip gülümsedi. Nazenin, elleri arasındaki yüzü okşayıp soluklandıktan sonra bir adım geri çekilip masayı işaret etti.

İkisi de masada yerlerini alıp yemeğe başladıklarında sohbet etmeye de başlamışlardı. Gün boyunca yaptıklarını detay vermeden anlatmış sonra aklına gelen şeyle duraksayan Nazenin günler önce yakalanıp sorgulanan bombacıyla ilgili bir gelişme olup olmadığını sormuştu. Ancak Metehan da bir bilgisi olmadığını söyleyince o konuyu kapattı.

Yemek son bulup masayı toplamışlar o sırada demlenen çaydan birer bardak alarak salona geçmişlerdi. Nazenin çayların yanına hazırladığı tatlıyı da getirince koltuğa yan yana oturdular.

“Metehan?”

“Efendim güzelim?” derken bacaklarını sehpaya uzatmış, tatlısından yiyor aynı zamanda televizyonda film arıyordu.

“Cansel’in görevden uzaklaştırması yakında bitecekmiş.” Sıkıntıyla söylediği sözlerle Metehan da sıkıntılı bir nefes alıp kadına yandan yandan bakmıştı.

“Bilgim yok.”

“Bilgin var mı diye söylemedim,” diyen Nazenin biten tatlısının kabını sehpaya bırakıp bacaklarını kendine çekti ve kollarıyla sardı.

“Geri gelince eski davranışlarını tekrarlarsa diye mi düşünüyorsun?” Sorusuyla başını salladı sadece. Derin ve sıkıntılı bir soluk alan Metehan da tatlısının boş kabını sehpaya bırakıp bacaklarını sehpadan indirdi ve yan dönerek onu görecek şekilde koltuğa yerleşti.

Parmak uçlarını kadının saçına uzatıp okşarken, “Sıkma canını. Senin canın sıkılırsa benim de canım sıkılır. Cansel sana yaklaşamasın diye elimizden geleni yapacağımızdan şüphen olmasın,” deyip koluyla kadının sırtını sardı ve bedenini kendine çekip göğsüne yatmasını sağladı. Nazenin ise hiç itirazsız dayandı o kocaman göğse. Avuç içini adamın kalbinin üstüne koyup yavaşça okşarken saçlarında gezen parmaklar yine kendisini uykuya davet etmeye başlamıştı.

“Oynama saçlarımla.”

“Neden?”

“Uykum geliyor.”

Cevabına gülen Metehan, “Gelsin,” deyip güldü kısık sesle. Ardından bedenini arkaya bıraktı ve koltuğa uzanırken Nazenin’i de beraberinde koltuğa çekti. Kendi bedeni koltuğu kapladığından Nazenin resmen üstünde yatıyordu ama sesi de çıkmıyordu. Küçük bedeni göğsünün sol tarafındaydı ve bacaklarından birini sol bacağının üstüne atıp, birbirlerine kenetlenmelerini sağlamıştı. Metehan onun düşmesini engellemek için koluyla sırtından beline doğru barikat oluşturmuştu. Parmak uçları kadının beline değiyor, değdiği yerde usul usul hareket ediyordu. Diğer eli ise yine saçlarındaydı. Durmaksızın saçlarını okşuyor, saç diplerine ve şakaklarına masaj yapıyordu.

Nazenin saçlarında gezen parmakların dokunuşuyla uyumak üzereyken adamın göğsünden kıpırdandı. Bulunduğu yere daha iyi yerleşmek ister gibi yaptığı bu harekete sessizce gülen Metehan parmak uçlarında hissettiği sıcaklıkla durdu. Kadının belinde gezen parmakları tenine değmişti. Nazenin kıpırdanınca tişörtü yukarı sıyrılmış ve beli açılmıştı belli ki. Tişörtün ucunu bulup aşağı çekerken, sabır, diyordu için için. Sabır yarabbim.

“Sana dayanmak gittikçe zor ve işkence gibi bir hal almaya başladı, Nazenin Hanım,” deyip soluklanırken kadının mırıldanır gibi güldüğünü duydu. “Koltuğa sen uzandın. Ben gayet masumum.”

Sözlerine kahkaha atan Metehan, “Gayet masum musun gerçekten jartiyerli?” Diye sorunca Nazenin gözlerini aralamış ve tıpkı onun gibi kahkaha atmıştı. Başını biraz daha kaldırıp adamın üstünde doğruldu biraz ve gözlerine baktı. Yüzleri çok yakındı, verdikleri her soluk birbirine karışıyordu.

“İçimde jartiyer kemeri vardı. Sadece kemeri. O da çoraplarım düşüp durmasın diyeydi.”

“Hmm…”

“Ne hmm?”

“Güzel pozisyon… Öpüşsek mi artık? Bölecek kimse de yok. Ayaküstü öpüşmem, diyordun. Bak, uzanıyoruz.” Sözleriyle gülmeye devam eden Nazenin usulca başını salladı.

“Güzelim, bak Cuma da değil, bayram da bitiyor. Daha ne? Daha ne?” Diye isyan eden adamın yakarışıyla gülüşleri kahkahalara dönerken, “Planlanmış bir öpüşme istemiyorum, Binbaşı,” Demesiyle ne olduğunu bile anlayamadan kendini koltukta, onu ise üstünde bulmuştu.

“Bak, bunu hiç planlamamıştık,” diye mırıldanıp burnunu kadının boynuna sürttü, biraz geri çekildi ve onu bir güzel süzdü. Nazenin’in şaşkınlıkla hızlanan nefeslerinden dolayı göğsü hızla şişiyor, kendi göğsüne çarpıyordu. Tişörtünün kayan yakası ise dekoltesini daha da gözler önüne sermişti.

“Biraz daha böyle durursak hiç masum şeyler olmayacak, Vali Hanım. O yüzden ben evime gidiyorum.”

Fısıltıyla söylediği sözlerle gerçekliğe dönen Nazenin savsakça başını salladı sadece. Metehan onu bir kez daha alnından öpüp ayaklanırken, “Yatağına geçip uyu güzelim,” demiş ve ona bakmadan evden çıkmıştı.

Nazenin öylece kaldığı koltukta tavana bakarken kalbi hâlâ deli gibi atıyor, kendi kendine gülüyordu. Gülüşleri kahkahalara dönerken doğruldu ve yatak odasına ilerledi. Günlerdir olan biten her şeyi düşünüp şapşal şapşal gülerek uykuya daldı. Ertesi gün, gün ışırken yine aralarında hiçbir şey yaşanmamış gibi yapmış ve işlerinin başına dönmüşlerdi.

Akşam işten eve dönen Nazenin, Metehan’ın kapısına baktı. Kendisini almaya gelmemişti. Belli ki evde de yoktu. Endişeyle soluklanıp, acaba göreve mi gitti? diye düşünürken duyduğu çığlık sesleriyle irkildi. Bir an sesin nereden geldiğini anlayamayıp etrafına bakındı. Sonra sesin üst kattan, Yeliz ya da Figen’den geldiğini anlayıp merdivenleri hızla çıktı. Figen’in evinin kapısına yaklaşıp kapıyı çalarken solukları kesilecek gibiydi. Neler oluyordu?

Kapı açılıp da karşısında gözleri yaşlı vaziyette duran kadınlara korkuyla baktı.

“Kızlar.”

“Nazenin Hanım.” Telaşla kendisine bakan Yeliz, Figen’e dönüp başını salladı. “Sesimizi mi duydunuz?” diyen ise Figen olmuştu.

“Sesiniz duyulmayacak gibi değildi ki. Ne oldu? Neden bağırıyordunuz?”

İki kolunu da kavrayan kızlar onu bodoslama eve sokup kapıyı kapattılar. “Yahu ne oluyor?” derken hem sinirli hem de endişeliydi. Gözleriyle ikisini de resmen tarıyordu. Figen mahcup şekilde mırıldanarak, “Biz seviniyorduk aslında,” dediğinde Nazenin iyice meraklanmıştı.

“Neye seviniyordunuz?”

Figen birkaç saniye durup, derin bir nefes alarak elindeki şeyi gün yüzüne çıkarıverdi. Nazenin ise neye baktığını bir an idrak edemedi. Sonra anladı. Bu bir gebelik testiydi… Ve üstünde gayet belirgin iki çizgi vardı. Kaşları çatıldı, yüzü dalgalandı. Ağzı bir karış açılıp gözlerine yaşlar dolarken, “Hanginiz?” diye sormayı başarmıştı. Bu güzel haberin sahibi Figen miydi yoksa Yeliz mi?

“Ben… Ben hamileyim,” diye fısıldayan Figen hem ağlıyor hem de olduğu yerde heyecanla kıpırdanıyordu.  Nazenin ona bakıp, “Ayyy!” diye coşkuyla bağırmaktan kendini alamamıştı.

“Sen ciddi misin? Bebek mi geliyor?” derken birbirlerine sarıldılar. İçini çeke çeke, “Evet…” deyip boynuna sarılan Figen’i yanaklarından öptü. “Çok sevindim Figen. Gerçekten çok sevindim.”

Figen’in sırtını sıvazladı, gözyaşlarının dinmesini bekledi. Sonra Yeliz’e bakıp göz kırparken, “Darısı başına diyelim mi Yeliz Hocam?” dediğinde üçü de güldü ve yine heyecanla bağırmaya başladılar. Sinem ve Birce’nin yeri asla dolmazdı ama Figen ve Yeliz de bu şehirde ona yoldaş olmuş iki kadın, iki güzel dosttu. Bu haber ise tüm gerginliğini, yorgunluğunu alıp götürmüştü.

Kızların Ayyy, nidaları evi sararken kapı kırılırcasına çalınmaya başlayınca irkilip sustular. Bir an göz göze gelip, “Nazenin!” diye yeri göğü inleten bağırışı dinlediler. Ardından da “Yeliz…” ve “Figen…” diye bağıran Adil ve Uygur’un sesi geldi kulaklarına.

“Eyvah,” diyen Figen elindeki testi cebine atarken, Yeliz de ne yapacağını şaşırmış vaziyette kapıya bakıyordu.

“Adil, sizin evin balkonundan Uygur’ların balkona atlayın. İçeri gireceğiz.”

Metehan’ın verdiği emri duyan Nazenin, “Kapı pencere bırakmayacaklar. Ben kapıyı açıyorum. Bana bir şey diyemezler,” dedi ve güldü. Kapının kolunu kavrayıp açmasıyla kendisine dönmüş yedi tane tabancanın namlusuyla burun buruna gelince ardındaki kızlar bir çığlık daha basmışlardı.

“Yahu, siz neye bağırıyorsunuz?” diye endişeyle bağıran Metehan, Nazenin’e korkuyla bakıyordu ve tam anlamıyla burnundan soluyordu.

“Asıl sen niye bağırıyorsun Binbaşı?” dese de Metehan’da bir değişim olmamıştı. Metehan, silahını indirip, sinirle yüzünü sıvazlarken, “İndirin silahlarınızı! Bir kaza çıkacak Allah korusun,” diye de söyleniyordu.

“Binbaşı ve timi, hepiniz derhal aşağı iniyor, evlerinize giriyorsunuz. Bir şey olduğu yok. Kız kıza gülüp eğleniyorduk. Adil, Yeliz’i al ve evine geç. Uygur, sen de evine gir. Karın bekliyor,” deyip merdivenlere yönelen Nazenin kendisine şaşkın şaşkın bakan adamlara döndü.

“Bu bir emirdir! Emrimi ikiletmeyin. Hadi!” Amacı Uygur ve Figen’i baş başa bırakmaktı ve emri işe yaramıştı. Yanından hızla geçip söylenerek merdivenleri inen Metehan’ı takip etti. Onu evinin önünde yakalayıp kolunu tuttuğunda öfkeli kahve hareler üstüne döndü.

“Çok sinirliyim. Çok! Ve bu sinirle, dahası yaşadığım korkuyla kalbini kırabilirim. Böyle bir şey olsun istemiyorum,” diyen adama mahcup bir ifadeyle baktı. Gerçekten korkmuştu, yüzünden belliydi.

“Ben iyiyim. Hepimiz iyiyiz. Sizi korkuttuğumuz için de özür dilerim ama…”

“Ama? Ne aması Nazenin? Sana bir şey oldu sandım,” diye bağıran adam sözlerini bölünce Nazenin gözlerini kaçırmıştı. Çünkü adam gözleriyle ateş ediyordu sanki. Derin bir soluk alıp, sakin kalmak için çabalarken merdivenlerden görünmez olarak inmeye, onları görmezden gelmeye çalışan Timin bekâr üyelerini el hareketiyle durdurdu. “Bekleyin…” derken Adil ve Yeliz de merdivenlerde belirmişti. Yeliz sırıtıyordu ancak Adil çok gergindi ve sinirliydi. Tıpkı Metehan gibi.

“Az sonra hepiniz bizden daha çok bağıracaksınız. Bekleyin,” demesiyle Uygur’un feryadı geldi. “Allahh!”

“Ne oluyor lan?” diye dişlerini sıka sıka ve tahammülü bitercesine bağıran Metehan Binbaşıya cevabı Uygur verdi. Yalın ayak koşarak merdivenleri iniyor, “Baba oluyormuşum,” diyordu. Pençe Timi şaşkınlıkla birbirlerine bakıp kalırken Nazenin ve Yeliz onların bu haline gülüyordu.

Metehan ise hâlâ şaşkındı. “Komutanım, ben baba oluyormuşum,” diyerek kendisine sarılan Uygur’a sarılsa da, “Ne diyorsun oğlum?” diye mırıldanıyordu.

“Valla.” diyen Uygur biraz geri çekilip nefes nefese konuşmaya devam etti. “Kızlar bu habere bağırıyorlarmış.” Bir an durdu ve kızlar, hitabı için mahcupça Nazenin’e baktı. Nazenin ise gülerek omuz silkti sadece. Sıkıntı yok, der gibi.

Bu sırada şaşkınlığını atıp gerçeği idrak eden Metehan, Uygur’u omuzundan çekti ve sıkıca sarıldı. “Hayırlı uğurlu olsun. Allah sağ selamet kucağınıza almayı da nasip etsin aslanım.”

“Âmin, inşallah komutanım,” diyen Uygur’dan gözlerini ayırıp merdiven boşluğuna doğru, “Bizim kız…” diye seslendi. Figen, gözlerinde yaşlarla merdivenleri inip Metehan’ın yanında durduğunda birbirlerine gülümsediler. “Hayırlı olsun abim. Gel, gel,” dedi ve onunla da sarıldılar.

“Vay be, time bebek geliyor ha. Allah… Haberin güzelliğine bakın,” derken Metehan’ın içi içine sığmıyor gibiydi. Herkes Figen ve Uygur’u tebrik etmeye başladığında Metehan göz ucuyla Nazenin’e baktı ve gülümsedi. “Aklımı aldın kadın,” diye fısıldarken kolunu onun omzuna sarmış ve sıkmıştı. Herkesle kucaklaşan Uygur en son Nazenin’e yönelip durdu. Makam üstünlüğü Nazenin’de olduğundan elini uzatmamıştı. Nazenin ise durumu anlayıp, “Şurada biz bizeyiz ama…” derken Uygur’a elini uzatmıştı. Tokalaştıkları esnada onun sözlerine tebessüm eden Uygur, “Biz bizeyiz ama alışkanlık, Sayın Vali’m,” dediğinde Nazenin pes eder gibi bir soluk almıştı.

“İkinizi de tebrik ederim. Bebeğiniz, annesinin bedeninde geçireceği süreyi sağlıkla doldursun, annesini hiç zorlamasın inşallah ve tam vaktinde de sağlıkla gelsin.” Herkes bu nahif sözlerle edilen duaya âmin, derken Uygur, “Bebek sesiyle sizi biraz rahatsız edecek gibiyiz, Sayın Vali’m,” deyip gülmüştü.

“Bebek sesinden, çocuk sesinden rahatsız olunur mu hiç? Bir daha böyle bir şeyi duymayayım lütfen,” dedi ve merdiven boşluğunu dolduran time baktı. “Ee, o zaman paydos. Herkes evine.”

Sözleriyle gülüşerek ayrılmak üzereyken Metehan, Yeliz ve Adil’e göz kırptı. “Bayrağı siz devraldınız gençler. Bir dahaki müjdeyi sizden bekliyoruz. İstediğiniz zamanda, sağlıkla nasip olsun inşallah,” dediğinde yine hepsi âmin, diyor, Yeliz ve Adil ise tebessümle birbirlerine bakıyordu.

Herkes evlerine dağıldıktan birkaç saat sonra Nazenin’in kapısı usulca çaldı. Çalışma odasında birkaç dosyayı incelemekle uğraşan kadın kapıyı açtığında karşısında Metehan vardı ve gülümsüyordu. “Gençler müjdeli haberi Kutluhan Albay ve Nuran ablaya vermek istiyorlarmış. Hep birlikte baskın yapalım, diyorlar. Herkes hazır, hadi hep birlikte gidiyoruz.”

Nazenin duyduklarına gülümserken, “Gidelim de elimiz boş gitmek ayıp olur. Hem haber vermiyoruz hem de…”

“Ben bir şeyler aldım. Yeliz de kek yapmış,”

“Peki madem… Dur montumu alayım,” derken kapının ardındaki askıya uzanmıştı. “Eşofmanla gelmemde sakınca var mı? Biz bize olacaksak…” Biz bize olacaksak, sözünün Metehan’ı kalbinden vurduğundan bir haber üstüne bakıyordu ki çenesini kavrayan el başını kaldırdı.

“Biz bizeyiz, hiç sıkıntı olmaz,” deyip göz kırpan adama baktı bir süre. Sonra onu neyin bu kadar mutlu ettiğini anladı. Pençe Timi, Albay ve aileleriyle kurduğu bağ, hepsini aile gibi görüp kabullenişi belli ki Metehan’ın hoşuna gitmişti. Ki gerçek de öyleydi.

Metehan, hayatına bir anda giriveren kadının, hayatındaki en kıymetli insanlarla böylesi güzel ilişki kurmuş olması yüreğinde tarifi imkânsız bir duyguya sebep oluyordu. “Hadi, gidelim o zaman,” diyerek evden çıktı ve kapıyı kilitledi. Pençe Timi, Figen ve Yeliz aşağıda kendilerini bekliyordu. Hep birlikte birkaç bina ötede, Albay ve ailesinin oturduğu apartmana yürüdüler. Yürürken de sohbet ediyor, yer yer gülüyorlardı.

Apartmana girip sessizce merdivenleri çıktıktan sonra hepsi birbirine baktı. “Kapıyı kim çalacak?” diye soran Yusuf’un gözleri, Nazenin ve Metehan’ın üstünde gidip geliyordu.

“Sen çal,” diyerek görevi Metehan’a paslayan Nazenin bir adım geri çekilip ona yolu açtı. Binbaşı da başını hafifçe sallayıp kapıya ilerledi ve zile bastı. Birkaç saniye sonra kapıyı açan Kutluhan Albay, Metehan’ı görünce, “Hayır olsun,” diyecekti ki ardındaki kalabalığa bakıp kaldı.

“Ne oluyor ulan? Hepiniz neden buradasınız? Özel bir gün falan mı? Nuran’ın doğum gününü mü unuttum yoksa? Ağzıma sıçar vallahi.” Sözleriyle herkes gülünce koridora adımlayıp gerilerde duran Yeliz, Figen ve Nazenin’i de gördü.

“Aha, kesin unuttum. Vali Hanım, bile gelmiş.” Metehan ona tebessüm edip, “Bir şey unutmadın komutanım. Biz sürpriz yapmak istedik. Toplanıp geldik. Müsaade var mı?” diye sorarken, Albay evin kapısını sonuna kadar açmıştı.

“Müsaade sizin çocuklar, gelin. Hoş geldiniz. Nuran, Leyla, Hüma… Misafirlerimiz var hanımlar.” İçeri seslenirken bir yandan da gülümsüyordu.

“Misafir mi?” Diye koşar adım kapıya gelen Nuran Hoca karşısında gördüğü tim üyelerine gülüvermişti. “Aaa, bizim çocuklardan misafir mi olur Kutluhan? Aşk olsun. Geçin çocuklar, geçin. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Yeliz’le Figen de…” geldi mi diyemeden onları da görmüş, kalabalığın en sonunda ilerleyen Nazenin’i görünceyse, “Nazenin Hanım, bile gelmiş. Ayy, ne güzel yapmışsınız yahu. Geçin geçin,” diyordu.

Kapıdaki karşılama merasimi son bulup salona geçtiklerinde herkes kendine bir yer bulmuştu. Kimi koltuklara, kimi sandalyelere kimi de yere oturmuş, sohbet etmeye başlamıştı. Sanki birbirlerini hiç görmüyorlar gibi öyle normal, öyle havadan sudan konuşuyorlardı.  Sıkış tıkış sığdıkları salonda sıcacık bir ortam vardı ve bu, Nazenin’e tebessüm ettirmişti.

“Hoş geldiniz,” diyerek salona giren Hüma’yı kardeşi Leyla takip ediyordu. İkisi de kalabalığı aşarak direkt Metehan’a ilerleyip yanında durduklarında Metehan da ayaklandı. Kızlara sarılıp hal hatır sorarlarken Hüma’ya takılmayı da ihmal etmedi. Çalıştığı şirket iflas ettiği için bayram öncesinde işsiz kalan Hüma’nın keyifsizliği yüzünden belliydi. İnşaat Mühendisi olan genç kız yeniden iş bulmaya çalışıyordu ancak sıfırdan düzen kuracak olmak onu epey geriyor gibiydi.

“Sıkma canını abim, hallolur her şey,” diyerek onun omzunu kavrayıp okşayan Metehan, babasının yanına ilişmiş olan Leyla’ya dönüp burnunun ucunu sıktı. Gülerek, “Naber kız cadı? Hani bu kez Vali Hanım’a methiyeler düzüp onu övmek yok mu?” Demesiyle Leyla salondaki kalabalığı taradı ve Nazenin’i görüp, şaşkın şaşkın “Aaa!” dedi.

“Görmedim ki iki gözümün çiçeğini. Gözlerim kör oldu demek ki güzelliğinden de göremedim.” Bir soluk alıp sözlerine, “Ortadoğu ve Balkanların en havalı kadını da aramızdaymış. Resmen evimizi şenlendirmiş, fakirhanemize gelişiniz biz garibanları ne mutlu etti Vali Hanım…” diye devam edip yerinden fırlayacakken annesi ense köküne bir tane patlatmıştı.

“Salak salak konuşma. Bu çocuk yüzünden ve ona uyguladığım muamele yüzünden eğitimci yanım her geçen gün ağır hasar alıyor, Kutluhan. Öğrendiklerimin hiçbirini bu velette uygulayamıyorum.” Nuran hocanın çıkışıyla kahkahalar havada uçuşmuş, Leyla ise çoktan Nazenin’in yanına sıkışıp ona sıkıca sarılırken kedi gibi de göğsüne yatmıştı.

“Sayın Vali’m, sizin hukuk bilginiz de var. Bana uygulanan bu muamelenin hukuksal ceza boyutu nedir acaba? Bizi aydınlatır mısınız?” diye sorduğunda Nazenin daha da gülmüş, kolları arasındaki kızın sırtını sıvazlamaya devam ederken de Kutluhan ve Nuran’a bakıp göz kırpmıştı.

“Bu muamelenin hukuksal boyutu, anne terliği ya da anne şamarı yemektir Leylacım. Başka boyut moyut yok.” Nazenin’in sözleri ortamdaki şamatayı büyütürken Yeliz ayaklanıp mutfağa ilerlerken, “Çay demliyorum, Nuran abla,” demişti.

“Tamam kızım, sağ ol,” diyen Nuran hâlâ Leyla’ya ters ters bakarken Hüma mırıldandı. “En doğru ve zekâ dolu genleri bana verdiğiniz için minnettarım. Allah razı olsun, şunun gibi salak olmadım.” Bu sözlerle ablasına ters bir bakış atan Leyla, “İşsiz!” derken, ablası da yapıştırıyordu cevabı. “Ergen!”

Kızlarının savaşını hüsranla izleyen anne ve baba bıkkınlıkla soluklandığı esnada Kutluhan Albay doğruldu hepsine ve dikkatle baktı. “En son böyle sürpriz yapıp geldiğinizde Adil ve Yeliz’in evleneceği müjdesini vermiştiniz. Kim evleniyor çabuk söyleyin?” Albayın gözünden de hiçbir şey kaçmıyordu maşallah. Nuran Hanım kocasının sözleriyle, “Ayy kim?” derken hepsine bakıyordu.

Metehan, sol tarafındaki ikili koltukta sessiz sessiz oturan Uygur ve Figen’e bakıp, Hadi söyleyin, der gibi hafifçe başını salladı. Ancak ikisinin de heyecandan sus pus kaldığı aşikârdı. Metehan bıyık altından gülerek, “Hadi hadi, söyleyin artık,” dediğinde Albay ve Nuran Hoca bu sözlerin kime söylendiğini anlamaya çalışıyorlardı ki Uygur göz ucuyla karısına bakıp başını salladı. Sonra da komutanına döndü.

“Şey komutanım…” demesiyle biraz daha doğrulan Albay kaşlarını çatmıştı ancak yüzünde de bir tebessüm belirmek üzereydi. Anlamış gibiydi. Askerlerinin evine bir anda gelişlerinin müjdeli bir haber için olduğunu anlamıştı zaten. Söze Uygur girince de devamını tahmin etmek zor değildi. Ancak bekliyordu, duymak için bekliyorlardı.

“Şey…”

“Ney ulan?” diye homurdanan Kutluhan, biraz daha öne kaydı koltuğunda. Ayağa fırlamaya hazırlanıyordu. Onun yapmaya hazırlandığı şeyi fark eden herkes gülümserken Nazenin de heyecanla kıpırdanıp gözlerini onların üstünde gezdirdi. Sonra aklına gelen şeyle, “Leyla video çeksene ama çaktırma çabuk,” dediğinde Leyla hemen ayaklanıp salon masasında duran telefonuna ilerlemiş, böylece Metehan ve Nazenin de yan yana yeniden gelmişti. Nazenin soluğunu tutmuş, herkes gibi olacakları beklerken elini yanındaki adamın dizine uzattı ve kavradı. Sımsıkı tuttu onu. O esnada elini saran eli ise hissetmedi bile.

“Bizim bir bebeğimiz olacak.” Sözleri sonunda Figen’in sabırsız sesinden dökülünce Albay tam da beklenen hareketi yapıp, “Allah…” diyerek ayaklandı. “Allah… Bebek geliyormuş Nuran, bebek geliyormuş duydun mu?” Bir ömrü geçirdiği karısına döndü ve ilk önce ona sarıldı. Haberin mutluluğunu birbirleriyle paylaşırlarken herkes onlara gıptayla baktı ve gülümsedi. Yoldaş olmak, eş olmak, ömürlük olmak böyle bir şey olmalıydı. İyide de kötüde de ilk birbirine koşmaktı demek ki karı koca olmak. Olabilmek.

Nuran Hanım, “Çocuklar ne diyorsunuz? Bu ne güzel haber,” derken yaşlar dolan gözleriyle onlara bakıyor, bir yandan da kocasının sırtını sıvazlıyordu. Birbirlerinden ayrılıp Uygur ve Figen’e ilerlediler ve ikisini de sırayla kucaklayıp tebrik ettiler. “Time yeni bir üye geliyor. Haberin güzelliğine bakın,” diyen Albayın gözleri Hem mutluluktan hem de göz pınarlarına biriken yaşlardan ışıldıyordu. Derin bir nefes alıp iç çekerek duygularını bastırmaya çalışan adamın aksine Nuran Hanım mutluluk gözyaşlarını koy vermişti.

Onları gülerek izleyen Metehan ise elinin içindeki eli sıktı hafifçe ve Nazenin’in kulağına eğildi. “Ben böyle bir bombayı Andaç’tan bekliyorum. Tez zamanda.” Nazenin kulağına fısıldanan sözlerle duraksayıp bir an için abisi ve dostu Birce’nin çocuğu olduğunu düşündü. Yüzünde tebessüm belirdi. “Ne güzel olur,” Dediğinde ise Metehan yeniden fısıldadı.

“Hala oluşunu da böyle kutlarız.”

“Senin de amca oluşunu kutlarız o zaman can kardeş.” Göz göze geldiler an içtenlikle gülümsediler.

Ancak Metehan farkında olmadan kullandığı bomba kelimesiyle Nazenin’in aklına bombacıyı getirmişti. Sorgu süresi çoktan bitmiş olmalıydı. O zaman bu sessizliğin nedeni neydi? Neden Cihan Başkan ya da Seyfettin Paşa hiçbir bilgi vermiyordu? Bombacı konuşmamış mıydı? Sıkıntıyla iç çekerken elini de çekti Metehan’dan. Bunu usulca ve onu kırmadan yaparken gülümsemeye çalıştı.

Birkaç saat süren misafirlik son bulup evlerine geri döndüklerinde de aklındaki sorularla savaştı Nazenin ve sabahı sabah etti. Valilik binasına doğru yola çıkmadan önce bahçedeki çardağa ilerlerken Metehan’a da gel, diye işaret etmişti.

Kadının durgunluğunu, uykusuz olduğunu anlayan Metehan onu takip edip çardağa ilerledi. Nazenin’in yanına oturup bir süre ona baktı. Dün akşam eve dönerlerken de böyle durgun ve düşünceliydi. Ancak yorgun olduğunu düşünüp, üstünde durmamaya çalışmıştı. Şimdi de bu halde olması normal değildi. Neyi vardı? Neden bu haldeydi? Sorular aklında dolanıp dururken hiç ses etmeden, konuşmayı onun başlatması için sabırla bekledi.

“Bombacıyı alalı kaç gün oldu? Neden kimseden ses çıkmıyor dersin Binbaşı?”

Soru, kadının derdini net olarak anlatıyordu. Ki zaten bunu dert etmesi de çok doğaldı. Defalarca tehdit mesajları almış, suikaste uğramış, ölümden dönmüştü. Düğüne gelen o mesajdan sonra her şey yolundaymış gibi işine devam etmeye çalışıyor, çabalıyordu ancak canını almak isteyen düşmanı yok sayması imkânsızdı. Doğal olarak aklı hep o konudaydı.

“Bayram sabahı Cihan Başkan’a durumu sordum ancak cevap vermedi. Daha doğrusu geçiştirdi. Seyfettin Paşa zaten konuyu bile açmıyor.”

“Cihan Başkan ve Seyfettin Paşa bir şey biliyor, Binbaşı. Ve o şey her neyse bizden gizlemek için ellerinden geleni yapıyorlar,” deyip sıkıntıyla nefes alan kadın kol saatine bakıp yavaşça ayaklandı. “Hadi gidelim.”

Yeniden araçlara ilerleyip yola çıktılar. Valilik binasının tadilatı sonunda bitmişti ve Nazenin emek emek yeniden ayağa kaldırdıkları binaya bakıyordu. Kapıdaki güvenliklere selam verip, koşar adım içeri girerken Pençe Timi dışarıda kalmış, çevre güvenliği almaya başlamıştı.

Yeni hafta, geçmiş olsun, dilemek için ziyarete gelen siyasetçi ve bürokratlarla yoğun başlamıştı. Vali Hanımın makam odası bir doluyor bir boşalıyordu. Nefes almaya bile vakit bulmazken ve düşünmekten başı deli gibi ağrırken herkesi güler yüzle konuk etmek zordu. Ancak Nazenin bunun da üstesinden geliyordu. Öğle yemeğinden sonraki ilk misafirini de yolcu edip derin bir soluk almıştı ki Rezzan Hanım kapıda belirdi.

“Sayın Vali’m.”

“Söyle Rezzan Hanım, bu kez kim geliyor?” deyip gülümsemeye çalıştı ancak, “Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan sizi bekliyorlar. Haber vermem istendi,” cevabıyla gülümsemesi yok olup gitti. İşte bu sözlerle ayaklanıp giydi ceketini ve koşarak ayrıldı odasından. Kapıda kendisini bekleyen makam aracına binmesiyle Emre gaza basmıştı.

On dakikalık mesafe bir ömür gibi gelmişti Nazenin’e. Yol bitmek bilmemişti. Çünkü bu ziyaretin sebebini tahmin ediyordu. Paşa ve Başkan, Duymak istediği her şeyi söylemeye gelmişti. Stresle kıvrılan parmaklarını eteğinin ucuna geçirirken başını hafifçe salladı. Aracı, Alay binası önünde durduğunda bir an bile duraksamadan binaya girdi. Kendisi karşılayan Albay’a sadece başıyla selam verip yürümeyi sürdürürken topuk sesi her zamanki gibi koridoru inletiyordu.

Harekât merkezinden içeri girip etrafa hızla bakındı. İçerisi epey kalabalıktı. Şehirdeki bütün rütbeliler, jandarma albay, emniyet müdürü, Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan… Herkes buradaydı. Çünkü herkes, bu iki adamın ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. Metehan ve Timi de içeri alınıp kapılar kapandığında Nazenin masanın sol tarafındaki boş bir koltuğa oturdu. Onun yanındaki boş koltuğa yönelen Metehan ise Paşa’ya selam durup, otur, komutuyla otururken karşısındaki sürpriz konuklara bakıyordu.

“Hoş geldiniz, Vali Hanım.”

Seyfettin Paşa’ya baş selamı veren Nazenin, “Hoş buldum, siz de hoş geldiniz. Ve belli ki bizlere bir haber getirdiniz,” derken gergindi ve bu anlaşılıyordu. Kızının gergin ifadesiyle soluklanan Seyfettin, onun sözlerini onaylar nitelikteki şu sözleri dile getirdi. “Düğüne gönderilen tehdit mesajı ve Valilik patlamasındaki bağlantıyı çözmeye çalışıyorduk. Bu yüzden de bombacıyı yakalayıp gözaltına almış ve sorgulamıştık.” Nazenin derin bir soluk alırken sabırsızca, “Evet!” demekten kendini alamadı. Çünkü sabrı kalmamıştı. Bu olayın artık çözülmesini istiyordu. Duyacağı şeyler ne olursa olsun, gerçekleri istiyordu.

“Gelen mesaj dolayısıyla oluşan şüphelerimizi bombacı doğruladı. O doğrulayana kadar ve bizler de gerekli araştırmaları tamamlayana kadar size bir şey söylemedik. Ama artık konuşmamız lazım. Çünkü durum ciddi. Çok ciddi!” deyip susan Seyfettin, Cihan’a dönüp sözü ona bırakır gibi başını salladı. Ve herkes nefesini tutup, duyacaklarını beklemeye başladı.

“Zait Averyanov; Annesi Türk, babası Rus kökenli, bir iş adamı, Armatör. Lakabı Sansar!” diyen Cihan Başkan elindeki kumandaya dokunduğu anda adamın fotoğrafı ekrana yansımıştı.

“Türkiye’nin ve Dünya’nın en büyük kaçakçılık örgütlerinden birinin elebaşı. Silah, uyuşturucu, kara para, kadın ticareti ve insan kaçakçılığının dümeninde bu şerefsiz oturuyor. Türkiye’ye giriş izni yok. Ancak gerçek adıyla yok. Sahte kimlikler kullanarak defalarca ülke sınırımızın farklı noktalarından içeri girdiğini öğrendik. Doğu Anadolu Bölgesinde terör örgütlerini besleyen, Suriye, Irak ve İran üzerinden silah kaçakçılığı ağını yöneten, yine Suriye ve Rusya üzerinden insan kaçakçılığı yapan, o insanların kimilerini tır dorselerinde, kimilerini ise Ege Denizi üzerinden botlarla Yunanistan’a kaçıran ya da boğularak ölümlerine sebep olan şerefsiz bu.”

Cihan durdu ve bekledi. Hem soluklandı hem de anlattıklarını herkesin biraz olsun idrak etmesi için zaman tanıdı.

“Adamın her yerde eli, gözü, kulağı var. Öyle bir ağ kurmuş, içimize öyle sinsice sızmış ki ona çalışanları ayıklamak güç. Her milletten, her meslekten, her şehirde adamları var. Biz daha hamle edemeden yapacağımız şeyden adamın haberi oluyor.”

Nazenin elinde çevirip durduğu kalemi avucunun içine alıp sıkarken ilk sorusunu sordu. “Nasıl olur Cihan Bey? Bu kadar büyük bir ağ oluşumu gerçekleşir de bizler bunu nasıl görmeyiz ya da nasıl engel olamayız?”

“Engel olmak isteyen bizler kadar, engel olmamızı istemeyenler de vardı. Düşman sadece görünürdeki bu adam değil, Sayın Vali’m.” Cevabıyla Nazenin, bir süre önce ziyaretine gelen Habil Karaosmanoğlu’nun sözlerini hatırladı. Adam, Cihan Başkan’ın söylediklerini haftalar öncesinde söylemişti.

“Peki, bunca aydır aradığımız adam bu mu? Madem böyle bir şüpheli vardı da ilk anda neden aklınıza gelmedi? Neden şimdi oklar bu şerefsize döndü? Sizi bu adama yönelten şey nedir?” Zekice ve inci gibi sorularını sıralayıp, hem babasına hem de Cihan Bey’e pür dikkat baktı. Bir dakikaya yakın süren sessizliğin ardından Seyfettin Paşa sıkıntıyla konuştu.

“Çünkü Zait’in sekiz yıldır ölü olduğunu sanıyorduk. Ancak size gelen tehdit mesajları yönümüzü yeniden belirledi, Vali Hanım. Yıllardır ölü sandığımız bu adamın ölmediğini bize gösterdi.”

“Nasıl anladınız? Mesajdan ne anladınız?” diye soran Nazenin, diken üstünde gibiydi. Seyfettin de oldukça sıkıntılı ve huzursuz görünüyordu. “Notun altında işaret vardı. Onun kullandığı bir işaret,” derken sesindeki gerginlik de bunu kanıtlar tondaydı.

Paşa’nın sözleriyle daha da şaşıran Nazenin, gözlerini belertip hem babasına hem de Cihan Bey’e baktı yeniden. “Kendini gizlemiyor yani. Açık açık, benim, ben yaptım, diyor öyle mi?” İki adam da sessizliklerini koruyarak başlarını sallayınca Nazenin devam etti konuşmaya.

“Yani, Vali Bey’in şehit edilmesinin emrini veren, arabamı tarayanları, evime girip mesaj bırakanları, hastaneyi basan teröristleri yöneten adam bu!” Bir an sustu ve soluklanıp devam etti. “Kaza yapmamıza sebep olan ve donarak öleyim diye beni o araçtan çıkarttıran, o gece cebime, intikamımın bedeli kanın olacak, yazan notu koyduran, düğün gecesi ise tebrik notları arasına, bir dahaki düğününüz Vali Hanım’ın bayrağa sarılı tabutu başında olacak, yazan o notu koyduran da bu adam öyle mi?”

Cevap kısa sürede geldi. “Evet!”

“Peki, nasıl oluyor da beni bu kadar iyi tanıyor?  Neden benim peşimde? Benim buraya görevlendirilmemle bu adamın ne alakası var?” Seyfettin gözlerini kızına dikti ve uzun uzun baktı. Aklından geçenleri nasıl dile getireceğini, kelimelere nasıl dökeceğini bilemiyordu. Ancak gerçekleri söylemesi gerektiğinin de farkındaydı. Herkes tehlikenin büyüklüğünü görmeli ve ona göre hareket etmeliydi. Derince bir soluk aldı, sonra konuştu.

“Yaklaşık otuz beş yıl öncenin intikamını almak istiyor.” Nazenin, babasının, yaklaşık otuz beş yıl önce, diyerek ne demek istediğini anlayıp kaskatı kesilmişti sanki. Babasının ilk karısının, abisinin annesinin ve doğmamış kız kardeşinin ölümüne sebep olan adamdı bu. Şimdi daha iyi anlamıştı babasının gergin ve korku dolu bakışlarının sebebini. Tehlike sandığından daha da büyüktü. Sadece terör örgütü falan değildi işin içindeki. Azılı bir düşman vardı karşılarında. Kana susamış ve susuzluğunu kendi kanını akıtarak geçirmek isteyen bir düşman.

“Zaten almadı mı intikamını? İki tane can almadı mı?” Diye fısıldayınca babası başını usulca sallamıştı.

“Sayılar eşit değil.” Cevabıyla bu sefer Metehan konuştu.

“Nasıl yani?” Seyfettin iki genç yüze de baktı dikkatlice.

“Ben yıllar evvel onun peşine düştüğümde kaçmaya başladı. Sınırı geçip Rusya’ya gitmek için hazırlık yaptı. Karadeniz limanında bir Gemi hazırlanmıştı onu ve ailesini kaçırmak için. Biz ise bu istihbaratı Cihan sayesinde öğrenmiş ve pusu kurmuştuk. Amacımız Zait’i almak, sorgulamak ve kurduğu örgütün kökünü kazımaktı. Ancak tıpkı bizler gibi Zait’in ordu kadar adamı da limanda tetikteydi. Çatışma çıktı. Göz gözü görmüyordu. Karanlıkta havada uçan mermilerin sayısı belli değildi. Kimin kime sıktığı bile belli değildi anlayacağınız. Çıkan çatışmadan biz üç askerimizi şehit verdik. O ise birçok adamını kaybetti.” Durup soluklandı. Derin derin iki soluk aldıktan sonra devam etti sözlerine.

“Tek kaybettiği ise adamları değildi. Çatışma esnasında Zait’in karısı ve iki kızı da hayatını kaybetmişti. Zait, onları almaya fırsat bulamadan toz oldu. Sonra iki devletin istihbarat birimleri görüşmelere başladı. En tepedekiler hariç kimse duymadan iki Devletin siyasi geleceği için hayatını kaybeden herkesin bedenleri Averyanov ailesine teslim edildi. Zait’e de haber gönderildi. Türkiye’deki yapılanmayı derhal sonlandırması istendi. Bu sırada ise elimizin ulaştığı her deliğe girip adamın kurduğu düzeni yıkmaya başladık. Yapmaya kalktığı bütün kaçakçılık işlerinin üstüne basıyor ve engel oluyorduk. Ağır kayıplar alıyordu. Hem maddi hem de manevi. En yakın adamı yine ülke sınırlarımız içinde öldürülünce geri çekildi. Artık işlerini gözü kapalı emanet edebileceği kimsesi kalmamıştı ve buna mecbur kaldı.” Ayaklandı usulca, onunla birlikte ayağa kalkmaya yeltenen askerlere oturmalarını işaret edip odanın içinde bir tur attı sessizce. Duyulan tek ses ayağındaki postalın sesiydi. Cihan’ın yanında durup yeniden kızına baktı hüzünle.

“Bu yaşananlardan yaklaşık bir yıl sonra, her şey bitti, sesi soluğu kesildi dediğim anda ise pusu yedim. Yanımda oğlum ve kızıma yedi aylık hamile karım vardı.” Sesi puslu ve fısıldar gibi çıksa da duymuştu herkes söylediklerini. Nazenin ise gözlerini babasının gözlerinden kaçırıp karşısında duran dev ekrana baktı.

Babasının ağzından kendisi dışında biri için ilk kez kızım kelimesinin döküldüğünü duymak şok etmişti onu. Kıskançlık değildi bu his. Doğamamış ve annesiyle birlikte, anne karnında şehit olmuş bir bebeği, abisinin kardeşini kıskanacak kadar şuursuz ve vicdansız değildi. Ancak garip gelmiş, kalbi sızlamıştı. Annesi dışında bir kadın için karım, demesi de benzeri bir etkiyi yaratmıştı. Gözlerinde oluşan şaşkınlığı saklamak için kaçırmıştı gözlerini de. Babası görsün istememişti. Yanlış anlamazdı, anlardı yüreğinden geçeni biliyordu ama zaten hüzün dolan, endişe dolan o yüreğe bir de kendisi ağırlık olmak istemiyordu.

Ellerini dizlerine sarıp sıktığını fark ettiğinde masanın altından uzanıp sol elini kavrayan kocaman eli de hissetmişti. Yanında oturan Metehan anlamıştı demek ki duygularını, düşüncelerini. Usulca başını çevirip adamın gözlerine baktı. Tebessüm etmeye çalıştı onun tebessümüne ayak uydurmak istercesine. Sonra parmaklarını araladı ve Metehan’ın parmakları o aralıktan girip daha sıkı sardı elini.

“Zait’in kaçışını engellemek için düzenlenen o operasyonu ben yönetiyordum. O yüzden de intikam alacağı, elinin en rahat uzanacağı kişi bendim. O da namlularını bana yöneltmişti. Karımı ve kızımı kaybettiğim âna kadar da hedefinin ben olacağını sanmıştım. Ama yanılmıştım. Andaç’ın ve benim yakınımdan geçti mermiler sadece. İsabet edebilecekken, görüş alanı varken bize değil, karıma sıktılar mermileri. Böylece anladım. Karısına karşılık karımı, bir kızına karşılık ise doğmamış kızımı almak istiyordu. İstediğini de aldı. O gün ikisi de şehit oldu.”

Nazenin elini tutan elin iyice sıkılaştığını hissederken babasının sözlerinin nereye vardığını da anlamıştı. Başını salladı usulca.

“Ölen karısına karşılık Emel Hanım’ı, ölen bir kızına karşılık doğmamış kız bebeği, ölen ikinci kızına karşılık ise beni istiyor. Böylece sayılar eşitlenecek. Acınız eşitlenecek, kaybınız eşitlenecek.” Durdu ve yeniden babasına baktı. Seyfettin Bey ise kızının ağzından asla dökülmeyen karın ve kızın kelimelerinin yokluğuna takılmıştı. Anlamıştı da onun yaşadığı bocalamayı. Eğer baş başa olsalardı kızının duygularının bambaşka olacağını, gözlerinden yaşlar akacağını anladığı gibi anlamıştı.

“Bu yüzden sakladın beni yıllarca. Anneme kıyasla daha fazla sakladın. Çünkü tahmin ediyordun. Anneme dokunmazlardı çünkü onun yerine zaten bir can almışlardı. Ama ben hâlâ kanıyla o intikamın bedelini ödemesi gereken kişiydim.” Seyfettin başını salladı sessizce. İşte Nazenin’in yıllardır merak ettiği, gizemini daima koruyan bir sorunun cevabı gün yüzüne çıkmıştı.

“Üniversiteye başladığın zamana kadar her şey biraz daha kontrolüm altında ve kolaydı.” Nazenin bir anda başını kaldırdı ve buz gibi bir sesle

“Sana kolaydı,” deyiverdi. İki kelimeden oluşan bu cümleyle çocukluğunu yaşayamayan bir çocuğun sessiz çığlığı, isyanı yankılandı sanki odada.

Hayatının büyük bir bölümünü gizli saklı, keskin sınırlarla çizilmiş şekilde yaşamıştı Nazenin. Ve içerideki herkes de gayet net bunun farkındaydı artık. Dışarıda akıp giden hayatı camekânın ardından izler gibi izlemek kolay değildi. Merak edip merakını giderememek, görmek isteyip hiçbir şeyi görememek.

“Bana da kolay değildi kızım. Emin ol, hiç kolay değildi,” deyip soluklandı. Odadaki diğer kişilere dönüp onlara hitaben devam etti sözlerine.

“Nazenin Hanım Üniversiteye başladıktan sonra Zait hamle yapar diye daima tetikteydim ama beklediğim olmadı. Üniversitedeki son yılında Zait’in Rusya’da en az kendisi kadar güçlü bir mafya tarafından öldürüldüğü haberi geldi. Ceset fotoğrafları, ölüm raporu gibi her belge elimize ulaştı. Bizler de Nazenin’in etrafındaki güvenlik çemberini gevşettik.”

Bir an durdu ve ortamdaki ağır havayı, gerginliği ve kızının gözlerindeki hüznü silmek için aklına gelen detayı dile getirdi. “İşte o meşhur pavyon ziyaretleri o yıl yaşanmış Cihan’ım. Çözdük olayı,” derken dostuna bakıp bıyık altından gülüyordu.

Düğünde abisi tarafından ifşalanan pavyon sevdalarını bilmeyenler önce birbirlerine sonra da Nazenin’e baktılar göz ucuyla. Pençe Timi, Albay ve Cihan Bey ise başlamıştı kıs kıs gülmeye.

“Ankara’da okuyup pavyona gitmeyen yoktur. Ayrıca, pavyona sadece erkekler gider, diye bir kural yok.” Nazenin’in bu sözleriyle odada anlık sessizlik oldu ve bir uğultu koptu ki resmen oda yerinden oynadı. Odayı dolduran erkeklerin hepsi uğul uğul, katıla katıla gülüyordu. Seyfettin Paşa ise gerilimi düşürmeyi başarmış olmanın hoşnutluğuyla gülerken başını tavana doğru kaldırmış

“Rabbim, sabır ver. Nerede hata yaptıysam da söyle.” Dediğinde Nazenin acı bir tebessümle baktı babasına.

“Hatan şu Paşam… Beni yıllar boyu saklaman ve o adamın bana daha çok bilenmesine, beni elde etmek için daha çok hırslanmasına sebep olman. Oysa beni saklamak yerine bıraksaydın kendi hâlime, 30 yıllık hayatımın sadece son 12 yılını yaşamış olmazdım. Her an, her şekilde gelebilecek ölümü beklemeyi değil, yaşarken ölmeyi tercih ederdim. Zaten şimdi de bunu tercih ediyorum. Yaşamadan, yaşadım demeden ölmem ben. İstediğini yapsın, yine de gizlenmem, saklanmam. O defter, ben reşit olduğum gün kapandı. Sakın bana o teklifle gelme.”  Sustu, babasına kesin ve keskin bir ifadeyle baktı. Aralarında gerilen iletişimi hisseden her de tıpkı onlar gibi gerilmişti.

“Sonra…” diye söze giren ve dikkatleri yeniden asıl konuya toplayan Cihan Kılıçarslan’a döndü gözler. “Zait’i uzun süre öldü zannettik. Ta ki o gece gelen mesajın altındaki işareti görene kadar.” Cihan Bey ekrana dönüp elindeki kumanın tuşuna bastı yine.

“Öldü zannettiğimiz adamın sekiz yıl boyunca ülkemize giriş yaptığını İstihbarat bilişim dairesindeki arkadaşlarımız teyit etti. Yüzünde tamamıyla olmasa da değişimler var. Birçok kez estetik operasyon geçirmiş anlayacağınız. Böylece de görüş alanımıza girmemeyi ama Ülkemize girmeyi başarmış.” Durdu ve bir kez daha kumandaya dokundu.

“Son hâli bu.” Adamın son hâliyle ilk hâli arasında çok büyük olmasa da onu bunca zaman tanınmaz kılmaya yetecek kadar değişim gözle görülüyordu.

“Vali Bey’i şehit ettiler, onun yerine beni getirdiler. Aslına bakarsanız ülke tarihinin en genç Valisi olabilirim. Diğer Valilere göre deneyimi az biriyim. O yüzden aklımda hep ‘neden ben?’ Sorusu dönüyordu yalan yok. Ama bu kadar dallı budaklı bir işin içinde olduğumu da anlamamıştım.” Duraksayıp ekrana baktı birkaç saniye.

“Adamımız bu, tamam ama beni buraya gönderen kim? Görev yazısını yazan, görevlendirmeyi yapan değil aradığım isim. Buna önayak olan, beni Vali olarak üslerine öneren kim? Zait’in intikam planını bilerek beni açık hedef hâline getiren kişiyle, beni öneren kişi aynı kişi mi?” Sorusunun ardı derin bir sessizlikti. Çünkü bu sorunun cevabı Başkentten birini işaret etmekti. Bakan ya da Milletvekili ya da daha üst mertebe olmasa da onlara yakın, onların yanında olan birini bile işaret etmek delilikti. Soru riskli, cevap daha da riskliydi. Hepsi, bu ipin ucunu tutup, gerçeği ispat edemezlerse ayaklarının kayacağını biliyordu.

Sessizlik devam ederken ayaklandı Nazenin. Koltuğun ardına astığı ceketini alıp giyerken kapıya yönelmişti.

“Herkese iyi akşamlar.” Dedi sadece ve çıkıp gitti. Adamı bulmak için yapılacak planları da kendisinin etrafına örülecek etten duvarları da duymak istemiyordu. Şu an duymasa da olurdu. Nasılsa bilmesi gereken her şey kendisine söylenecekti. Alay binasından çıkıp biraz ilerledi ve bir sigara yaktı.

Yıllardır ölü sanılan bir adam vardı peşinde. Sırf buraya gelebilsin diye dümenler çevirdiğine adı gibi emin olduğu, kana karşılık kan isteyen bir adam vardı. Ürperdi istemsizce ve çevresine baktı. Askeriye sınırları içinde olduğunu kendine hatırlatıp soluklandı.

Yönünü lojmanların bulunduğu alana çevirip yürümeye başladı. Ne kadar süre yürüdü, yürürken ne düşündü kendisi bile farkında değildi. Aklı biraz olsun başına gelmeye başladığında evindeydi ve duşta soğuk suyun altında çıplak duruyordu. Eve geldiğini, soyunup duşa girdiğini bile hatırlamıyordu.

Dakikalar sonra duştan çıkıp hızla odasına yöneldi ve eline ne geçtiyse üzerine giydi. Ne giydiğinin bir önemi yoktu. Şu an tek derdi ısınmaktı. Salondaki koltuğa oturup sırtını arkaya dayadı ve bacaklarını göğsüne çekip çenesini dizlerinin üstüne koydu. Soğuktan takırdayan çenesini sıkarken gerilen kasların canını yaktığını hissetti. Koltuğun ucunda duran pikeyi çekip üstüne örttü. Biraz olsun ısınmasına yardımcı olan pikeye şükürler ederken kapı sesini duydu.

Pikenin altından çıkıp da kapıya gitmek istemedi. Öylece durdu ama kapı çalmaya devam etti.

“Nazenin…” dedi çok tanıdık bir ses. “Benim, hadi aç kapıyı.” Yine hiçbir tepki vermeden durdu. “Baban gidiyor. Gitmeden önce de seni görmek istiyor. Hadi, aç kapıyı. Aşağıya inelim babanı gör.”

Tepki vermedi ama tepki vermeyen bedeniydi. Gözlerinden yaşlar süzüldü usulca. Kızgındı babasına. On sekiz yıl esaret gibi geçmişti de ne olmuştu sanki. Yine de korktuğu başına gelmişti işte. Korumak istemesini, gözünden sakınmasını anlıyordu ama yine de kızgındı. Çocuk kalbi kızgındı, kırgındı, gücenikti babasına. Yaşayamadığı çocukluğu gitmiyordu o kapıya. Yoksa otuz yaşındaki Nazenin giderdi, açardı kapıyı, ağzına geleni söylerdi gerekirse. Ama çocuk Nazenin öyle değildi ki.

Parka gitmek isteyip de gidemediğinde de böyle yapardı.  Arkadaşları pikniğe giderken onlarla gidemediğinde, arkadaşları sinemaya giderken onlarla gidemediğinde odasına geçer, aynen böyle oturur, sessiz sessiz ağlardı. Neyden eksik kalsa, o da ailesinden eksik bırakırdı kendini. Ne zaman ki annesi gelirdi kapıya ve sakin sakin konuşurdu, o zaman açardı kapıyı. Ama şimdi annesi burada değildi.

Annesini şu an, tam da şu an yanında istiyordu. Gözlerindeki yaşlar peşi sıra akarken kollarını kendine sardı ve usulca sallanmaya başladı. Kafasının içinde canına kasteden o adamın mesajları dönüp dururken o da sallandı. Dakikalar sonra yine aynı ses geldi.

“Nazenin… Güzelim… Kapıyı aç, yüzünü göreyim. Başka hiçbir şey istemiyorum. Hadi, ne olursun. Yemin ederim dokunmayacağım, öpmeyeceğim de.”

Adamın son sözleriyle ağlamasına inat istemsizce güldü ve ayaklandı. Ayaklarına dolanan pikeyi tekmeleyip kapıya ilerledi.

Kapıya sırtını verip, başını dayarken, “Konuşmak istemiyorum,” dedi. Sesi dışarıdan duyulabilsin diye de biraz bağırmıştı.

“Tamam, konuşmayız. Söz veriyorum konuşmayız. Susarız.”

Nazenin ellerini yüzüne kapatıp, içini çeke çeke ağlamaya başlarken bir yandan da, “Söz mü?” diye sordu. “Susacak mısın? Söz mü?”

“Söz veriyorum. Sen istemediğin sürece konuşmam. Söz. Hadi, aç kapıyı. Beni merakta, yüreğimi darda bırakma, güzelim. Hadi…”

Elleriyle yüzünü kurulayıp, ayağa kalkan Nazenin kilitleri birer birer çevirip kapıyı açtı. Karşısında kocaman bir boşluk bulunca kaşları çatılır gibi oldu. Kendisini ayağa kaldıran sesin sahibini aradı bir an için ve sonunda buldu.

Tıpkı kendisi gibi yere çömelmiş, bir dizini yere koymuş, öylece eşikte duran adamı gördüğü gibi kolunu yakaladı ve çekti. Metehan dengesini kaybedecek gibi olsa da çabuk toparlayıp doğrulmuştu ki boynuna atlayıveren kadını sardı sımsıkı. Bir süre kapı önünde öylece kaldılar. İkisi de hiç konuşmadı ama bu durum da Nazenin’in hoşuna gitmedi. Sessizliğe ihtiyacı olduğunu sanmıştı ancak öyle olmadığını anlayıp ilk konuşan oldu.

“Sevmedim seninle olan sessizliği.”

Metehan derince bir nefes alıp güldü. “Kapılarını kapama,” derken resmen yalvarır gibi çıkmıştı sesi. “İzin ver, gireyim içeri. İzin ver, yanında olayım.”

Nazenin yüzünü sakladığı boyun girintisine burnunun ucunu sürtüp soluk aldı. Ciğerleri bayram etti sanki adamın kokusuyla. Başının tam arkasını saran elin ve belini saran kolun arasında durdu biraz daha. Sonra geri çekilip, yine geri geri adımlayarak evinden içeri girdi. Kapının yanında öylece dikilip dikkatle baktı Metehan’ın gözlerine.

“Merhaba, ben Nazenin,” dediğinde Metehan bir an için onun ne demek istediğini anlamamıştı. Ancak ışıltı saçan gözlerine bakınca anlaması fazla uzun sürmedi. Zar zor yutkunup havaya kaldırdığı kaşının altından ona dikkatle baktı. Ciddi miydi? Cidden bunu şimdi, şu an, bu evin kapısının eşiğinde mi yaşayacaklardı?

Duraksaması devam ederken Nazenin’in de kaşı havalanmış ancak yüzünde muzip bir tebessüm belirip kaybolmuştu.

Ciddiydi. Şu an yaşananlar gerçekti. Gerçek Nazenin, çocukluğu eksik, yüreği kırgın ve yalnız Nazenin duruyordu karşısında. Vali Hanım değil, evinin içinde gerçek benliğine bürünen o kız çocuğu merhaba, diyordu kendisine. Kapıları kapamıyor, aksine ardına kadar açıyordu. Tüm yaralarını, yalnızlığını, kırgınlığını, kızgınlığını ortaya koyarak açıyordu kapıyı ve içeri girsin diye bekliyordu. Daha önce neredeyse alacak olduğu öpücüklerden daha kıymetli bir an varsa, o da işte tam bu andı.

Bunun idrakiyle kendine gelen Metehan da bir an için tebessüm eder gibi oldu. Yüreği, uzun zamandır uğraştığı, sabırla beklediği kabulü almanın heyecanıyla çarparken soluklandı. İçeri adım atıp açık olan kapıyı kapadı ve tokalaşmayı bekler gibi elini uzattı. “Merhaba, ben de Metehan,” dedi. Elleri buluştu. Tokalaştılar. İlk kez en saf halleriyle, en saf duygularıyla karşı karşıya kaldılar. Ruhu açık edip ortaya koymak da bedenen çırılçıplak kalmak gibiydi. Elleri usulca ayrılsa da yerlerinden hiç kıpırdamadan bakışmaya devam ettiler.

Videolarda gördüğü o küçük kız gibi bakan kadına sağ elini uzattı ve elinin tersiyle yanağını okşadı. Teninin buz gibi olduğunu da o an fark etti. Nazenin yanağında gezen parmakların sıcaklığıyla irkilirken Metehan çatık kaşlarının altından ona bakıyordu.

“Sen niye buz gibisin?”

“Duş almıştım da su soğukmuş,” dedi. Onun suçlu bir çocuk gibi mırıldandığı sözlere gözlerini devirip iç çekti Metehan. Ve sonra onu belinden kavrayıp bedenine yasladı. Gözleri birbirini bulup bir süre sessizce bakışırlarken Nazenin’in ağlamaktan kızaran burnu, gözleri, nemli kirpikleri adamın yüreğini sızlatıyordu. O sızıyı ikisi için de geçirecek şeyi de biliyordu.

Başını eğdi, titrek bir nefes alırken kadının dağılmış olan saçlarını elleriyle toparlayıp yüzünü açığa çıkardı. Sonra biraz daha eğildi ve dudakları hasretini çektiği o dudaklara dokundu. İkisi de bir an için ürperip titrese de durmadı Metehan.

Sabırsız sözlerine inat sabırla beklediği kadını usulca öptü önce. Titrek bir nefes aldı sonra ama ayrılmadı kadından. Ve dudaklarını aralayıp hapsetti onun dudaklarını kendi dudakları arasına. Kendine hapsettiği kadının tenine, tadına, soluğuna hapsolduğunun farkındaydı oysa. Elleri arasında usulca titreyen bedenin üstünde gezdirdi ellerini ve yeniden belini sararken onu bedenine bastırdı. Nazenin bu hareketle soluksuz kalıp iç çekti. Aralanan dudakları arasından sızan adamın homurtusuna ufak bir inlemeyle eşlik ederken saç diplerini kavrayıp başını geriye eğen elin esiri oldu. Dudaklarından zar zor ayrılan dudaklar geriye yatmış boynu sayesinde açılan tenine ilerleyip uzun bir öpücüğü de boynuna bıraktığında soluğu hepten kesildi kadının.

Bu hisle ürperip zaten kapalı olan göz kapaklarına rağmen çattı kaşlarını. Ama bu kaş çatış sinirden, öfkeden falan değildi. Şaşkınlıktandı. Saatlerdir içini kasıp kavuran endişeler, gerçeklerin ağırlığı bir öpücükle yok olup gitmiş gibiydi. Hâlâ gözleri kapalı şekilde onun kolları arasında durmayı sürdürürken elleri adamın omuzlarını bulup sıktı, ardından boynuna dolandı. Yüzünde ise buruk bir tebessüm belirdi Nazenin’in. Metehan sonunda dudaklarına kavuşmuş ve o çok istediği öpücüğü almıştı.

Nazenin’in yüzündeki her ifadeyi dikkatle izleyen Metehan ise onun gülümsediğini görüp derin bir nefes alırken

“Öptüm ve kavuştuk,” diye fısıldadı. Bu sözleriyle kadının gözleri de aralanmış ve hayran olduğu o yemyeşil hareler gün yüzüne çıkmıştı. Nazenin, tek kelime etmeyip Metehan’ın ensesindeki kısacık saçlarla uğraşıyordu. Bir süre daha bunu devam ettirip doya doya adama baktı. Kolları arasında olmanın keyfini çıkardı. Yaşayamadım, dediği çocukluğunun acılarını, Vali Nazenin’in korkularını ve endişelerini unuttu böylece. Sonra aralandı dudakları ve fısıldadı. Tıpkı Metehan gibi…

“Öptün ve kavuştuk Binbaşı’m.”

Binbaşı, değil, komutan, değil… Binbaşı’m, diyordu. Sahipleniyordu. Bir m, harfinin oluşturduğu iyelik ekiyle gelen aidiyet hissi Metehan’a aklını oynattıracak, kalbini durduracak gibiydi.  Ama diğer yandan da gözlerine bakıp ışıldayan yemyeşil hareler, kendisine sonsuza dek yaşayacak bir can, bir nefes veriyordu sanki. Nefes almaya çalışırken iç çekip yutkundu. Boğazındaki yumru geçsin istedi ama olmadı. O da aldırmadı buna ve boğuk bir sesle, zar zor ama net bir şekilde şu sözleri söyledi.

“Bin başım olsa, binini de sana eğerim, Nazenin!”

HEMDERT – 4.Bölüm’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!