5.BÖLÜM
Metehan, kalbinin üstündeki eli tutup usulca öptükten sonra kadının kulağına yaklaşmış, “Kalbini sana sağ salim getirir, bana ait olduğuna inandığım kalbini de alırım,” deyip önce şakağına, sonra saçlarına, ardından da alnına üç küçük öpücük daha bırakmış ve gitmişti.
Tabii merdivenlerden inip gözden kaybolmadan önce, Nazenin’i bir güzel süzmeyi ve “Eve gir. Kimsenin seni bu güzellikle görmesini istemiyorum,” diyerek göz kırpmayı da ihmal etmemişti. Son sözleriyle kıpkırmızı kesilen Nazenin geceliğine bakıp hızla evine girdi. Yarım yamalak gülüyor olsa da içinde kocaman bir boşluk hissi vardı. Endişe, yüreğinin içine sızmış resmen kemiriyordu. Birkaç dakika sonra arayan Albay’ın anlattıkları da içindeki endişeye hiç yardımcı olmamıştı.
“Birkaç sınır köyünde kaçakçı çeteleri ve vatandaşlar silahlı çatışmaya girmiş. Hayatını kaybedenler ve ağır yaralılar var,” demişti Albay. Aldıkları bu haberle Cihan ve Seyfettin de şehirden ayrılmamış, hepsi geceyi uyanık geçirmişti. Nazenin daha gün ağarırken hazırlanmış ve evinden çıkmıştı ki merdivenleri hızla çıkan bir teğmen kendisine selam verdi.
“Günaydın, Sayın Vali’m.”
“Günaydın. Bir şey mi oldu? Nedir bu telaşınız?”
Teğmen bir soluk alıp, “Metehan komutanım göreve gitmeden önce bunu size vermemi emretti,” derken elinde sıkıca tuttuğu anahtarı uzatmıştı. Anahtara şaşkın şaşkın bakan Nazenin, ne yapacağını bilemeyerek öylece kalırken, Teğmen elini cebine atıp bir kâğıt çıkardı. “Bunu da vermemi istedi.”
Teğmenin karşısında kızarmamak için anahtarı ve not kâğıdını hızlıca alıp çantasına attı. Evinin anahtarını kendisine emanet etmesinin altındaki anlamı düşündükçe kalbinin atışı hızlanıyordu sanki. Ancak şu an bu heyecanı ve duygusallığı yaşayacağı bir an değildi, farkındaydı.
“Teşekkür ederim. Zahmet oldu.”
“Görevimi yaptım.” Başıyla bir kez daha selam veren genç adama belli belirsiz tebessüm edip merdivenlere yöneldi. O önde, teğmen arkada dışarı çıktılar. “Tekrar teşekkür ederim, Teğmen. İyi günler,” diyerek aracına geçtiğinde, gözlerden uzak olmanın rahatlığıyla derin bir soluk aldı. Emre ve Levent’in araca binmesiyle hareket edip valilik binasına doğru yola çıktılar. Nazenin’in eli arada bir çantasına gidiyor, notu bir an önce okumak istiyordu. Ancak bunu yalnız kalınca yapması gerektiğini düşünerek kendine engel olmaya çalışıyordu.
Patlamadan sonrakine nazaran epey toparlanmış binadan içeri girip hızlı adımlarla odasına çıkarken yanından geçen personelle selamlaştı. Rezzan Hanım’a hiç bakmadan, “Günaydın,” diyerek odasına girdi. Daha fazla bekleyemeden çantasındaki notu eline aldı.
Usul usul titreyen ellerine, kalbinin güçlü atışları eşlik ediyordu. Derin bir soluk daha alıp kâğıdı açtığında Metehan’ın el yazısını gördü. İnci misali sıralanmış kelimeleri sindire sindire okumaya başladı.
“Bundan sonra kalbin bana, evim sana emanet.”
Bu kısacık yazıyı defalarca okurken, gözleri kelimelerin üstünde ağır ağır dolaştı ve her geçen saniye de yaşlarla doldu. Birileri gözyaşlarını görür endişesiyle yüzünü hızla silerken gülümsedi. Parmak uçlarını kâğıdın üstünde gezdirip, “Gerçekten içinde romantik bir adam var, Binbaşı’m,” diye fısıldadı. Kendine birkaç dakika daha müsaade edip dağılan duygularını topladı. Yüzünü kuruladı ve dün geceden beri yaşananlarla ilgili bilgi almak için harekete geçti. Artık çalışma vaktiydi. Yapacak çok iş vardı.
Albay ve Emniyet Müdürü’yle görüşüp bilgileri revize ettikten sonra basın açıklaması yayınladı. Kamuoyunu, geceden bu yana sık sık bilgilendirmişlerdi. Bu bildiri kaçıncıydı bilmiyordu. Hayatını kaybeden sayısı arttıkça bilgileri revize etmeye devam etmek canını yakıyordu. Birkaç yüz kilometre ötede kıyamet kopuyordu ancak o, burada oturuyordu. İçi içine sığmayarak ayaklanıp odada yürümeye başladı.
Güvenlik güçleri bir köyü tutsa, kaçakçılık diğer köylerde yürüyordu. Akıl alır şey değildi. Öyle bir ağ, öyle bir örgütlenme vardı ki gündüz herkes normal vatandaştı ancak gece olup karanlık çökünce işler değişiyordu. Kendi halinde, dediğin insanlar, kaçakçı, propagandacı, hatta terörist oluyordu. Yapmaya çalıştıkları, pirinci taştan ayıklamak, samanlıkta iğne aramak kadar zordu. Onlar ayıramadıkça da insanlar kendi içlerinde ayrışıyor ve birbirlerine silah çekiyordu. Gece yaşananlar ve hâlâ devam eden olaylar bunun kanıtıydı.
***
Metehan gideli günler olmuştu. Nazenin, olayların yaşandığı yere gitmek istemişti ancak buna izin verilmemişti. Ateş hattının ortasına girmesini hiç kimse onaylamamıştı. O da eli kolu bağlı hâlde durmanın öfkesini önündeki kâğıtlardan çıkarırcasına çalışmıştı. Kendine boş bir an bırakmıyor, kafasını kaşıyacak zaman bile ayırmıyordu. Çünkü böylelikle Metehan’ı düşünmüyordu. Çünkü böylelikle içindeki endişenin yakıcı alevlerinden kaçabiliyordu.
Sıkıntıyla iç çekip koltuğunda otururken başının ağrısını dindirmek için şakaklarını ovmaya başlamıştı. Endişe etmekten, düşünmekten beyni çıkacaktı sanki. Gözleri kapalı, başı hafif önüne eğik hâlde otururken kapısının çalındığını duyarak doğruldu ve o yöne baktı.
“Sayın Vali’m,” diyen Vali Yardımcısı Ekrem Bey’e içeri girmesi için eliyle ufak bir hareket yaptı.
“Buyurun, Ekrem Bey.”
“İyi misiniz, Sayın Vali’m?” Endişeyle soran adama, duygularını saklamadan baktı. Onun üzüntüsünü gören Ekrem Bey, anladığını belirtir gibi başını sallamakla yetinmişti.
“İyi değilim, Ekrem Bey. Şu an bu şehirde kimse iyi değil. Soysuzlar dışında tabii. İnsanlar ölüyor. Önceden planlanmış olaylar peşi sıra hayata geçiyor, şehir yangın yeri ve biz bunlara engel olamıyoruz. İçim yanıyor, tıpkı bu şehir gibi yanıyor.”
Ekrem Bey de sıkıntıyla soluklandı. Ne dese bilemiyordu. Zaten ne derse desin hiçbir sözü bu yaşananlara çözüm olmayacaktı. “Şimdi sırası mı? diyeceksiniz belki ama Belediye Başkanı’yla bir görüşmem vardı. Az evvel son buldu. Gitmeden önce eğer müsaitseniz sizi de görmek istiyor.” Belediye Başkanı’nın valiliğe geldiğini duymuştu ama kendisini görmek istemesine şaşırmıştı. Çünkü Başkan ondan, o da Başkan’dan zerre kadar hoşlanmadığı için işleri düşmedikçe birbirlerini görmüyorlardı.
“Hayır olsun, neyi çözemediniz de beni görmek istiyor?” diye bıyık altından güler gibi soran Nazenin’in bu sözleri Ekrem Bey’i de güldürecek gibi olmuştu.
“Valla çözemediğimiz bir şey yok. Sizi görmek istemesine ben de şaşırmadım desem yalan olur Sayın Vali’m,” demesiyle Nazenin parmaklarının arasında çevirip durduğu kalemi avucunun içine aldı ve masaya vurur gibi bıraktı. Avucuyla masa arasında kalan kaleme bakan Ekrem Bey ise bir an zar zor yutkunmuştu.
“Gelsin bakalım huysuz, işgüzar başkan. Hangi planı devreye sokmak için emir almış görelim.” Sözleriyle kendine gelen adam odadan çıkmak için harekete geçti. “Haber veriyorum,” diyerek gözden kaybolurken, Nazenin onun gidişini sessizce izliyordu.
Birkaç dakikalık bekleyişin sonunda Belediye Başkanı Mücahit, salına salına odasına girmişti. Tanıştıkları ilk andan beri gergin ve asık suratlı olan adamın bu lakayt salınışının sebebini bilmiyordu. Ancak tavrından hoşlanmamıştı. Hele ki şehir peş peşe yaşanan terör eylemleriyle sarsılırken, onun bu tavrı Nazenin’in sinirini iyice zıplatmıştı. Var bir iş ama hadi hayırlısı, diye içinden geçirirken yavaşça ayağa kalktı. Bu sırada, masasının önünde durup kendisine elini uzatan adama ve eline kısa bir an baktı.
Babası yıllar evvel, “Karşındaki kişi elini uzattığında, elini sıkmaya değer biri değilse o eli sıkma,” diyerek kendisine bir öğütte bulunmuştu. Mücahit Başkan, bu tanıma uyan bir adamdı ancak elini sıkmazsa zaten soğuk savaş hâlindeki ilişkileri alev alacaktı. Biliyordu.
Soğuk savaş, birbirinin açığını kollayıp vurmaya çalışma ya da başka şeyler… Hiçbiri Nazenin’in umurunda değildi. Fakat bu şehre yapacağı hizmetler umurundaydı. O hizmetleri yapabilmek için de Başkan’la olabildiğince makul geçinmesi gerektiğini biliyordu. O yüzden adamın elini sıktı. Bunu, suratsız ve memnuniyetsiz bir şekilde yaptı ve yeniden yerine oturup rahat bir tavırla arkasına yaslanırken konuştu. “Beni görmek istemişsin, Başkan. Buyur otur.” Sesi net, pürüzsüz ve keskindi.
“Hoş gördük!” diyerek kendisini taşlayan adama baktı. İmalı bir gülümsemeyi dudaklarına konuk etti ve saniyeler sonra yok etti.
“Ben seni hoş göremiyorum, Başkan. Kusuruma bakmazsın. Zaten şu anda kimseyi de hoş görecek hâlim yok. Azıcık üzgünmüş gibi mi yapsan? En azından, kına versem yakacak gibi duran yüzünü ortama uydurmaya çalışsan nasıl olur? Gözüme Bu kadar batmazsın belki!” Nazenin bazı anlarda Vali olarak bürokrasinin gerektirdiğini yapsa da, yine de Nazenin’di. Taviz verdiği, tahammül ettiği noktalar kısıtlıydı.
Duyduğu son sözlerle yüzü düşen, odaya girerken ki ruh halinden eser kalmayan Mücahit Başkan, “Neyse, geliş sebebimi söyleyip sizi de fazla meşgul etmeden gideyim,” dedi.
Nazenin, yarım ağız güldü. “Mümkünse,”
Bu seferki iğneli sözlerini duymazdan gelen adam, “Şehrimize yatırım yapan birkaç işadamı…” demeye başlamıştı ki, Nazenin bir anda sözünü kesti. “İş insanı!” diyerek onu düzeltti. Adam kadına bir süre baktı ama tepki veremedi.
“Birkaç iş insanı buraya gelecek. Yemek yiyeceğiz ve yatırımlarıyla ilgili ayrıntılı olarak konuşacağız. Sizin de eşlik etmenizden memnuniyet duyacaklarını söylediler.” parmaklarının arasına aldığı kalemi bir dakika kadar çeviren Nazenin, Albay ve Binbaşı’nın kaza gecesi anlattıklarını hatırlamıştı. Şehit Vali’nin kabul etmediği o teklif bu kez kendisine gelmişti. Ürperecek gibi olurken dişlerini sıktı ve buna engel oldu. Düşman gözünü üstüne dikmiş, bütün hareketlerini anbean izliyordu. Açık vermesi söz konusu bile değildi.
Birkaç dakikanın sonunda, “Kimmiş bu yatırımcılar, neye, nereye ve nasıl bir yatırım yapma planları varmış? Siz girizgâh kısmını biliyorsunuzdur. Bana da anlatın, Sayın Başkan. Ben de bileyim!” dediğinde, Başkan oturuşunu dikleştirdi. Dünyadaki en iyi projeyi anlatmaya hazırlanır gibi davranması Nazenin’in gözünden kaçmamıştı. Anlatacağı her neyse bunu gerçekten önemsiyordu. Sonuçta yeni planları devreye giriyordu. Nasıl heyecanlanmazdı!
“Biliyorsunuz ki şehrimizde ve bulunduğumuz coğrafyada iş imkânları kısıtlı. İnsanlar yazın mevsimlik işçi olarak yakın çevredeki şehirlere göç ediyor, kazandıkları paralarla da kışın geçinmeye çalışıyor.” Tespiti doğruydu. Bunu onaylamak için usulca başını sallayan Nazenin sadece, “Evet…” derken Mücahit Başkan sözlerine devam etti:
“Tarım ve hayvancılık zor ama tarım alanında geliştirilebilir bir şey var.”
“Nedir?”
“Bir bitki türü. Ülkemizde sadece bu topraklarda, il sınırımızda yetişen bir çiçek. Dünyada da birkaç yerde var ama buradaki kadar yoğun ve yaygın değildir. Bu çiçekten parfüm, oda kokusu ve benzeri şeyler üretecek bir fabrika kurma girişimleri var. Eğer buraya öylesi bir fabrika kurulur da üretime geçilirse şehirde kalkınma sağlanabilir. Kışın evlerinde oturan insanlar orada çalışabilir. Hatta yazın göç etmelerine bile gerek kalmaz.”
Fabrika kurmak… Buraya fabrika kurmak istemelerinin altındaki sebep… Hepsini öğrenmişti. Kaçakçılık ağının yürüyeceği depolama alanı bu fabrika olsun istiyorlardı belli ki. Tarım ve Hayvancılık yatırımı fikri tutmayınca, onlar da fikri değiştirmiş olmalılardı.
“Yatırım yapmak isteyen şirketin adı nedir?” sorusunu sordu temkinli şekilde.
“Atlanta Kimya.” Şirketin adını aklına not eden kadın, “Söylediklerinizi araştıracağım. Bahsettiğiniz her şeyi…” dedikten sonra durup soluklandı. “Bu fikri yatırımcılarından dinlemek için de yemeğe geleceğim.” Usulca ayaklandığında Başkan da ayaklanmak zorunda kaldı. Bu sayede konuşmanın son bulduğunu anladı.
Elini uzatan kadından gözlerini ayırmadan, “Yemeğin gününü ve saatini size bildiririm. İyi günler, Sayın Vali’m,” diyerek tokalaşmış, ardından da odadan çıkıp gitmişti. Nazenin ise önündeki işleri bir kenara bırakıp, Başkan’ın dediklerini araştırmaya başladı. İstanbul merkezli şirketin bugüne kadar yaptığı işleri, haklarında çıkan haberleri okurken saat akşamı bulmuştu.
Bütün hafta boyunca şirketi araştırmaya devam edip, bir yandan da daha önce suikastlerle ilgili başladığı araştırmalarını sürdürmüştü. Zait Averyanov’u ve Averyanov ailesini araştırmış, Başkan’ın bahsettiği şirketle ilişkisi olup olmadığını öğrenmek için Cihan Başkan’ı aramıştı. Olanları babasına ve Cihan Başkan’a güvenli hatla kurulan bir telefon bağlantısı üstünden anlatmıştı. Babası da Cihan Başkan da duyduklarından hiç hoşlanmamışlardı.
Zait itinin kurduğu planların hepsi tıkır tıkır işliyordu. Sanki kendi etraflarında bir çember vardı da her olayda biraz daha daralıyordu. Bunun herkes farkındaydı. Artık hepsi daha gergindi ve gerçekleşecek yemeğin tarihini bekliyordu. Ateşin orta yerine Nazenin’in girecek olması, kiminle karşı karşıya kalacağı ve planın ne olduğunu bilememek gerginliği arttırıyordu.
Nazenin bu düşüncelerle vilayet binasından çıkıp evine gitti. Abisi Ankara’daydı ancak Kaplan Timi her an çevresindeydi. Kendisine apartman girişine kadar eşlik eden Levent ve timin yüzbaşısına teşekkür ederek yanlarından ayrıldı. Evine girdiğinde ilk yaptığı şey, bütün ışıkları yakıp odaları tek tek gezmek oldu. Evini bıraktığı şekilde bulmanın huzuruyla duşa girip çıktı. Üstüne askılı ve şorttan oluşan bir gecelik takımı giyip mutfağa geçtikten sonra bir şeyler atıştırdı.
Gün geçtikçe daha da kilo veriyordu. Bunu hem hissediyor hem de kıyafetlerinin bollaşmasından anlıyordu. Kendine bakası bile yoktu. Yorgun, gergin, mutsuz ve aşırı stres doluydu. Bunların hiçbirine de şaşırmıyordu. Yaşadıklarını düşününce böyle olması normaldi.
Salondaki koltuğa uzanıp üstüne bir örtü örttü. Televizyon ekranında oynayan gençlik dizisine baktı ancak ne gördüğünü anladığı yoktu. Tek amacı televizyon izlerken uyuyakalmaktı. Tam içi geçmek üzereyken kapı sesini duydu. Bir an, duyduğu şeyin doğruluğuna emin olamadı. Kapı bir kez daha çalınca, duyduğunun doğru olduğunu anladı. Zorla kalkıp ayaklarını sürüyerek kapıya doğru ilerledi. Uyku sersemi olduğundan kapıyı kimin çaldığına bakmadan açtı ve kapının önünde duran kocaman bedeni gördü.
Ardından gördüğü şey ise siyah gömleğin yakasından görünen genişçe bir göğüs olmuştu. Başını kaldırdı, bir haftadır görmediği kahverenginin sıcacık tonuna bezenmiş o gözlerle buluştu. Şaşkınlıkla aralanan dudaklarına ilişen gözlere bakmayı sürdürürken, parmak uçlarında yükselip, kollarını Metehan’ın boynuna dolamış, haliyle ayakları yerden kesilivermişti. Kulağının dibinde homurdanır gibi gülen adamın sesiyle kendisi de gülerken, “Hoş buldum,” diye fısıldadığını duydu. Bu sözlerle gülüşü daha da büyümüştü. Bir süre adamın boynunda öylece asılı kaldı. Aklına gelen şeyle derin bir soluk alıp ellerini çözdü ve Metehan’ın sırtında gezdirdi.
Amacı onun sırtını hasretle ya da sevgiyle okşamak değildi. Vücudunda yarası var mı diye anlamaya çalışıyordu ve Metehan bunu anlamıştı. Sırtını yoklayan eller omuzlarına, oradan da göğsüne geldiğinde, Nazenin’in ellerini sıkıca tutup bir adım geri çekilerek gözlerine baktı.
“Yaram yok. Endişe etme, gayet iyiyim,” diyen adamın gözlerine tedirgince bakarken başını sallayıp yaşlar dolan gözlerini kaçırdı ama sadece gözlerini kaçırabildi. Hâlâ kollarının arasında olduğundan arkasını dönememiş, kendini toparlayacak fırsatı bulamamıştı. Çenesini usulca kavrayıp öne eğdiği başını kaldıran parmaklar, yanağına düşen gözyaşını da aynı sakinlikle silerken yerine yenileri gelmeye başladı.
“Uzun sürdü,” deyip dudaklarını birbirine bastırdı. Peş peşe kesik kesik soluklar almaya çalıştı ve devam etti: “Korktum.” Metehan, o gözlerdeki korkuyu, korkuyla akmak isteyen gözyaşlarını daha önce de görmüştü. Daha önceki görevinde haftalar boyunca aklına mıh gibi kazınan o ifadeyi unutmamıştı. Böyle güzel yeşil gözleri unutmak zaten mümkün değildi ama içinde beliren korku dolu bakışı da unutmak hiç mümkün olmamıştı. Nazenin’in gözlerine daha iyi odaklanabilmek için eğilip burun buruna geldi.
“Eğer uzun sürdüyse ve haber yoksa bu iyidir, Vali Hanım. Hepimiz iyiyiz ve görevimizi yerine getiriyoruz demektir. Uzun sürdüğünde başımıza bir şey geldi diye korkma. Uzun sürdüğünde şundan kork…” Kadının yüzünü sıkıca tutup parmak uçlarıyla okşarken, “Geri geldiğimde sarıldıktan sonra nasıl ayrılacağız? İşte bundan kork,” deyip göz kırptı. Nazenin, kıpkırmızı olarak bir kez daha ona sarıldı. Zaten Metehan’ın da istediği buydu.
Sarılma son bulup gözleri yeniden buluştuğunda, yeşil harelerin içini aydınlatan ışıltıyı görüyordu. Bir an kolundaki saate bakıp gözlerini ona dikti. “Mesai saatleri dışındayız. O zaman şunu istemekte sakınca görmüyorum.” Merakla kaşı havalanan Nazenin, “Ne?” diye sormuştu. Az evvel aralarında açılan kısacık mesafeyi kapatıp kadının göğsüne dayanan Metehan yine eğildi ve fısıltıyla konuştu. “Bir kahve yapsana, Nazenin.”
Bu masum ve yüreğini ısıtan isteğe gülümseyen Nazenin, eve girip kapıyı tuttu. “Kapı açık. Girsene.” Kapılarını kapatma, diyen kendisi değil miydi? Şimdi de girsindi içeri. Girme, demeyecekti ya.
Metehan yorgun bir gülüşle içeri adım atıp kapıyı kapatırken kadını kolunun altına aldı ve özlemle başının üstünü öptü.
“Özledim seni… Seninle didişip durmayı.”
“Ben de… Hiç özlemediğim kadar özledim ve korktum,” diye fısıldayan kadını yeniden göğsüne bastırıp sırtını okşadı. Nazenin de bu şefkatli dokunuşa aynı şekilde karşılık verip gülümsedikten sonra, “Hadi içeri geç. Ben kahveni yapayım,” dedi. Metehan’ın yorgun adımlarla bedenini taşımakta zorlanarak salona geçişini izledi. Dik duran omuzları bile düşmüştü sanki. Üzüntüyle iç çekip, “Dinlenince toparlayacak,” dedi kendi kendine ve mutfağa girdi.
Kahveyi yapıp salona geldiğinde, Metehan’ı daha önce de bulduğu gibi buldu. Başını koltuğun arkasına yaslamış, gözlerini kapatmış, kollarını göğsünde bağlayıp bacaklarını da olağanca uzatmıştı. Kahve fincanını usulca sehpaya bırakan Nazenin, onun bacaklarının üstünden atlayarak koltuğun ucunda duran pikeyi aldı ve rahatsız etmemeye çalışarak üstünü örttü.
Ellerini geri çekecekken adamın ellerini tutmasıyla irkildi. “Gitme,” dediğini duydu. Ellerini ayırmadan yanına oturup pikenin altına girdi. Bacaklarını göğsüyle birleştirip yana doğru eğimlendi ve Metehan’ın göğsüne yattı. “Yorgun görünüyorsun,” diye fısıldadığında Metehan yalnızca başını sallamakla yetindi. Bir de sağ kolunu açıp sevdiği kadını sardı, hepsi bu. Nazenin, avucunu yanağına dayayıp okşarken Metehan kıs kıs gülmeye başlamıştı. Şimdi söyleyeceği sözü öyle iyi biliyordu ki o söylemeden gülmeye başlaması bu yüzdendi.
“Sakalların uzamış.” Kadının sitem eder gibi sesini, sözlerini duyduğu anda haklı olduğunu anlayıp daha da güldü.
“Hıhıı,” dedi usulca. Sonra başını kaldırıp kadını göğsünden ayırdı, yanaklarını sardı ve dudaklarına sokuldu. İkisi de aynı anda soluk aldı. Dudakları ürkekçe dokundu birbirine. Nazenin, aldığı soluğu verecek fırsatı bile bulamamışken, dudaklarını örten dudakların sıcaklığıyla irkildi. Ellerini onun yüzüne sardı ve parmak uçlarıyla yanaklarını okşarken dudaklarını aradı. Kalbinin kapısını, evinin kapısını nasıl araladıysa dudaklarını aralamış bir kez daha ve Metehan’ı kendine davet etmişti.
Bu daveti karşılıksız bırakmayıp dudaklarının arasına hapsettiği altdudağı emen Metehan belli belirsiz homurdandı. Böyle güzel olunmazdı. Böylesine yumuşak, davetkâr ve tatlı. Yüreği ağzında atarken kadını daha da kendine çekti. Dudaklarının baskısını arttırdı. Altdudağından ayrılıp bu kez üstdudağını hapsetti. Birkaç saniye sonra aynı karşılığı alınca yüzünde gülümseme belirmişti. Onun yüzünü kavradığı bir elini geri çekip beline sardı. Göğsüne doğru çekti, kolunun altına iyice yerleştirdi.
Bu sırada yanaklarından ayrılan ellerin ensesine uzandığını ve uzayan saçlarını kavradığını hissetti. Boğuk bir sesle homurdandı. Ardından dudakların arasından dili içeri girdi usulca. Kadının diline dolandı dili. Tadını daha iyi duyumsadı böylece. Daha fazla devam edemeyeceğine, biraz daha nefes almazsa ciğerlerindeki yangının sonu olacağını anlayıp yavaşça geri çekildi.
Alnını Nazenin’in alnına dayayıp, gözleri kapalı hâlde bekledi bir süre. Çünkü ikisi de soluk soluğaydı ve tek kelime edecek durumda değillerdi. Yanaklarını kavrayıp yine usul usul severken, “Nazenin…” dedi fısıltıyla. Sanki adını daha yüksek sesle söylese, ânın büyüsü bozulacak ve Nazenin kaçıp gidecek gibi hissediyordu. Oysa Metehan, kaçmasın, gitmesin, hep yanında kalsın istiyordu. O anda hiç beklemediği bir şey oldu ve Nazenin büzüşerek başını göğsüne yasladı.
İşte o an anladı Metehan onun kaçmayacağını, gitmeyeceğini. Bir ömür nasipse eğer, bir ömür boyunca Nazenin’in yerinin, yuvasının, sığınağının kendi göğsü olduğunu anladı ve güldü. Gülerken gözlerinin yanlarında beliren kazayakları, kısılan gözlerini örten gözkapakları ve onları gölgeleyen uzun, kıvrık ve simsiyah kirpikleri bile kıskandı bu gülüşü.
Göğsünde soluklanan bedene kollarını sardı ve başının üstünü öptü. Sakallarına dolanan açık kumral saçları şefkatle, canını yakmadan sakallarından ayırdı ama o öpücük yetmemiş gibi peşi sıra bir daha öptü.
Nazenin saçına konan öpücüklere tebessüm etse de hâlâ şaşkındı. Taşınmak zorunda kaldığı evinde, el birliğiyle hazırladıkları salonunda yeniden kavuşmuştu dudakları. Öncekine göre daha tutkulu bir öpüşme olduğundan mı afallamıştı yoksa daha öncekinde bambaşka duyguların pençesinde olduğundan mı şu anki gibi hissetmemişti kendisi de bilmiyordu. Şu an farkına vardığı tek şey, Bir öpüşmenin yüreğini böylesine hoplatacağı aklına bile gelmezdi. Yaşayınca anlamış ve hissettiği duygular yüzünden afallamıştı.
“Verdiğin sözü tutmadın. Sakalların uzayınca döndün. Saçların bile uzamış,” dedi çocuk gibi bir sesle ve usulca omuzlarını silkti.
“Sen az önce küstüğün adamı mı öptün yani?” sorusuyla yanaklarını şişirip sesli bir soluk verdi. Metehan’ın hâlinden memnun, eğlenir sesine gıcık olmuştu.
“Ben öpmedim. Adam öptü,” dedi inatla.
“Sen de karşılık verdin ama!”
“Güzel öptü insafsız. Böyle öpülür mü? İnsafın kurumuş senin!” demesiyle Metehan başını geriye atıp, göğsünü sıkıştıran kahkahayı haykırırcasına koy verdi.
“Nazenin…” dedi en içten, yürekten ve daha da sardı bedenini. Nazenin de daha çok sokuldu adamın göğsüne. Yüzünde onun göremediği bir gülümseme belirmişti. Özlediği için sitem etmek isterken az evvel yaşadığı duyguları istemsizce kelimelere döküvermişti. Ama söylediklerinden pişman değildi. Birazcık utanmış ve kızarmıştı. Hepsi bu. Yoksa keyfi yerindeydi. Sokulduğu göğsün sıcaklığı iliklerine kadar işliyor, güven veriyordu. Aldığı sanat eseri gibi öpücük ise… Üstüne yorum bile yapamıyordu. Kalbi hâlâ göğüs kafesinden fırlayıp gidecek gibi çırpınıyordu.
“Bu kadar özletme, Binbaşı’m… Bir daha bu kadar özletme,” diye fısıldayıp sustu. Onun derince soluklanıp cevap vermeye hazırlandığını anlayınca elini hızla adamın dudaklarına kapattı.
“Daha uzun ayrılıklar da yaşayacağız biliyorum ama sen yine de söyleme. Özletmem, de sadece. Bu kadarcık yalandan bir şey olmaz. Gönlüm şimdilik huzur bulur. Sen bir daha yanımdan gidene kadar bu yalana inanırım.” Metehan duyduğu her kelimeyle hüzünlense de tebessüm ediyordu. Dönüşünü bekleyen bir kadın olması, onun varlığını bilmek, yolunun gözlendiğini bilmek bambaşka bir duyguymuş. İlk kez tadıyordu. Eğilip, kadını ensesinden uzun uzun öptü ve tıpkı onun gibi fısıldadı.
“Özletmem. Her dönüşümde daha çok severim, daha çok öperim. Göremediğim günlerin hesabını da öderim.” Nazenin başını kaldırıp en güzel gülümsemesiyle gözlerine baktı ve boynuna sarılıp omzuna koydu başını. İsyanı bunu yapamadığı her güne değil miydi? O da yan yana olamadıkları anlara inat daha çok sarılıp sokuldu kocaman adama.
Öylece, sessizce oturdular. Dakikalar sonra Metehan’ın aldığı soluklar tek düze bir hâl alınca Nazenin onun uyuyakaldığını anladı ve rahatsız etmemeye çalışarak doğruldu. Zor da olsa Metehan’ı koltuğa yatırıp yeniden üstünü örttü. Salonun ışığını kapatıp tekrar yanına döndü ve koltuğun kıyısına, yere oturdu. Adamın yüzünü koridordan vuran ışığın aydınlattığı kadarıyla görürken, saçlarını, kaşlarını, alnında kaşlarını çatmaktan oluşan iki çizgiyi okşadı. Yanağına uzanıp ikisini de kuş gibi bir öpücükle taçlandırdı. Dudaklarına dokunan dudakları parmak uçlarıyla. sevdi
Şiir gibi bir adamdı bu adam. Kendisi ona şair deyince o da bir kadın gelir ve adamı şair eder, demişti. Adamı gerçekten şair etmişti ama kendisi de onu şiir gibi okumayı, mısra mısra izlemeyi sevmişti. Bir çocuğu incitmeden sever gibi sevdi Nazenin. Metehan onun kalbini incitmemek için nasıl uğraşıyorsa o da onu incitmemek için uğraştı. Bir saat orada durup her soluğunu dinledi. Soluk alışlarında inip kalkan göğsünü izledi. Çenesinde, dudaklarının altında oluşan boşluğa uzanıp öptükten sonra ayaklandı ve son kez dokundu sakallı yanaklarına.
“İyi ki geldin. Çok özlemiştim,” dedi fısıltıyla ve yatak odasına ilerledi. Metehan’ın içeride sağ salim uyuduğunu bilerek günler sonra birazcık huzurlu bir uykuya daldı. Sabah gün ağarırken uyanıp işe gitmek için hazırlandığında, Metehan’ın hâlâ derin bir uykuda olduğunu görerek tebessüm etti. Sessiz olmaya çalışarak çay demleyip, kahvaltılıkları masaya koydu. Ardından not kâğıdını eline aldı ve birkaç cümle yazdı.
Notu salonda dün geceden kalan hiç içilmemiş kahvenin yanına bıraktı. Ardından da avucunda tuttuğu diğer şeyi notun yanına koydu. Salondan çıkmadan önceyse eğilip Metehan’ı alnından hafifçe öptü.
***
Gözlerini zar zor açan Metehan, bir an için nerede olduğunu idrak edemedi. Çevresine bakıp Nazenin’in evinin salonunda olduğunu anlayınca gece yaşananlar gözlerinin önüne geldi. Yüzünde gülümseme oluşurken dili usulca dudaklarına değdi. Hâlâ aynı tat dudaklarında mı diye kontrol ediyordu sanki. Yavaşça doğrulup saatine baktı ama hiçbir şeyi göremedi. Parmaklarıyla gözlerini, yüzünü ve şakaklarını ovdu hızlı hızlı. Yeniden saate baktığında, saatin on olduğunu görünce şaşırdı.
“Kaç saattir uyuyorum ben!” dedi kendi kendine ve koridora göz attı. Evdeki sessizliği ve saati düşününce Nazenin’in çoktan işe gitmiş olduğunu anladı. Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Kafasını toplamak isterken gözü sehpada duran nota ilişti. Yanında duran anahtarı gördüğündeyse yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Notu ve anahtarı kendine doğru çekip aldı. Sol avucundaki anahtarı sıkıca tutarken, sağ elindeki notu okumaya başladı.
“Günaydın, çayı demledim, kahvaltı hazır. Kahvaltı etmeden evden çıkma…
Mademki bundan sonra kalbim sana, evin bana emanet… Bu da benim evimin anahtarı. Sana emanet ediyorum, tıpkı kalbimi emanet ettiğim gibi.
Not; akşama da yemek yaparsan çok makbule geçer. Açken hiç çekilesi ve öpülesi olmuyorum.”
Son satırları okurken gür kahkahası evi sarmıştı. Sol avucuna sakladığı anahtara sanki dünyanın en kıymetli eşyasıymış gibi baktı bir süre. Kıymetliydi tabii… Bu anahtar, Nazenin’in onu kabullenişinin somut göstergesiydi. Ceplerini yoklayıp kendi ev anahtarını çıkardı ve onun yedek anahtarını kendi anahtarlığına taktı. Işıl ışıl gözlerle ne kadar süre anahtara ve nota baktığını, notta yazan isteğine ne kadar süre güldüğünü bilmiyordu.
Kahvaltı etmek için mutfağa geçtiğinde özenle hazırlanmış ve kendisini bekleyen masaya göz gezdirirken bir salatalık alıp ağzına attı. Çayı ısıtıp bardağına doldurdu, ardından sandalyeye oturup bir şeyler atıştırmaya başladı. Bu sırada masada duran kalem ve not kâğıdını görünce onlara yöneldi. İçinden geldiği gibi hızlıca bir şeyler karaladı. Sofrayı toparlayıp bulaşıkları makineye yerleştirdi, koltukta dağınık duran pikeyi katlayıp kenara koydu ve evden çıktı. Kendi evine geçip duş aldı. Sakallarını kesti ve üniformasını giydi. Bayrama hazırlanan çocuklar gibi şen şakraktı. Aynada son kez kendisine bakıp saçının önünü el yordamıyla düzelttikten sonra kendi evinden de ayrıldı. Merdivenleri ıslık çalarak ve koşar adım indi. Kapıdaki askeri araca doğru ilerleyecekti ki duraksadı.
“Teğmen, gel,” dedi sadece ve yanına gelip selam duran adama notu uzattı.
“Bunu, Vali Hanım’a veriyorsun. Hemen!” deyip araca binerken teğmen, “Emredersiniz, komutanım!” diye karşılık verdi.
“Benim aracımla git. Notu, Vali Hanım’a bizzat teslim edeceksin. Başka kimseye emanet etme.” Arabasının anahtarını da verdiğinde yine aynı cevabı aldı. “Emredersiniz, komutanım.” İçinde bulunduğu araç hareket ederken teğmen de diğer araca doğru ilerlemiş ve gözden kaybolmuştu.
***
Yaklaşık yirmi dakikadır Albay’ın odasında ayağının değebileceği her noktayı adımlayan Metehan alnını ovup duruyordu. Yirmi dakika önce dünyanın en mutlu adamıyken, şu an en gergin, en tedirgin ve en korku dolu adamı olabilirdi.
“Yani izin vereceğiz. Nazenin’e ulaşmalarına, onunla yemek yemelerine, bahsettikleri fabrikayı kurmalarına izin vereceğiz öyle mi komutanım? Şahane plan gerçekten. Bu plandan Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan’ın haberi var mı peki?” diye sorarken dişlerini var gücüyle sıkıyordu. Kutluhan Albay ise onun endişeli hâline daha endişeli bir şekilde bakıp iç çekti. Sevgi, aşk güzel şeydi de bu gibi durumlarda insanda akıl ve mantık bırakmıyordu.
“Metehan! Öyle ya da böyle Nazenin Hanım’a ulaşacaklar. En azından gözümüzün önünde, bilgimiz dahilinde olsun istiyoruz. Ne diyecekler, yatırım dedikleri bu dümeni nasıl anlatacaklar, karşımızda kim olacak? Görmemiz lazım. Vali Hanım da, Paşa ve Başkan da bunun farkında. Hoşlarına gitmiyor ama şu an başka yolumuz yok. Madem adamın tepesine binmek istiyoruz, ona ulaşacağımız bir yol bulmalıyız.”
“Ama bu delilik komutanım. Ya yemekte bir şey olursa?”
“Yatırımcı adı altındakilerin tekliflerini Vali Bey reddettiğinde ne oldu hatırlıyorsun değil mi Binbaşı? Adamın soluğunu anında kestiler. Eğer Nazenin yaşasın istiyorsak ve en önemlisi hedefe ulaşmak istiyorsak bunu yapmak zorundayız.” Sesi bu kez tavizsiz ve net çıkmıştı. Bir dakika kadar yerinde oturmaya devam etse de sonunda ayaklandı ve ona yaklaşıp omuzunu sıktı usulca.
“Endişeni anlıyorum, ona olan sevgini de gözlerinde görüyorum. Ama işinle sevgini birbirine karıştırdığın anda seni ben gönderirim. Bunu da sen bil!” deyip geri çekilmesiyle Metehan yalnızca başını sallamış, ardından da
“Emredersiniz komutanım,” demişti. Sessizce müsaade isteyip odadan çıktığı gibi bahçeye ilerledi ve bir sigara yaktı. O bitti yenisini yaktı. Binbaşıyı odasının penceresinden izleyen Kutluhan Albay ise aşağı inip onun yanına gelmişti sessizce. Banktaki boşluğa oturup karşısına bakarken
“Zayıf noktan sevdiğin kadın olmasın Metehan. Bunu belli edersen hep onun üstünden gelirler üstüne. Kendine hâkim olamazsan şakam yok seni bir üs bölgesine görevlendiririm,” dediğinde Metehan gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı.
“Yapma komutanım, sen ne zaman benim zayıf düştüğümü gördün?”
“Görmedim. Ama seni böyle bakarken de görmedim Kılıçarslan. Gözlerin alev alev yanıyor be oğlum. Bu alev ikinizi de yakar.” Metehan bir süre sessizliğini korudu ama bıyık altından gülüp, “Böylesine de yanılmaz mı be komutanım?” demekten kendini alamadı. Kutluhan Albay ona yandan bakış atıp başını sabır dilercesine sallarken bir taraftan da söyleniyordu.
“Ben de bundan korkuyorum ya işte Binbaşı. Yanıyorsun. Yangınınla ortalığı yakacaksın diye korkuyorum.” Metehan başını eğip aynı tebessümle postallarının ucuna baktığı sırada telefonu çalmaya başlamıştı. Telefon ekranındaki numaraya çatık kaşlarının altından bakıp aramayı cevapladı.
“Kimsin?”
“Teğmen Güven Doğan. Vali Hanım’a getirmemi istediğiniz notu teslim ettim komutanım. Ancak kendisini Vilayette değil, hastanede bulabildim. Bilgi vermek için aradım.” Metehan yerinden hızla kalkınca Albay merakla gözünü ona dikmişti.
“Ne oluyor?” diye sormasıyla Metehan’ın telefonu kapatması aynı anda olmuştu.
“Nazenin hastaneymiş.” Vali Hanım falan dememişti. Bodoslama Nazenin, deyip koşar adım ilerlerken, “Bilgi alınca sizi ararım komutanım,” diye bağırır gibi konuştu sesini duyurmak adına.
“Zahmet olmasın!” Bu bağırış ise tepesi atmak üzere olan albaydan gelmişti.
“Ulan kırk yaşında adam ergene döndü. Aşka bak. Ayağı götüne vurarak gidiyor. Yarabbim sabır ver. Ben ne halt edeceğim bu iki deliyle?”
Metehan araca binip sadece, “Hastaneye” dediğinde asker gaza basmıştı. On dakika sonra hastaneye varıp daha durmayan araçtan atlayan adam, tam da Albayın tarif ettiği gibi ayakları götüne vura vura koşmayı sürdürdü. İş sebebiyle mi hastanedeydi yoksa rahatsızlanmış mıydı? Yine migreni tutmuş olabilir miydi? Ya da burnu kanamış? Ya da bayılmış? Bütün ihtimaller aklında dönerken danışmaya vardı.
“Vali Hanım, nerede?” Danışmadaki kız bir anda tepesinde belirip gür sesiyle soruyu soran üniformalı adama endişeyle baktı. “Üçüncü katta Aydın Bey’in odasında.”
“Aydın Bey kim? Vali Hanım neden gelmiş biliyor musunuz?”
“Aydın Bey doktorlarımızdan biri,” diyen kadına birkaç saniye baktı.
“Çok Aydın’latıcı oldu gerçekten!” Resmen homurdanıp doğruca merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata vardığında durmadan Aydın diye sayıklıyor ve kapılardaki doktor isimlerine bakıyordu. Sonunda odayı bulduğunda soluk aldı. Kapıya bir kez vurup resmen içeri karpuz misali yuvarlanır bir hızla girdi.
“Nazenin!” derken odada gözlerini gezdiriyordu delirmiş gibi. Masasının başında oturan yaşını başını almış adama bakıp gözlerini yeniden odada gezdirince aradığını buldu.
Nazenin ise doktorla görüşmesinin ortasına bomba gibi düşen adama şok içinde bakıyordu.
“Binbaşı!” dedi şaşkınlıkla. Doktor Bey bir duraksayıp ikisine de dikkatle baktıktan sonra usulca ayaklandı ve kapıya ilerlerken, “Ben beş dakikaya geliyorum,” diyerek odadan çıktı. Nazenin, doktorun kendi odasından çıkmasına sebep oldukları için utançla kıpkırmızı kesilirken Metehan ise olan biteni umursamayıp kapıyı kapattığı gibi tek adımda yanında bitmiş ve önünde eğilip ellerini tutmuştu. Ve hâlâ, “Nazenin!” diyordu.
“Binbaşı!” dedi bu kez kadın. Uyarır gibi bir tonlamayla ve gözleriyle bulundukları odayı işaret ederek. Metehan artık yalnız oldukları odaya şöyle bir bakıp başını sallarken
“Yahu, bırak şimdi Binbaşı’yı, Vali Hanım. Ne oldu, neyin var, hasta mısın? Neden bana haber vermedin?” Arka arkaya sıraladığı sorular esnasında öyle telaşlıydı ki bu durumu Nazenin’in yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşturmuştu. “İyiyim, rutin kontrol için geldim. Korkulacak bir şey yok. Sakin ol,” derken adamın elini sıkmıştı telkin eder gibi. Metehan ise hâlâ tedirgin gözlerle kendisini süzüyor ve iyi olduğuna kanaat getirmeye çalışıyordu. Ancak kendisi ne anlardı ki iyi mi değil mi?
Başını hızla doktorun boş koltuğuna çevirdi. Keşke doktor gitmeden onu durdurup neler olduğunu sorsaydı. Kendine kızdığı sırada masadaki isimlikte yazan yazıyı okudu. ‘Profesör Doktor Aydın Gün– Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı- başını yine hızlıca Nazenin’e çevirip kocaman olmuş gözlerle
“Hamile misin?” Sorusunu sorunca Nazenin gözlerini kapatıp sabır dilerken nasıl bir saçmalığın içinde olduğunu düşünüyordu.
“Anan seni doğururken eben beynini eline mi verdi? Sana bu bereyi renk katsın diye mi taktılar Metehan?” durdu ve soluklanmaya çalıştıktan sonra devam etti. “Allah aşkına ne yapıyorsun?” diye soran kadına şaşkın şaşkın bakan Metehan ise omuzlarını usulca silkti.
“Ama doğum yazıyor.” Açıklama çok netti. Tartışmaya kapalıydı.
“Kadın Hastalıkları ve doğum, yazıyor şapşal bordo. Ayrıca nasıl hamile olabilirim?” Sorunun ucu açıklığını sorduktan sonra fark edip, “Nasıl olacağını burada konuşmamızın sakıncası olmaz herhalde. Nasılsa yalnızız…” diyen adamın sözleriyle başını geriye attı Nazenin.
“Ya Allahım bana bir tane normalini vereydin ya. Bir ömür bu adamla tam tımarhanelik olurum ben.”
“Normalim ben. Sadece biraz korktum. O da dilime vurdu. Yoksa normalim yani.” Metehan konuştu, konuştu ama Nazenin’i aklıyla ilgili şüphelere de itmeye devam etti. “Allah için. Ne zeki adam. Ne kadar normal!” diye homurdandı. Ellerini hâlâ sıkıca tutan ve önünde diz çökmüş duran adama bakıp, “Hamile falan değilim Metehan, yaşamsal rutinimde sevişmek yok yani.” Dedi.
“Benim de yok,” diye atılıp çocuk gibi gururla gülümseyen adama baktı öylece.
“Beni daha fazla delirtmeden çık dışarı. Bir de pis pis espri yaptığını sanıyorsun. Çık!” Bağırışıyla gözlerini deviren Metehan iç çekmişti. “Ben gayet ciddiyim!” Nazenin bir an için durup ona dikkatle baktı. Dalga mı geçiyordu yoksa ciddi miydi anlayamıyordu.
“Lan ufak at da yiyeyim. Kırk yaşında adamsın gelmişsin burada benimle dalga geçiyorsun.”
“Olamaz mı ya? Ne kadar ön yargılısın Vali Hanım! Ben sevmem öyle sevgisiz sevgisiz sevişme. Hiç benlik değil.” Nazenin bu sözlerle düşecek gibi açılan çenesini toplayıp yutkunmak isterken tükürüğünü yutmuş ve öksürmeye başlamıştı. Birkaç saniye süren öksürükleri son bulurken, “Ciddi misin sen?” diye sormadan edemedi.
“Gayet ciddiyim. Neden inanmıyorsun güzelim?”
Nazenin gözlerini onun üstünde gezdirip, “Teknik bir aksaklık yok yani? Doğalın bu?” diye sorunca kaşı usulca havalanan Metehan bir süre dudaklarını kemirdi.
“Ben bu soruna cevap verirdim de… Neyse…” derken ki imalı sözleri de bakışları da Nazenin’in rengini kıpkırmızı etmişti. “Anladım…” diye mırıldanıp başını ağır ağır sallarken bir sanat eserini izler, inceler gibi bakmaya başladı bu kez Metehan’a. Baktı, baktı ve “İnsan baştan çıkarmaya kıyamaz bunu.” Dediğinde anlık sessizlik oluştu. Ama ardından ikisi de kahkahayı patlattı.
“Sen kıyabilirsin bebeğim. Sana asla hayır demem,” diye kendisine kur yapan adama ters ters baktı.
“Bak, elimin tersindesin çarparım artık ha! Beş dakikadır hayatımın toplamında yaşamadığım kadar rezillik yaşadım zaten sayende. Bir Vali bir özel kuvvetler mensubu bordo bereli ama yarım akıllı Binbaşı oturduk neler konuşuyoruz. Şansını zorlama, bundan sonraki hayatında da sevişme mevişme görmezsin!” Kendisine çemkiriveren kadına bakıp başını bir kez sallayarak doğruldu.
“Emredersiniz Sayın Vali’m.”
“Biraz geç mi kaldın acaba Binbaşı!”
“Hastanede olduğunuzu duyunca endişelenmiş, Alay binasından buraya gelene kadar da aklımı yitirmiş olabilirim,” derken gayet ciddi görünüyordu. Nazenin tepesinde dikilen adamın yüzüne bakmak için başını geriye yatırmıştı. Gözlerindeki bariz endişeyi anbean görünce siniri yatıştı sanki. Adamın elini tutup usulca sıktı ve yanındaki boş koltuğu işaret etti.
“İyiyim ben. Endişe etme,” derken Metehan yanına oturup parmaklarını birbirine kenetlemişti.
“O zaman neden buradasın?” Fısıltılı bir sesle hâlâ aynı endişeyi taşıyarak sorusunu sorunca Nazenin usulca ayaklanıp kapıyı açmış ve kapının yanında sessizce bekleyen doktora bakmıştı.
“Kusura bakmayın hocam. Lütfen gelin,” derken kenara çekildi. “Önemli değil, Binbaşı’mın telaşı geçtiyse görüşmeye devam edelim.”
“Lütfen,” diyen Nazenin, o içeri girince kapıyı kapatıp sözlerine de devam etti. “Hocam lütfen Binbaşı’ya durumu sen anlat. Yoksa bana inanacak gibi durmuyor. İyi olduğuma ikna edersen çok sevinirim.” Aydın hoca başını hafifçe sallayıp, “Tabii ki…” dedi ve gözlerini Metehan’ın endişeli gözlerine dikti.
“Öncelikle şunu anlayın Binbaşım, Nazenin Hanım iyi. Ciddi hiçbir sağlık sorunu yok.”
“Neden burada o zaman?” Sorusunu sabırsızca yinelediğinde doktor yerine geçip açıklama yapmaya başladı.
“Nazenin Hanım, yoğun çalışma temposu, yoğun stres, düzensiz uyku, beslenme, aşırı kilo kaybı gibi birçok sebep yüzünden regli olamıyor. Bir ay önce regli düzensizliği şikâyetiyle geldi. Aslında her şey olması gerektiği gibi görünüyor. Kan ve hormon tahlillerinin sonuçları, ultrason incelemeleri normal. Vücudu normal ancak psikolojik ve ruhsal olarak normal değil ve bu da regli olmasını engelliyor. Yani anlayacağınız tek sorun hayatının normal olmaması. Biraz dinlenmeye, soluklanmaya ihtiyacı olduğu ortada ama işindeki sorumlulukları da ortada. Bu sebeple kendisine, gidip biraz kafanı dinle be kızım, sen mi kurtaracaksın dünyayı? diye çıkışamıyorum. Geçen ayki kontrolden bu yana yine adet göremediği için kendisine bir ilaç başlayacağız ve adet olmasını bekleyeceğiz.” Metehan az evvelki saf âşık hâlinden çoktan uzaklaşmış, yüzünü derin bir ciddiyet kaplamıştı.
“Peki, ya bu ilaç da yaramazsa? Yani hak verirsiniz ki bilmiyorum ve o sebeple soruyorum. Eğer bu durum devam eder ve adet olamazsa ne olacak?”
Doktor anlayışla gülümseyip, “Oldukça sinirli, asabi, gergin, duygusal, hormon dengesi bozulduğu için tüm duygu geçişleri de bozulmuş bir kadın olması dışında şu an hiçbir şey olmayacak. Ve temennim o ki ilaç işe yarayacaktır,” dedi ve duraksadı.
Ona dikkatle bakıp, “Şimdi doğru anladıysam…” derken parmağının ucuyla ikisini işaret ediyordu. Aralarında duygusal bir ilişki olduğunu anladığını belirten hareketini ve bakışları esnasında Nazenin kızarıp bozarmış, aniden ifşa olmanın huzursuzluğu içini sarmıştı. Doktor ise Metehan’a hitaben sözlerini sürdürüyordu.
“Burada ilaçtan daha çok size görev düşüyor.” Metehan emir bekler gibi doğruldu. Dimdik otururken dikkatle doktora bakıyordu. “Nedir bana düşen görev?”
Aydın Bey gülümseyerek ona baktı ve gözleriyle Nazenin’i gösterdi. “Sevgilini mutlu etmek. İş dışında iş düşünmemesini sağlamak. Moral, motivasyon ve…” deyip durdu. Devam etmeden önce Daha da gülümsedi.
“Sevgi, Binbaşı’m, sevgi. Sevgi iyileştiricidir.” Sözleriyle ikisi de göz göze gelip tebessüm etmişti. Nazenin’in yanakları daha da kızarırken Metehan bunu göz ucuyla görüyordu. Ve için için keyif alıyordu. Yalan yok.
“Sevgi bende bolca var. Şifası buysa gözünüz arkada kalmasın hocam,” dedi fısıldayarak.
“O zaman, Vali Hanım’ı içim rahat şekilde sana emanet ediyorum, Komutan,” deyip ayaklanan doktor reçeteyi Metehan’a uzatmış, ardından da ikisiyle de el sıkışmıştı.
“Çok teşekkür ederim, hocam,” diyen Nazenin’e başıyla selam verip yine ikisini işaret etti Aydın Bey.
“Bu…” deyip tebessüm etti. “Aramızda kalacak. Endişeniz olmasın ve çok geçmiş olsun.”
“Bu durumun duyulmamasına özen gösterdiğiniz için de teşekkür ederiz,” deyip sessizce odadan ayrıldıklarında koridorda yan yana ama biraz mesafeli şekilde ilerlediler.
“Korkunca çenemin bağı düştü galiba!” diye mırıldanan adama dönüp, ciddi misin? der gibi baktı. Sonra kendine hâkim olamayıp, “Keşke sadece çenenin bağı düşseydi hayatım!” dediğinde, Metehan çocuk gibi suratını asmıştı.
“Sen bana ne demeye çalışıyorsun şimdi?” diye homurdanarak sorduğu soruyla, Nazenin gözlerini devirdi.
“Beyninin bağı çözülmüş gibisin, Metehan. Ne olur al şu beynini yerden ve ait olduğu yere geri tak. Vallahi dayanamayıp fenalık geçirmenin eşiğindeyim.” Fısıldayarak ama bağırırmış gibi verdiği tepki Metehan’da gülme isteği uyandırmıştı; dudakları yavaşça kıvrılmıştı. Birkaç adım atarak kendinden uzaklaşmaya başlayan kolunu kavrayıp, sol taraftaki boş odaya girdi ve kapıyı kapattı. Kadını kapı ve bedeni arasına sıkıştırırken gözlerini net olarak görebilmek için eğildi. Şimdi burun buruna duruyorlardı.
“Sen bana hayatım mı dedin yoksa ben mi yanlış duydum?”
“Kinayeli bir şekilde söylemiştim ama!” derken yine gözlerini devirmişti.
“Ama söyledin.” Israrcı tavrına daha fazla dayanamayıp derin bir nefes aldı. Almaz olaydı ya… Adamın güzel kokusu, burun deliklerinden sızıp ciğerlerine ulaşmış, kalp atışı hızlanmıştı.
“Evet, söyledim…” dedi mırıldanır gibi. Gözlerini bir an için kapatıp yeni bir soluk aldı. Bu kez o muazzam kokuyu yeniden solumak için bile isteye yaptı bunu.
Onu pür dikkat izleyen Metehan ise alnını alnına dayayıp yanaklarını kavrarken yeniden konuştu, en sessiz hâliyle:
“Çok korktum. Aklıma bir sürü kötü ihtimal geldi. On dakikalık yol bitmek bilmedi sanki…” Nazenin duyduğu bu sözlerle gönlünden bir kez daha vurulduğunu hissetti. Tıpkı onun korkusunu hissettiği gibi. Ve daha da hızlanan kalbinin atışına engel olmadı. Varsın gücünün yettiği kadar atsındı. Bu adam için her atışı değerdi.
“Korkma… Ben iyiyim. Regli olursam daha da iyi olacağım. Huysuzluğum bu yüzden daha da arttı. Bakma sen bana.” Metehan kaşlarını çatıp biraz geri çekilerek kadının gözlerine bakarken sert çıkarmaya çalıştığı bir sesle cevap verdi.
“Bakarım… Bakarım efendim. Neden bakmayacakmışım. Sen benim sevgili sevgilim değil misin?” Nazenin, bu sözlerle resmen kıkırdayınca yüreği taklalar atmaya başlamıştı. Biraz daha sıktı kadının yanaklarını ve okşadı aynı zamanda.
“Ben, gönlünün hanımefendisi, olduğumu sanıyordum.” Gönderdiği notu aldığını anlatan bu dokundurmayla gülüşü keyifle büyüdü.
“Öylesin,” dedi hiç geciktirmeden ve yine fısıldayarak. Bu cevapla Metehan’ın yüzünü avuçları arasına alan Nazenin, onun pürüzsüz tenini hissetti. Sakallarını kesmişti. Usulca sokuldu biraz daha ve yumuşacık yanağına öpücük kondurdu. Bu esnada da garipliği fark etti.
Anında geri çekilip çatık kaşlarının altından endişeyle Metehan’a baktı.
“Ateşin mi var senin?”
“Sen yanımdaysan o hep var, güzelim.” Cevabı bu sefer gönlünü yağlamamıştı. Adamın yüzüne ters ters bakmaya devam ederken elini alnına dayadı ve bir süre sessizce durdu. Avucunu kaplayan sıcaklığı hissediyordu.
Elleri telaşla yüzünden ayrılıp üniformasının düğmelerine uzandı ve ilk birkaç düğmeyi açarken, “Ne yapıyorsun güzelim?” diye soran adamı sallamadı bile. Haki yeşili bisiklet yaka tişörtün yakasını çekiştirip elini bu kez adamın içine, göğsüne doğru soktu. Bedeni de sıcaktı. Fazla sıcaktı.
“Senin saçmalaman korkudan ziyade yüksek ateştenmiş Binbaşı,” derken elini çekip açtığı düğmeleri yine telaşla ilikledi.
“Yürü çabuk gidiyoruz,” diyerek odadan çıkan kadının, peşine takılan Metehan, “Nereye gidiyoruz? Ben iyiyim,” diyordu. Ama yaşadığı korkunun adrenalininden dolayı, şu an iyi olmadığını hissetmiyordu.
“Başhekime gidiyoruz. Seni muayene etsin.”
“Ben iyiyim,” diye ısrar eden adama döndüğü gibi çevredeki insanları bile umursamadan dibine girdi.
“Bana bak, iyi falan değilsin. Yalnızca şu an farkında değilsin. Yanıyorsun be adam. Neye inat ediyorsun anlamadım ki? Yürü dedim. Bu bir emirdir. Vali emri!”
Huysuz bir ifadeyle dudaklarını kemiren Metehan, “Emredersiniz Sayın Vali’m,” dediğinde cevabını da aldı.
“Aferin asker!”
Başhekimin odasına girip durumu kısaca özetleyen Nazenin’in telaşı Metehan’ı gülümsetiyordu. Az evvel kendisi nasıl telaşlandıysa onun için, şimdi de Nazenin kendisi için telaşlanıyordu. Seviyordu bu kadın, biliyordu hiç şüphesiz.
Başhekim muayene için onları başka bir odaya aldığında Nazenin koltuklardan birine oturmuş, Metehan ise Başhekimin yönlendirmesiyle hasta yatağına ilerlemişti.
Başhekim, stetoskopuyla Binbaşı’ya yaklaşıp bir an için ona baktı. Ancak bakışları sonuç vermeyince, “Eee, komutanım soyunsanız mı acaba?” demekten kendini alamadı. Nazenin, başhekimin bu sözlerine hoş bir kahkaha atıp keyifle arkasına yaslandı ve ayağına gelen bu fırsatı değerlendirdi. Her zamanki gibi!
“E tabii, doktor bey de Allah’ın bir kulu. Gözünün retinasıyla tarama yapamıyor,” durup bıyık altından güldü. Ardından sözlerine devam etti:
“Şimdi de sen soyun bakalım, Binbaşı!” diyerek göz kırptı ve imalı bir şekilde güldü. Metehan ise sol kaşı havaya kalkmış hâlde ona bakıp gülmüştü tıpkı onun gibi. Kaza gecesine yaptığı bu dokundurma tam yerindeydi. Ama bu sözün altında kalmayacağını da o imalı gülüşü açık ediyordu.
Üniformasının düğmelerini açmaya başladı ağır ağır ve bir an bile gözlerini kadının gözlerinden ayırmadı. Üniformayı arkasında duran yatağa koyup sol elini ensesine doğru uzattı. Tek hamlede tişörtünden de kurtuldu böylece.
Nazenin, karşısında yarı çıplak duran adamın heykel gibi bedenini görünce söylediği sözlerin ne büyük hata olduğunu ancak anlamıştı. Geniş omuzlarından başlayarak bedenini süzdü. Boynundan göğüs kaslarını örten tüylerin üstünde salınan künyeyi gördü ilk kez. Ardından, belirgin ve şişkin kas öbeklerinde usulca gezdirdi gözlerini. Ve o anda aklına gelen şeyle bakışları adamın kalbinin altına kilitlendi. Tüylenmenin olmadığı avuç içi büyüklüğündeki yere odaklandı. Muhtemelen geçirdiği ameliyat sonrasında orada oluşan tahribat nedeniyle tüylenme gerçekleşmiyordu.
İçi acıdı bu düşünceyle ve kalbi sıkıştı. Bir an için onu yaralı, kanlar içinde ve kendinden geçmiş olarak düşünme gafletine düştü. Gözlerine dolan yaşları hissetti ama engel olamadı onlara. Bu sırada Başhekim stetoskopun ucunu tam da o noktaya dayadı. Ameliyat izini ve kurşun yarasını görmüş olsa da hiçbir şey sormamıştı. Muhtemelen o da biliyordu hiçbir şey sormaması gerektiğini ve görmemiş gibi yapmayı tercih etmişti.
“Bir de sırtınızı dinleyeyim, Binbaşı’m,” demesiyle Metehan usulca sırtını döndü. Nazenin’in gözlerine biriken yaşlardan biri sol yanağına düşüp hızla yuvarlandı ve çenesinden aşağı süzülerek kendini bıraktı. Tam kalbinin üstüne ilişen gözyaşı, beyaz gömleğinde ufacık bir koyu leke gibi duruyordu şimdi. Ancak Nazenin bunun farkında bile değildi.
Çünkü şu an farkında olduğu tek şey Metehan’ın bedeninde iz bırakan birkaç kurşun yarası ve bir kesi iziydi. Sol tarafta, tam da böbreğine yakın noktada yer alan iz bıçak yarası iziydi. Sağ kürek kemiğinin ardında ve ona yakın bir yerde daha kurşun izleri vardı. İki kurşunun da aynı anda vücuduna isabet etmiş olabileceği düşüncesi kanını dondurmuştu. Elleri buz gibiydi ve onları yumruk yaptığından habersiz sıkıyordu.
Gözleri ne zamandır önüne konan çay bardağındaydı, bilmiyordu. Ancak kendine gelmesini sağlayan, elini saran elin sıcaklığı olmuştu.
“Gitme vakti,” diyen fısıltılı sesle ayaklandı. Başhekime teşekkür edip odadan çıkarken, ardından gelen adamın postalının seslerini duyuyordu. Hastaneden ayrılıp makam aracına geçtiğinde, Metehan ilaçları almak için eczaneye girmişti.
“Levent, Binbaşı’ya söyle buraya gelsin,” demesiyle Levent araçtan çıkmış ve eczaneden iki poşet ilaçla ayrılan Binbaşı’ya kapıyı açmıştı. Sol arka kapısı açık bekleyen araca binmesi gerektiğini anlayan Metehan sadece bekleneni yaptı ve araca bindi.
“Eve gidiyoruz.” İşte Nazenin’in saatler sürecek olan sessizliğinden önce söylediği son sözler bunlar olmuştu. Eve vardıklarında üstünü değiştirdiği gibi Metehan’ın evine yedek anahtarıyla girdi. Kapıyı çalıp müsait olup olmadığını soracak takati bile yoktu.
Odasından çıkan adama şöyle bir bakıp eşofman ve tişört giydiğini gördü. Birkaç adımda yanına yaklaşıp tişörtün etek kısmından elini soktu yine ve ona dokundu. Vücudu hâlâ sıcaktı.
“Üşütmüşüm hepsi bu,” dediğini duydu, başını salladı hafifçe ama konuşmadı. Sanki gördüğü izler dilini mühürlemişti. Arkasını dönüp mutfağa gidecekti ki, “Nazenin,” diyen sesle adımları durdu. İçi hüzünle ama yine de coşkuyla kıpır kıpır oldu. Tek hamlede gerisin geri dönüp Metehan’ın yüzünü kavradı, onu kendisine yaklaştırdı ve dudaklarını birleştirdi. Aniden gelen bu güçlü öpücükle afallayan Metehan, önce ne yapacağını bilemez gibi kalırken Nazenine yaptığını gayet iyi bilir gibi öpüyordu dudaklarını.
Bu sefer hükmeden ve öpüşmeyi yönlendiren taraf oydu. Metehan da bozmadı bunu ve bıraktı kendini Nazenin’in dudaklarına. Nasıl isterse öpsündü… Yaşadığı korkuyu geçirecekse eğer öpsündü.
Metehan, gözlerindeki korkuyu, acıyı, endişeyi görmüştü. O yüzden kadının sessizliğini anlıyor ve üstüne gitmiyordu. Buna alışması gerektiğini biliyordu. Üzücü olsa da, can yaksa da, yüreğini korkuyla artırırken buz kesmesine sebep olsa da bu izlere… O izlerin yanına yenilerinin gelebilme ihtimaline.
Bir dakika gibi bir süreden sonra ayrılan dudakları olmuş, karışan ise nefesleri. Alınları birbirine yaslı şekilde öylece durmuşlardı. Ardından, Nazenin ondan ayrılıp mutfağa ilerlemişti, çorba yapmak için.
***
Salondaki koltukta uzanmış adama yaklaşıp alnına usulca dokundu. Çorbanın ardından ilaçlarını da içince uyuya kalmıştı. Alnındaki ter damlalarını nemli bir bezle silip boynuna yöneldi. Oradaki terleri de sildi ağır ağır. Bezin soğukluğuyla irkilen koca bedene baktı bir an için ama uyanmadığını görünce devam etti. Elini yatak ile bedeni arasına sokup tişörtünü kontrol etmek istediğinde, su gibi ter olduğunu hissetti.
Doğruca Metehan’ın odasına girip giysi dolabına ilerledi ve tişörtlerinden birini alıp salona döndü. Onun kocaman bedenini kaldırıp koparacak gücü olmadığından uyandırdı usulca.
“Metehan, uyan canım. Doğrul biraz da tişörtünü çıkarayım. Çok terlemişsin.” Metehan uzaktan zihnine sızan sesi duyarak ama pek idrak edemeyerek doğruldu. Vücudu külçe gibi ağırdı sanki ve her hareketinde kemikleri acıyordu. Yüzünü istemsizce buruşturup omuzlarını bile dik tutamayacak şekilde oturmaya çalıştı. Bu sırada Nazenin ise bir eliyle onun sırtını desteklerken diğer eliyle de tişörtünü çıkarmıştı.
“Şimdi seni bırakacağım. Azıcık böyle durmaya çalış. Tişörtünü giydireyim,” dediğinde Metehan belli belirsiz başını sallamıştı. Yeni tişörtü adamın başından ve kollarından geçirip düzeltti.
“Şimdi yatabilirsin,” diye fısıldamasıyla Metehan boş çuval misali yıkıldı koltuğa. Sabaha kadar iki kez daha tişörtünü değiştirmiş, terden ıslanan yüzünü ve üst bedenini defalarca silmişti. Ancak Metehan öyle derin bir uykudaydı ki bunları hatırlayıp hatırlamayacağı bile meçhuldü.
Sabah işe gitmek için evden ayrılmak zorunda kaldığında, alt katta yaşayan Yusuf Yüzbaşı’yı dikmişti Metehan’ın başına. “Ben gelene kadar yalnız bırakma,” diye de sıkı sıkı tembihlemişti. İşe gitmişti gitmesine ama aklı evdeydi. Bir saat arayla Yusuf Yüzbaşı’yı arıyor ve “Metehan nasıl oldu? Ateşi düştü mü? İlacını içirdin mi? İlaç içmeden önce çorbasını içirdin mi?” diye sorularını sıralıyordu. Yusuf ise gayet memnundu bu aramalardan ve sorulardan. Vali Hanım’ın abisi bildiği adama gösterdiği ilgi ve üstüne titreyişi hoşuna gitmişti.
Öğlen zor da olsa bir şeyler atıştıran Nazenin, bir yandan da Albayla telefon görüşmesi yapmıştı. Metehan’ın durumunu bildirip, istirahat etmesi gerektiğini belirten doktor raporunu Levent’le göndereceğini söylemişti. Ve duyduğuna göre Metehan dün, görevde olduğu sırada Başkan’la aralarında geçen görüşmeyi öğrenmişti.
Kendisine hiçbir şey dememesinin sebebini ise sorgulamıyordu. Hasta olduğu için o konuya değinememişti muhtemelen ama iyileştiği gibi gündem maddeleri olacaktı.
Albay Kutluhan, telefonu kapatmadan önce bir şeye ihtiyaçları olursa derhal haber vermesini tembihlemişti babacan tavrıyla ve bizim oğlan sana emanet, diye de eklemişti keyifli bir sesle. Galiba artık aralarındaki ilişkiyi anlamayan, kalmamıştı. Annesi ve babası dışında tabii. Annesinin kendisi anlatıncaya kadar sessiz kalacağını tahmin ediyordu da babası… İşte onun ne yapacağını hiç kestiremiyordu.
Müsait olduğu ilk anda annesini arayıp olan biteni anlatmalı ve babasına onun söylemesini rica etmeliydi belki de. Böylece kısa süreliğine de olsa kendilerine yönelecek öfkeli bir Seyfettin Tuna’dan kaçmayı başarırlardı.
Babasını düşünürken içini huzursuz eden duygulardan kurtulmak için soluklandı. O sırada dün hastanedeyken Metehan’dan gelen not aklına geldi. Çantasının içine uzanıp fermuarla gizlenmiş küçük gözü açtı ve notu el yordamıyla bulup çıkardı. Gözlerini adamın el yazında gezdirdi bir süre. Sonra notu okudu. Dünden beri kaçıncıya okuduğunu bilmeden ve yine aynı heyecanla, içi kıpır kıpır olarak okudu.
“Kilit sendin… Anahtar ise ben… Gönlünün kilidini açtım sabırla ve içinde kocaman bir kalp buldum. Sevgiyle sarmalamak istediğim kalbinin şimdi beni sarıp sarmalaması… Minnettarım yaşattığın her duyguya.
Not; akşam yemeğine ne istersiniz, gönlümün hanımefendisi?
Mesaj at yavrum…”
“Sözüm ona yemek yapacaktın,” dedi suratı asık şekilde ve duvarda asılı olan saate baktı. Daha mesainin bitmesine dört saat vardı. Saatler sanki inadına yavaş ilerliyordu. O Metehan’ı görmek istedikçe ağır ağır dönüyordu akrep ve yelkovan.
Hayatında ilk kez aklından mesai saati bir an evvel dolsun da eve gideyim düşüncesi geçiyordu. Çünkü aklı evde hasta yatan sevgili sevgilisinde kalmıştı.