9.BÖLÜM
Hafta sonunu dostları ve abisiyle geçiren Nazenin, onları uğurlarken yine içi burulmuştu ama bu kez kendisini teselli edecek kişi yanı başındaydı. Metehan’ın elini sımsıkı tutarak eve döndüklerinde mutfağa girmiş kendini oyalamak için yemek yapıyordu. Bu esnada arkasında hissettiği sıcaklıkla ürperip soluklanacakken, boynuna konan öpücük, alamadığı nefesini de kesmişti.
“En son bana böyle yaklaştığında olanları hatırlıyorum komutan.”
“Ne tesadüf, ben de hatırlıyorum. Hem de çok net.” Boğuk sesiyle kıs kıs gülüp az evvel öptüğü yeri bir kez daha öpmüştü ama bu kez dudakları teninde daha uzun kalmıştı.
“Duş almaya gidiyorum sen de bu yemeğe göz kulak oluyorsun,” diyerek adamın kolları arasından hızla çıkmış ve banyoya ilerlemeye başlamıştı.
“Kaç bakalım, kaç. Şimdi kaçtığın kollarda uyumayacakmışsın gibi kaç, Vali Hanım.” Onun uzaktan gelen kahkahasıyla gülümserken önündeki tencerede pişen taze fasulyeye bakakaldı ve gözlerini devirdi.
“Buraya geliş amacım çok farklıydı be fasulye. Ama benim de bahtıma sana göz kulak olmak düştü ne yaparsın…” diyerek salona geri dönüp koltuğa oturdu, bacaklarını ise sehpaya uzattı. Eline telefonunu alıp bir süre kardeşiyle mesajlaştıktan sonra saati fark edip mutfağa girdi ve yemeğin altını kapattı. Nazenin’in neden hâlâ banyodan çıkmadığını merak edip biraz da endişelenerek banyoya ilerlediğinde ise kapıyı usulca çalıp araladı.
“Naze…” Nazenin diyemeden öyle kalırken gözlerini peş peşe kırpıştırmış, ağzını açıp kapatmış ancak ses çıkaramamıştı. Çünkü duş aldığını zannettiği kadın, küveti doldurmuş içine de bir güzel uzanmıştı.
“Geç kaldın komutan…” diyen kadına bakıp bıyık altından usulca güldü. Birkaç gece önce evinden kaçıp kendisine geldiğinde söylemişti bu sözü ona. Şimdi karşılığını alıyordu.
“Beklediğini bilmiyordum yavrum. Yoksa bekletmezdim.” Sözlerine gülümseyen Nazenin gözlerini aralayıp sağ elini suyun içinden çıkardı ve “Gel…” derken işaretparmağıyla da gelmesini işaret etti.
“Emredersin kadınım. Gelirim tabii,” dediğinde ensesine uzanmış ve tişörtünü tek hamleyle çıkarıp atmıştı. Adım adım küvete yaklaşırken şortunu çıkardığında, Nazenin güçlü bir kahkaha koyvermişti.
“Ciddi misin? Şort dışında bir şey giymiyorsun yani!”
“Fazlalıklara gerek yok. Hele ki sen evdeysen…” Nazenin bir kahkaha daha attı. Metehan küvete girip onun karşısına otururken bacaklarını uzattı. Nazenin ise bacaklarını kucağına çekip ayaklarını elleriyle sarmıştı. Bir süre sessizce birbirlerine bakarlarken Metehan aklına gelen şeyle gülümsedi.
“Ne? Neden öyle gülüyorsun?”
“Seni biraz eğitmek lazım Vali Hanım,” deyip tek hamleyle kadının üstüne geldi ve yanağını elinin tersiyle okşadı. Nazenin o koca cüssenin bir anda üstünü örtmüş olmasının şaşkınlığını yaşarken, “Nefesini tut,” dediğini duydu. Daha ne olduğunu anlayamadan da kendini suyun dibinde buldu. Boynunu kavrayan el başını, üstündeki beden ise bedenini suya gömmüştü. Bir an için çırpınıp gözlerini araladı. Suyun yüzeyinde duran Metehan’ın yüzünü flu şekilde gördü.
“Tut nefesini…” dediğini ise zar zor duydu. Sözünü dinleyip olabildiğince tuttu nefesini, ciğerleri acımaya başladığında suyun yüzeyine çıkmak için hamle yapmak istedi ancak ne mümkündü. Üstünde duran adamı devre dışı bırakmak imkânsız gibiydi.
“Debelenme. Enerjini boşa harcama. Sakin ol. Düşün.” Sözlerini duyarak durdu. Düşündü. Ellerini adamın beline sardı önce, ardındansa kalçalarına indirip sıktı. Ama bunun çözüm olmayacağını anlayıp biraz daha ileri gitmekte sakınca görmedi. Metehan’ın sertleşen uzvunu kavradığı anda kulaklarına bir uğultu doldu. Birkaç saniye içinde de suyun yüzeyine çıktı.
“Ellerini sevişeceğimiz âna sakla yavrum. Şimdi savaş zamanı,” demesiyle kadını ters çevirip göğsüne yaslamış, bileklerini yakalayıp tek eliyle sıkıca tutmuştu. Az evvel çıkarıp attığı tişörtüne uzanıp Nazenin’in bileklerini arkasına çekti ve tişörtle bağladı.
“Tut nefesini ve sakin ol. Düşün. Sonra da kurtul ellerimden.” Kadını tekrar yüz yüze bakacakları konuma getirip saçlarından yakaladı ve suyun içine çekti.
“Düşün Nazenin… Düşün. Ellerin bağlı ama kurtulamazsan boğulacaksın. Düşün,” derken sevgilisi Metehan gibi değildi. Binbaşı Metehan vardı karşısında. Bordo bereli Metehan. Yüzlerce komandoyu eğiten komutan vardı. Nazenin bir an için gözlerini kapattı ve dediğini yaptı. Elleri sırtına yapışık şekilde bağlıydı. Boynunu kavrayan el, bedenini bacakları arasına sıkıştıran kocaman beden yüzünden hareket alanı kısıtlıydı. Ama bir çözüm yolu bulması gerekiyordu. Düşündü… Nefesini kontrol etmeye devam edip biraz daha düşündü.
O sırada sağ ayağını sert bir hamleyle Metehan’ın bacakları arasından kurtarıp beline sardı. O anda da diğer bacağını var gücüyle kendine çekip sevgilisinin karnına dizini vurmuş, onun nefesini bir anlık da olsa kesmeyi başarmıştı. Omuzlarından güç alıp suyun yüzeyine çıkarken diğer bacağını da adamın beline doladı ve bir anda kendini onun kucağında bulup derin derin nefes aldı.
“Acıdı mı?” İlk sorduğu sorunun bu olmasına gülen Metehan, “Nasıl vurdum ama falan demeni bekliyordum. Beni şaşırtıyorsun Nazenin Hanım.” Sözlerine gülecekti ki, ensesini ve olağanca saçını kavrayan el, kafasını yeniden suya çekip batırmıştı. Hazırlıksız yakalandığı bu hamle yüzünden, olan nefesini de suyun içinde verip soluksuz kaldı. Araladığı gözlerinden Metehan’ın yüzünü görüp öfkeyle bir tekme savurdu ama boşa gitti. Çünkü bacakları hâlâ ona sarılıydı ve ayakları adamın bedeninin gerisindeydi. Saçlarını kavrayan eli tutarken, sol ayağını kurtardı bu kez ve Metehan’ın sağ omzuna attı. Sağ ayağını da onun kolunun altından kurtarıp, sol omzuna atmasıyla bedenini ters çevirerek suyun üstüne çıktı.
“Manyak mısın sen?” Bağırışına kahkahalarla gülen Metehan onu yine kendine çekip sırtını göğsüne bastırmış, kollarıyla bedenini sarmıştı. Kadının kulağına sokulup, “Şimdi bu öfkenle seviş benimle,” diye fısıldadı. Nazenin ürperip titredi belli belirsiz.
“Sen delinin tekisin biliyorsun değil mi Binbaşı…”
“Bu deli seni her konuda eğitecek güzelim. Öfkene hâkim olmayı, kurtuldum sanıp rahatlamamayı, en zor anlarda bile sakin kalıp mantıklı düşünmeyi öğreteceğim sana…” deyip kadının saçlarını bir kez daha kavradı ve onu omzuna yatırırken dudaklarını birleştirdi.
***
O günden sonra Metehan dediği her şeyi gerçekleştirmeye başlamıştı. Sessiz adımlarla Nazenin’e yaklaşıp bir anda elini kolunu tutuyor, elleri arasından kurtulsun diye hem yapması gerekenleri söylüyor hem de hiç acıması yokmuş gibi kadına sert müdahalelerde bulunuyordu. Bir haftadır ev resmen savaş alanına dönmüştü. Nazenin iki kez Metehan’ın dudağını bir kez de kaşını patlatmıştı öfkeli yumruklarıyla. Metehan ise bu darbelere karşılık vermekten geri durmamıştı. Nazenin’in boynunu kavrayıp nefesini kestiği de olmuştu, bileğini sertçe kavrayıp çevirerek incittiği de. Vali Hanım boynundaki parmak izlerini gizlemek için bir haftadır fular takıyor, bileğine ise sargı sarıyordu. Daha doğrusu bunların hepsini Metehan yapıyordu.
Sabah işe gitmeden önce onu boynunda uzun uzun öpüp fularını bağlıyor ama asla özür dilerim demiyordu. Çünkü bu yaralar kendini koruyabilmeyi öğrenmenin getirileriydi. Özür dilemesini gerektirecek bir şey yoktu. Bunların hepsini onun iyiliği için yapıyor, ardından da öpüp koklayarak özrünü sözsüz ama bedenlerini zevkle birleştirerek diliyordu.
Tarih 19 Mayıs’ı gösterdiği sabah ikisi de evlerinden pırıl pırıl çıktı. Nazenin kırmızı etek ceket takımının içine bembeyaz bir gömlek giymiş, boynuna kırmızı bir fular bağlamıştı. Ayağındaki topuklu ayakkabıları da tıpkı eteği ve ceketi gibi kıpkırmızıydı.
Metehan ise resmî tören üniformasını giymişti. Onu Anıtkabir ziyaretinde de böyle görmüştü ama dikkatle inceleyecek vakti de ortamı da olmamıştı. 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitlerini Anma Gününde ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında görevde olduğundan törene onunla katılmamıştı.
“Günaydın,” diyerek ona gülümseyip birkaç adımla yanına sokuldu. Bu sırada beline dolanıp bedenini sarıp sarmalayan kolun içine kıvrıldı.
“Günaydın güzelim… Göz kamaştırıyorsun Nazenin.”
“Sen de öyle Metehan,” derken uzanıp adamın yanağını öpmüştü.
“Hazırsan çıkalım mı?”
“Hazırım çıkabiliriz,” diyerek merdivenlere yönlendirdi ve apartmandan çıkana kadar el ele yürüdüler. Dışarı adım attıkları an ise elleri birbirinden ayrıldı. Metehan kolunun altına sıkıştırdığı şapkasını başına geçirdi.
“Günaydın,” demesiyle girişte muhabbet eden ve tıpkı kendisi gibi giyinmiş olan Pençe Timi toparlanıp esas duruşa geçti.
“Sağ ol.”
“Normal selam vermiş ama,” diye mırıldanıp kıs kıs gülerken, Nazenin’in aracına binmesini bekledi ve kapısını kapattı.
Bayram kutlamaları, valilik önündeki Atatürk Büstünün önüne çelenk bırakıp, saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’nın okunmasıyla başlamış ardından tören geçişi için hazırlanan alana yürünmüştü.
Yaklaşık üç saatlik bayram programı son bulduğunda, doğruca valilik binasına geçen Nazenin burada da düzenlenen programlara katıldı. Akşam ise 19 Mayıs Resepsiyonu düzenlenip tüm devlet erkânı balo salonu olarak adlandırılan büyük salonda ağırlanmıştı.
Nazenin bugüne ve bu akşama özel kısa bir konuşma yaparken, Metehan onu uzaktan ama gururla izliyor, ona bakarken içi içine sığmıyordu sanki. Saat gece yarısına yaklaşıp davet son bulduğunda yorgun argın eve dönen Nazenin, Metehan’ın nerede olduğunu merak ederek kapısına baktı. Ancak ayakkabıları yoktu.
“Yine ne hazırladı acaba? Benim için kaşını mı yoksa dudağını mı feda edecek?” diye kendi kendine sorup güldü. Günlerdir eve saat kaçta dönerse dönsün, Metehan’ın ağır eğitimine maruz kalıyordu. Resmen bu durumu normal kabul etmeye başlamıştı. Çantasından anahtarını çıkarıp kapıyı açacaktı ki arkasından, “Nazenin Hanım,” diyen sesi duyarak durdu. Omzunun üstünden arkaya baktığında Aybars’ı görerek gülümsedi.
“Üsteğmenim.”
“Sayın Vali’m, Binbaşı’m sizi bekliyor. Gidelim.” Bu sözlerle kaşları çatılsa da bir şey demedi. Aybars’ı takip etmeye başladı. Kapının önünde Metehan’ın kendisi gibi kocaman olan jeep’i duruyordu. Aybars, ön yolcu kapısını açıp araca binmesine yardımcı olduktan sonra şoför koltuğuna geçip hareket etti.
Pençe Timi’nin kullandığı hangara vardıklarında, Nazenin şüpheyle Aybars’a ve kara delik gibi görünen hangara baktı.
“Yine ne bok yiyecek, yine ne planladı acaba?” diyerek araçtan inerken Aybars gülmemek için kendini zor tutmuştu. Onun peşi sıra araçtan inip hangara girdi Aybars.
“Ne şimdi bu, karanlıkta yönünü bulma eğitimi mi? Bak yürüyorum mayın falan yok değil mi?” derken ardındaki hangar kapısının kapanma sesini duyarak duraksadı.
“Ne bok yiyorsun gerçekten Metehan?” deyip derin bir soluk almıştı ki kollarını, bacaklarını tutan, ağzını kapatan elleri hissetti.
“Lan n’oluyo?” diye bağırsa da sesi boğuk çıkmıştı. Önce ellerine ve ayaklarına dolanan ve sıkıca bağlanan ipleri hissetti. Ardından da ağzına bağlanan kumaş parçasını. Ayakları birbirine bitişik bağlandığı için dengesini kurmakta zorlanırken omuzlarına uygulanan güçle boşluğa bıraktı kendini. Poposu sertçe bir sandalyeyle buluştuğunda ise derin bir soluk aldı.
Etrafını saran karanlığa alışmaya çalışıyordu ki gözünün önünde sapsarı bir ışık patladı sanki. Gözlerini kapatıp homurdandı bir süre. Sonra kirpiklerini kırpıştırarak gözlerini açtı ve onu gördü. Tam karşısında oturan adamı. Sevdiği adamı. Ağzına bağlanan kumaş parçası yüzünden konuşamasa da gözleriyle resmen sövüyordu Metehan’a.
“Açın ağzını da rahat rahat sövüp deşarj olsun,” diyen Metehan’ın yüzünde zerre mimik kıpırdamazken, yanına gelen Yusuf ağzındaki bezi aşağı çekti.
“Sikeceğim belanı haberin olsun Kılıçarslan!” Dişlerinin arasından hırıldayarak söylediği bu sözlere karşılık adamın yalnızca dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı. Ancak içeride bulunan ve kendisinin göremediği kişilerin gülme sesleri kulağına dolmuştu. Hatta o seslerden bazılarının oldukça tanıdık olduğunu anlamakta zorlanmadı. Bir kaşını havaya kaldırıp, “Yok artık, babamla abim de mi…” diyordu ki Metehan dümdüz bir sesle konuştu.
“Kapatın ağzını.” Ağzı yeniden kapandıktan sonra Metehan ayaklanıp etrafında dönmeye başlamıştı. Ne kadar süre bunu yapmaya devam etti bilmiyordu ama epey vakit geçtiğini tahmin ediyordu.
Tam o sırada Metehan yürümeyi kesip bir anda masaya yaklaştı, ellerini masanın üstüne koyup eğildi. Böylece yüzleri birbirine yaklaşırken gözleri de uzun süre sonra buluşmuştu.
“Adın ne?” İlk soru gelip, tam da tahmin ettiği gibi sorgusu başlarken ağzındaki kumaşın çözüldüğünü hissetti. Madem Binbaşı bu oyunu böylesine gerçekçi oynamak istiyordu, onun için sıkıntı yoktu. Oynardı.
“Sana ne?” Yüzünde silik bir gülümseme oluşan Metehan yine aynı soruyu sorup aynı cevabı alınca bu kez sorusunu değiştirdi. “Baban kim?” Nazenin de tıpkı az evvel onun yüzünde oluşan ifadeyi takınıp, “Babam yok,” demişti. Ama bunu derken anlamıştı da neden burada ve bu hâlde olduğunu. Olur da bir gün esir düşerse ve sorular askeriyenin en kıdemli adamlarından biri olan babası üstünden gelmeye başlarsa ne yapması gerektiğini öğretiyordu Metehan.
“Getirin!” Emriyle karanlığın içinde iki kişi belirdi. Gözlerini ağrıtan ışık yüzünden kim olduklarını seçemiyordu ama Pençe Timi’nden birileriydi.
Yanına konan varile göz ucuyla bakıp gülen Nazenin, “Beni suyla mı korkutacaksın?” dediğinde, Metehan hiç tepki vermemiş yalnızca arkasındaki karanlığa bakıp başını hafifçe sallamıştı.
Ensesinde hissettiği baskıyı fark etmesiyle başını su dolu varilin içinde bulması aynı anda olmuştu. Ancak paniklemeyip sakince durması gerektiğini öğrenmişti ve öyle de yaptı. İçinden sayı sayıyor ve sakin kalıp hayata tutunmaya çalışıyordu.
Bu esnada Metehan’ın kendisine değil de karanlığa baktığından bir haberdi. Aslında dakikalardır yüreği acıyordu onu böyle gördüğü ve ona bunları yaptığı için ama yapması gerektiğini de biliyordu.
Yüzünü sıkıntıyla sıvazlayıp, “Çıkarın!” demesiyle Nazenin’in yüzü sudan çıkmış ve aldığı derin soluklar hangarda yankılanmıştı.
“Baban kim?” diye bağırıp cevap bekledi ama sessiz kalan Nazenin ona yine aynı gülüşle baktı.
“Sokun kafasını. Bu sefer daha uzun tutun ama. Cevaplar aklına gelir belki.”
Bir kez daha suyla buluşan Nazenin, ondan gözlerini kaçıran ise Metehan oldu. Bunu yaklaşık iki saat boyunca defalarca tekrarladıklarında bile Nazenin ağzını açmamıştı ama artık hem yorulmuş hem de sinirlenmeye başlamıştı. Metehan, “Abin kim?” sorusunu sordu bu kez. Cevap ise öfkeyle gelen, “Siktir git lan.” olduğunda kendisi kadının kafasını tutup suya soktu. İki dakika kadar bekleyip onu geri çekerken, “Sevgilin kim?” demişti.
“Yemin ediyorum ağzını burnunu, kaşını gözünü aynı anda patlatacağım. Yaz bunu kenara. Yavşak!” diye bağırdı var gücüyle. Arkada olan biteni dikkatle izleyenler son söze kıs kıs gülerken, Seyfettin Paşa usulca konuştu.
“İyice sinirlendi ve yoruldu. Devam Metehan…” Kızına sorduğu son soruya bile takılmamıştı. Çünkü ikisinin arasındaki aşikârdı. Kendisi hâlâ kabullenmek istemeyip görmezden gelse de gerçek buydu. O yüzden soru da doğruydu.
“İçişleri Bakanı’yla yaptığınız özel görüşmede ne konuştunuz?”
“Nah söylerim. Sok lan bir daha sok kafamı ama buradan çıkınca sikeceğim belanı bil oğlum.”
“Küfretme!”
“N’oldu, zoruna mı gitti sevgilim?” deyip imalı bir gülüş takınan Nazenin daha nefes alamadan, Metehan onu suyla buluşturmuştu. Ama bu kez yüzü gergin falan değildi aleni gülüyordu.
“Vali Hanım ters psikoloji yapıp damarıma basmaya kararlı,” deyip omzunun üstünden babasına ve Seyfettin’e baktı.
“Devam… Bırak istediğini yapsın, söylesin,” diyen Seyfettin, suyun içinde debelenmeye başlayan kızına bakmakta güçlük çekip gözlerini kaçırdı.
Metehan ise Nazenin’i dikkatle izlerken, “Az sonra anama bacıma da sövecek gibi…” deyince herkes kıs kıs güldü.
“Nazenin’in küfür portföyü geniştir Can kardeş.”
“Gel de sana sövsün o zaman lan,” deyip Nazenin’i bilmem kaçıncı kez sudan çıkardı. Bu sırada Andaç ise fısır fısır konuşuyordu.
“Manyak bunlar. Bakın yemin ederim ikisi de manyak.”
Metehan aynı soruları tekrar tekrar sorarken, Nazenin ise saatlerdir debelendiği için bileklerinde gevşeyen ipleri usul usul çekiştirmeye başlamıştı. Onun her sorusunu bir şekilde evirip çevirip zaman kazanmaya ve soluklarını düzenlemeye çalışıyordu. O sırada elindeki ip usulca bileklerinden salındı ama onları bırakmadı. Avuç içlerinde tutmaya devam etti ve Metehan’ın beyninin pekmezini akıtacak bir şey aramaya başladı. O esnada gözleri ayakkabılarına takıldı. Bu kez ayak bileklerindeki ipleri gevşetmek için bileklerini oynatmaya başladı. Dakikalar boyunca yaptı bunu. Onları da gevşetmeyi başardığında şişen ayaklarını zar zor çıkardı ayakkabıların içinden ve bekledi. Doğru ânı bekledi.
Metehan arkasını döndüğünde, yerden ayakkabılarını alıp sol elindekini sol yanına savurdu ve Yusuf’u kafasından vurdu. Sağ yanına yaklaşan Aybars’a dönüp karnına tekme savururken, sağ elindeki diğer ayakkabıyı olan biteni şaşkınlıkla izleyen Binbaşı’ya fırlattı.
“Siktim belanı kaç. Kaç yoksa kıracağım bir tarafını,” diye bağırırken masanın üstünden ona doğru uçmuş ve kafa atmıştı. İkisi birlikte yere düşüp zemine resmen çakıldıklarında Metehan, Nazenin altında kalmasın diye çabalamış ve başarmıştı.
O, Nazenin’i düşünmüştü de Nazenin hiç onu düşünmüyor yüzüne peşi sıra yumruk indiriyordu. Bir yandan da, “Kimmiş lan babam? Anladın mı şimdi?” diye bağırıyordu. Metehan, kadının bir elini tutsa diğerini tutamıyor yüzüne bilmem kaçıncı yumruğu yiyordu ki, sonunda boşta kalan eliyle Nazenin’in belini kavradı ve döndü.
“Harbiden kıracak bir tarafını,” diye mırıldanan Andaç, kardeşinin sevdiği adama hiç acımadan indirdiği yumruklara şok içinde bakıp kalırken, Seyfettin ayaklandı.
“Tamam, dur artık,” diye bağıran Metehan sesini Nazenin’e duyurmaya çalışıyor ama duyuramıyordu sanki. Kadın öfkesinin ve saatlerdir verdiği psikolojik savaşın etkisindeydi hâlâ. Onu bacaklarıyla sıkıştırıp kollarını tuttu ve başının üstüne götürüp yere bastırdı.
“Nazenin dur!”
“Kes lan sesini,” diye bağırıp bacağını kendine çekmesi ve Metehan’ın karın boşluğuna indirmesi aynı anda olmuş, adamın nefesini kesmişti. Hem de bu kez gerçek anlamda yapmıştı bunu. Metehan pes edip dahası yiyeceği dayağı kabullenip yana devrildi. Bu esnada ise gözlerinin önünde Seyfettin Paşa belirmişti.
Tepelerinde dikilen adam ikisine de ifadesizce bakıp, “Ellerini ayaklarını bağlayın şunların ve atın,” demesiyle, Metehan ve Nazenin önce ona sonra birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.
“Bakalım kim kimi daha çok seviyormuş, görelim. Kim kimi kurtaracak?” Bu sözlerin ardından, gözleriyle Yusuf ve Aybars’a dediğimi yapın demişti. Onlar ise el mahkûm, emri yerine getirdiler.
Nazenin ve Metehan doğruca askerî araca alınıp elleri ve ayakları bağlandı. Ardından birkaç kilometre ötede bulunan ve eğitim alanlarından biri olan özel gölete götürüldüler. Göletin kenarından metrelerce yüksekte bulunan kuleye çıktıklarında Metehan tedirgindi. Ta ki, “Kızını da buradan atmazsın be Seyfo,” diyen sesi duyana kadar. Bu sözlere gülüp ona usulca yaklaştı.
“Bebeğim…” diye fısıldadı kulağına doğru.
“Yapmak zorunda olduğun için yaptığını biliyorum. Ama bilmediğim bir şey var.”
Metehan karanlığa rağmen onun gözlerini görmeye çalışarak, “Ne?” diye sorduğunda, Nazenin kulenin ucundan aşağı baktı.
“Ben buradan nasıl çıkacağım? İşte bunu bilmiyorum komutan.”
“Derin bir nefes al ve suyla buluşunca bekle.”
“Neyi bekleyeyim?” Sorusunu sormasıyla Metehan tarafından sırtından itilmesi bir olmuştu. Bedeni boşlukta süzülürken, “Beni!” cevabını duydu.
“Yavşak… Pislik… Adi herif… Puşt…” diye ağzına geleni söylüyordu ki sesi kesildi. Bedeninin suya çarpma sesiyle Metehan da kendini aşağıya bıraktı Saniyeler sonra suya gömülüp ellerindeki ipleri çözmeye başladı. O, bunun için çabalarken göletin kıyısında duran Seyfettin ise Cihan’a ve Albaya, “Nazenin nereye düştü? Aksi bir durum için hazır mıyız?” diye mırıldanıyordu.
“Beş metre ilerimizde komutanım. Pençe Timi her ihtimale karşı hazır ama gerek kalmayacaktır,” diyen Kutluhan Albay’a baktı.
“Neden?” Aslında cevabı biliyordu ama duymak istiyordu.
“Metehan, Nazenin Hanım’ı çıkaracak.”
“Diyorsun…”
“Olacak olanı söylüyorum diyelim Paşa’m.” Cevabına kıs kıs gülüp dostu Cihan’a döndü.
“Kızım ne güzel sövdü oğluna ama… Hı hı hııı,” diye de gülmesi yok muydu, deliydi bu adamların hepsi.
“Ben attığı o yumrukları daha çok beğendim. Güzel dövdü oğlumu,” deyip kendisi de gülmeye başlamıştı.
Onlar göletin kenarında goygoy yaparken Nazenin ve Metehan hâlâ suyun içindeydi. Metehan ellerini bağlayan iplerden kurtulmuş, ayak bileklerindekini çözmeye çalışıyor, bir yandan da Nazenin’i bulmak için etrafı görmeye uğraşıyordu.
Nazenin ise zifiri karanlık suyun içinde paniklememeye çalışarak hâlâ ellerindeki ipleri çekiştiriyordu. Ciğerleri oksijensizlikten acımaya başlamıştı artık. Sakin olmak, mantıklı düşünmek zordu. Zihni bulamıyordu sanki. Gücü tükeniyordu. Ve Metehan’ı bekliyordu ama umudu da gücü gibi tükenmek üzereydi.
Biraz daha çekiştirdi ipleri ama kurtulmanın imkânı olmadığına karar verip öylece durdu. Bedeni suyun dibine çekilirken gözlerini kapattı. Saniyeler içinde timden birilerinin onu kurtaracağını bilse de ya yetişemezlerse korkusu doldu içine. Zihni iyice bulandı, sanırım bayılmak üzereyim diye düşündü.
Ve o anda kollar dolandı bedenine. Suyun yüzeyine doğru çekilmeye başlandı. Olabildiğince hareketsiz kalıp hem efor sarf etmemeye hem de Metehan’a zorluk çıkarmamaya çalıştı.
Saniyeler içinde su yüzeyine çıktıklarında kulakları uğuldadı, başına ağrı girdi. Peş peşe derin ve hızlı nefesler alırken, “Nefes al, nefes al. Sakince nefes al,” diyen sesi duyuyordu. Metehan’ın sesiydi bu.
“Omzumu sık. Nefes al. Omzumu sık Nazenin.” Bağırışıyla irkilip adamın dediğini yaptı. Söylediklerine vereceği tepkiyi görmek için omzumu sık dediğini anlayarak bir kez daha sıktı adamın omzunu. Bileklerindeki iplerin ne zaman çözüldüğünü ya da ne zaman Metehan’ın boynuna sarıldığını hatırlamıyordu.
Farkında olduğu tek şey ciğerlerine dolan havaydı. Gözlerini aralayıp, “İyiyim,” derken bacaklarını doladı adamın beline ve bedenini öylece ona bıraktı.
“Yetiştin…”
“Geç de olsa yetiştim güzelim,” deyip saçlarını öpen adamın sözlerine tebessüm etti.
“Tam vaktinde geldin. Geç değildi.”
“Bir daha sakın öylece bırakmayacaksın kendini duydun mu? Beni duydun mu Nazenin? Mücadele etmeye ve yaşamak için savaşmaya devam edeceksin.” Nazenin, bileğindeki iplerden kurtulamayıp kendini bıraktığı için bir güzel azar işitirken gözlerini kaçırdı.
“Bir an için gelemeyeceksin sandım. Umudumu kaybettim.”
“Kaybetmeyeceksin. Yepyeni umutlarla gelecek yeni yaşımız. Ve biz o umutlara da sarılacağız birbirimize sarıldığımız gibi. Hemdem olduğumuz gibi. Anladın mı?” Sözlerine anlam veremeyip boş gözlerle adama baktı ve yorgun bir sesle sordu.
“Ne?” Metehan onun bu hâline gülümseyip yüzünü okşarken, “İyi ki doğdun diyorum yani Nazenin Hanım. İyi ki doğduk diyorum,” diye fısıldamış ve boynundaki künyeyi tutup suyun yüzeyine çıkarmıştı. Nazenin gökteki ayın yeryüzüne vuran ışığının gölette oluşturduğu yakamoz sayesinde okudu künyenin üstünde yazanları.
“20.05.1983” dedi ve duraksayıp ona şaşkınlıkla baktı.
“Nasıl yani? Doğum günlerimiz aynı gün mü? Metehan başını usulca sallayıp, “Evet,” dedi ve devam etti: Nazenin bir süre durup düşündü ve başını usulca salladı.
“Doğru, bakmadım. Babamda ve abimde künye görmeye alıştığım için sanırım, seninkine bakmak aklıma bile gelmedi. Künye işte diye düşündüm. Ayrıca doğum gününü sormak da hiç aklıma gelmemişti. Şu âna kadar,” deyip durdu ve adama hoş bir tebessümle baktı.
“İyi ki doğdun, Mete’m”
“İyi ki doğdun, Naz’ım.” Birbirlerine sarılıp öylece kalırlarken, etraflarını botlar sarmıştı. Pençe Timi ve abisi onları almaya gelmişti ama farklı bir amaçları da var gibiydi. Nazenin bu konuda yanılmadığını saniyeler sonra ortaya çıkan pastayı görünce anladı.
“İyi ki doğdunuz,” diyen Andaç pastayı onlara uzattı. İkisi de dilek tutarken birbirlerini de tuttular. Sonra aynı anda fısıldadılar.
“İyi ki doğduk Hemdem’im.”
***
Güneş göğe yükselip gökyüzünü aydınlatırken, Nazenin omuzlarına örtülen battaniyenin içine resmen saklanmış pastasından yiyordu. Otuz birinci yaşının pastasıydı bu ve hayatında kutladığı en enteresan doğum gününe şahit olmuştu. Gece boyunca yaşadıklarını düşünerek elindeki plastik çatalı pastaya saplarken, yanına yaklaşan adım seslerini duydu.
“Metehan bak git, vallahi döverim. Hâlâ sinirliyim.”
“Sıçtın zaten ağzına. Daha ne kadar döveceksin kızım?” diyen sesle omzunun üstünden arkasına baktı. “Seninle de hesaplaşacağız Paşa babam.” Duyduklarına usulca gülen Seyfettin, kızının yanına oturup omzuyla dürttü ve ağzını gösterdi.
“Bana da ver bakayım şundan. Yaş günü pastanı babanla paylaşmayacak mısın yoksa?”
“Yok sana pasta falan. Küsüm sana. Doğum günü de benim doğum günüm zaten.”
“Metehan’ın da doğum günü değil yani?”
“Değil. Benim. O da bok yesin. Solucan suratlı. Ne güzel dövdüm ama. Oohh, elime sağlık.” Seyfettin Paşa katıla katıla gülüp bir süre küskün küskün oturan kızını izlemişti.
“Gerekli gördüğüme inanmasaydık böyle bir şeyi yapmazdık güzel kızım,” derken onu kolunun altına almış, hâlâ ıslak olan saçlarının üstüne öpücük kondurmuştu ki, Nazenin çocuk gibi fısıldadı.
“Biliyorum,” dedikten sonra pastasından babasına da vermişti. Seyfettin Bey onun bu hâline gülüp kızına daha çok sarıldı.
“İlk dört saat çok soğukkanlıydın. İyi idare ettin ama sonrasında stres yönetimini yapamadın, öfkene yenik düştün. Öyle ki gözün döndü, Metehan’ı bile yere serdin.” ciddiyetle kızına bakmayı sürdürüp devam etti: “Sakin kalabildiğin o süreyi uzatmamız lazım.” Nazenin duraksayıp babasına döndü.
“Yani bunları yapmaya devam edeceksiniz öyle mi?” Seyfettin başını hafifçe sallayıp, “Öyle,” dedi sadece ve sustu.
Günün ilk ışıklarını babasıyla göletin kenarında karşılayan Nazenin, üstündeki ıslak kıyafetler yüzünden iyice üşümeye başlayınca, Metehan’la birlikte eve geçmişlerdi.
Nazenin, tam evine gireceği sırada onu kolundan yakalayıp kendi evine yönlendiren Metehan kapısını açıp içeri girmelerini sağladı. Sessizce salona geçip oturduklarında
“Sana yaptığım, yapmak zorunda kaldığım şeyden hoşlanmıyorum.”
“Ama yapmak zorundasın biliyorum. Benim iyiliğim için olduğunu da biliyorum. Kendimi, zihnimi ve psikolojimi her an her durumda koruyabilmem için yapıyorsun bunu da biliyorum,” durup adamın üzgün, gergin yüzüne baktı ve elini uzatıp yanağını okşadı.
“Üzülme, bunda üzülecek bir şey yok.”
“Üzüldüğüm şey bu değil,” deyip derin bir nefes alırken başını da ellerinin arasına almıştı.
“Sana direnmeyi, güçlü kalmayı, sakin olmayı öğretmemize sebep olan ihtimallere canım sıkılıyor.”
“Kaçırılabilme ihtimalim gibi mi? İşkence görebilme ihtimalim gibi mi?” Sorularıyla irkilen Metehan başını ellerinin arasından çıkardı ve ona dikkatle baktı.
“Çok kolay söylüyorsun bunları ama… İnan ki yaşaması öyle kolay değil,” demesiyle bu kez irkilen Nazenin olmuştu. Onun daha önce işkence gördüğünü ise bu sözleriyle anlamıştı. Zor değildi bunu anlamak. Metehan’ın yüzü resmen kararmış, gözlerinde gölgeler dans etmeye başlamıştı. Çenesini ve yumruk yaptığı ellerini sıkıyordu. Nazenin tedirgince, “Sen…” demişti ki ayaklanıp ona tepeden bakan Metehan, “Hadi gidip duş al. Mesai başlamak üzere,” diyerek koridora ilerledi.
Ondan cevap alamayacağını, en azından şimdilik alamayacağını anlayan kadın ise ayaklanıp kapıya doğru adımladı. Tam dışarı çıkacakken, “Aaa, az daha telefonumu unutuyordum,” diyerek yeniden salona yöneldi. Metehan ise salona doğru geri dönmüştü. Onu arkasında öylece bıraktığı için pişman olmuştu çünkü. En azından evden çıkıp giderken yanında olmalıydı.
Nazenin’in salona girip gözden kaybolmasıyla kendisi de salonun kapısına omzunu dayayarak onu izlemeyi sürdürdü. Bir an bile gözünün önünden gitmesine izin vermediği kadınını nasıl olacak da yine bütün gün görmemeyi başaracaktı, bilmiyordu. Suratı iyice düştü. Nazenin ise onun düşüncelerinden habersizce, sehpada duran telefonunu almak için eğildi.
Eğilmesiyle birlikte ardında oluşan boşluğu gören Metehan pencereye bakarken buldu kendini. Ve dışarıda süzülen karartıyı böylece fark etti. Ne olduğunu çözemediği karartının hareket etmesiyle aynı anda içeri koştu ve “Nazenin!” feryadı koptu dudaklarının arasından. Metehan’ın neden bağırdığını anlamayan Nazenin ise doğrulup ona dönmüş, boş boş bakıyordu ki, bu kez “Yat!” dediğini işitti.
Tam o anda, Metehan olabilecek en kontrollü şekilde üstüne kapanıp bedenini yere devirmişti. Başını zemine vuracakken başının ardını saran eli hissetti. Metehan’ın sağ eli zemin ve başı arasına girip tampon görevi görmüştü. Gözlerini açıp neler oluyor diye bakmak istediği anda, evin camları büyük bir gürültüyle patladı. Metehan üstüne öyle bir kapanmıştı ki, kendi bedeni tamamen onun bedeninin altında oluşan korunaklı yerde kalmıştı.
Evin içine dolan camlar üstlerine yağıyordu. Yani Metehan’ın üstüne. Korkuyla ellerini adamın açıkta kalan başına sardı ve onu boynuna doğru saklamaya çalıştı. Ama Metehan buna izin vermeyip Nazenin’i saklamanın derdindeydi.
“Metehan!” diye zar zor adını söylerken evin içine sıkılan mermilerin sesini duyarak irkildi. Ne oluyordu? Nereden ve nasıl buraya ateş ediliyordu, anlayamıyordu. Askeri lojmanın içine ziyaretçi olarak girmek bile bin kapıdan geçmek gibiydi. Peki ama bu saldırı tam da üstlerine nasıl yapılıyordu?
Kafasında onlarca soru, kalbinde kocaman bir korkuyla Metehan’a sarılmış öylece dururken, yerde usul usul sürünmeye başladılar. Metehan kendisiyle birlikte sürüyordu bedenini. Biraz toparlanmaya çalışarak ona yardımcı olmak için kendini sürümeye başladı. Metehan’ın korunaklı bir yer aradığını anlamıştı. Ondan güç almak ister gibi daha sıkı sarıldı ama, “Aferin güzelim. Devam et… Sakin ol ve bana yardım et. Hiçbir şey olmayacak…” diyen şefkatli, aynı zamanda da tedirgin sesini duyunca gözyaşları yanaklarına dökülüverdi.
“Metehan…”
“Bebeğim… Yok bir şey. Yok bir şey yavrum korkma. Ben seni korurum. Bunu biliyorsun değil mi?”
İşte Nazenin de bundan korkuyordu ya zaten. Kendi canını hiçe sayıp atılmıştı üstüne. Kim bilir patlayan camlar onun vücudunun nerelerine isabet etmişti. Şimdi de kurşunlara göğüs gererek kadını koruyordu. Herhangi bir kurşunun ona isabet etmesi an meselesi olabilirdi. Bunu bilmek için dâhi olmaya gerek yoktu.
Sürünerek salondan çıkıp evin giriş kapısının bulunduğu koridora geldiklerinde, kapı önünden gelen sesleri ilk kez duydular. Metehan hızla ayağa fırlayıp kapıyı açtı. Nazenin’i de hızlıca yerden kaldırıp apartman boşluğuna kendilerini attıklarında, Metehan askerlerini ellerinde silahlarla gördü.
“Vali Hanım’ı, Yeliz’i, Figen’i çıkartın binadan.” Bağırışı merdiven boşluğunda yankılandı.
“Figen hastanede nöbetçi. Yeliz ise çoktan çıkarıldı komutanım,” diyen Yusuf’a bakmadan başını salladı.
“O zaman Vali Hanım’ı çıkartıyoruz. Güvenlik koridoru oluşturun,” daha sözü bitmemişti ki, Nazenin’in evinde de gürültü koptu. Onun evinin camları da artık paramparçaydı. Tam o esnada peş peşe iki atış yapıldığını duydular. Ardından her yanı derin bir sessizlik sardı.
Nazenin zar zor soluk alıp yanında durduğu duvara tutunurken, Metehan onun betinin benzinin attığını gördü. Nazenin, demeye fırsat bulamazken burnundan boşalan kanı da anbean görmüştü. Tim endişeyle Nazenin’e bakıp, “Vali Hanım,” diyordu. Metehan ise onu belinden sıkıca yakalamış, “Nazenin,” diye sayıklıyordu. Burnundan akan kanı durdurmak ümidiyle burnunu iki yandan tutan Nazenin sadece, “İyiyim!” demeyi başardı. Ancak iyi olmadığı gözle görülüyordu.
“Ambulans çağırın!” Yeri göğü inleten sesle, Yusuf hemen telsiz bağlantısından ambulans talebinde bulunmuştu.
“İyiyim ben, sakin olun,” diyen kadın, Metehan’ın kollarının arasından sıyrılıp ağır ağır merdivenleri indi. Apartmanın önüne hep birlikte çıktıklarında, kendilerine doğru koşan Albay’ı gördüler.
“Herkes iyi mi?” Adam korkuyla öyle bir bağırıyordu ki sesi açık havada yankılanıyordu. Albay, askerlerine şöyle bir bakıp gözlerini Nazenin’e çevirdiği an, buz gibi olduğunu hissetti.
Kadının burnundan oluk oluk kan akıyor, eline bulaşan kan yol çizermiş gibi kolundan dirseğine süzülüyordu. Burnunu tutmaya devam eden Nazenin, sinirle elini burnundan çektiği anda kan akışı daha da hızlanırken üstündeki gömleğe damlalar aynı anda düşmeye başladı.
“Dur artık. Dur!” diye dişlerini sıka sıka konuştuğu esnada, yanına gelen adama baktı. Endişeyle onu incelerken kendi kanamasını unutmuştu. “Camlar sana isabet etti mi?” derken adamı omzundan tutup olduğu yerde dönmeye zorladı. O esnada da kollarına, ellerine ve ensesinden sırtına kadar yer yer saplanan cam parçalarını gördü. Titrek bir nefes alıp endişeyle iç çekerken, “Benim yüzümden oldu,” diye mırıldanıyordu.
Nazenin’in fısıldadığı sözleri duyup hızla ona döndü ve kadının yüzünü kavrayıp, yaşlar dolmuş gözlerine baktı. “Senin yüzünden falan olmadı. Kendini suçlama.”
“Beni korumak için uğraşıyordun,” diye inatla aynı şeyi tekrarlayan kadını koluyla sardı ve bedenine yasladı. Başının üstünü öperken, “Görevimi yapıyordum, Vali Hanım,” dedi güler gibi bir sesle. Ancak sadece sesiydi güler gibi olan. Yüzü endişeden kaskatı, bedeni gergin, bakışları pusluydu.
“Kaldır bakayım başını. Kanaman durdu mu?” diye sorarken kadının yüzünü kaldırmıştı. Hâlâ devam eden kanamayla endişesi artarken ise fısıltıyla söylendi. “Niye durmuyor bu meret?”
Metehan’ın dişlerini sıka sıka söylediği sözlere karşılık, Nazenin onun kolunu usulca sıvazlamış ve aklına gelen şeyle Albay’a dönmüştü. “Babam, abim ve Cihan Başkan gitti mi Albay?”
“Gitmek için hazırlanıyorlardı, Sayın Vali’m.”
“Az sonra burada olurlar yani,” diyerek sıkıntıyla soluklanmıştı ki, hızla apartmanın önüne gelen ambulans durdu ve sağlık ekibi aşağı inmeye başladı. Ambulansın içinden ambulans doktoru dışında Cansel de inince ortam mümkünmüş gibi daha da buz kesti sanki.
Nazenin’e yaptığı davranış yüzünden görevden uzaklaştırılmış, bu yüzden de bir süredir göz önünde bulunmamıştı. Ancak kısa süre önce uzaklaştırma süresinin dolduğunu biliyorlardı. Hiç karşılaşmasalar da bu bilgi Figen tarafından kendilerine iletilmişti. Tabii bunu ikisi de önemsememişti.
Kalabalığa doğru yaklaşan Cansel hepsine şöyle bir bakıp Nazenin’i kanlar içinde gördüğü anda hızla ona yöneldi. “Geçmiş olsun. Vali Hanım dışında müdahale gerektiren yaralı var mı?” Sorusunu sorarken son derece profesyonel görünüyordu.
“Yok doktor hanım,” diye cevap veren Metehan kendi yaralarını umursamıyordu. Ancak Nazenin için durum öyle değildi. “Metehan, o cam parçalarının temizlenmesi lazım,” dediğinde adam başını usulca salladı. “Önce sen. Çünkü aktif kanaman var ve yüzün gittikçe beyazlaşıyor. Hadi güzelim. Bin şu ambulansa.”
Nazenin pes edip ambulansa ilerlerken Cansel de meslektaşlarına, “Arkadaşlar, kanamaya müdahale edelim. Sonra da hastaneye geçelim,” diyordu. Nazenin tek kelime etmeden yürürken Cansel de onu takip edip ambulansa bindi. Kapılar kapandığında ise Metehan, Albay’a döndü.
“Askeriye içine nasıl girdiler komutanım? Neyle saldırdılar?” Albay az ileride yerde duran şeyi işaret etti. Hepsi o yöne dönerken de öfkeli bir sesle “Drone’la saldırmışlar. İki tane drone’la,” dedi.
“Kimse görmemiş mi komutanım?”
“Eğer yanılmıyorsam en yüksek irtifadan içeri soktuklarını düşünüyorum. Bu yüzden kimse görmemiş olabilir. Eğer görselerdi çoktan imha ederlerdi.”
Albay başını kıpırdatıp Metehan’a yürümesini işaret ederken yerdeki dronelara yaklaştılar. Metehan da üstlerine iliştirilmiş notu o zaman gördü.
Doğum Gününüz Kutlu Olsun.
Gözlerini Albaya çevirip yüzüne bakakaldı. “Zait iti yaptı değil mi?” diye sorsa da alacağı cevabı biliyordu. Albay başını bir kez sallayıp soluklandı. “Hastaneye git ve vücuduna saplanan camları çıkarttır. Hadi aslanım, sen bize lazımsın.”
Metehan itiraz etmeden ambulansın önüne geçip otururken Nazenin ise koluna tansiyon aleti bağlamış vaziyetteydi. Doktor Cansel tansiyonunu ölçme işini bitirip kulağındaki stetoskopu çıkarttı.
“Tansiyonunuz çok yükselmiş. Burnunuzun kanaması bu yüzden.” Nazenin dalgın gözlerle yalnızca başını sallayınca, konuşmaya devam etti: “Burnunuzun kanaması iyi bir şey. Yoksa daha kötü bir tabloya karşılaşabilirdik.” Tansiyon aletini kenara koyup eline steril bir bez alırken, Nazenin’in burnuna tampon yapmaya devam etti. Onları ön taraftan sessizce dinleyen Metehan ise sessizdi ve onun iyi olduğunu duymak istiyordu. Cansel’in, “Hastaneye gidelim,” demesiyle harekete geçtiler.
Ambulans önünde ve ardında kendisine eskortluk eden araçlarla hastaneye vardığında, herkes teyakkuz hâlindeydi. Nazenin gözlerden uzak ve korunaklı bir odaya alındı. Yeniden tansiyonu ölçüldü. Büyük oranda duran kanama kontrol edildi. Bir saat boyunca süren bu koşuşturma esnasında ise kadın ağzını açıp tek kelime etmedi.
Kanama durduktan sonra bir kez daha aynı kontroller yapıldı. Başhekim, tansiyonunun düştüğünü ama biraz dinlenmesi gerektiğini söyleyerek odadan çıktığında, odaya Figen Hemşire girmişti. Elindeki küçük çantayı işaret ederek, “Metehan Binbaşı gönderdi, Vali Hanım. Çantada temiz kıyafetler var,” dediği anda Nazenin’in gözyaşları yanaklarına dökülüvermişti. Yavaşça ayaklanıp odanın penceresine ilerledi.
“Sağ ol hemşire hanım, o iyi mi? Vücuduna isabet eden…” diyebildi sadece. “Metehan Binbaşı iyi. Camları çıkardılar. Kendisi yeniden lojmana dönüp size eşya hazırlamış.” Nazenin usulca başını salladığında Figen artık gitmesi gerektiğini anlamış oldu. Odadan çıkıp kapıyı kapattığında Nazenin’in başı önüne düştü, gözyaşları hızlandı. Orada durup ne kadar süre ağladı, bilmiyordu.
Savcı Bey kapıya tıklatıp, “Girebilir miyim?” dediği ana kadar ağlaması sürmüştü. Hızla yüzünü kuruladı. Şu an yüzünün hiç de görülesi olmadığını tahmin ederek cevap verdi. “Beş dakika sonra Savcı Bey.” Adam içeri uzattığı başını geri çekip kapıyı yeniden kapattı. Onun olayla ilgili ifade almak için geldiğini tahmin ediyordu.
Figen’in getirdiği çantayı alarak banyoya girdi, üstünü değiştirdi. Yüzünü yıkayıp aynadaki yansımasına baktığında ise gördüğü silueti tanıyamadı. Gözleri ağlamaktan şişmiş, kızarmıştı. Uzun zamandır yüzünden gülümseme eksik olmayan o kadın yok olmuştu sanki. Derin bir nefes alıp kendini toplamaya çalıştı. Bu sırada bacaklarının arasında bir sıcaklık hissetti ve duraksadı. Aklına gelen ihtimalle hızla peçeteye uzanıp iç çamaşırını indirdi. Aylardır gelmeyen kanaması tam da şu anda gelmeye başlamıştı. Şaka gibiydi.
Her şey üst üste ve üstüne üstüne geliyordu. Sanki ilk kez âdet oluyormuş gibi kanı gördüğü anda tekrar ağlamaya başladı. Bir süre aptallaşmış şekilde durdu öylece. Banyodan çıkmayı başardığında hasta yatağının başındaki çağrı tuşuna bastı. Figen Hemşire ise kısa süre sonra yeniden odaya girmişti.
“Hemşire Hanım, ped getirir misiniz?”
“Tabii Vali Hanım.” Geldiği gibi gitti ve yine kısa süre içinde odaya döndü. Birkaç pedi Nazenin’e uzattı ancak Nazenin yalnızca bir tanesini aldı. Banyoya girerken Figen bir kez daha odadan çıktı.
On dakika sonra Savcı Bey odadaki sandalyeye, kendisi ise yatağın ucuna oturmuştu. Savcı Bey sözlü ifadesini alıp, “Yazılı ifade için de bir memuru göndereceğim,” dediğinde, Nazenin söze girdi. “Vilayete gönderin.” İkisi de aynı anda odadan çıkıp ilerlerken polis ve askerlerden oluşan koridorun arasından kapıya kadar yürüdüler. Bu esnada üniforması içinde, yüzünde maske, başında bere olan Binbaşı’yı gördü ama yoluna devam etti. Oysa onun yanına gidip nasıl olduğunu sormak istiyordu. Yaralarını öpe koklaya sarmak istiyordu. Ama hiçbirini yapamadı. Sadece yürümeye devam etti. Kapı önünde Savcıyla el sıkışıp araçlara yöneldiler. İşlerinin başına dönmek için ikisi de harekete geçtiler.
Dakikalar sonra Nazenin vilayetten içeri koşar adım girip odasına çıktı. Emniyet Müdürü ve Albaylarla iletişim hâlinde kalıp lojmanda süren incelemeleri takip ederken bir yandan da babası, abisi ve Cihan Başkanla görüşüp onlara iyi olduğunu açıklamaya çalışmıştı. Bu esnada tek isteği annesinin hiçbir şeyi duymamasıydı ki üç adam da buna dikkat edeceklerini söylemişti. Onları zorla askeriyeye gönderdiğinde koltuğuna oturup arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı. Ne kadar süre öyle oturdu bilmiyordu ancak odasının kapısı usulca çaldığında gözlerini araladı.
“Sayın Vali’m, İl Güvenlik Kurulu bir saat sonra toplantı odasında bir araya gelecek. Başsavcı ve soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı da toplantıya katılacak.”
“Tamam Rezzan Hanım. Sağ olun,” dese de kadının hâlâ odadan çıkmadığını fark edince gözlerine dikkatlice baktı.
“Başka bir şey daha var herhalde?” Rezzan Hanım başını hafifçe sallayıp ağzını zar zor açtı.
“Doktor Cansel Hanım geldi. Sizi görmek istiyor. Önemli ve acil olduğunu söyledi,” deyince Nazenin’in kaşları çatılmış, yüzünde merak dolu bir ifade belirmişti.
“Gelsin,” dedi sadece ama neyin geleceğini bilmiyordu. Cansel’in burada olması, kendisini görmek istemesi gerilmesine sebep olmuştu.
“Gönderiyorum Sayın Vali’m,” Odadan çıkan kadının ardından Cansel odaya girmişti.
“Kapıyı kapatın Doktor Hanım!” Cansel sözünü ikiletmeyip başını hafifçe sallayarak kapıyı kapattı ve sakin adımlarla masaya doğru ilerledi. Nazenin oturduğu yerden doğrulup ayağa kalktıktan sonra kadına elini uzatmış, Cansel de elini sıkarak karşılık vermişti.
“Sizi buraya getiren nedir Doktor Hanım?” diye sorsa da Cansel bu sorusuna cevap vermeyip çantasını açtı ve içinden çıkardığı dosyayı Nazenin’in önüne koydu. Bu hareketi sözsüz bir cevap gibiydi. Neden burada olduğunu somut olarak göstermeye hazırlanıyordu. Nazenin ifadesiz tutmaya çalıştığı yüzüyle bir ona, bir de masasında duran dosyaya baktı. Ardından usulca dosyayı açtı … Ve gözlerini ilk sayfanın satırlarında hızlı hızlı gezdirdi … Sonra tekrar Cansel’e baktı. Bu kez yüzünü ifadesiz tutamamıştı. Ama Cansel o bakışa aldırmadan yarım bir gülüşle karşılık verdi. İmalı, huzursuz edici ve biraz da ürkütücü bu gülüşün ardından dönüp gitti.
Nazenin ise öylece durmuş kapanan kapıya bakıyordu ki, kapı çaldı ve aralandı. Tedirgince içeri giren Rezzan Hanım, “Bu zarf size gönderilmiş efendim,” diyerek zarfı masaya bıraktı. Ardından, Nazenin’e endişeyle bakıp tek kelime daha etmeden odadan çıkmıştı.
Nazenin masanın üstünde duran zarfa uzanıp parmak uçlarıyla kavradı ve önüne ardına baktı. Üstünde yalnızca kendi adı yazıyordu.
Vali Nazenin Tuna.
Zarfın kenarını yırtıp içinde ne var diye bakmak isterken, masanın üstüne ufacık bir hafıza kartı düştü. O ufacık şeyin düşüşüyle bile irkilen Nazenin, derin bir soluk alıp hafıza kartını bilgisayarına yerleştirdi. O sırada ekranında bir video açıldı.
Karşısındaki görüntü karanlıktı. Neye baktığını anlamakta güçlük çekerken ekranı daha net görmek adına koltuğuna oturdu. Ancak saniyeler içinde tekrar ayağa fırladı. Çığlık atmak için açılan ağzını kapatıp, kocaman olmuş gözlerle ekrana bakarken gözyaşları yanaklarına süzüldü. Tam o anda ekranda yazı belirdi.
Bunu ona benim yaptığımı kimse bilmiyor. Şşş, bu aramızda ufak bir sır olarak kalsın, Sayın Vali’m. Yenisi için sabırsızlanıyorum. – Zait
***
İl Güvenlik Kurulu toplantısına on beş dakika geç giren Nazenin’in yüzünün gözünün hâlini herkes fark etmişti. Her zaman bakımlı, tertipli görünen kadının yüzünde zerre kadar makyaj olmaması, gömleğinin kırışık ve kollarının dirseklerine kadar katlı olması bütün gerçeği acımasızca gözler önüne seriyordu.
Seyfettin Bey, yüzü asılsa içi acıyacağı kızını bu hâlde görünce… Yumruklarını sıktı, sıktı. Bir yandan da dişlerini sıkıyor, çenesi usulca titriyordu. Şimdi kalkıp buradan ona sarılmak, her şeyden korumak için sarıp sarmalamak vardı… Ama yapamıyordu işte. Ne zaman ki baş başa kalacaklardı, o zaman saracaktı kızını. Sabırlı olmaya çalışarak soluklandı dişlerinin arasından.
Bu sırada Metehan da Nazenin’in bembeyaz olmuş yorgun yüzüne, şiş göz kapaklarına ve yemyeşil harelerini gölgeleyen kızarmış gözlerine baktı. Tıpkı Seyfettin Paşa gibi o da dişlerini sıkıyordu. Bir gün önce kollarında olan, yüzü gülen, gülüşüyle ışık saçan o kadın yoktu karşısında. Masanın başında yaşadıklarının ağırlığıyla solmuş bir Nazenin vardı ve ağzını bile açmadan yalnızca kendisine aktarılan bilgileri dinliyordu. Ne bir yorum yapıyor ne de her zamanki cevval, gözü kara sözleriyle ortalığı inletiyordu.
“Bahsi geçen Zait Averyanov’un, hangi sahte kimlikle ya da isimle olursa olsun siluetinin görüldüğü yerde tutuklanması için yakalama kararını çıkartacağım,” diyen Giray Savcı’nın ardından Cihan Başkan da konuştu. “Yeni hâlinin fotoğraflarını hava, kara ya da deniz yoluyla giriş yapabileceği her yere iletiriz. Yüzünün son hâlini keşfettiğimizi anlamazsa, bunca zaman yaptığı gibi sahte bir kimlikle havayolu şirketlerinden birinin uçağına binecek ve sınırımızdan içeri tıpış tıpış girecektir.”
Nazenin, sessizliğini koruyarak konuşmaları dinlerken elindeki kalemi usulca çeviriyordu. Aklından geçenleri derleyip topladıktan sonra, “Başkan’ın planladığı yemek ne zaman olacaksa bence o zaman gelecek,” dedi sakin bir sesle ve devam etti. “Ama bize görünmeden gelecek, masada oturmayacak ama onun adına oturanlar vasıtasıyla her şeyi öğrenecek. Bugüne kadar hangi açığını yakaladık, hangi planını önceden öğrendik ve engel olabildik de bu kadar umutluyuz,” deyip ayağa kalktı. Ağır adımlarla odadan çıkarken ardında bıraktığı topuklu ayakkabı sesi duyuldu sadece.
Toplantı son bulduğu gibi Zait’in fotoğrafları tüm sınır kapılarına, havaalanlarına, limanlara, otogarlara ve benzeri her yere gönderilmişti. Vali Hanım, Savcı Bey’i görüp yüz yüze konuşmak için valilikten ayrılırken peşinde kalabalık bir koruma ordusu vardı sanki. Dakikalar içinde vardığı adliyeden içeri girip Giray Savcı’nın odasına çıktı. Yakalama kararının çıkarıldığı bilgisini bizzat ondan öğrenip adliyeden ayrılmaya hazırlanırken saatin farkına vardı.
“Savcı Bey, mesai bitmiş.” Giray Savcı göz ucuyla kolundaki saate bakıp, “Hiç fark etmedim,” dediğinde tebessüm etmeye çalıştı. “Birlikte çıkalım, Sayın Vali’m.” Sözlerine başını sallayıp sessizce onu bekledi. Yan yana yürüyerek merdivenleri inip ana kapıya vardılar. Dışarı çıkıp kapı önünde el sıkışıp birbirlerine, “İyi akşamlar,” dediler. İşte günün en büyük darbesi de tam o anda geldi.
Islık sesini andıran bir ses akşam vaktinin sessizliğinde duyuldu ve Savcı Bey olduğu yere yığıldı. O esnada Nazenin yalnızca adını can havliyle haykıran ve kendisine koşan Metehan’ı görüyordu. Giray Savcı’nın, ayaklarının dibine yığılan cansız bedenine ise hiç bakmıyordu. Yalnızca yüzünde sıcak bir ıslaklık hissi, kulaklarında ise ıslığı andıran bir ses vardı.
Ne olmuştu? Giray Savcı neden yerdeydi? Daha birkaç saniye önce yanında ve dimdik duran o adamın yerde ne işi vardı? Yüzündeki bu sıcaklık ona, onun kanına mı aitti gerçekten? Giray Savcı birkaç saniye içinde, hemen yanı başındayken vurulup can vermiş ve bu dünyadan göçüp gitmiş miydi?
Nazenin anın şokuyla öylece kalmıştı. Ne soluk alıyor ne de adım atıyordu. Başını usulca yere eğip Giray Savcıyı öyle görünce şok hali feryada dönüştü. “Ambulans çağırın!” bağırışı yeri göğü inletti. Ayağındaki topuklu ayakkabıların altına sızan kana bakıp, “Savcı Bey!” dedi zorla. “Giray Bey!” Ama cevap alamadı. Yerde oluk oluk akan kandan kaçmak için geri adımlarken bedenini daha fazla taşıyamayıp dizleri üstüne çöküp kaldı. Artık yüzünde, ayakkabılarında, dizlerinde, üstündeki kıyafetlerde hatta açık kumral rengi saçlarında bile, bu ülkenin namuslu, dürüst ve çalışkan Savcısının kanı vardı.
“Giray Bey, kalk,” dediği esnada bedenini saran kollar onu oradan uzaklaştırmaya başlamıştı.
“Metehan, Savcı vuruldu. Metehan, yardım etmemiz lazım,” diye bağırıp debelendi. Adamın kollarından zor da olsa kurtuldu. “Yardım etmemiz lazım diyorum. Duymuyor musun?”
Metehan endişeyle sevdiği kadına bakıp, kana bulanmış yüzünü sardı. Yüzünü temizlemeye çalışarak, “Başımız sağ olsun,” dedi sesi titreyerek. Ve devam etti. “Savcı Bey Şehit oldu, Vali Hanım.”
Bu sözlerle gerçek yüzüne çarpılmıştı sanki. Dehşet içinde Metehan’ın gözlerine bakarken, ağladığından bile bir haberdi. “Soruşturmayı yürüten savcıyı öldürdü. Hem de yakalama kararı çıkardıktan birkaç saat sonra.” Metehan, onu doğrular gibi başını usulca salladı.
Şerefsiz, çevrelerindeki herkesi tek tek avlıyordu. Ve bunu hiç vakit kaybetmeden yapıyordu. Hem canlarını alıyor hem de soruşturmanın seyrini değiştiriyor, zaman kaybetmelerine sebep oluyordu. Boşuna değildi Savcı’yı şehit edişi. Veysel Giray Bey, tüm suikastları ve saldırıları takip eden savcıydı. Her olan bitene hâkimdi. Ve bu kez namlu ona dönüp canını almıştı.
“Hepimizi öldürmeye yemin etmiş,” deyip irkilen Nazenin korkuyla Giray’ın cansız bedenine dönüp baktı. “Sadece beni değil, benim yanımda, beni koruyan, beni seven, benimle çalışan kim varsa hepsini istiyor.”
“Nazenin, böyle düşünme. Böyle düşünüp…” demesiyle Nazenin var gücüyle, tüm acısı ve öfkesiyle bağırdı. Onun bu bağırışı ise Metehan’ı hem susturdu, hem de kahretti. Kadını tutup sakinleştirmek istiyor ama yapamıyordu. En ufak bir dokunuşun bile onu daha kötü hale getireceğini biliyordu. O yüzden Nazenin dizleri üstüne çöküp iki büklüm olarak yeri yumruklarken ve ağlarken hiçbir şey yapamadan öylece bekledi.
“Düşünmeyip de ne yapayım?” diye zorla fısıldadı. Çünkü boğazındaki acı ve kuruluk konuşmasını zorlaştırıyordu. “Hepinizi tek tek alıyor yanımdan. Tek tek. Yalnız kalmamı sağlıyor. Vicdan azabı çekmemi istiyor. Hepiniz, hepiniz ve hepimiz… Onun hedefiyiz. Kim bana yakınsa, en yakın kimse, ilk hedef de o.” Böyle diyordu çünkü gerçek buydu. Biliyordu. Ancak karşısındaki adam onun bildiklerini bilmediğinden, ağzından çıkan sözleri anın şokundan ve korkusundan olduğunu zannediyordu. O yüzden Metehan başını histerik bir şekilde sağa sola sallayıp, “Sakinleşmen lazım,” diye fısıldadığında Nazenin iyice delirme noktasına gelmişti. Titreyen elini zorla havaya kaldırıp Giray Savcıyı işaret etmeye çalıştı.
“Bir hukukçuyu, bir Cumhuriyet Savcısını, bir mesai arkadaşımı yanımda Şehit etti. Az önce… Birkaç dakika önce,” deyip soluklanmaya çalışırken yüzündeki kana dokundu. Parmak uçlarına bulaşan kana baktı.
“Ben bu saatten sonra sakin makin olamam Binbaşı. Kimse benden sakinlik, aklı selimlik, güler yüz, tatlı dil, aşk meşk beklemesin. Bundan sonra dert var hemdert yok. Bundan sonra dert çok, hemdert yok.”
Nasıl bir gündü bugün? Sabahtan beri yaşadıkları akıl alır, yürek dayanır şeyler değildi. Zorla soluk alıp Giray Savcı’nın artık olmadığına kendini inandırmaya çalışırken, bir kadının feryadını duyarak irkildi. Sesin geldiği yöne bakmadı, bakamadı ama feryat edenin kim olduğunu anladı.
Giray Bey’in eşiydi. Geride bıraktığı bir yaşındaki kızının annesiydi. Polis kordonunu yırtarcasına aşıp koşarak kocasına yaklaşan kadın dizlerinin üstüne kontrolsüzce düştü. Kocasının yüzünü elleri arasına alıp, “Giray, Giray hadi kalk. Hadi evimize gidelim. Kızımız bekliyordur,” diye sayıklayışını duyarken, gözyaşları hızlandı Nazenin’in. Böylesi bir kaybı, böylesi bir acıyı tarif edecek kelime var mıydı dünya üstündeki herhangi bir dilde? Kadın, Akşam olsun da eve dönsün diye beklediği kocasının cansız bedenini tutuyor sarılıyordu.
Nazenin de sabahları sevdiği adama, akşam olsun da kavuşalım demiyor muydu? İkisi de birbirlerinden uzak geçirecekleri saatleri sayarken bile birbirlerine hasret duymuyorlar mıydı?
Akşam olmuştu ama beklenen, istenen kavuşmaların hiçbiri yaşanmamıştı. Giray’ın karısına, kızına kavuşmasını bir hainin sıktığı kurşun engellemişti. Almıştı onu bu hayattan. Ailesinden. Sevenlerinden. Şerefle yaptığı mesleğinden almıştı.
Adli Tabip ve Olay Yeri inceleme ekipleri kadını kocasından ayırmak için harekete geçerken, Nazenin usulca ona doğru adımladı. Giray’ın bedenini en yakın noktadan görüyor, bedeninden yere süzülen kanın kokusunu alıyordu. Titreyen ellerine hâkim olmaya çalışarak kadının yanına diz çöktü ve ona sıkıca sarıldı. Bu sırada ceset torbasına konulan Giray’ın bedeni cenaze aracına taşındı. Nazenin ve Giray’ın eşi ise birbirlerine sarılmış hâlde her şeyi anbean izlediler. Cenaze aracı Adli Tıbba doğru yola çıkarken, kadın şok içinde olduğunu belli eden hırıltılı sesiyle fısıldadı.
“Gitti mi gerçekten? Bizi bırakıp gitti mi? Ama söz vermişti. Gitmem, seni de kızımı da bırakıp gitmem, demişti defalarca. Hatta daha birkaç gün önce yinelemişti sözünü.”
Nazenin içini cayır cayır yakan bu sözlerle, Metehan’la birlikte olduğu ilk geceyi hatırladı. Onlar da söz vermişlerdi birbirlerine. Ömür boyu mutlu olmak ve hiç ayrılmamak üzerine ne büyük sözler verdiklerini şimdi anlıyordu Nazenin.
İnsanlar hep büyük büyük laflar ediyordu zaten. Hayat da o lafları döndürüp dolaştırıp ayaklarına doluyordu. Asker, polis meslek grubundan birini sevmem, annem gibi yolunu gözlemek istemem demişti bu yaşına kadar. Ama Metehan’la tanışınca söylediği o büyük sözler ayağına dolanmıştı. Gönlü zincirlerini kırarak koşmuştu adama. Bedeni bedeninde kavrulmuştu defalarca.
Başını hafifçe yana çevirince karanlık içinde olsa da Metehan’ı gördü. Yüzündeki acıya rağmen endişesini fark etti. Sürekli çevreye bakıyor, onu güvende tutmaya çalışıyordu. Tıpkı bu sabah yaşanan drone saldırısında olduğu gibi, tıpkı az evvel yanındaki adama ateş edildiği an olduğu gibi.
O anlarda hiç düşünmeden üstüne nasıl kapandıysa şimdi bir mermi sıkılsa onun önüne de atlayacağını biliyordu. Bunu bilmek, bunun korkusuyla ve getireceği vicdan azabıyla yaşamak, son birkaç saatte Nazenin’in en büyük korkusu olmuştu.
O yüzden o gece ve ertesi geceler askeri misafirhanede iki ayrı odada kalırken hiç gitmedi Metehan’ın yanına. Hiç görmedi. Yaklaşmadı. Çünkü yaklaşırsa, yüreği ondan önce gidip sarılırdı adamın sıcacık kollarına, koynuna, bunu biliyordu.
Ertesi gün, Giray Savcı için düzenlenen resmi cenaze törenin ardından onu bayrağa sarılı bir tabutta, karısını gözyaşları içinde, kızını ise hiçbir şeyden habersiz bir bebek arabasında memleketine uğurladılar. İlk adımlarını atmaya başlayan bir bebeğin babasının tabutuna ilerleyişi, herkesin boğazına düğüm, yüreğine acı olurken, öfkelerini de harlamıştı. Bundan sonra, bundan önce akan her damla şehit kanı için Zait’i daha öfkeli arayacaklardı. Ve bulacaklardı elbet. Sonsuza kadar saklandığı delikte kalmayacak, farklı farklı kimliklerle yaşamaya devam edemeyecekti.
Günler, geride bıraktığı acıyla ağır ağır geçerken Metehan, Nazenin’e ulaşmanın yolunu arıyordu. Yanında olmak, destek olmak ve onu güvende tutmak istiyordu.
Ancak kadın son yaşananlarla öyle bir duvar örmüştü ki aralarına Metehan ona ulaşamıyor, sevdiği kadını göremiyor ve konuşamıyordu. Vali Hanım’ı görmek istiyor ancak talepleri bizzat kendisi tarafından reddediliyordu. Metehan yaşananlardan dolayı ok gibi gergindi zaten. Bir de Nazenin tarafından uzaklaştırılmak, ondan ayrı kalmak daha da gerilmesine sebep oluyordu. Bu uzaklığın daha büyük mesafelere neden olmasından endişe ediyordu. Artık her anlamda onu kaybetmekten korkuyordu.
Her an onu takip etmeye devam etse de sevdiği kadını değil, Vali Hanım’ı takip ediyordu. Kadını sadece aracına inip binerken görebiliyordu. O da on saniyeyi geçmeyen bir süreydi. Sanki yaşadıkları o güzel günler, kendi hayal ürünüymüş gibi gelmeye başlamıştı Metehan’a. Dokunduğu beden, parmakları altında ürperen ten, kalbiyle bir atan kalp, soluğuna karışan soluk… Sanki hepsi bir rüyaydı. Öyle uzak ve öyle inanılmazdı.
Eğitim alanında dimdik durmuş, eğitim yapan komandoları izliyordu ama aklından geçenler bunlardı. Bedeni orada, aklı ise Nazenin’deydi.
Öylece durmaya devam ederken, yanına yaklaşan topuklu ayakkabı sesini duydu. Bir an yanlış duyduğunu sansa da başını çevirdiğinde, onu gördü. Arkasına bağladığı ellerini çözüp aşağı sarkıttı ve başıyla selam verdi. Nazenin de başıyla selam verip yanında durdu. İkisi de eğitim alanındaki askerileri sessizce izlediler.
“Nasılsın?” diye soran Metehan ona hiç bakmasa da iyi olmadığının farkındaydı. İyi değildi Nazenin. Ne psikolojik olarak ne de fiziksel olarak iyi değildi.
Nazenin ise bu soruya burukça gülümseyip, “Yaşamaya çalışıyorum,” dedi fısıltıyla. Birkaç saniye durup soluklandı. “Ve yaşatmaya!” diye ekledi son sözlerini. Onun ne demek istediğini anlayamayan Metehan usulca başını çevirip gözlerini buluşturduğunda kadının gözlerindeki yorgunluğu görerek ürperdi. Göz bebekleri ufacıktı, yeşil hareleri gölgelenmişti sanki ve gözünün beyazının bir kısmı kıp kırmızıydı. Uykusuzluk, stres, yorgunluk ve çokça gözyaşının buna sebep olduğu aşikârdı.
“Nazenin, ne oldu sana?” diye sorarken içi acıyor, bu acı ise sesinden anlaşılıyordu. Nazenin onu duymazdan gelip başını hafifçe sağa sola sallarken, “Az sonra Albay seninle ve timinle özel bir görüşme gerçekleştirecek,” dedi, durdu ve soluklandı. “Söylenenleri itirazsız yap.”
Metehan, onun neyden bahsettiğini çözemeyip çattığı kaşlarının altından gergince yüzüne bakarken, “Sen neyden bahsediyorsun?” diye mırıldandı. Nazenin ise tek kelime daha etmeden arkasını dönüp yürümeye başlamıştı.
“Nazenin!” bağırışlarına aldırmadan Metehan’dan uzaklaşıp Kışla içerisinde dakikalar boyunca tek başına yürüdü. Yalnız kalabildiği tek yer burasıydı. Günlerdir, bu kapının ardına her çıkışında etrafı güvenlik çemberiyle sarılıyordu. Korku dağları hem kendi yüreğinde hem de sevdiklerinin yüreklerinde bir volkan misali patlamıştı. Ve şimdi üstlerine korkunun külleri yağıyordu. Kendi yüreğindeki korku sevdiklerini kaybetmek, onlara zarar gelmesi ihtimalineydi. Sevdiklerinin korkusu ise onu kaybetmek ihtimaline.
Biliyordu, yüreklerindeki bu korkular, üstlerine yağan o küller elbet iz bırakacak, can yakacaktı.
Ve bir saat sonra tahmin ettiği gibi de oldu. Drone saldırısından sonra biraz olsun toparlanan evine, yenilenen pencerelerine, mermi izlerinin sıvalarla kapatılmaya çalışıldığı duvarlara bakarken kapısı yumruklanmak suretiyle çalınmaya başladı. Gelenin kim olduğunu biliyordu. “Nazenin!” diye yükselip apartman boşluğunu saran sesi duymasıyla da tahmininde yanılmadığını anladı. Derin bir nefes alıp duruşunu dikleştirerek kapıyı açtı. Daha o anda beline dolanan kolu, göğsüne çarpan kocaman göğsü ve yerden kesilen ayaklarını hissetti. İçeri girip kapıyı tekme atarak kapatan adamın öfkeli solukları yüzünü resmen tokatlıyordu.
“Görev yeri değişikliğini sen istedin değil mi? Bu fikir senden çıktı!” Adamın öfke dolu bağırışları kulaklarını çınlatırken, bedenini saran kollardan kurtulmak için çabaladı. Ama başarılı olamadı. “Nazenin, cevap ver.”
Başını kaldırıp adamın gözlerine bakarken, “Evet,” dedi yalnızca.
“Neden?” sorusuyla isyan dolu bir soluk bırakan Nazenin onu var gücüyle itip bedenlerini uzaklaştırdı. “Gitmen lazım Binbaşı. Benden uzağa gitmen lazım,” dediğinde Metehan öfkeli bir kahkaha koy vermişti.
“Beni delirtme Nazenin. Ulan benim işim bu! Başka bir yerde, başka bir görevde de vurulup ölebilirim. Beni kendinden uzaklaştırman benim hayatımı garanti altına almaz.”
“Kes artık!” bu kez bağıran Nazenin’di. Adama bir adımla yaklaşıp yüzünü kavradı ve burun buruna durmalarını sağladı. “Mantığını kaybetmek üzeresin Metehan. Olay anlarında kendini düşünmeden yalnızca beni korumaya odaklanarak hareket ediyorsun. Senin işin önce kendini, sonra timini, sonra da beni korumaktı. Ama sen ilk iki önceliği atlayıp direkt bana odaklanıyorsun. Böyle olmaz.” Bağırışları dinerken adamın yüzünü okşamayı sürdürdü. “Git. Git ve biraz kendini topla. Git ve Binbaşı Metehan Kılıçarslan’ı hatırla. Görev bilincini, komutan olmanın yükümlülüklerini hatırla.” Yine durup adamın dudaklarına sokuldu.
“Sevgilim olan Metehan’a hayatımın en güzel günlerini, anlarını, duygularını borçluyum. Ama sevgilim olan Metehan burada oldukça Binbaşı Metehan’ın ölümüne sebep olacak. Git.” Sözlerinin ardından uzun bir süre sessizlik oluşurken alınları birbirlerine dayalı şekilde öylece durdular. İkisinin de solukları dinginleştiği esnada Nazenin, onun yeni düzeni kabullenmesini bekliyordu ki, “Gitmem, seni bırakıp şuradan şuraya gitmem,” demesiyle şok oldu.
“Görev emrine karşı mı geleceksin?” diye sorarken hâlâ şaşkındı.
“Gerekirse evet.” Cevabıyla şok üstüne şok geçirdi. Başını inanamaz gibi sallarken, “Nerede o görev bilincine sahip asker? Nerede o Binbaşı? Sen kimsin? Ben seni tanıyorum. Ben seni…” deyip sustu. Aklından geçenleri dile dökerse dönülmez yollara gireceklerini biliyordu. Ama durmadı. Susmadı.
“Ben bu adamı sevmedim. Böyle bir adamı sevmedim ben. Benim sevgilime ne yaptın? Benim sana, senin bana duyduğun sevgi mi seni bu hale getirdi Binbaşı?”
“Nazenin, ben hâlâ aynı adamım. Tek istediğim senden ayrılmamak.”
“Benim de tek istediğim benden uzak durman Binbaşı,” deyip geri adımladı. “Hani demiştin ya Hemdem olduk, diye…” dediği an irkildi Metehan. Saniyeler içinde buz gibi oldu. Bu sözler iyiye işaret değildi. Anlamıştı. Ama sessiz kalmaya devam edip dinledi Nazenin’i.
“Bizden Hemdem olmaz Binbaşı,” demesiyle Metehan’ın koca bedeni sarsıldı.
“Görüyorum ki ben sana iyi gelmemişim. Görüyorum ki ben senin ideallerine, askeri duruşuna, meslek sevdana, memleket ve bayrak aşkına gölge düşürmüşüm.”
“Yok öyle bir şey!” diye kükreyen adamı duymazdan gelip devam etti. “Biz aynı anda soluk alıp veremeyiz. Birimizin aldığı soluk, diğerinin soluğunu keser…” dedi ve usulca döndürdü bedenini adama doğru ama gözlerine bakmadı. Göz hizasına denk gelen göğsüne kilitledi bakışlarını.
“Geç olsa da anladım. Bir hayale inanmak istedim ama… Sonunun başı kadar umut dolu ve heyecanlı olmadığını gördüm.” Sustu, zorla soluk aldı. Gözlerine hücum etmek isteyen yaşları engelleyip, “Yolun açık olsun Binbaşı!” dedi sadece ve o ağzını bile açamadan kapıdaki anahtarı aldı eline. Anahtarlıkta onun evine ait olan yedek anahtarı çıkarıp avucuna bıraktı. Yine gözlerine bakmadan yaptı bunu. Birkaç saniye onu ve yaptıklarını izleyen Metehan ise artık sabır denen şeyi kaybetmişti.
Öfkeyle kadına sokulup, “Yüzüme… Gözlerime bakıp da söyle ne söyleyeceksen. Gözlerini kaçırarak konuşma benimle!” Öyle bir bağırıyordu ki, Nazenin onun yüksek çıkan sesinden dolayı kulaklarının vızıldadığını hissetti. “Söyle!” dedi aynı ses, mümkünmüş gibi daha yüksek bir şekilde. Avucundaki anahtarı sıkıp, elini yumruk yapmış, yeniden, “ Söyle!” derken yumruğunu evin kapısına indirmişti. Nazenin, onun ölüm gibi buz kesen bakışlarına gözlerini dikti.
“Ben Vali Hanım, sen ise Binbaşı olarak kalacağız ve hayatımıza devam edeceğiz. Tıpkı aylar önce senin de dediğin gibi. Denedik ama olmadı diyeceğiz. Olmaz çünkü…” durup soluk alırken bedenine sokulmuş derin derin soluyan adamı itti ve zor da olsa ondan uzaklaştı.
“Bizden Hemdem olmaz.” Metehan titreyen çenesini durdurmak için dişlerini sıkarken, kadının yüzüne doğru yaklaştı. “Sen, verdiğin sözü böyle mi tutuyorsun Vali Hanım? Sen yaşanılan onca güzelliği bir anda silip atıyor musun? Sen… Sana emanet ettiğim anahtarı avucuma bırakıp, öylece arkanı dönüp gidiyor musun? Benden emanet aldığın kalbimi, hiç düşünmeden parça parça mı ediyorsun?” Her sözü söylerken yeniden yürümüştü kadının üstüne ve onu arkasındaki duvarla arasına sıkıştırmıştı.
“Çocuk muyuz biz? Oyun mu sanıyorsun sen bu yaşadıklarımızı? Söz verdik birbirimize… Sevgimizi haykırdık…” diye bağırdıktan sonra daha sessiz bir şekilde, tıpkı fısıldar gibi devam etti: “Seviştik biz… Günlerce, gecelerce seviştik. Dokunmadığım yer yok teninde, bedeninde. Dokunmadığın yer yok tenimde, bedenimde.”
Nazenin gözlerini kapatıp dudaklarının içini ısırdı. Eğer ısırmasaydı kendi etini, dudakları arasından bir iç çekmesi an meselesiydi. Eğer kapatmasaydı gözlerini, gözyaşları yağmur misali yıkayacaktı yüzünü.
“Çocuk değiliz. Bu yaşadıklarımız oyun da değil. O yüzden emre itaatsizlik etme ve denileni yap!” demesiyle Metehan gözlerini kapattı. Kadın, onu kendi sözleriyle vurmuştu. Evet, göreve karşı çıkmaya hazırlanması kendisinden beklenecek şey değildi, doğru da değildi ama onu bırakmak istemiyordu. Ondan ayrılmak, uzaklaşmak kendisini diri diri öldürmek gibiydi. O yüzden elinden geleni yapıp görev yeri değişikliğinden vazgeçilmesi için savaşmaya hazırdı. Ancak Nazenin’in de kendisine karşı koymaya hazır olduğu aşikârdı. Yine de pes etmeyip, onun söylediklerini duymazdan gelip, paramparça olmuş ruh halinden öyle dediğini kendine inandırmaya çalışıp konuştu.
“Eğer bir kez daha gitmemi ima eder ya da dile getirirsen… Çıkar giderim bu kapıdan Nazenin ve asla geri dönmem. Çocuk değilim ben… Gel, deyince geleyim, git, deyince sorgulamadan, mücadele etmeden, yaşananları tek seferde silip atarak gideyim.” Kadının yüzünü kavrayıp gözlerini buluşturdu.
“Sana, en başında en açık şekilde gelip kendimi, duygularımı anlatmıştım. Ve demiştim ki, düşünüp karara varmak sana kaldı.” Susup bekledi bir süre. Son sözlerini söylemeden önce kadının yemyeşil harelerine baktı. “Şimdi de yaşadıklarımıza nokta koyarsan, olacakları en açık şekilde söyledim. Düşünüp karara varmak ve bir sonraki cevabını vermek yine sana kaldı.”
Nazenin göğsünü sarsan bir nefes alırken, gözleri yaşlarla puslanmak için zorluyordu kendisini. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek, acı çekeceğini ve çektireceğini bilerek, Metehan’ın kalbini paramparça edeceğini bilerek tek kelime etti.
“Git!”
Daha söylediği kelimenin yankısı evin koridorunda yok olmamıştı ki, Metehan’ın çarptığı kapının sesini duydu. İşte o kelimenin yankısını bastıran ve yok eden de bu ses olmuştu.