Dost bi-vefâ, felek bi-rahm, devran bi- sükûn,

Dert çok, hemdert yok,

Düşman kavi, tali’ zebûn!

​​​​ Fuzuli

Dost vefasız, dünya acımasız, dönem huzursuz,

Dert çok, dert ortağı yok.

Düşman güçlü, talih güçsüz

 

10.BÖLÜM

Ve gitti Metehan… Bütün kırgınlıklarını, bütün hayal kırıklıklarını koyup heybesine. Ardında koca bir sessizlik ve acı bırakarak çıktı o evden. Tıpkı Nazenin gibi kapının eşiğine bırakıp anahtarı, hayatından çıkıp gitti Metehan.

Git demişti Nazenin. O da gitmişti.

Bir Ay Sonra

Nazenin giyinip hazırlanmış, yeni bir güne başlamak için odasından çıkmıştı. Salonun önünden geçerken içeriye gözü ilişmişti. Daha birkaç gün önce Birce ve Sinem’le oturdukları, uyudukları koltuklara baktı sessizce. Kızlar, Nazenin’in yaşadığı sıkıntıları bilmeseler de sesinden anlayıp yanına gelmişlerdi. Ketum ağızlı Nazenin, kızlar sorsa da anlatmamıştı yaşadıklarını ancak aklı dağılsın diye başka başka konular açmıştı. Onlar da ses etmeyip yanında olmuştu. Dost olmak tam da böyle bir şey değil miydi zaten? Birkaç gün bile olsa dostlarını görmek, evdeki varlıklarını bilmek, seslerini duymak iyi gelmişti Nazenin’e. Çünkü aklının dağılmaya ihtiyacı vardı. Çünkü aklı daima aynı adamdaydı.

Son kez etrafa göz atıp evden çıktı. Karşı daireye hiç bakmadan indi basamakları. Kapıda kendisini bekleyen makam aracına binmeden önce etrafına tekrar baktı. Etrafta eskisi gibi yığınla asker yoktu. Metehan da yoktu. Çünkü üç hafta önce Pençe Timi ve Kaplan Timi, Vali Hanım’ı koruma görevinden alınmış, ardından da Pençe Timi, Metehan Binbaşı yönetiminde göreve gitmişti. Şu an yanında Polis Özel Harekât’tan birkaç kişi ve İstihbarat’tan Demir Engin vardı. Metehan’ın yakın koruma görevini, Cihan Bey’in talimatıyla Demir devralmıştı.

“Günaydın Sayın Vali’m.”

“Günaydın Demir Bey,” diyerek aracına geçtiğinde, Levent kapısını kapatıp ön tarafa geçmiş, Demir ise kendilerine eskortluk edecek olan araçlardan birine ilerlemişti. Emre makam aracını çalıştırıp hareket ettikten kısa bir süre sonra valilik binasına geldiklerinde, Emre ve Levent’e başıyla selam verip araçtan indi. Ardından içeriye doğru ilerlemeye başladı. Merdivenleri koşar adım çıkıp odasına geçmeden önce, Rezzan Hanım’la burun buruna geldi.

“Günaydın Rezzan Hanım. Bugünkü programı getirmeden önce bir kahvenizi içerim.”

“Günaydın Sayın Vali’m. Kahvenizi hemen getiriyorum.”

“Teşekkür ederim,” diyerek tüm enerjisiyle masasının başına geçmişti.

Durmaya, dinlenmeye, düşünmeye, üzülmeye yer yoktu. Çalışması gerekiyordu ve o da bunu yapmaya hazırdı. Rezzan Hanım’ın getirdiği kahvesini içerken günlük planını incelemiş ve kendisiyle görüşmek isteyen birkaç vatandaşı ağırlamıştı. Bu görüşmelerin ardından yardımcılarıyla toplantı yapmaya başlayıp, saatin öğleni bulduğunu gördüğünde, “Yemek saati. Hepinize afiyet olsun,” diyerek toplantıyı sonlandırdı. Masanın etrafında oturan üç adam da ayaklanıp odadan çıkarken sessizce onları izledi. Birkaç dakika yalnız kalıp soluklanma isteğiyle başını arkaya yaslayıp derin bir nefes alacaktı ki, Rezzan Hanım’ın ayak seslerini duydu. Gözlerini açıp bakmasa da artık onun adım seslerini ayırt edebiliyordu. Zamanla bunu bile öğrenmişti.

“Rezzan Hanım?” dedi sorar gibi. Başı koltuğa yaslı, gözleri kapalı, birbirine kenetlediği elleri ise masanın üstünde duruyordu. Ancak Rezzan’ın, “Sayın Vali’m, Kutluhan Albay hatta. Sizinle görüşmek istiyor,” sözleriyle gözlerini hızla açıp doğruldu.

“Bağlayın.” Rezzan Hanım odadan koşar adım çıkarak masasına döndüğü gibi aramayı yönlendirmişti. Nazenin kendisini sakinleştirmesini umduğu derin bir nefes alıp sabit hat telefonunu ilk çalışında açıp “Albay…” dediğinde karşıdaki adam konuşmaya başladı.

“Sayın Vali’m, buraya gelebilir misiniz?” Adamın donuk ve duygudan arınmış sesinden hiçbir şey anlayamamıştı ama çoktan ayaklanmıştı.

“On beş dakika içinde yanınızdayım.” Telefonu kapattığı gibi az ileride duran askıdan ceketini alıp üstüne geçirirken odasından koşar adım çıktı. Attığı her adımda kendisini takip eden Rezzan, “Öğleden sonraki toplantı…’’ demek üzereydi ki, Nazenin merdiven basamaklarını inmeye başlamıştı.

“Öğleden sonraki bütün görüşmeleri iptal edin Rezzan Hanım.” Her zamanki gibi koşa koşa ancak bu kez biraz daha telaşla indi merdivenleri. Kendisine bakan meraklı gözlere aldırmadan dışarı çıktığında kapıda bekleyen aracına ilerliyor, içeriden resmen fırlayıp çıkan ve peşine takılan Levent ve Emre de onu izliyordu.

“Kışlaya gidiyoruz.” Ne olmuştu da Albay kendisini apar topar çağırmıştı, merak ediyordu. Zait’le ilgili yeni bir gelişme mi vardı? Yoksa göreve giden timlerden haber mi gelmişti? Aklında bu sorularla kışlaya varıp alay binasının önünde duran aracından indiğinde, kendisini karşılayan Albay’ın elini sıktı.

“Albay, bir sorun mu var?” Ona merakla, endişeyle bakıyor, buna da engel olamıyordu. Nazenin’in gözlerinde beliren duyguların farkına varan Kutluhan Albay ise onun sırtını sıvazlayıp yok bir şey kızım. Herkes iyi demek istese de bunu yapamazdı. Başıyla içeriyi işaret ederken, “İçeri geçelim,” diyerek yürümeye başlayabilmişti sadece. İlk katın koridorunu geçip merdivenlerden aşağı yöneldiler ve harekât merkezi olarak kullanılan yüksek güvenlikli odaya girdiler. Kapının kapanmasıyla da Albay konuşmaya başladı.

“Geçen aylarda köylere baskın yapan terörist grubu yönetenlerin peşine düştük, biliyorsunuz.”

“Evet,” diyen Nazenin bir yandan da karşısında duran dev ekrana doğru bakarak ilerliyordu. Pençe Timi’nin miğferlerindeki kameralardan ekrana yansıyan görüntüleri izlerken, Albay’ın sözlerine devam ettiğini işitti. “Onları saklandıkları bir sığınakta bulduk. Şimdi Pençe Timi sığınak olarak kullandıkları bu yeraltı tüneline girecek.” Bedeni kaskatı kesilen Nazenin, sırtından soğuk soğuk terler aktığını hissetmeye başlamıştı.

“Bu, çok riskli değil mi Albay?” derken endişesini gizleyemeyerek bakmıştı adama. Kutluhan Albay ise belli belirsiz bir tebessümle karşılık verirken, “Biz onları, böylesi zorlu görevler için yetiştirdik Sayın Vali’m. Allah’ın izniyle muvaffak olacaklar,” demiş ve ekranın karşısındaki kocaman masanın başında duran koltuğu işaret etmişti. Nazenin, oturup oturmamak arasında kaldıysa da bacaklarındaki uyuşmaya karşı koyamayıp koltuğa oturdu. Ayakta kalmak için direnirse, bacaklarının dermanı iyice kesilecek ve yere kapaklanacaktı. Biliyordu. Parmaklarını birbirine kenetleyip zar zor soluklanırken, Metehan Binbaşı’nın sesini duydu.

“Giriyoruz,” demesiyle karanlığın içine ilerlemeye başlamaları aynı anda olmuştu. Tünele en önde giren tabii ki tim komutanı Metehan Binbaşı’ydı ve Nazenin, onun sırtını Yusuf Yüzbaşı’nın miğfer kamerasından görüyordu. Birkaç saniye ona dikkatle bakarken, duyduğu silah sesiyle irkilip masanın kenarını sımsıkı tuttu ve dişlerini birbirine kenetledi. Metehan karşısına çıkan bir teröristi vurmuştu ve hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyordu. Tam o esnada silah sesleri peşi sıra gelmeye başladı. Gözlerini kapatıp derin nefes alan Nazenin, korkularının aklını bulandırmasına engel olmaya çalışarak sakin kalmak için çabaladı. Dua etti tüm kalbiyle. Hepsi oradan sağ salim çıksın diye yakardı yaradana.

Yeniden gözlerini açtığında, Yusuf’un kamerasına yansıyan Metehan’ın kamuflaj boyalı yüzünü görünce boğazı düğüm düğüm oldu. Dikkatle, korkuyla ve delicesine bir özlemle bakarken sevdiği adama kolunu sıyıran kurşunu anbean görerek ayağa fırladı.

“Vuruldu mu?” Sesi endişelerinin, korkularının aksine buz gibi ve sakin çıkmıştı. Nazenin bile anlayamamıştı ses tonundaki bu sakinliği ve bu yüzden afallamıştı. Avuç içlerini masaya dayayıp gözünü kırpmadan ekrana bakmayı sürdürürken Albay’ı işitti.

“Hayır. Kurşun sıyırdı.”

Bir saat. Tam bir saat boyunca öylece durup izledi operasyonu. Metehan’ın silahından çıkan mermilerle yere düşen teröristleri gördü. O teröristlerin cansız bedenlerinin yanından hiçbir şey yokmuş gibi geçen adamı izlerken, içini ürperten soğukkanlılığına tanık oldu. Karşısında hiç görmediği, bilmediği ve tanımadığı bir adam vardı. Duygularından arınmış, sadece görevine odaklanmış bir adam. Profesyonel bir asker.

Bazı şeyleri bilmekle ya da duymakla görmenin aynı şey olmadığını ilk kez bu kadar keskin çizgilerle hissetti. Bu duygu ve düşüncelerle geçen bir saatin sonunda, girdikleri tünelde aradıklarını bulan tim, köylere baskın yapan grupların elebaşlarını da alıp dışarı çıktığında, soluk aldı sanki. Doğrulup dimdik durarak ekrana bakarken “Şükürler olsun,” dedi dudakları usulca.

“Görev başarıyla tamamlandı Komutanım. Eve dönüyoruz,” diyen sesi kulaklarına hapsedip, o sevdiği tınıyı hep içinde saklamak istedi Nazenin. Ama Metehan’ın şu anki ses tonu hiç de sevdiği adamınkine benzemiyordu. Donuk, duygusuz, resmi hatta öfkeliydi. Albay, “Elinize sağlık aslanlar,” deyip bir an durduğunda, Metehan’dan cevap geldi.

“Sağ olun Komutanım.”

“Vali Hanım da operasyonu canlı olarak takip etti. O da sizleri tebrik ediyor.” Kutluhan Albay’ın bu sözleri söylemesiyle Pençe Timi’nin bakışları komutanlarına dönmüştü. Haliyle bütün miğfer kameraları da Binbaşı’yı gösteriyordu. Nazenin pürdikkat ona bakıp ne diyeceğini beklerken, yüzünde yaşanacak bir parça değişime muhtaç hissetti kendini.

Ancak Metehan’ın ne sesi çıktı ne de yüzünde bir değişim yaşandı. Sadece başını sallayıp ensesinden tuttuğu teröristi sürükleyerek görüntüden çıktı. Kutluhan Albay, ikilinin arasında bir süredir devam eden bu sessizliğin sebebini çözebilmiş değildi. Merakla, belki bir ipucu yakalarım umuduyla Vali Hanım’a baktı ama o da çoktan arkasını dönmüş kapıya ilerliyordu.

“Sağ olun Albay. Kolay gelsin,” diyerek odayı terk eden kadının ardından bir süre daha bakakaldı. Ne olmuştu? Ne olmuştu da aralarındaki sevgi böylesine büyük bir zedelenme yaşamıştı? Belki de bitmişti. Anlayamıyordu.

Tıpkı Albay gibi Pençe Timi’nin üyeleri de hiçbir şey anlayabilmiş değildi. Komutanlarının gerginliğini önce operasyondan dolayı sanmışlardı ama operasyona çıkmadan önce de keyifsiz olduğunu fark etmişlerdi. Kaşları göz kapaklarına kadar çatık, suratı asık, sesi donuktu. Toplantılar dışında odasından çıkmıyordu ve Vali Hanım’la da görüşmüyordu.

“Vali Hanım’ı koruma görevinin geri çekilmesinden mi canı sıkkın ki?’ diye de sormuşlardı birbirlerine ama cevabın o olmadığını da anlamışlardı. Görevden geri çekilmeye kızsaydı da Vali Hanım’ı görürdü. Evine girip çıkardı. Ancak Metehan komutanları bunların hiçbirini yapmamıştı. Neler olduğunu sormaya yeltendiklerinde ise soruları kesin ve keskin bir bakışla yok etmişti. O yüzden Tim de sessiz kalıp susmuştu. Komutanlarının mutsuzluğuna tanık olmak zor gelse de saygıdan susmuşlardı.

Onlar görevden dönmek için son hazırlıklarını yaparken Nazenin ise evine geçip duş almak için banyoya girdi. Daha o anda da aklına gelen anıları kovma isteğiyle gözlerini kapattı. Şu an duş alıp dinlenmek dışında hiçbir şey yapmak ya da düşünmek istemiyordu. Hele ki Metehan’ı, yarım saat evvel kendisini yok sayan ifadesini düşünmek istemiyordu.

Gözlerini aralayıp üstünü çıkarmaya başlayacakken, yeniden aklına üşüşen rüya gibi hafta sonunu ise hiç düşünmek istemiyordu. Ancak zihni, kendisine ihanet etmekte kararlıydı. Sürekli o hafta sonuna gidiyor, durmaksızın bu banyoda yaşadıkları anları hatırlatıyordu.

Yaklaşık Bir Buçuk Ay Önce

Omzunun kenarında ve kolu hizasında usulca gezinen parmakları hissederek mırıldandı kadın. Metehan, elinin tersini Nazenin’in pürüzsüz teninde gezdiriyordu ağır ağır. Ve gözünü kırpmadan kadını izliyordu, soluksuzca.

Bu sırada yattığı yerde usulca kıpırdanan Nazenin gözlerini zorla aralarken nerede olduğunu anlamak ister gibi etrafa baktı. Saniyeler içinde gözünün önüne gelen görüntülerle kıpkırmızı kesilirken kulağının dibinde patlayan boğuk kahkaha sesini duydu. Başını hafifçe çevirdiğinde ise kendisini dikkatle izleyen ve gülen adamı gördü. Sevdiği adamı. Birkaç saat önce seviştiği, her dokunuşuyla kendinden geçtiği adamı.

“Kızardı yine yanakların. Ne oldu, yoksa hatırlayınca utandın mı?” diye fısıldanan soruyla yüzünü buruştursa da gülmeden edememişti. Ona doğru dönüp sol omzunun üstüne yatarken, gözlerini Metehan’ın gözlerine kilitledi. Az evvel teninde gezinen elini tutup parmağındaki o aile yadigârı yüzüğe dokundu bilinçsizce. Yüzüğün yüzeyinde bir parmağını gezdirirken adamın gözlerinde kaybolmaya devam ediyordu.

Aklını biraz daha toparladı ve dudaklarını aralayıp, “Neden utanacakmışım? Sevdiğim adamla seviştim diye mi utanacağım? Yok canım… Hiç de utanmıyorum. Aksine, bu kadar güzel sevişebildiğimiz için bizimle gurur duyuyorum,” dediğinde, Metehan gecenin bir yarısı olmasını falan umursamayıp yeniden basmıştı kahkahayı.

“Sen var ya sen…” deyip kahkahalarını dindirmeye çalıştığı sırada, Nazenin kucağına çıkıp oturmuş ve üstlerindeki yorganı tek hamlede atmıştı. Gülüşleri onun bu yaptığıyla dinen Metehan, loş ışığın altında gözleri önüne serilen vücuda baktı. Baktıkça içi gitti. Soluğu kesildi. Boğazı düğümlendi.

Kadının kalçalarını kavrayıp okşarken, fısıldadı. “Çok güzelsin.” Kısa bir soluk alıp, “Akıl falan bırakmıyorsun,” derken göğsüne sürtünen göğüsleri hissederek resmen irkildi. Kasıklarının tam üstüne oturup bir de tenini tenine sürüye sürüye koynuna giren kadını sıkıca sararken zevkle inledi.

Nazenin’in kalçalarını yeniden kavrayıp usulca sıkarken, “Ömrünü ömrüme, adını gönlüme, tenini tenime yaz kadınım. Öyle bir yaz ki mahşere kadar silinmesin,” diye fısıldayıp onu yeniden kasıklarının üstüne bıraktı usulca. Bu sırada birleşmeye başlayan bedenlerini hissederek kıpırdanan Nazenin bacaklarını daha da ayırmış ve onu içine almak için usul usul geri kaymaya başlamıştı.

Dudaklarının arasından kopan iniltileri keyifle dinleyen Metehan, gözünü kırpmadan kadınını izliyordu. Bedeninde santim santim aşağı kaydıkça sertleşmiş uzvunu içine alıyordu. Bir an bile duraksamadan, tedirgin olmadan, korkmadan ve zevk aldığını belli edercesine yapıyordu bunu.

Bedenleri tamamen birbirine karıştığında durup soluklanan Nazenin, kirpiklerini kırpıştırıp gözlerini araladı. Çenesini göğsüne dayadığı adamın gözlerini görebilmek için gözlerini yukarıya doğru dikti. Alev alev yanan kahve hareleri gördüğünde ise içinde yeni bir arzu patlaması yaşamıştı. Usulca kıpırdandı önce. Kendini de sevdiği adamı da yeni bir sevişmeye hazırladı yavaş yavaş. Sonra göğsünden ayrıldı adamın ve dimdik durarak kasıklarının üstüne oturdu.

İçini dolduran ve neredeyse karnını zonklatan sertliği hissettiğinde güçlü bir çığlık koyvermiş ve başı geriye düşmüştü. Göğsünü ve sırtını örten saçlarını huysuz huysuz sallayıp soluklandı. Bu sırada bileğinde takılı olan tokayı hatırladı. Saçlarını tek hamlede başının tepesinde toplayıp hızla doladı. Topuz şeklini alan saçlarına tokayı geçirdi ve artık boşta kalan ellerini adamın göğsüne bastırdı. Poposunu usulca ayırdı bulunduğu yerden ve yine usulca indirdi aynı yere.

Metehan ise büyük bir dikkatle ve zevkle izliyordu kucağındaki küçük yaratığı. Saçlarını toplamasıyla tenini örten hiçbir şey kalmamıştı. Kucağında her salınışında göğüsleri de salınıyor, başının üstünde eğreti şekilde yaptığı topuzu oynaşıyordu. Kalçalarına uzanıp onları usulca sıkarken bir yandan da kadınını cesaretlendirmeye çalıştı. Daha sert, daha hızlı bir temas istiyordu bedeni. Ve istediği o teması, Nazenin tek başına versin istiyordu. Şu an bedeni de ruhu ve kalbi gibi itaat etmek istiyordu kadına.

Dokunuşlarıyla kıpırtıları artan kadının altdudağını ısırıp inleyişini izlerken, bedeni daha da sertleşti sanki. Başı geriye doğru düşmüş ancak avuç içlerini göğsüne bastırıp tırnaklarını da tenine geçirmişti Nazenin. Bağırmamak için ısırdığı dudağına uzanıp onu dişlerinin arasından kurtarırken, “Rahat bırak dudağını. Az daha ısırmaya devam edersen kanatacaksın ve ben kendine zarar verdiğin için sinirleneceğim,” dediğinde daha yüksek sesli bağırışını duydu.

“Aferin güzelim… Devam et… Hadi…” dedi sözleriyle de cesaretlendirerek. Nazenin, bu sözlerle ellerini Metehan’ın göğsünden ayırıp, kalçalarını saran ellerinin üstüne koydu. Ardından parmaklarını birbirine geçirdi. Parmaklarına dolanan parmakları sıkarken hareketleri de hızlanmaya başladı. Tamamen kendisinin ve içini dolduran adamın içgüdüleriyle yaptı her hamlesini. Metehan’ın boğazından yükselen inlemeler yol gösterici oldu. Sadece kendi hislerini değil, onun tepkilerini de takip etmeye çalıştı. Onun hoşuna gittiğini anladığı her darbeyi tekrarladı.

Bu sırada gözleri kapalı şekilde yerdeki yorganın üstünde uzanan Metehan ise aklına gelen anıyla homurdanır gibi güldü.

“Neye gülüyorsun?” diye nefes nefese soran kadına bakmak için gözlerini araladı. Az sonra söyleyeceklerini duyduğunda yüzünün alacağı ifadeyi görmek istiyordu.

“Hani parmağımı kestiğim gün bana, ‘küstah, sinir bozucu ve hiçbir zaman altta kalmayan gıcığın tekisin Binbaşı. Biliyor muydun?’ Demiştin ya,” demesiyle Nazenin de gözlerini araladı ve tutkuyla puslanmış yeşil harelerinin ardından sevdiği adama dikkatle baktı.

“Evet…” Metehan yeniden kıs kıs güldü.

“Bana o sözleri söylediğinde aklımdan geçenlerin şu an gerçek olmasına güldüm.”

Nazenin yavaşladı ve ona doğru eğilip dudaklarına sokuldu. “Ne geçti aklından… Şu an aklına geldiğine göre pek edepli şeyler geçmemiş. Söyle hadi…” Metehan keyifle mırıldanıp kadının belini aşağı yukarı hareketlerle okşadı.

“Altta kalmayan gıcığın teki değilim. Farklı konum ve koşullarda altında kalmaktan asla gocunmam demek istedim aslında. Bunu sesli olarak söylersem yüzünün nasıl kıpkırmızı kesileceğini, nasıl gözlerini kaçıracak yer arayacağını, o çok konuşan ağzının bile nasıl tutulacağını görmek istedim. Çok istedim ama… Erken söyleyeceğim sözlerim yüzünden ağzımın ortasına bir tane yumruk oturtacağını ve çekip gideceğini bilerek susmak zorunda kaldım.”

Nazenin kocaman açılan gözlerini Metehan’a dikmiş öylece bakıyor ve şu an bile duyduğu sözlerle kıpkırmızı kesiliyor, gözlerini kaçırıyor, hatta ağzını açamıyordu. Onun kalakalmış hâline bakıp gür kahkahasını serbest bırakan Metehan, bedenlerindeki sarsıntının sebep olduğu kasılmayı hissedince kahkahası tutkulu bir inlemeye dönüşmüştü.

“Altındayım işte… Ve hiç şikâyetçi değilim. Hadi… Devam et Naz!” derken avucu kadının poposuna uyarır gibi bir sertlikle indi. Poposuna inen tokadın etkisinden çok, odada duyulan tensel temasın sesi Nazenin’in aklını başına getirmişti.

Yeniden doğrulup az evvelki pozisyona geri döndü. Hareketlerine kaldığı yerden devam ederken, “Edepsiz adam… O aklından geçenlere hâkim olmaya çalışıyor musun?” diye carlamasıyla, Metehan homurtulu bir gülüş koyverdi yine.

“Bu saatten sonra… Bu geceden sonra mı? Hayır. Asla. Seni gördüğüm hiçbir anda normal bir anımızı düşünebileceğimi sanmıyorum güzelim. Düşünebildiğim tek şey çıplak bedenin ve bedenini keşfettiğim bu anlar olacak. Baş başa kalıp o anları tekrar yaşamak için sabırsızlanacağım. Daha da huysuz bir adam olacağım. Ta ki sana kavuşuncaya kadar. Ta ki tekrar tekrar rahatlayıncaya kadar.”

Sözleriyle Nazenin’in kasıldığını hissetti. Sözlerinin onu tahrik ettiğini böylece anlamış oldu. Onu ensesinden yakalayıp üstüne doğru çekerken, “Hoşuna gitti…” diye mırıldandı. Dudakları uzun bir öpücükle birbirine dolandığı esnada onu durdurmuş ve kendisi hareketlenmişti. Altta olmasına rağmen yaptığı hamleler ikisini de zirveye taşıyordu artık. İkisi de soluk soluğaydı. Nazenin göğsünü adamın göğsünün üstüne bırakıp yüzünü ise boynuna doğru saklamıştı.

Bedeni kasılmaya başlayınca Metehan’ın omuzlarını kavradı var gücüyle ve boyun girintisine doğru bir feryat koyverdi. Hemen ardından da Metehan’ın gür uğultusunu duydu. Birkaç küfür mırıldanan adamın sarsılışlarıyla kendi bedeni daha da sarsıldıkça tutunduğu omuzlara uyguladığı baskıyı arttırdı. İkisi de kendinden geçmişcesine bir tınıyla isimlerini sayıklıyorlardı. Vücutlarındaki tüm enerji yaşadıkları rahatlamayla çekilmişti de ellerini kaldıracak halleri kalmamıştı sanki.

Ne kadar süre öyle yattılar ikisi de bilmiyordu. Ancak Metehan komodinin üstünde duran saate baktığında gece yarısını geçtiğini gördü.

“Evin anahtarını ver. Üstüne bir şey giy ve hemen arkamdan gel. Duş alacağız. Ama üst kat komşularım evde. Senin üst kat komşuların ise nöbette,” deyip bedenlerini ayırdı ve sanki enerjisi hiç bitmemiş gibi ayaklandı. Üstüne bir tişört altına ise eşofman altı geçirip yatak odasının kapısına yöneldiğinde, hâlâ yerde sere serpe yatan kadına bakıp iç çekti.

“Hadi güzelim… Daha sabaha çok var. Şimdi yorulamazsın.” Elini uzatıp Nazenin’in tutmasını beklerken kadının yorgunluk belirtisi veren mırıltılarına gülüyordu.

“Hadi dedim… Yoksa omzuma atar götürürüm. Gecenin bir vakti apartmanda kimse yoktur.” Tehdidiyle ayaklanan Nazenin etrafına bakınıp üstüne giyecek bir şey aradı. Elbisesini bulacağına dair umudunu kaybedince, Metehan’ın dolabına ilerleyip bir tişört çıkardı ve giydi. Tişört kendisine elbise gibi olmuştu.

“Sabır ver Allah’ım. Bana sabır ver. Çünkü bu kadın bende ne varsa tüketiyor,” diye iç geçirerek evinin kapısını aralayan adama, kendi evinin anahtarını veren Nazenin kıs kıs gülüyordu. Metehan dairenin kapısını açtığı anda Nazenin de bulunduğu evin kapısını kapatmıştı. Anahtarı avuç içinde sıkıca tutarak kendi evine geçti. Bu kapıyı da kapattılar ve yeniden burun buruna geldiler.

Belini sıkıca kavrayan adamın boynuna kollarını dolamadan önce elindeki anahtarı gelişigüzel fırlatıp atmış, sonra da onun kucağına atlamıştı. Bacaklarının arasındaki sızıya inlese de gülmeden edememişti. Metehan’ın kucağında banyoya girip ilk önce onun üstündekileri çıkardı. Ardından kendi üstündeki tişörtü…

Usulca duşakabine ilerlerken bir elini arkaya uzatmış ve Metehan’ın elini sıkıca tutarak onu da peşinden sürüklemişti. Suyu açıp ısınmasını beklerken, beline dolanan elleri hiç bırakmayacakmış gibi sıkıca tuttu. Parmaklarını birbirine kenetleyip sırtını adama yasladı ve başını geriye yatırıp omzuna yattı.

“Nasılsın bebeğim?”

“Hiç bu kadar iyi olmamıştım desem…” dediğinde, Metehan’ın yüzünde gülümseme belirdi.

“Sen nasılsın?”

“Baştan çıkarıldığıma bu kadar memnun olacağım aklıma gelmezdi. Ayrıca hiç sözünün eri değilsin Nazenin Hanım. ‘İnsan bunu baştan çıkarmaya kıyamaz’ diyordun. Bakıyorum da çatır çatır kıyıyorsun.” Sözleriyle bu kez kahkaha atan Nazenin olmuştu.

“Sen de baştan çıkarılmaya dünden razıymışsın sevgilim. İradene alkış tutuyorum. Olmayan iradene.” Metehan da kahkahasını serbest bırakıp ona eşlik ederken, elleri de tekrar harekete geçmişti. Kadının bedenini okşamaya başladığı sırada ısınan suyu fıskiyeye yönlendirdi ve su üstlerine akmaya başladı.

“Sana iradem falan yok benim. Yokmuş yani. Bu gece anladım,” derken Nazenin’in ıslanan saçlarını sağ omzunda topladı. Sol omzunda oluşan açıklığa ise dudaklarını bastırdı usulca. Teninden akan ılık suyla dudakları ıslanırken, keyifle mırıldandı.

Duşakabinin kenarında duran şampuanı eline alıp biraz avucuna döktü. Sonra ağır ağır kadının saçlarına yaydı. Kocaman elleriyle başını iki yandan kavrarken, iri parmaklarıyla da saç diplerine masaj yapmaya başladı. Nazenin başını bir güzel saran eller ve parmakların rahatlatıcı etkisiyle kedi gibi mırıldanmaya başlamıştı.

“Hımm… Bunu migrenim tuttuğunda da yap olur mu? Çok iyi gelir.”

“Ben, sen ne zaman istersen yaparım da tutmasın o meret. Betin benzin atıyor, gözünün feri gidiyor. Benim de içim gidiyor. Kıyamıyorum, korkuyorum.”

“Her güzelin bir kusuru vardır Binbaşı… Ne yapacaksın benim promosyonum da o,” deyip kendi sözlerine gülerken, Metehan huysuz huysuz homurdandı ağzının içinden.

“Sivri dilini de ekle sen o promosyona. Laf ebesi olmanı da ekle… Arada bir de olsa hortlayan egon var mesela. Onu da ekle.” Nazenin kıs kıs gülüp bir yandan da Metehan’ın beline doğru vurmuştu.

“Söyle söyle içinde tutma. Belli ki baya şikâyetçisin benden.”

“Değilim… Ben seni böyle sevdim. Aldım kabul ettim. Başımın üstünde, gönlümün en güzel yerinde yerin var yavrum.”

“Gerçekten mi?” diye çocuksu bir sesle soran kadının şakağına bastırdı dudaklarını.

“Gerçekten. Ne şikâyet ederim, ne değişmeni isterim. Böyle çok güzelsin. Hep böyle kal kadınım.” Bu sefer duraksayan Metehan oldu. Bir anlık sessizliğin ardından Nazenin’in alnına dayadı dudaklarını.

“Ki zaten sen, herhangi biri için değişecek kadın değilsin. Olduğun gibi, kendin gibi, tanıdığım gibi kal. Her zaman,” derken kolları arasında dönen kadının beline doladı kollarını. Başını suya doğru geri yatırıp kendi kendine arınmasını sağlarken merakla yüzüne bakıyordu. Uzun uzun incelediği yüzü kaplayan sakallı yanaklarını okşadı usulca. Metehan ise hiç ses etmeden bekledi öylece. Baksın, incelesin, dokunsun, sevsin diye bekledi.

“Sor… Bir şey soracak gibi bakıyorsun. Sor da rahatla.” Nazenin yakalanmış olmanın hüsranıyla surat asıp parmaklarının ucunda ileri geri sallanırken, kem küm etmeye başladı.

“Hmm… Bir şey soracaksın ama soramıyorsun. Bu hiç senlik bir hareket değil yavrum. Ne geçiyor o cin fikirli kafandan? Neye takıldın ve soramıyorsun?” Nazenin bu kez sağa sola salındı ama daha fazla duramadı ve fısıldadı.

“Yani sen… Bu geceden önce… Yani benden önce… Gerçekten hiç kimseyle birlikte olmadın mı?” Metehan’ın tam da tahmin ettiği soruyu sormuştu. Başını geriye atıp bir kahkaha koyveren adam göğsü sarsıla sarsıla güldü bir süre. Sonra usul usul sessizleşip başını sevdiği kadına doğru eğdi.

“İnanması neden bu kadar zor geliyor bilmiyorum ama açık açık ve son kez söylüyorum; bu geceden önce, senden önce hiç kimseyle birlikte olmadım. Bunun sebebini doktorun odasında açıklarken çok ciddiydim. Kalpten sevmediğim bir kadınla, sırf birkaç dakikalık bedensel zevk uğruna birlikte olmadım. Böyle şeylerden hoşlanmıyorum. Tanımadığım bir kadının önünde çıplak olmak, onun bana, bedenime dokunması sadece mide bulandırıcı geliyor. Bırak zevk almayı, düşüncesinden bile haz etmiyorum. Çok ciddiyim,” derken yüz ifadesi bile değişmiş, yüzünde gerçekten midesi bulanırmış gibi bir hâl belirmişti.

Nazenin ona kocaman açılmış gözlerinin ardından bakıp kalırken şaşkınlıkla aralanan ağzını zorla kapatmayı başardı. Ciddiydi. Söylediği her şeyde ciddiydi ve gerçeği söylüyordu. Zaten hiçbir zaman yalan söyleyen ya da kıvıran bir adam olmamıştı ki. Her zaman dobra dobra doğruları söyleyen biriydi. İşte onun bu huyuna güvenip, doğru cevabı alacağını bilerek bir soru daha sordu.

“Bundan hoşlanmadığını nasıl anladın peki? Bunu anlamana sebep olan bir şey yaşadın ama değil mi?” Metehan burnunu ve alnını kırıştıracak kadar yüzünü ekşitince, Nazenin kıs kıs güldü.

“Şu an gerçekten bunu mu konuşacağız yavrum? Benim ilk deneyimimin nasıl bir hüsranla bittiğini mi?” Nazenin bu sözlerle gözlerini kısıp sevdiği adama baktı ve koluna sağlam bir tokat indirdi.

“Senin ilk deneyimin benim ve hüsranla biten hiçbir şey yaşamadık. Aksine hepsi çok zevkli bitti.” Metehan, koluna inen tokadın etkisizliğine gülüp, kadının ellerini kavradı ve onu adım adım fayans kaplı duvara doğru sıkıştırdı. Ellerini çapraz ve bilekleri üst üste gelecek şekilde başının üstünde birleştirdi. Üst üste duran bileklerini tek eliyle kavradı. Diğer eli ise öylece duvara dayalıydı.

Başını olağanca kaldırıp Metehan’ın gözlerine bakan Nazenin, bedenini örten bedenin görüntüsüyle titremişti.

“Yıllar evvel fark ettim. Harp Okulu’nun ilk senesiydi. Tatil denilince soluğu kadınların yanında almaya başlayan birkaç arkadaşımız vardı. Hangi akla hizmet bilmiyorum ama abinle ben de o arkadaşların peşine takıldık… Can kardeşim senin yediğin bokları şu an şu hâlde kardeşine anlatmak zorunda kalacağım hiç aklıma gelmezdi. Affet ulan.” Son sözleriyle kahkaha atan Nazenin altdudağını ısırmış hem kahkahasını dindirmeye çalışıyor hem de merakla onu dinliyordu.

“Neyse siktir et abini. Abinin özeli abinindir. O mevzuya niye girdiysem? Tövbe ya…” deyip kendi sözlerine gülmeye başlayınca, Nazenin bir kez daha kahkaha atmıştı.

“Bence de abimi boş ver. O beni ilgilendirmiyor. Karısı düşünsün çok isterse… Ki Birce de düşünmez. Direkt götünden kan alır diyeceğim de adamın götüne sıkan, götünden kan alan… Ayy ne götmüş ya. Bak yine mevzu döndü dolaştı abimin götüne geldi.” Bu kez ikisi de aynı anda kahkaha atmıştı. Bir süre bu muhabbete gülüp kendi aralarında eğlenmeye devam ettiler. Ancak gülüşmeleri son bulduğunda Metehan yine ciddileşti ve yeniden konuştu.

“Neyse… Ne diyordum?”

“Arkadaşlarınızın peşine takılmışsınız.” Hatırlatmadan sonra tekrar yüzünü ekşitti ve anlatmaya devam etti.

“Bok varmış gibi gittik. Sonra genç bir kadınla baş başa kaldım. Kaldım kalmasına da… Bende ne heyecan var, ne merak… Ne de o tarz bir duygu. Put gibi duruyorum. Derken kadın başladı soyunmaya. Ben hâlâ olduğum yerde duruyorum. Hani nasıl desem… Çıplak bir kadın bedeni, birçok erkeği tahrik eder değil mi? Merak edersin, arzularsın, dokunmak istersin… Ve gibi gibi…”

“Bende hiçbiri olmadı Nazenin. Kadını çıplak görmek midemin kaynamasına sebep oldu. Midem bulandı ve tek yapmak istediğim oradan çıkıp gitmekti. Ben de öyle yaptım. Kadın elini uzatmış bana dokunmak üzereyken, hatta göğsüme dokunup gömleğimi çekmeye çalışırken geri çekildim ve odadan çıkıp gittim.” Bir an durup kendisini pürdikkat izleyen kadının yanağını usulca okşadı. Aklına gelen şeyle resmen sırıtırken dudaklarına sokuldu ve fısıldadı.

“Hatta sana bir sır vereyim mi?”

Nazenin merakla yüzüne bakmaya devam etti. “Ver.”

Metehan aldığı cevaptan memnun şekilde daha da sırıtıp, “Kapının önüne çıktığımda Andaç’ı orada buldum,” demesiyle Nazenin’in yüzü birkaç saniye dondu. Ardından gözleri büyüdü. Ardından ağzı yine şaşkınlıkla açıldı. En sonunda güçlü kahkahası sardı banyoyu. Haykırırcasına gülüşüyle ortalığı inletirken, “Ne?” diye de bağırmıştı. Metehan onun bu tepkisiyle nefesi kesilene kadar gülerken bir yandan da anlatmaya devam etmek için uğraşıyordu.

“Benden önce kaçmış odadan. Hatta kadın, kaçmasın diye üstüne atlayacak olmuş. Andaç, canım can kardeşim çok büyük badireler atlatıp kurtarmış götünü. Vurulduğunda ‘Şerefsizler sıksın diye mi kurtardım ben, o kadından götümü Meto?’ diye bağırıyordu, manyak. Sonra dedim ki, ‘Oğlum sen evlisin. Lafını sözünü bil de konuş. Herkes yanlış anlayacak.’ Seninki bir durdu, yüzüme baktı. Sonra birkaç saniye kendi timiyle benim time baktı. Bu sefer de başladı, ‘Ben karımdan başkasına açmadım götümü, açamam da Meto. Kalsın kurşun içeride. İhanet edemem karıma,’ demeye.”

Nazenin artık nefesini kontrol edemez hale gelmişti. Kahkahaları bile sessizleşip iç çekmeye dönmüştü. Gözlerinden dökülen yaşlar yüzünü yıkıyordu resmen. Metehan ise kendi gözünden dökülen yaşları boş vermiş, onun yüzünü kurulamaya çalışıyordu. Duşta bunu yapıyor olması da absürt bir hareketti ama o an mantıklı düşünecek hâlde değildi.

“Bir de manyak herife erkek doktor aradık. Cahil misin oğlum sen? Tıpta ayıp yoktur diyorum. Yok efendim gösteremem diyor.”

“Ayy yeter. Yeter sus n’olur. Orta yerimden çatlayacağım artık,” diye soluklanan Nazenin alnını adamın omzuna yaslayıp soluklanmaya çalıştı.

“Sözün özü; o geceden bu geceye kadar bir daha kimseye yaklaşmadım. Çünkü kimseyi seni sevdiğim gibi sevmedim. Hatta yaşım ilerledikçe böyle bir sevgiye inancım bile kalmamıştı. Ama sen geldin… Kırılan inancım filizlendi, kalbim sevmeyi öğrendi, gözlerim gözlerini arar oldu. Aldığın her solukta huzur doluyorum sanki. Sana bakarken içim gidiyor. Nasıl sarsam, nasıl sevsem, içime nasıl saklasam diye düşünüyorum. Kimse seni görmesin, benden başka kimse sana bakmasın, dokunmasın istiyorum. Kıskanç bir adammışım meğer. Seninle öğrendim ben Nazenin. Sevmeyi de kıskanmayı da sevişmeyi de seninle öğrendim. Öğreniyorum…”

“Daha birbirimize öğreteceğimiz çok şey var Mete’m,” deyip adamın dudaklarına uzandı ve dudakları usulca birleşti.

***

Günümüz

Banyonun kapısına sırtını dayamış yerde öylece oturuyordu. Aklına dolan yaşanmışlıklar, gözlerinden yaş olarak süzülüyordu sanki. Kaç dakikadır buradaydı? Kaç dakikadır sessizce ağlıyordu? Hiçbir fikri yoktu. Zor da olsa ayağa kalkıp duşa ilerledi. O gecenin devamında yaşadıkları hiçbir ânı düşünmemeye çalışarak hızlıca duş alıp yatak odasına geçti. Ancak yatağı görmesiyle yeniden darmadağın olmuştu. Duştan sonra yatağında yaşadıkları anlar vardı bu kez zihninde. Sevişip koyun koyuna uyudukları yatağın ucuna, sanki dokunmaya bile korkar gibi oturdu. Sanki dokunursa o yaşananlar yok olup gidecekmiş gibi.

Kendine zihnen uyguladığı eziyete daha fazla dayanamayıp giyindi ve çıktı odadan. Doğruca salona ilerledi, koltuğa kıvrıldı. Ancak yine hatıralarının ihanetine uğradı. Metehan bu koltukta uyuyakalmıştı. Şimdi onsuz kalıp, onunla yaşadığı her ânı düşünmek ne acıydı. Kalbi resmen sızlıyordu. Elini kalbinin üstüne koyup soluk almaya çalıştı.

“Geçecek…” diye fısıldadı kendi kendine. Yine yalnızdı ve yine kendini avutmaya çalışıyordu. Bu, her şeyden daha acı olandı. Yalnızlık hem acı hem de en gerçek şeydi. Zorla kapatıp gözlerini uyumaya çalıştı. Yoksa ağlayacaktı. Yoksa evi öfkeden talan edecekti. Uykunun dingin sularına bırakmak istedi kendini. Fakat bu ne mümkündü. Hele ki kapısı çalarken. Uyuşuk uyuşuk ayaklanıp asık bir yüzle kapıya ilerledi ve delikten baktı. Üst kat komşusu Figen Hemşireyi ve Yeliz öğretmeni görünce kilitleri açıp kapıyı araladı.

Figen biraz mahcup bir ifadeyle bakıyordu. “Sayın Vali’m, akşam akşam rahatsız ettik ama…” deyip soluk alırken omuzları düştü ve gözleri yaşlarla doldu.

“Nazenin abla… Onlar iyi mi?” Operasyonu izlediğini öğrenen iki genç kadına bu bilgiyi nasıl edindiklerini sormak istese de vazgeçti. İkisine de tebessüm ederek tıpkı bir abla edasıyla ellerini tutup okşadı.

“İyiler ve dönmek için hazırlıklara başladılar. Belki de şu an buraya varmak üzereler. İçinizi ferah tutun,” dedi Nazenin. Bu sözlerin ardından Figen ve Yeliz boynuna atılıvermişti. İkisini de sımsıkı sarıp sırtlarını şefkatle okşarken gülüşü büyüdü. Bu iki kadın ve Nuran Hoca… Kendisine yol arkadaşı, dert ortağı olmuştu.

“Hadi toparlanın. Yüzünüz gülsün biraz. Geliyor kocalarınız,” deyip kıs kıs gülmekten kendini alamadı. Hanımlar al al olup kıkırdayınca sessiz gülüşleri kahkahalara dönmüştü. Nazenin kahkahalarını dindirip, “Hadi gidin gidin. Ben sizi alıkoymayayım. Hazırlık falan yaparsınız,” derken saçını şuh bir şekilde savurdu. Figen ve Yeliz genç kızlar gibi yeniden kıkırdadılar. Onlar merdivenlere yönelip gitmeye hazırlanırken, Nazenin de tam evine girmek üzereydi. Figen yeniden yüzünü ona dönüp elini cebine attı ve bir anahtar çıkardı. Anahtarı mahcup bir ifadeyle uzatırken gözlerini kaçırdı.

“Metehan abi, önemli bir şey olur da eve girmek gerekirse diye anahtarını bana bırakmıştı. Ama bence sizde durmalı.” Nazenin kısa bir süre anahtara bakıp kalsa da onu aldı ve avucuna sıkıca sakladı.

“Teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Yeliz yanına doğru geldi ve tıpkı az evvel onun yaptığı gibi elini tuttu.

“Ne oldu bilmiyoruz ama… Umarım her şey düzelir. Ve belki de düzelmesi için sizin de…” duraksayıp göz ucuyla Figen’e baktıktan sonra yeniden Nazenin’e odaklandı.

“Sizin de hazırlanmanız gerekiyordur.” Bir an yine sessizlik oldu ve gülümsedi Nazenin. Buruk, kırık, acılı bir gülümsemeydi bu.

“Beni, benim silahımla mı vuruyorsunuz hanımlar?” Sorusuyla bu kez Figen söze girdi.

“Hayır… Metehan abiyi vurmanızın yolunu gösteriyoruz. Kadın olarak ve oldukça kadınsı şekilde.” Nazenin şaşkın bir hâlde bakıp kaldıktan kısa süre sonra toparlanmayı başarıp, “Siz az değilsiniz. Hatta çok fenasınız. Az sonra bana jartiyer falan getireceksiniz diye korkmaya başlıyorum,” dediğinde kızlar yine kıs kıs güldüler.

“Hayır, fena falan değiliz. Sadece… Bir erkeğin aklını ele geçirip, saf duygularını ortaya çıkaracak o yolu biliyoruz diyelim,” diyen Figen Hemşire, Yeliz öğretmenin koluna girip gözden kaybolurken bu kez Yeliz’in son sözlerini duydu.

“Hele de uzun süre sonra görevden dönmüş bir adamın aklını almak pek de zor olmamalı. Biraz çıplak olmak yeter gibi. Dilinin bağı da gerçek duyguları da seriliverir önünüze.”

Nazenin bu sözlere gülse mi üzülse mi bilemiyordu. Kızların ima ettiği gibi bir yakınlaşmayla, çıplaklıkla falan çözülmezdi onların arasındaki. Daha zor ve can yakıcı şekilde çözülürdü ki zaten şu an çözülsün istiyor muydu? Bunu da bilmiyordu.

Avucuna sakladığı anahtarı hatırlayıp ona bakmaya başlarken gözleri anahtar ve kapı arasında gidip geldi. O eve bir buçuk ay sonra Metehan’dan habersiz girmek doğru değildi ama… Kokusunu özlemişti sevdiği adamın.

Koynuna sokulup da alamazdı o kokuyu. Hasret gideremezdi. Hasretini dindirmek için ise elindeki tek çare bu küçük anahtardı. Evinin kapısını çekmeden önce kapının ardından kendi anahtarını aldı. Sonra kapıyı kapatıp karşı daireye ilerledi. Küçük, güvensiz ve titrek adımları durdu. Anahtarı yuvasına oturtup çevirdi ve kapı açıldı.

İçeri girip koridorun ışığını yaktığı sırada burnuna dolan kokuyla gözleri de doldu. Yer gök Metehan kokuyordu. Kapıyı kapatıp yaslandığı anda aklına yine ilk geceleri geldi. Burada, tam da burada başlamıştı her şey. Sonra Metehan’ın kucağında yatak odasına gitmişti. Gözleri önünde çırılçıplak kalıp, bedenlerini bir etmişlerdi aşkla.

Yatak odasına girdiğinde o anları da yeniden yaşadı zihninde. Usulca yatağın ucuna oturup gece lambasını yaktı ve odaya baktı sessiz sessiz. Gözlerinden düşen yaşları silmekle uğraşmadan ağladı. İçinde kalan, yara olan her şeye ağladı.

Dakikalar sonra ayaklanıp evi terk etmeye hazırlanırken gözüne ilişen deftere baktı. Titreyen ellerini uzatıp aldı. Bu defterin ne olduğunu ne için olduğunu bilmiyordu ve merakına yenik düşmüştü. Ciltli kapağı kaldırıp sayfaları çevirdiği anda Metehan’ın el yazısıyla karşılaştı.

Bir rüzgâr esiyor gönlümden sana.

Beni durmaksızın sana itiyor.

Karşı koymak çok zor.

Zaten karşı koymak istiyor muyum diye sorsan…

Cevabım ‘hayır’ olur.

Yazının üstündeki tarihe baktığında kalbi yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Bu satırları okul ziyaretine gittikleri gün yazmıştı. Kendisi için yazmıştı. O zamandan beri gönlünde yer ettiğini anlayınca, hızlandı gözündeki yaşlar.

Sayfayı çevirdiğinde yeni bir yazı karşıladı Nazenin’i.

Gözlerin…

O yemyeşil gözlerin en karanlık, en umutsuz gecemi aydınlatıyor sanki.

Ve sen, muazzam göründüğünü söylediğin Dolunay’dan daha güzelsin. Çünkü senin ışığının kaynağı bir yansıma değil.

Senin ışığın yüreğinden geliyor…

Tarihe baktı hemen ve bu yazının kaleme alındığı günü hatırlamaya çalıştı. Kısa süre düşününce de hatırlamayı başardı.

Görevden döndük demek için kapısını çaldığı geceydi. Metehan’a kahve yapmıştı. Hatta kendisi kahve yaparken, Metehan kısa süre uyuyakalmıştı koltukta. Onu usulca uyandırıp kahveyi ikram etmiş ve karşılıklı oturup sohbet etmişlerdi. Sonra Metehan gitmişti ancak balkonlarına çıkıp sigara içmeye başladıklarında dolunayın güzelliğinden bahsetmişti. İşte o gece yazmıştı bu satırları.

Titrek bir nefes alıp iç çekerken defteri göğsüne bastırıp sıkıca sarıldı. Sanki ona sarılır gibi sarıldı. Başı önüne düşmüş, gözlerini kapatmış halde durdu öylece. Kapattığı gözlerinden bile yaşlar süzülürken yanaklarına diğer sayfalarda da yazılar var mı diye merak etti ve biraz olsun toparlanıp çevirdi sayfaları. Ve diğerlerine göre daha uzun bir yazıya denk geldi. Gece lambasının loş ışığında her kelimeyi okumaya başladı.

Günaydın kadınım…

Güneş doğmak üzere… Benim olduğun, senin olduğum gecenin ilk sabahındayız.

Ben bu satırları yazarken sen tüm güzelliğinle uyuyorsun koynumda.

Saçların dalga dalga göğsüme serilmiş… Tenimi gıdıklıyor usulca.

Kokun… Kokun kadınım…

Hiç duymadığım kadar güzel ve eşsiz.

O da tenime karışmış. Her soluğumda boğazımı yakıp geçiyor. Gönlümü ayağa kaldırıyor.

Az sonra gözlerin aralanacak ve bana biraz şaşkın, biraz utangaç bir ifadeyle bakıp ‘günaydın’ diyeceksin. Bu kısacık ânı görmek, yaşamak için delicesine bir arzu duyuyorum.

Bir de heyecan… Hem de öyle bir heyecan ki tarifi yok.

Sanki küçük bir çocuğum da bayram sabahına uyanmışım gibi.

Az sonra aralanınca gözlerin… Gözlerimi görünce yeni günün ilk saniyelerinde… İlk bana bakıp, bana konuşunca sen… Bayram edecek çünkü yüreğim.

Seni yeniden ve daha fazla sevmek için doğacak bundan sonra güneş. Seni daha çok sevip sarayım, sana kavuşayım, tenin tenime mühürlensin her gece diye batacak sonra.

Velhasıl… Seni seviyorum…

Nazenin… Nazlı yarim… Kadınım…

Seni çok seviyorum.

Hadi uyan… Uyan artık da hasret kaldığım gözlerinin yeşiline kavuşayım.

Birlikte oldukları gecenin sabahında yazdığı satırlarla gönlü dolup taşmıştı sanki. Nefesi teklemiş, kalp atışları ritmini şaşırmıştı. Böylesine bir aşkla sevildiğini okumak içindeki yaralı sevdaya merhem mi oluyordu yoksa o yarayı daha da mı kanatıyordu, bilmiyordu.

Defteri kapatıp onu bulduğu yere geri bırakacakken sayfalar kendiliğinden dönüverdi. Deftere yazılmış olan son yazı böylece açıldı. Bu yazıdan sonra hiçbir şey yazmamıştı defterine. Yazdığı son yazıya bakıp, ilk satırları okuduğu anda dudaklarının arasından istemsizce acı dolu bir inilti yükseldi.

Çünkü aynen şöyle diyordu Metehan…

Kalbim kırık sana sevgilim…

İlk vazgeçtiğin ben olduğum için dargınım sana.

Gönlüm yorgun…

Sen kaçmayı seçerken, bana ‘git’ derken hiç düşünmeden, sevdamız için savaşıp duran gönlüm artık yorgun.

Geçer mi bu kırgınlık, iyileşir miyim kırıldığım yerden bilmiyorum. Ya da sen, boynu bükük kalbimi, öksüz kalmış bedenimi iyi etmek için uğraşır mısın? Onu da bilmiyorum.

Tek bildiğim ve hissettiğim…

Canımı yakan, gönlümü kavuran acı ve kırılmışlık.

Oysa ben seni ömrümün sonuna kadar sevmeye yemin etmiştim o gece.

Oysa sen söz vermiştin bana…

Sözlerin uçtu da benim bu acı dolu yazılarım kaldı geriye.

Senden geriye bir tek bunlar kaldı…

Defteri telaşla kapatıp yerine koyarken titreyen ellerine hâkim olamıyordu. Ellerini birbirine kenetleyip iki büklüm olacak şekilde alnını dizlerine dayadı. Sessiz gözyaşları artık sesli iç çekişlere dönmüştü. Dakikalar akıp giderken Nazenin sadece ağladı. Metehan’ın kendisinden habersizce onun için yazdığı her satıra ağladı. Aşkına, sevgisine ağladı. Gönüllerinde kırık dökük kalan o sevdaya ağladı. O, kapıyı çekip giderken ağlamamış, tutmuştu kendini ama sonrasında çok ağlamıştı.

İlk vazgeçtiğin ben olduğum için dargınım sana diye yazmıştı ancak ilk vazgeçtiği değildi Metehan. Aslında Nazenin, ilk kendinden vazgeçmişti. Canı yanacağını bile bile, kalbinin kan ağlayacağını bile bile önce kendinden geçmişti.

Dizlerine dayadığı yüzünü kaldırıp nefes aldı peş peşe. Ciğerleri yanıyor, sancıyordu her soluğunda. Yatak odasında yine gözlerini gezdirince buna daha fazla dayanamayacağını anlayıp ayaklandı. Gece lambasını kapatmak için uzandığı sırada gözleri yeniden o deftere ilişmişti. Ve yanında duran kaleme.

Bir kez daha düşünmeden kalemi eline aldı. Defteri de alıp, en son okuduğu satırların devamındaki boş sayfayı açtı. Yatağın ucuna ilişti tekrar. Gözyaşları, peşi sıra yaprağa düşerken yazmaya başladı.

Kalemi kâğıttan ayırdığında, deftere uzunca bir yazı yazmıştı. Gözünden düşen yaşlar sayfayı ıslatmış, hatta bazı harflerin üstüne düşüp mürekkebini akıtmıştı. Ama umursamadan kapattı defteri. Onları bulduğu anki gibi bırakıp, gece lambasını söndürdü ve yatak odasından ayrıldı. Evin kapısını açıp gidecekken ise hiç beklemediği bir şey oldu. Kapı kilidine dışarıdan bir anahtar yerleşti, kilit döndü. Kapı aralandı. Birkaç saniye öylece aralık kalan kapıya bakan Nazenin de donup kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu. Aklı durmuştu sanki.

Metehan’ın evine ondan habersiz girmişti ve çıkamadan yakalanmıştı. Ne rezil bir durumdu. Eve niye izinsizce girdiğini düşünüp kendine kızarken kapı şiddetle arkaya doğru açıldı ve yüzüne doğrultulan silahı gördü. Bir an gördüğünü idrak edemese de yerinde irkilmişti. Metehan birkaç adım ötesindeydi ve silahını yüzüne doğrultmuştu.

Kaşları çatık, yüzü gergin, gözleri buz gibiydi. Saçı sakalı uzamıştı. Güneş ışınları kendisine pek merhametli davranmadığından yüzü yanmış, ten rengi daha da kavruk bir hâl almıştı. Donuk ve temkinli bakan gözleri saniyeler içinde şaşkınlığa bürünürken silahını indirdi. Emniyetini kapattı ve içeri girip kapıyı da kapattı. Silahını uygun bulduğu ilk yere bırakıp sert ve gürültülü adımlarla, gözünü bile kırpmadan, oldukça öfkeli şekilde yürüdü Nazenin’in üstüne.

Burun buruna geldiğinde durdu ve başını eğdi. Gözleri daha yakından buluşunca, kadının yüzündeki ıslaklığı, gözlerinin beyazında beliren kızarıklıkları, şişen göz kapaklarını ve gözaltlarını fark etti. İçi bu manzarayla lime lime olsa da hissettiği öfkeye karşı koyamadı.

“Senin burada ne işin var?” Nazenin cevap vermedi. Veremedi. Çünkü verecek bir cevabı yoktu.

“Ya vursaydım Vali Hanım? Seni terörist sanıp vursaydım ne olacaktı? Evimin kapısını kaç kere kilitlediğimi sayan adamım ben. Elime aldığım silahın içinde kaç mermi olduğunu ağırlığından bilirim. Arkamdan biri geliyorsa görmeme gerek yoktur. Adım mesafesini bile bilirim. Sen, benim gibi bir adamın, bir askerin evine nasıl habersiz girersin? Delirdin mi?”

Bağırışıyla anlık olarak gözlerini kapatan Nazenin hâlâ sessiz kalmaya devam edince, Metehan hepten sinirlenmişti. Kadının çenesini kavrayıp başını kaldırdı ve gözleri tekrar buluştu.

“Susma karşımda… Cevap ver…” Yaşlarla puslanan yeşil harelere bakarken canı yanıyordu oysa. Ve çok korkmuştu. Onu vurabilme ihtimali kanını dondurmuştu sanki. Bu yüzdendi öfkesi. Ona zarar verme ihtimalindendi.

“Ya cevap ver ya da git…” Nazenin usulca başını sallayıp bir adım geri giderek uzaklaştı Metehan’dan. Yanından hızlı ama temkinli adımlarla geçti.

Nazenin kapıyı açıp tam dışarı çıkacağı esnada, Metehan sözlerinin ne kadar ağır ve kırıcı olduğunu ancak idrak edebilmişti. Ona tıpkı onun gibi git demişti. Canı yanınca, korkunca şu kahrolası dilinin hiç ayarı olmuyordu. Nazenin’in düşmüş omuzlarına bakıp, pişmanlıkla inlememek için dilini ısırdı.

“Öyle demek iste…” sözlerini tamamlayamadan kadının eli havalanmış ve söyleyemediği o sözleri bıçak gibi kesmişti.

“Teşekkür ederim… Haddimi bildirdiğin için. Durmam gereken yeri unutmuşum.” Sesinin titremesine engel olmaya çalışarak zar zor söylediği sözlerin ardından evine girip kapıyı kapattı. Boğazından yükselen iç çekişi bastırmak için, Metehan sesini duymasın, ağladığını anlamasın diye altdudağını var gücüyle ısırdı. Doğruca odasına gidip yatağa attı bedenini ve tutmaya çalıştığı iç çekişlerini serbest bıraktı.

Metehan ise yaşananların şokunu atlatamıyordu. Görevden dönünce Nazenin’i göreceğini biliyordu elbet ama evinde göreceğini aklına bile getirmemişti. Uzunca bir süre ağladığını belli eden yüzünü hatırladıkça duvarları yumruklamak istiyordu.

“Senin ben dilinin ayarını sikeyim Metehan,” diye fısıldarken gözlerini kapatıp yüzünü öfkeyle sıvazladı.

Haftalar sonraki karşılaşmaları daha büyük bir kaosa sebep olmuştu ve ikisi de bunu en can yakıcı şekilde yaşamıştı. Bu kez git diyen taraf Metehan’dı. Geride kalıp sevdiği kadının gidişini izlemişti. Nazenin ise üç harften oluşan kısacık kelimenin ne kadar ağır ve yaralayıcı olduğuyla yüzleşmişti.

İçini çeke çeke, sarsıla sarsıla ağlarken dudaklarından çıkan iniltili sesleri yatak odasının duvarını paylaştığı adam duymuştu. Metehan ve Nazenin’in yatak odalarını tek bir duvar ayırıyordu. Haliyle ağlama sesini duymak zor değildi.

Metehan yatak odasına girip bu sesi duyunca gönlündeki harlı ateş daha da alevlenmişti sanki. Karanlık odada yatağın ayakucuna oturup bir süre sesi dinledi. Ama Nazenin’in ne iç çekişleri son buldu, ne de gözyaşları dindi.

Buna daha fazla dayanamayan Metehan hızla evini terk ederken, başucunca duran defteri de görmemişti, içinde yazanları da. Hiçbir şeye bakmadan, sadece kaçma dürtüsüyle gitmişti evinden.

***

Metehan ile yaşadıkları o andan sonra bir daha hiç karşılaşmamışlardı. İkisi de ya eve hiç gelmiyor ya da çok geç geliyorlardı. Birbirlerinden köşe bucak kaçarken işlerine devam edip, özel hayatlarındaki bu karmaşadan uzaklaşmaya çalışıyorlardı.

Şehir merkezine yakın bir ilçedeki davete katılan Nazenin, dönüş yolunda her zamanki gibi aracının sağ arka koltuğunda oturuyor ve camdan dışarı bakıyordu. Güneş batmaya yakın bir konumdaydı ama öğlen sıcağının yeryüzüne bıraktığı etki hâlâ devam ediyordu. Dalgın gözlerini dışarıdaki bomboş tarlalarda gezdirirken iç çekti. Hepsi yalnızlığına terk edilmiş gibi öylece duruyordu. Bu toprakları verimli hâle getirecek bir yol var mı acaba? Sorusu kafasında dönerken kolundaki saate baktığında saatin öğleden sonra dördü gösterdiğini gördü. Kısacık bir ânın ardından gözlerini saatinden ayırıp telefonunu eline aldı ve yardımcısı Ekrem’i aradı.

Bu toprakların atıl şekilde kalmasını istemiyordu. Kış mevsiminin uzun ve yaşamı etkileyecek kadar yoğun olduğunu bu kışı burada geçirerek anlamıştı. Ancak belki de buralarda yapılacak başka tarımsal çalışmalar vardır düşüncesiyle Ekrem’i arıyordu. Telefonu ikinci çalışında cevaplandığında hemen söze girdi.

“Ekrem Bey, ziraat mühendisleriyle görüşmek istiyorum. Yarın. Rezzan Hanım’a söyleyin programımı ona göre ayarlasın,” diyerek telefonu kapattı. Saniyeler sonra telefonu çalınca ekranda Ekrem Bey adını görmüştü. Aramayı cevaplayıp, “Evet,” dedi. Ardından adam söze girdi.

“Görüşme ayarlayın dediniz ama yarın günlerden pazar Sayın Vali’m.” Nazenin, analog saatinin ekranındaki ufacık tarih bölümüne baktı. Ve hiç vakit kaybetmeden, “Yani?” diye sordu.

“Pazar günü değil de pazartesi gününe görüşme ayarlasak?” Bir an durup derince soluk aldı.

“Benim hafta içi, hafta sonu kavramım yok Ekrem Bey. Benim çalışmak, üretmek gibi kavramlarım var. Yarına görüşme ayarlayın. Saat dokuza.” Ve telefonu yeniden kapattı.

Evine dönüp sabaha kadar Doğu Anadolu Bölgesi’nde yetiştirilen tarım ürünleriyle ilgili bilgiler topladı. Notlar aldı ve kâğıtlar dolusu dokümanı gün ağarırken çantasına koyup duşa girdi. Şehrin tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı söylenip duruyordu. Evet, kış uzun ve bol kar yağışlı geçmişti ancak en azından yaz aylarında tarımsal bir faaliyet yapılabilir mi bunu uzmanlardan öğrenmek istiyordu.

Kışın yeri kaplayan kar tabakası neredeyse Mayıs ayına kadar tarlaları örtmeye devam ediyordu. Özellikle de yüksek kesimlerde ancak rakımı daha düşük bölgelerde bir girişim yapılabilir miydi? İnsanlara iş sağlayacak, şehirdeki istihdamı artıracak fikirler arıyordu. Kafasının içi çarşı meydanı gibiydi. İç sesiyle durmaksızın konuşma hâlindeydi.

Duştan çıkıp hızlıca giyindiği gibi vilayete geçti. Kapıda nöbet tutan güvenlik pazar sabahı epey erken bir saat olsa da Vali Hanım’ı gördüğüne hiç şaşırmamıştı. Artık onun durmak bilmeden çalışmasına alışmışlardı. Sanki vilayet binası genç kadının evi gibi olmuştu.

Odasına geçip misafirlerini beklerken kendine bir bardak kahve yaptı. Saat dokuzu gösterdiğinde, çağırdığı herkes toplantı odasındaki yerini almıştı. Masanın başına geçip oturduktan sonra kendi dokümanlarını çıkardı. Gelen herkes için de birer nüsha hazırladığı dokümanları masanın ortasına itip, “Lütfen bu dokümanları inceler misiniz?” dedi. Masanın çevresine yerleşen mühendis ve jeologlar kâğıtlarda yazanlara göz atarken Nazenin sessizce bekliyordu.

Beş dakikanın sonunda, “Ne düşünüyorsunuz?” sorusunu sorduğunda gözler üstüne dönmüştü. Ziraat mühendislerinden biri ve diğerlerine göre daha yaşını başını almış olan adam, “Bu bir tarımsal kalkınma hareketi gibi duruyor Sayın Vali’m,” derken gözleri parlıyordu. Nazenin onun bu heyecanına daha sakin ama hevesle cevap verdi.

“Evet, bu bir tarımsal kalkınma hareketi. Bu şehirde birçok tarla yalnızlığına terk edilmiş gibi öylece duruyor. Ancak bana sorarsanız bu tarlalar bir milli servet değerinde. Tabii sizler gibi bu alana hâkim değilim. O yüzden de sizleri buraya çağırdım. Bölgeye geldiğim günden beri, Bu tarlalara tarım ürünleri ekilip biçilebilir mi? sorusunu sorduğumda hep aynı cevabı aldım. Herkes hayır dedi. Ancak ben yine de bu soruyu sizlere sormak ve uzman görüşlerinizi almak istiyorum. Bu topraklar verimli midir? Ekime elverişli midir? Ekim yapılabilir derseniz eğer hangi ürünler ekilip dikilir? Hangi aylarda yapılabilir? Bunlar için malzeme olarak neler gereklidir? Böyle bir girişimde bulunsak ve bir proje geliştirsek devlet desteği yapılır mı? Ve en önemlisi de karşılığı alınabilir mi? Bu girişim vatandaşa istihdam sağlar mı?”

Nefes almadan sorduğu sorular ve soruları sorarken gösterdiği nezaket, herkesin ilk dikkatini çeken noktaydı. Ben bilgi sahibi değilim ama sizler yol gösterin diyordu. Bunu da açıkça, yürekli bir şekilde söylüyordu.

Masada oturan yirmi kadar adam birbirine bakıp sözü yine az önceki kişiye bıraktılar.

“Sayın Vali’m, bu bahsettiğiniz girişim çok zorlu, uzun soluklu bir projedir. Elbet bu topraklarda da ürün yetişir. Mayıs ayından Ekim ayına kadarki süreçte üretim yapılabilir. Ancak ülkemizin diğer bölgelerine göre daha meşakkatlidir. Diğer yerlerde olduğu gibi bolca mahsul alamayabiliriz. Akdağ’da kışın uzun sürmesi en büyük dezavantajımız.”

Nazenin hızlı hızlı başını salladı. “Ama oluru var mıdır? Ektik biçtik diyelim, projeyi onaylatacak kadar mahsul toplayabilir miyiz?” Sorularını yineleyince, Ziraat Mühendisi bir süre sessiz kalıp düşündü. Ardından da tebessümünü gizlemeden Nazenin’e baktı.

“GAP Projesi gibi bir projeden bahsediyorsunuz. Ancak şu bir gerçek ki buralarda böyle bir proje hiç denenmedi. O yüzden de ne desek doğru söylemiş olmayız. Denemeden bilemeyiz. Bu şehirdeki vatandaşlar daima daha risksiz yolu seçerek, kendileri ekip dikmek yerine diğer bölgelere ekim dikim ve hasat zamanı gidip çalıştı. Bunu seçmelerinin en büyük sebeplerinden biri maddi yetersizlik. Traktör yok, biçerdöver yok, tarlalara ulaşan su kanalları yok. Terör olayları hat safhada, can güvenlikleri tam olarak sağlanamıyor. Haliyle insanlar da yazlık işçi olarak gidip başka şehirlerde çalışıyorlar.”

Nazenin yavaşça ayaklanıp odanın içinde volta atmaya başlarken yine herkesin gözü üstündeydi. Ne düşündüğünü merak ediyor ve ağzından çıkacak sözleri bekliyorlardı. Üstünde beyaz bir tişört, açık mavi bir kot pantolon, ayağında ise beyaz spor ayakkabıları vardı. Hafta içi resmi, şık ve yaşından daha olgun görünen kadın şu anki hâliyle üniversite talebesine benziyordu.

İki dakikalık sessizliğin ardından durdu ve her birine tek tek bakarak masanın başına geri döndü. Avuç içlerini masaya dayadı ve hafifçe eğildi. Her ne giymiş olursa olsun vücut dilinden yayılan otorite herkes tarafından fark ediliyordu.

“O yok, bu yok, şu yok sözlerinden öyle bıktım ki… Yahu onca mühendis bir proje hazırlayıp devletten destek talep etmemişsiniz. Geçmişsiniz karşıma o yok bu yok diyorsunuz. Be güzel abilerim… Siz meramınızı anlatmazsanız kim bilsin sizin derdinizi. Susup susup, sorunca da yok yok demek en kolayı. Yok’u var’a çevirmeyi denesenize. Bu topraklar sizin. Bu insanlar sizin insanınız. Çabalasanıza… Çoluğunuza, çocuğunuza bir imkân oluşturmak için uğraşsanıza.”

Bir an durup soluklanırken doğruldu ve yüzleri al al olup başları önlerine eğilen adamlara baktı.

“Benim derdim, size bir iş kapısı bulmak. Yardım etmek. Asıl yok olan benim. Ben bugün varım, yarın yokum. Ben giderim başkası gelir ama başlayan iş devam eder. O yüzden de ilk adımı ben atıyorum. Bir proje hazırlamanızı istiyorum. Hepiniz ortaklaşa çalışacak, kafa kafaya verecek ve iki hafta sonra bana bir projeyle geleceksiniz. Hazırladığınız bu projeyi yetkili mercilere göndereceğim. Geri dönüş olumlu olursa ne âlâ. Olumsuz olursa da bıkmadan usanmadan başka projeler üreteceksiniz. Oldurana kadar çalışacaksınız. Sonra da bu projeyi hayata geçirip, evlatlarınıza, bu şehrin çocuklarına, gençlerine gerçek bir miras bırakacaksınız.”

Masadan uzaklaşıp birkaç adım geri gitti.

“Geldiğiniz için teşekkür ederim. İyi çalışmalar,” diyerek son sözünü söyleyip dosyalarını aldı ve toplantı odasından çıkıp gitti.

HEMDERT – 11.Bölüm’ü Okumaya Devam Et.

12 Temmuz Cumartesi Saat 21.00’de www.aslihangungor.com adresinde yayında

error: Content is protected !!