3.BÖLÜM
Dimdik durup, karşıya bakarak ilerlerken, buz gibi çıkan sesiyle ”Toplantıdaki duruşunuz için tebrik ederim Bergüzar Hanım.” dediğinde, Bergüzar da içinden, ‘Tebrikin sende kalsaydı’ demiş ancak yine tek kelime etmemişti. Uzun koridor boyunca yürüyüp, bazı bilgilendirmeler yapıyor, bazı bilgileri revize ediyordu. Onun, seri ve aralıkları geniş adımlarına yetişmek için peşinden hızla adımlarken odaya varıp, içeri ne zaman girdiğini bile anlamamıştı. Nasıl olduğunu anlayamadığı bir diğer şeyse, hızla kapanan kapı ve kapıya dayanan sırtıydı. Buna benzer bir anı daha önce yaşadığını çok net hatırlıyordu. Gözlerini devirip öfkeyle solumamak için, kızıla dönecek gibi olan gözlerini yavaşça kapattı, aynı yavaşlıkta soluk aldı.
Gözlerini yeniden araladığında Alparslan’la çok yakın durduklarını ancak fark edebilmişti. O kadar yakın duruyorlardı ki adamın gözlerindeki yeşilin her ayrıntısını görüyor, nefesini hissediyordu. Bu hisle gerilip, nefes almak isterken Alparslan mümkünmüş gibi kendisine iyice yaklaştı. Tepkisiz kalıp, onun her hareketini izlemeye devam eden Bergüzar ise başının iki yanına hizalanıp, kapıya dayanan eller yüzünden, kapı ve patronu arasında sıkışıp kaldığı anları dışardan bir göz gibi izledi. Uzun boyuna, topuklu ayakkabılarına rağmen yüzüne doğru eğilen adamın kocaman bedenine bir kez daha şaşırmamak için yanaklarının içini kemirirken ”Fakat bir daha, asla böyle bir şey yapmayacak, beni korumaya kalkmayacaksın. Çünkü benim adım Alparslan Yalın… Ve küçücük bir kız tarafından korunmaya gerek duymam.” diye fısıldadığı anda derdini anladı. Haspamın egosu sarsılmıştı. Sarsılan egosunun, ağzını açıp da söylemeye fırsat bulamadığı sözlerinin şovunu ancak odasına gelince yapabilmişti. Allah biliyor ya, bu şovların hepsi ona misliyle iade edilecekti. Hem de şov yaptığı, bu esmer güzeli kız tarafından.
Bergüzar, duyduğu sözleri idrak ettiği anda gözlerinde önce şaşkınlık, sonra öfke beliriverdi. Bu duruma daha fazla dayanamayacağını anlayıp içinde tuttuğu ne varsa resmen kusmaya başladı. ”Amacım sizi korumak değildi, bu bir. Patronum da olsanız benimle bu yakınlıkta ve bu şekilde konuşamaz, sırf zevkiniz için bana psikolojik baskı uygulayamazsınız bu iki. Bundan sonra ‘ölüyorum’ deseniz size elimi bile uzatmam, bu da üç.” Deyip aralarındaki yakınlıktan kurtulmak için onu itmek istedi fakat kocaman bedeni yerinden bile kıpırdatamadı. Üstüne üstlük söylediği sözlerle onu daha da kızdırmayı başarmıştı. Ancak bu sefer ondan çekinip, iş deyip, para deyip geri adım atmaya ya da susmaya niyeti yoktu. En azından belli bir seviyeye kadar, içindeki öfkeyi açık edebilirdi. Bunu kendine hak görüyordu.
İkisinin de gözleri öfkeyle buluşurken bu sefer Alparslan konuşmaya başladı. ”Hayatımda, patronuna sizin kadar saygısızlık yapan bir çalışan daha görmedim, bu bir. Karşıma geçip bir daha asla küstahlık ve saygısızlık yapayım deme, bu iki. Ve bir daha asla bana emir vererek, bir şeyleri maddelere dökerek konuşmaya kalkma bu da üç. Şimdi… Çık dışarı!” Son sözü söylemiş ve ondan uzaklaşmıştı fakat bir süre daha birbirlerine itici bakışlar atmaya devam ettiler. Onunla kötü kötü bakışarak bir yere varamayacağını anlayan Bergüzar odadan çıkarken, ”Bu akşam mesaiye kalıyorsunuz Bergüzar Hanım!” dediğini duymuştu. İçinde zaten var olan öfkesiyle odayı terk etmeye hazırlanırken duyduğu sözlerle öfkesi katlansa da sessizliğini korudu. Az önceki sözlerinin diyeti, bu geceki mesaisi olacaktı.
Asistanının odasını terk etmesiyle derin bir nefes alıp, camın önüne ilerledi ve Ankara’ya tepeden bakarken kendi kendine gülümsedi. Bu, sık yaptığı bir şey değildi. Ailesi ve yakın dostları dışında kendisini gülerken gören olmazdı. Herkes o yeşil gözlerinin hep soğuk baktığını sanırdı. Bu sefer o gözleri ışıldatan, yüzünü güldüren esmer kızdı. Görünürde Bergüzar’a kızıyormuş gibi yapsa da işin aslı öyle değildi. Onu denemek, sabrını sınamak, kendisine karşı takındığı tavrı ve cesaretini görmek hoşuna gidiyordu. Hatta az önceki duruşuna hayran olmadan edemiyordu. Esmer teninde parlayan kahverengi gözlerin kızıla dönüşünü izlemek, değişik bir hazza sebep oluyordu. Durmak, susmak bilmeyen ağzı, küstahça lafları kendisini eğlendiriyordu. Yarım bir tebessümle Ankara’ya baktı, baktı ve gözlerini kapatıp derince soludu.
Yıllardır yaşadığı bu şehir, galiba daha önce yaşadığı acıların diyetini ödemeye hazırlanıyordu. Hayatının akışı, kalbinin atışı, yüzündeki ifade, gülüşü ve daha nice şey usul usul değişiyordu ama bundan ne kendisi haberdardı, ne de konunun muhatabı olacak diğer kişi.
Alparslan, yaşananları bir film karesi gibi ellinci kez zihninde oynatıp gülerken Bergüzar gülmüyordu. Onun için bu yaşananların gülünecek tek bir yanı bile yoktu. Günün devamındaki toplantıların, görüşmelerin işlerini halletmeye çalışırken, bir yandan da akşam mesaiye kalmamak için nasıl bir yok izleyebileceğini düşünüyordu. Aklı karman çorman olmuştu.
Gün boyunca Alparslan’a diğer toplantılarında da eşlik edip notlar alırken mümkün mertebe göz teması kurmamaya çalıştı. Akşam olup da mesai çıkış saati geldiğinde, masasının başında volta atmayı ve düşünmeyi bırakıp duruşunu dikleştirdi. Alparslan’ın kapısını çaldı ve ‘Gir’ komutuyla içeri girdi. Lafı hiç uzatmadan ”Alparslan Bey, ben gece mesaisine kalamam.” küt diye söylediği sözlerle kafasını dosyalardan kaldırdı ve çattık kaşlarının altından ifadesizce baktı. ”Sebep?”
”Özel bir sebebi var. Gerçekten gece mesaiye kalamam. En azından bugün değil, lütfen…” Sözlerini bitiremeden tüm heybetiyle yerinden kalkan adam susmasını sağlarken, tırnaklarını kemirmemek için kendini zor tutuyordu. Ne söyleyecekti, nasıl bir sebep öne sürecekti? Kendisi de bilmiyordu. Tek bildiği, acilen eve gitmesi gerektiğiydi. ”O özel sebebi açıklamadan buradan gidemezsiniz Bergüzar Hanım.” Ağır adımlarla ilerleyip, kızın tam önünde durmuştu. Bergüzar’ın hafifçe salladığı sağ bacağını, yüzündeki huzursuz ifadeyi fark edip, bu özel sebebi merak etti. Kızın kişisel bilgilerindeki eksikler ve o eksiklerin bir türlü tamamlanamaması zaten aklını kurcalıyordu. Şimdi bir de bu özel sebep meselesi çıkmıştı. Neydi ki bu özel sebep? Bir akşam eve geç gitse ne olurdu? Bu kadar önemli ne olabilirdi?
Mesele bu kadar önemli olmasa onun kuyruğunu kıstırıp yanına gelmeyeceğini adı gibi bilen Alparslan ”Evet, sizi dinliyorum Bergüzar Hanım…” Dediği anda tüm huzursuzluğuyla gözünü yere diken Bergüzar, birkaç saniye sonra konuşmaya başladı. ”Tamam, böyle bir konuşma hiç olmadı varsayın. Mesaiye kalıyorum.” Alparslan daha da gerilen yüz hatlarının ardından bakarken kıza yaklaşıp çenesinden kavradı ve gözlerini buluşturdu. ”Mesaiye kalmanızı değil, bu isteğinize makul bir açıklama getirmenizi istiyorum Bergüzar Hanım.” Dese de konuşmayacağını gözlerindeki ifadeden net olarak anlamıştı. ”Siz, aklımdaki soruları cevaplamadığınız sürece gitmenize müsaade etmem.”
”Aklınızdaki soruları hiçbir zaman cevaplamayacağım. Onun için mesaiye kalıyorum.” Tüm asiliğini ortaya koyarak söylediği bu sözler Alparslan’ın merakını daha da kamçılamıştı. Ancak o merakı gerilere itip, dikkatle kıza bakmayı sürdürürken, o çok kıymetli gülüşünün bir kısmını dudaklarına oturttu. Bergüzar ise gördüğü o gülüşle neye uğradığını şaşırmış, ‘O gülüyor mu? Hem de bana?’ diye düşünmüştü. Tam o anlarda hâlâ çenesini tutan el yanağına sürtünerek şakağına ilerledi ve yüzüne düşen bir tutam saçı alıp kulağının arkasına yerleştirdi. ”Saçlarınız da en az sizin kadar asi… Göz alıcı ve parlak.” Çok uzaklardaymış gibi gelen ses ve aralarında oluşan anlık çekimle ikisinin de gözleri birbirlerine kilitlenmişti. Bir aydır hiç bakmadıkları kadar uzun, hatta yeni bir şey keşfeder gibi süzdüler birbirlerini. Bergüzar’ın kahverengi gözleriyle uyumlu teni ve saçları, yuvarlak çehresindeki küçücük burnu, Alparslan’ın saliselik de olsa dikkatini dağıtmaya yetmişti. Fakat hemen kendini toplayıp kızdan uzaklaştı, boğazına oturan yumruyu temizlemek içinse yalandan öksürdü. ”Hadi, artık çalışmaya başlayalım.”
Odadaki toplantı masasına yerleşip, raporları, sunum dosyalarını tek tek gözden geçirmeye başladılar. Yaklaşık bir saat sonra Alparslan’ın şahsi cep telefonu çalmaya başladığında ikisi de durmuştu. Telefonun ekranına bakıp tebessüm eder gibi olurken aramayı cevaplayan Alparslan, arkasına yaslanmış, elindeki kalemi de yavaşça çevirmeye başlamıştı. ‘’Neşe Sultan…’’ dediği anda telefondan taşan ‘’Ooo!’’ nidalarıyla şaşırıp yeniden ekrana bakarken, Atilla, Tomris ve Ertuğrul’un seslerini çok rahat ayırt etmişti. ‘’Anne, bakıyorum da teknolojinin nimetlerinden faydalanarak bütün çocuklarını konferans görüşmesiyle dizinin dibine topluyorsun.’’
‘’Atilla ve Tomris, İzmir’den sık sık geliyorlar ama sen ve Ertuğrul adlı üç numaralı doğurduğum şahıs, kılınızı bile kıpırdatmıyorsunuz. Hadi sen Ankara’dasın, evine bile gitmeye üşenip şirkette yatar kalkarsın, gelmemene şaşırmıyorum. Üç numaraya ne demeli, İstanbul’da olduğu hâlde babasını görmemek için anasını da görmüyor.’’ Sitemli sesi ve sözleri, aslında kalbinin kırıldığını açıkça belli ediyordu. Annesinin buruk sesi yüzünden tadı kaçarken başını koltuğa dayayıp gözlerini kapattı. Kardeşi Ertuğrul’la babası arasında yıllardır süre gelen gerginliğin, kırgınlığın ve sessizliğin ne zaman son bulacağını gerçekten merak ediyordu. Bu durum böyle devam ettikçe aile içindeki bağlar zedeleniyor, kimse tam kadro birbirini göremiyordu. Mesela her bayram kahvaltı masasında Ertuğrul’un yeri boş kalıyor, o boşluksa hepsinin boğazına yumru olup oturuyordu. Bu düşüncelerle içi daralırken boynundaki kravatı çekiştirdi ve çıkarttı. Beyaz gömleğinin birkaç düğmesini de açıp boynunu esnetirken, telefonu kulağıyla omzu arasına sıkıştırdı ve kol düğmelerini çıkarmaya çalıştı ancak başaramadı. Manşetlerini çekiştirip, kol düğmelerine öfkeli, huysuz bakışlar atarken ‘’Ben hallederim.’’ diyen kızın fısıltılı sesini duyarak kendine geldi. Resmen Bergüzar’ın varlığını unutmuştu.
Annesi aradığı andan beri sessizliğini koruyup, varlığını bile unutturan kıza bakarken ‘’Artık torun sevmek istiyorum, duydunuz mu beni hergeleler.’’ Diye bağıran annesini duydu. Tabii o bağırışı duyan bir tek kendisi değildi. Bergüzar hiçbir şey yokmuş gibi kol düğmelerini çıkarmaya devam etse de yüzünde belli belirsiz bir seğirme geçmişti. ‘’Sakın… Sakın güleyim deme.’’ Tehdit dolu sesle başını hafifçe sallamış, dudaklarını birbirine bastırmış ama dayanamayıp ‘’Anneniz size ‘hergele’ mi dedi?’’ deyivermişti. Alparslan yüzünü ekşitip homurdanırken bu sefer okların Tomris’e döndüğünü duydu. ‘’Bana bak en küçük çocuğum, tek kızım. Ne zaman evlenecek ve çocuk doğuracaksın?’’
‘’Anne, benim önümde üç tane dalyan gibi delikanlı abilerim var. Onlar dururken evlenmek bana düşmez.’’ Cevabıyla daha fazla dayanamayıp kahkaha atan Alparslan, gömleğinin kollarını düzgünce kıvıran kızın gözlerindeki şaşkınlığı anbean görüyor ama kahkahalarına engel olamıyordu. ‘’Abisinin güzeli, başka zaman bizi zerre kadar düşünmez, bulduğun ilk fırsatta gömer hatta babama ispiyonlarsın. Annemin torunlarla dolu gelecek hayallerinin oku popona batınca ne güzel yalakalık yapıyorsun. Ah benim cimcimem, ben kardeşimi kimselere vermem Neşe Hanım. Ayıp oluyor.’’ Derken ki sesi, gözlerinde anlık olarak beliriveren öfkeli pırıltı onun kıskanç bir abi olduğunu ele vermişti.
‘’Aslan abim, canım, en çok seni seviyorum abicim. Verme beni, annemin acımasız ellerine, torun seviciliği artmış yüreğine bırakma beni. Ayrıca ben, çocuk geline karşıyım.’’ İşte son sözlerinin duyulmasıyla üç abisi ve annesi kahkahalara boğulmuştu. Alparslan telefonu masaya koyup sesi hoparlöre alırken, usulca ‘’Su.’’ diye fısıldamıştı. Bergüzar, az ilerideki cam şişeden bardağa su katıp geri geldiği sırada, Neşe Hanım’ın ‘’Kızım, senden çocuk gelin falan olmaz. Salak salak konuşma. Neredeyse yirmi sekiz yaşındasın, ne çocuk gelini. Biyolojik saat işliyor Tomris Hatun, o dalyan gibi delikanlı abilerin yetmişinde de baba olur… Ay tövbe estağfurullah, resmen mezarda dede ve ninecilik oynayacağız. Süleyman… Bunların bir şeyi bozuk olmuş, Süleyman… Bunlar olmamış. Ayy… Oğlanlardan umudu kesmiş, bütün umutlarımı sana bağlamıştım Tomris. Yıkıldım.’’ dediğini net olarak duydu. Onların özel konuşmasına daha fazla kulak misafiri olmamak için odadan çıkarken, Alparslan dirseklerini masaya dayamış, parmaklarını birbirine kenetleyip yumruk gibi yapmış, alnını da oraya yaslamış kıs kıs gülüyordu.
Bergüzar, patronunun gülebiliyor olmasına şaşırarak lavaboya girdikten beş dakika sonra odaya dönmek için koridora çıktı. Bu sırada telefonu titremeye başlayınca ekrandaki ‘Gizli Numara’ yazısını görüp, panikle tekrar tuvalete döndü ve kapıyı sıkıca kapattı. ”Mesaiye kalacağımı belirtmiştim. Neden arıyorsun?”
”Yalın ile işler yolunda mı Bergüzar?” Duyduğu itici sesle huzursuzluğu artarken soruyu ”Evet.” diyerek cevapladı. ”Aferin sana. Hadi, o tuvaletten çık da patronunu daha fazla bekletme.” Dediğini duyunca şok olup, dondu kaldı. Tuvalette olduğunu nereden bilebilirdi ki? Sonuçta buraya gelecek hâli yoktu. O, buranın kapısından bile geçmeye cesaret edemezdi. Zaten başına ne geldiyse o adamın öfkesi, nefreti ve korkaklığı yüzünden gelmişti. ”Sen nasıl…” demesine kalmadan kulaklarını çınlatan kahkaha sesini duydu. Telefonu kendinden birkaç santim uzaklaştırıp yüzünü buruştururken, içinden de son bir aydır yaşadığı her şeyin bir kâbus olmasını diledi. ”Kameraların her zaman güvenlik amaçlı kullanılacağını kim söylemiş, sevgili üvey kardeşim.” Aramanın sonlandığını bildiren sesi duyarak elindeki telefonuna aptal aptal baktı. Telefonu mermer zemine bırakıp elini yüzünü yıkarken ten renginin küle döndüğünü fark etmişti. Odaya dönene kadar normal rengine kavuşmayı dileyerek bir kez daha tuvaletten çıktı. Ancak koridorun ortasına geldiği sırada telefonu yine titremeye başladı. Bu sefer ekrana baktığındaysa az öncekinden farklı olarak yüzünde korku ve endişe belirdi. ‘’Doktor Bey… Tamam. Hemen geliyorum.” Masasından çantasını alıp patronuna bir açıklama bile yapmadan şirketi terk etti.
Bergüzar’ın gittiğinden bir haber Alparslan ise telefon görüşmesini sonlandıralı epey zaman olduğunu fark edip, oturduğu yerden koridoru gören cama baktı. Uzun süre olmasına rağmen Bergüzar’ın odaya dönmemesi aklına, ‘acaba bir şey mi oldu?’ sorusunu getirince ona bakmak için ayaklanıyordu ki ana kapıdaki güvenlikten gelen aramayla durdu. Şirket için telefonu cevaplayıp ”Söyle!” dediği anda görevli konuşmaya başlamıştı. ”Bergüzar Hanım az önce şirketten koşarak çıktı ve taksiye bindi efendim.” Önce duyduğunu idrak edemeyip, kaşlarını çatmış, sonra öfkeyle ayaklanıp telefonu kapatmadan önce taksinin plakasını almıştı. Kapıdan çıkarken askıdan aldığı ceketini asansörde giydi, bu sırada asansör zemin kata ulaştı. Sessizliğin hâkim olduğu binanın girişindeki geniş karşılama alanından geçip, dışarıya ilerlerken ayakkabılarının parlak zeminde çıkardığı sesi işitiyordu. Güvenlik görevlilerine belli belirsiz selam vererek kapıda bekletilen arabasına binmeden önce taksinin ilerlediği yönü ve plakasını sorup, oraya doğru hareket etti.
Hızla ilerleyen aracında kendi kendine söylenirken Bergüzar’ın bindiği taksiyi gördü ve takip etmeye başladı. ”Bakalım, neler saklıyorsun? Habersizce kaçıp gitmeni gerektirecek kadar büyük sırrın ne?” Gözlerini araca dikmiş, birkaç araç mesafesinde takip etmeyi sürdürürken on beş dakika su gibi akıp gitmişti. Taksi hastanenin onkoloji servisinin önünde durduğunda Alparslan’ın kaşları mümkünmüş gibi daha derinden çatıldı ve alnındaki meşhur damar belirdi. Arabasını bulduğu ilk yere park edip, Bergüzar’ın peşine takıldı. İçeriye girdiğinde kızın danışmadaki çalışanlarla bir şeyler konuştuğunu, ardından da üst kata yöneldiğini görmüş ve takip etmeye devam etmişti. Merdivenleri sarsak fakat hızlı adımlarla koşmasından endişe duysa da müdahale etmeden onu izledi. Üçüncü kata geldiklerinde Bergüzar, koridorun sağ kanadına yönelip az ilerideki camın önünde durdu.
İşte o zaman gözyaşları içerisinde olduğunu fark edebildi. Birkaç hafta önce ağlamaktan kızaran gözlerine baktığında hissettiği duyguları yeniden, hatta daha belirgin şekilde hissediyordu. İçeride yatan kimdi? Onu bu kadar üzen, yoran, gözlerinin altına izler bırakan şey gece eğlencesi değil miydi yoksa? Alparslan aklına gelen düşüncelerle irkildi. İki hafta önce, yine hiç düşünmeden, yok yere üstüne gitmişti. Belki de her şeyin nedeni burada yatan hastaydı. Yavaş adımlarla yanına ilerleyip, tam arkasında durduğunda usul usul titreyen bedenini kollarının arasına almamak için kendiyle savaşıyordu. ”Çıkarken neden haber vermedin?” Bergüzar korkuyla yerinden sıçrayıp şaşkınca sese doğru döndü. Ağlamaktan kızarmış gözleri, bozulan makyajı ya da akıp duran burnunu bir an bile önemsememişti. ”Sizin burada ne işiniz var?”
”Güvenlik görevlileri, şirketi telaşla terk ettiğini haber verince, endişelendim. Endişelerimde pek de haksız sayılmazmışım değil mi?” dediğinde, Bergüzar gözlerini kaçırmış ve camın arkasındaki kişiye bakmaya başlamıştı. Baktıkça gözündeki yaşlar daha çok aktı, sessiz ağlayışı sonunda duyulur oldu. İçinde büyüyen iç çekişlere engel olamazken başı önüne düşmüştü. Alparslan aralarındaki mesafeyi tek adımla kapatıp, onu kollarının arasına alırken saçlarını ağır ağır ve ürker gibi okşadı. ”Şşş, sakinleş biraz.” Deyip hafifçe eğilirken, farkına bile varmadan saçlarına öpücük bırakmıştı.
O sırada beline dolanan kolları ve kendisinden güç almak ister gibi ceketini sımsıkı tutuşunu hissetti. Belli ki ayakta duracak takati kalmamıştı. Yoksa bir aydır tanıdığı, keçi gibi inatçı bu genç kadın, kendisine hayatta sarılmaz, tutunmazdı. Göğsüne yasladığı başını biraz geri yatırıp gözlerine baktı. ”Bergüzar, içeride yatan hasta kim ve senin neyin oluyor?” Soruyu sorarken sesi o kadar şefkat dolu çıkmıştı ki Bergüzar daha çok ağlamamak için kendini zor tutuyordu. ”O…Toprak…” Deyip derin bir soluk alırken, gözlerini içeride yatan can yoldaşına çevirdi. Bir süre öylece baktıktan sonra hareleri, kolları arasında durduğu patronuna döndü ve cümlesini tamamladı. ”O, benim kız kardeşim.”
Alparslan, onun kız kardeşi olduğunu biliyordu, kendisinden duymuştu ama gencecik, daha çocuk yaşta diyebileceği kadar küçük kızın hasta olabileceği aklına gelmemişti. Beyaz renkteki tavana doğru başını kaldırıp soluklanmaya çalıştı. Bulundukları servisin adını kendine bir kez daha hatırlattı. ‘Onkoloji Servisi’ Burası, Kanser hastalığıyla mücadele eden hastaların tedavi edildiği servisti. Birçok insan bu hastalıkla savaşırken, her gün bu koridorlarda dolaşırken, birçok insan ise bu hastalığın adından bile korkardı. Tıpkı Alparslan gibi. Değil hastalığın adını duymak, servisinden içeri girmek, önünden bile geçmek istemezdi.
Kendisini birkaç yıl öncesine götüren bu düşüncelere dalıp giderken, aradan saatler geçmiş ancak ikisi de tek kelime etmemişti. Bergüzar, camın arkasındaki kardeşine, Alparslan ise ona bakıyordu. Tıpkı sessizliği gibi eşlik ediyordu. Aklı bazen kendi kardeşlerine gidiyor, daha o anda ürperen bedeni olduğu yerde kıpırdanırken, zihni empati girişimini reddediyordu. Derken girdiği buhrandan kurtulmayı başaran Alparslan az ilerideki kahve makinesine ilerlemiş ve iki bardak kahve alarak geri gelmişti. Bergüzar’ın dalgınlığı ise öyle derindi ki Alparslan’ın, yanından gittiğini bile anlamamıştı. Bu yüzden de omzuna dokunan eli hissettiğinde irkildi. ‘’Korkma, benim. Dalıp gittin ama biraz toparlanmaya çalış. Sana kahve getirdim, iç. İyi gelir.’’ Sözleriyle kendine gelip, ağlamaktan kızaran gözlerini Alparslan’a dikmişti fakat şaşkın suratının ortasında, kıpkırmızı olmuş küçük burnu onu gülümsetmişti. ‘’Bana bakmaya devam edersen elim ikinci dereceden yanık olacak.’’ Ne demek istediğini anlayabilmek için patronunun eline baktığında kahve bardağını gördü. ‘’Pardon, fark etmedim.’’ Tebessüm etmekle yetinip, tekrar kızın yanına oturdu. Şimdi gözleri Toprak’ın üstündeydi. ‘’Kulüpte karşılaştığımız gece…’’ Alparslan sözlerini tamamlayamadan Bergüzar konuşmaya başladı. ‘’Toprak, yapılan tahlillerin sonuçlarını öğrenmeden önce eğlenmek istedi. Bizler de onu kırmadık.’’
‘’Günlerdir alacağınız haberi düşündüğün için mi yorgunsun?’’ Sorusuyla başını usulca salladı ve birkaç kelime mırıldandı. ‘’Ben, uzun zamandır çok yorgunum Alparslan Bey.’’ Sesi kısık, hırıltılı, yorgun ve bitkindi, sözleriyse çok ağırdı. O ağırlığın geçmişten bugüne geldiğiyse aşikârdı. Alparslan, hakkında doğru düzgün bilgi edinemediği kızın geçmişini öğrenmek istiyordu. ‘’Ne kadar uzun süredir?’’ Bergüzar’ın yüzünde belirip kayboluveren acı dolu gülümsemeyi yakalamayı başarıp zorla yutkundu. Bu kız, kara kutu gibiydi. Bir açılsa pir açılacak, içinde ne var ne yoksa ortalığa saçacaktı sanki.
Bergüzar yüzünde dalgalanan acı ama bir o kadar da güçlü ifadeyle Alparslan’ın içinde, ruhunda bir şeyleri değiştirdiğinden hatta kalbindeki buzdan duvarlarını kırdığından habersiz, ‘’Yirmi yıl!’’ diye fısıldadı. Alparslan ise donup kaldı. Dudakları, yanlış duymuş olabileceğinin şüphesiyle usulca kıpırdanırken ‘yirmi yıl’ diyordu. Daha yirmi altı yaşındaki gencecik bir kız için bunca seneyi söylemek nasıl bu kadar kolay olabilirdi? Sessizliğini koruyarak Toprak’tan gözlerini ayırdı ve Bergüzar’a baktı. İşte o an, ‘Belki de söylediği kadar kolay olmamıştır’ düşüncesi aklında cereyan etti. Kolay olmadığı onun yorgun bakışlarından belliydi. Bunu artık açıkça fark ediyordu ama ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. O sırada hastane koridoruna giren kalabalık, aralarındaki sohbeti böldü. Alparslan, hızla kendilerine doğru gelen insanları tanıyordu. Onlar, ‘YLN Club’ adını taşıyan ve kardeşinin işlettiği gece kulüplerinin Ankara’daki şubesinde çalışan gençlerdi. Yüzlerindeki şaşkın ifadeye bakılırsa, Alparslan’ı burada görmeyi hiç beklemedikleri aşikârdı.
‘’Bizim çocuklarla tanışıklığınız nereye dayanıyor? Sevilen bir müşterimiz falan mısın?’’ Daha fazla dayanamayıp bu soruları sorduğunda Bergüzar gülümsemeyerek arkadaşlarına bakmıştı. Her biriyle kucaklaşıp geçmiş olsun dileklerini kabul ettikten sonra cevap verdi. ‘’Üniversitede okurken, hatta mezun olduktan sonraki iki sene boyunca gece kulübünüzde çalıştım.’’ Alparslan’ın kaşları çatıldı, yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. ‘’Şaka yapıyorsun! Ben seni hiç hatırlamıyorum.’’ Bergüzar’ı ilk kez görüyormuş gibi bakarken hafızasını yokluyordu. Onu daha önce gördüğüne dair hiçbir anı zihninde canlanmayınca başını hafifçe sağa sola salladı. Tam o sırada da ‘’Ama ben sizi hatırlıyorum Alparslan Bey.’’ diyen kızın gözlerine uzun uzun baktı. Herkes bu sözlere bıyık altından gülerken, Alparslan hâlâ geçmiş belleğini tarıyordu.
Bir süre arkadaşlarıyla konuşan Bergüzar, onların kendilerine destek olma çabalarına teşekkür etti. Gençler ise hastanede kalabalık yapmamak için gideceklerini ama telefonlarının her an açık olduğunu özellikle belirterek gittiğinde yine baş başa kalmışlardı. ‘’Hem okuyup, hem çalışmak zor olmadı mı?’’
‘’Kulüpte, sadece hafta sonları çalışırdım. Hâliyle en yoğun geçen gecelerde beni hatırlamanızı beklemiyorum.’’ ‘’Eminim ki hafta içi boş anlarında da farklı işlerle uğraşmışsındır.’’ diyerek muhabbeti devam ettirdi. ‘’Evet, çünkü Toprak’ın ilaçlarına para yetiştirmek çok zor oluyordu. O gece, kulüpte gördüğünüz kızlar var ya… İşte onlarla, kazandığımız paralarımızı birleştirip, Toprak’ın masraflarını karşılamaya çalışıyorduk.’’ Alparslan duyduklarının kalbine yaptığı ağırlıkla gözlerini kapattı, başını duvara yasladı. ‘’Gerçek arkadaşlarmış.’’
‘’Aslında aile demek, bizim aramızdaki bağı daha iyi anlatır.’’ Yüzüne oturan buruk gülümsemenin sebebini merak etse de daha fazla soru sormadı. Ancak merak ettiği başka şeyler de vardı. Mesela, gerçek ailesi gibi!
Saatler sabahın ilk ışıklarını karşılarken omzunda hissettiği ağırlıkla başını çevirdi. Bergüzar sonunda sızıp kalmıştı. Yanında duran ceketini eline alıp, usulca kızın omuzlarını örttü. Yüzüne düşen saçlarını, onu uyandırmamaya çalışarak kulağının arkasına ittirdi. Bir süre öyle uyumasına izin verse de, iki büklüm duran bedeninde oluşabilecek ağrıları tahmin edebiliyordu. Bu yüzden başını kavrayıp dizlerine koyarken, bedenini de koltuğa uzatmıştı. Kızın omuzlarından düşecek gibi duran ceketini üstüne güzelce örttükten sonra saçlarını ve yüzünü parmak uçlarıyla sevmeye başladı.
Alparslan Yalın, daha önce annesi ve kız kardeşi dışında bir kadının saçlarını böyle okşamıştı. Fakat şimdi bunu düşünüp, kötü anılara dalma vakti değildi. Şimdi, dizlerinde uyuyan ve yirmi yıldır yorgun olan bu kıza yardım etme vaktiydi.
***
‘’Hastanız uyandı, gözünüz aydın.’’ Bergüzar bu sefer mutluluktan döktüğü gözyaşlarıyla Alparslan’a dönüp kocaman bedenine sarılı vermişti. Alparslan ise bedenini aniden saran kollarla şaşırıp kalsa da hızla toparlanıp kollarını ona sararken kulağına eğilerek fısıldadı. ‘’Ağlama artık. Bak, kardeşin uyandı.’’ Birkaç saat önce dizlerinde uyurken dokunduğu saçlarına, yüzüne, şimdi dokunmaya cesareti yoktu. ‘’Her şey için teşekkür ederim Alparslan Bey. Gece boyunca benimle beklediniz.’’ Birbirlerinden uzaklaşıp göz göze geldiler. ‘’Teşekkür edilecek bir şey yapmadım.’’ Dedikten sonra bir adım geri çekildi. Sabahın ilk ışıklarıyla Bergüzar’la Toprak’ın kız arkadaşları da hastaneye gelmişti ve geldiklerinde Bergüzar, Alparslan’ın dizlerinde uyuyordu. Kızlar gördükleri manzaraya nasıl tepki vereceklerini bilememiş, Alparslan’ın uykusuz gözlerine öylece bakıp kalmışlardı. Bu uykunun muhabbeti, kızlar arasında elbette yapılacaktı ve Bergüzar sinir edilecekti. Ama herkesin önceliği Toprak’ın sağlığına kavuşmasıydı.
Kızlar tek tek Bergüzar’a sarılıp motive eden sözler söyledikleri esnada yanlarına gelen doktor, onu Toprak’ın yanına almıştı. ‘’Ablacım.’’ Yüzünde takılı olan maske sebebiyle sesi boğuk çıkıyordu. Tabii ağlamamak için kendini sıkmasının da buna sebep olduğu belliydi. ‘’Abla…’’ Toprak’ın yorgun sesine rağmen gülen yüzü her şeye bedeldi. Bergüzar içeride iki dakika kalabilmişti. Toprak ise, bir süre daha yoğun bakımda kalacaktı. Kardeşini doğru düzgün görememiş olmanın hüznüyle üstündeki önlüğü ve maskeyi çıkartırken açılan kapıdan içeri Alparslan girdi. ‘’İyi misin?’’ Bakışları Bergüzar’ın yüzünün her santimin de dolandı. ‘’Daha iyiyim. Daha da iyi olacağım. Toprak da… Ben de.’’ Cevabıyla başını sallarken,
‘’Şimdi gitmek zorundayım. Biliyorsun ki birkaç saat sonra Paris uçağında olmam lazım.’’ Demesiyle Bergüzar da başını sallamıştı. ‘’Bu hafta izinlisin, durumunuzu bana haber ver. Mailimde her akşam mesajını göreceğim. Kendine de kardeşine de dikkat et. Haftaya görüşürüz.’’ Yeni yeni sakallanan yanaklarını dokundurarak onu kibarca öpüp, tek kelime etmesine fırsat vermeden gitti. Bergüzar afallamış bir hâlde arkasından bakıp kalırken ‘’Bergü, adam gitti çiçeğim. Nefes al.’’ diyen arkadaşlarının ima yüklü ifadelerini fark ederek homurdandı. ‘’İnsan patronunun kucağında uyur mu Bergü?’’
‘’Saçmalamayın kızlar!’’ Çıkışıyla, kızlar kıkırdayıp birbirlerini dürterken koridordaki koltuklara oturdular. ‘’Tamam, saçmalayan biz olalım da patronun, seni dizlerinde uyuturken hâlinden memnun görünüyordu. Saçlarını okşamalar falan!’’ Bergüzar duyduklarına inanamayarak kızların suratlarına baktı. ‘’Dalga geçiyorsunuz değil mi?’’ Kızlar, onun şaşkın suratına bakıp gülerken, başladılar gördüklerini anlatmaya. Onlar anlattıkça şaşırdı, sanki içinde bir şeyler hareketlenmeye başladı. Ne yani, soğuk nevale aslında göründüğü kadar soğuk değil miydi? İşte merak ettiği bu sorunun cevabını alması için aradan bir hafta geçmesi gerekmişti. Bergüzar, hafta boyunca Alparslan’a mail atıp durumlarını anlatırken Toprak yoğun bakımdan çıkmış ve normal bir odaya alınmıştı. Kemoterapi tedavisine yeniden başlanacağı söylendiğinde başını sallayıp ‘tamam’ demekle yetinmişti. Bağışıklık sisteminin direncinin az olduğu, ufacık bir mikrobun bile hiç olmayacak sonuçlar doğurabileceği yeniden hatırlatılınca, kız arkadaşları onların evini dip bucak temizletip, steril hâle getirtti.
Abla kardeş, ellerinde torba torba ilaçlarla evlerine döndüklerinde Toprak derin bir nefes almıştı. ‘’Hastanelerden nefret ediyorum.’’ Bu sözlerle yüreği dağlanan Bergüzar, zar zor tebessüm ederek içinde kopan kıyametleri kardeşine belli etmemeye çalıştı. Hızlıca hazırlanıp yedikleri yemeğin ardından Bergüzar salondaki kanepeye uzandı. Toprak’ın hastalığının ilk kez ortaya çıktığı o zamana göre daha bitkin ve yorgun olduğunu görebiliyordu. Ayrıca bağışıklığının da eskisine göre daha güçsüz olduğu bir gerçekti. ‘Bu sefer de başarabilir mi? Başarabilir miyiz?’ Soruları aklında dönerken yanı başına gelen kardeşine baktı. Elinde tıraş makinesiyle öylece duruyordu. ‘’Ablacım, o ne?’’ Uzandığı koltuktan doğrulurken, Toprak’ta kanepenin önüne oturmuştu. ‘’Saçlarımı kazımak için makine.’’ Cevabıyla buz gibi olan Bergüzar, sanki dünya birkaç saniyeliğine dönmeyi bırakmış gibi hissediyordu. ‘’Onunla ne yapmayı düşünüyorsun?’’ Diye sorarken sesinin titremesine engel olamamıştı. Ayrıca o makineyle ne yapmayı düşündüğünü zaten anlamıştı ama anladıklarını kabullenmek istemiyordu. Onun yaşadığı duygusal bocalamayı anlayan Toprak ablasına dönüp gülümsedi. ‘’Ben değil, sen yapacaksın. Bu sefer saçlarımın tutam tutam dökülüşünü izlemeyeceğim. Onları senin kesmeni istiyorum.’’ Dediğinde Bergüzar’ın gözünden bir damla yaş süzüldü. ‘’Emin misin bi tanem?’’
‘’Eminim abla. Hadi!’’ deyip omuzlarına naylon bir örtü tutturmuştu. Bergüzar, makineyi prize takıp çalıştırdı ve bir süre, boşa dönerken çıkardığı sesi dinlediler. Bergüzar, gözünden akan yaşlara aldırmadan kardeşinin yeni yeni uzayan saçlarına makineyi değdirdi. Saç derisinden ayrılan kıvırcık saçların omuzlarına dökülüşünü izledi. Toprak ağladı, Bergüzar ağladı. Hep yan yana, hep dimdik durmak zordu. Bazen ağlamak da gerekirdi, onlar da öyle yaptılar.
***
Bergüzar, Alparslan’ın kapısını çalıp, artık aşina olduğu gür sesin koridora kadar ulaşmasını beklerken, hastanede ‘tanıştığı’ iyi kalpli Alparslan’ı görüp göremeyeceğini merak ediyordu. Hatta o adamı bir kez daha, sakin ve aklıselimken görmek istiyordu. Ancak ”Gir!” diyen soğuk sesi duyduğunda yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Her şeyin eskisi gibi olduğunu anlayıp toparlandıktan sonra içeri girdi. ”Kahvenizi getirdim Alparslan Bey.” Başını dosyalarından kaldırıp, kıza dikkatle bakarken ”Masama bırak. Toplantı saatine kadar rahatsız edilmek istemiyorum.” Demişti. Gözlerindeki ciddiyet ve soğukluğu gören Bergüzar, başını sallayıp kapıya yöneldi. ‘’Bu arada, Toprak nasıl oldu?’’ Sorusuyla duraksadı, yönünü yeniden ona döndü ve soğuk sesine, duygusuz sorusuna karşılık olarak ‘iyi’ demekle yetinip, odadan çıktı.
Bir hafta önceki o sıcakkanlı, ılımlı, anlayışlı adamın yerinde yeller esiyordu. Kardeşini sorarken bile taviz vermeyen hâliyle, hastanedeki hâlini düşünen Bergüzar sinirden kendini paralayacaktı. Ama bunun faydasız olduğunu bilerek dişlerini sıktı. ”Kaba Herif”
Söylene söylene çalışmalarına devam etmiş, önündeki işlere öyle yoğunlaşmıştı ki toplantı saatinin geldiğini Alparslan’ın odasından çıktığını görünce anladı. Dosyalarını toparlayıp ayaklanırken ‘’Saati fark etmemişim, kusura bakmayın.’’ Diyerek başını kaldırdı ve ona dikkatle bakarken kaşları çatıldı. Alparslan’ın yorgunluğu yüzünden açıkça belli oluyordu. Onun bakışlarını fark eden Alparslan ise huzursuzca kıpırdanıp, üstüne başına baktı ve istemsizce ceketini çekiştirdi. ”Ne oldu, bir sorun mu var? Öyle bir bakıyorsun ki!” Demesiyle Bergüzar’ın silkelenip kendine gelmesi bir olmuştu. Utançla kızaran yanakları esmer tenine meydan okurcasına belli olduğunda Alparslan bu görüntüye gülmemek için yanağının içini dişledi.
”Çok yorgun görünüyorsunuz.” Düşünceli, biraz da tedirgin olarak söylediği sözleri duymasıyla gülme isteği uçup gitmişti. Şirkette işe başladığı ilk gün ‘Terlemişsiniz, hasta olacaksınız’ dediğini dün gibi hatırlıyordu. Şimdi de yorgun olduğunu fark edip yine tedirginliğini belli etmişti. İşte o anda, bu sözlerinin ‘sizi önemsiyor gibi görünmeye çalışıyorum’ yalanıyla alakasının olmadığını anladı. Tabii bunu anlamasını sağlayan asıl etken, özel hayatında hastalıklarla boğuşuyor olması, kaybetme korkusu yaşamasıydı. Bergüzar, kim olursa olsun, insanların hasta olmasından korkuyordu. Bu gerçeklikle zar zor yutkunurken tebessüm etmiş ancak bunu yere bakarak yapmıştı. Gülüşünü hâlâ saklamaya çalışması ilginçti. ”Toplantıdan önce kahve, sonra da masaj yaparsın bir şeyim kalmaz. Hmm, ne dersin?” Demesiyle, az önce kızardığını sandığı kızın yüzünün mora döndüğünü gördü ve kendini daha fazla tutamayıp bir kahkaha koy verdi.
”Alparslan Bey, iyi misiniz?” Normal mesai saatleri içerisinde, hem de koridorun orta yerinde kahkaha atması Bergüzar’ı şok etmişti. Onu daha önce bir kez gülerken görmüştü ama o an şirkette sadece ikisi vardı. Endişeyle sorduğu bu soru Alparslan’ı daha da güldürürken, gülen yüzündeki her zerreyi dikkatle inceleyip, aklının bir köşesine kaydetti.
”Hadi Bergüzar toplantıya geç kalıyoruz. Önce kahve, sonra masaj sözün var unutmadım.” Derken yanağından aldığı makasa mı yoksa söylediği sözlere mi şaşırsa bilememişti. Uzun boyu, iri bedeniyle koridorda ilerlemeye devam eden adamın ardından öylece bakmayı sürdürdüğü sırada ”Ben size söz vermedim ki!” diye yakındı. ‘’Ama ben sözümü aldım Bergüzar Hanım. Bu konu hakkında daha fazla tartışmanın âlemi yok. Toplantı odasına buyurun.’’ Kenara çekilip, asistanına öncelik verirken, usulca fısıldayarak ‘’Şaka yaptım. Ama yüzünün o hâlini görmek eğlenceliydi.’’ demişti. Masanın başına gelip koltuğuna oturduktan sonraysa toplantıyla ilgili konuşmaya başlamıştı. Yaklaşık beş dakika hiç durmadan konuştuğu için boğazının kuruduğunu hissederek, önündeki kahve kupasını eline aldı. Kupayı dudaklarına götürdü, bir yudum içtiğinde kimsenin farkına varmadığı bir gülümseme dudaklarında peyda oldu. Bergüzar kahvesini tam da istediği gibi yapmıştı.
Toplantıda konuşulanlara dönüp önündeki projeye göz atarken masada duran ve Bergüzar’a ait olan telefonun ışığına gözü takıldı. Kız kendini toplantıya kaptırmış, dikkatle notlar alıyor, bu yüzden de telefonunu fark etmiyordu. Ekrandaki ‘Canım’ yazısına bakıp kaşlarını istemsiz çatarken, kızın koluna dokunup kulağına fısıldadı. ”Canın arıyor!” Bergüzar, ne dediğini anlamayarak boş gözlerle patronuna bakıp ”Anlayamadım Alparslan Bey” diye mırıldandığında Alparslan kaşlarını oynatarak telefonu göstermişti.
”İki dakika konuşup gelebilir miyim?” Sorusuyla Alparslan’ın kaşları derinden çatıldı ve alnının ortasındaki damar anında belirginleşti. ”Canınız işinizden daha mı önemli Bergüzar Hanım?” Donuk bakışları, ima yüklü sesiyle dans ediyordu sanki. ”Alparslan Bey…”
”Tamam çık! Git konuş!” Kızın oturduğu tekerlekli sandalyeyi masadan iterek uzaklaştırdı ve gözleriyle kapıyı işaret etti. ”Toplantıya tekrar dönmenize gerek yok. Çünkü iki dakika içerisinde döneceğiniz bir toplantı olmayacak!” Bergüzar, herkesin acır bakışlarından kaçmak ister gibi hızla dışarı çıktığında derin bir nefes alıp aramayı cevapladı. Bu sırada Alparslan ise dediğini yapmış, toplantıyı iki dakika içerisinde bitirmişti. Koridorda seri adımlarla ilerleyip, Bergüzar’ın masasının önünden geçerken sesini duydu. ”Toprakcım, tamam anladım ablacım. Akşama geç kalmadan gelirim. İşteyim ve çalışıyorum, kapatmam lazım.” Telefonunu kapatıp, olduğu yerde dönmesiyle patronunu görmesi bir olmuştu. Bir an duraksadıktan sonra, öfke ve kırgınlıktan puslanan gözlerini kaçırdı. Ona ağız dolusu laf söylemek istese de bunu yapmamak için dişlerini sıkıyordu.
Gözlerini kaçırdığı hâlde, patronunun dikkatli bakışlarından nasibini almaya devam edince dayanamayıp yönünü lavabolara çevirdi. Alparslan ise elindeki dosyaları Bergüzar’ın masasına bırakıp peşinden ilerledikten sonra onu bileğinden yakalayıp, koridorun sağ tarafındaki acil durum kapısını ittirdi. Kızı merdiven boşluğuna çekti. ”Ne yapıyorsunuz ya?” diye birden patlayan kıza bakıp kalırken, ağzını bile açamadan Bergüzar tüm zehrini kusmaya başlamıştı. ”Geldiğim günden beri yaptırmadığınız iş, söylemediğiniz söz, etmediğiniz hakaret kalmadı Alparslan Bey. İnanın benim de sabrım kalmadı. Benden ne istiyorsunuz?’’ Susup, gözlerine öfkeyle bakmayı sürdürdü ve her geçen saniye yükselen sinirine yenik düşüp yeniden bağırdı. ‘’Niye susuyorsun? Konuşsana. Sana soruyorum. Benden ne istiyorsun?’’ Alparslan konuşmak için ağzını açıyordu ama Bergüzar durmak bilmiyor ve bağırmaya devam ediyordu. ‘’Az önce arayanın Toprak olduğunu duyunca, odada yaptıklarınızdan dolayı vicdan azabı mı çektiniz? Öfkeden deliye dönüp, kendi kendimi yemem çok mu hoşunuza gidiyor?” Alparslan, yaptığı her şeye pişman olduğunu belli eden yüz ifadesiyle aralarındaki mesafeyi kapatıp kızı kollarının arasına alırken kendine küfürler ediyordu. Sonunda onu delirtmeyi başarmıştı. Soğuk, acımasız, sert ve despot davranışlarının Bergüzar’da yarattığı yıkımı görmek içini acıtmıştı.
”Sakinleş Bergüzar… Tamam, kabul ediyorum çok üstüne geldim. N’olur biraz sakinleş.” Bergüzar, sinirle silkelenip bir adım geri gitti ve ondan uzaklaştı. Mani olamadığı gözyaşları yanaklarına dökülürken ”Sizden nefret ediyorum.’’ Demiş ve devam etmişti ama Alparslan bu sözlerle şok olup kalmıştı. O kadar dolu dolu, o kadar içten bir şekilde nefretini dile getirmişti ki… Tüyleri diken diken olmuş, sırtı bir ok gibi gerilmiş, gözlerindeki pişmanlığın yanına gizli bir hüzün oturmuştu. İçinden ‘Ne kötü adamsın ulan Alparslan. Şu naif, gencecik kızın bile kalbini kırdın’ deyip duruyordu. Kendi içinde yaşadığı çatışmaya yoğunlaştığından artık Bergüzar’ın ağzından dökülen sözleri idrak edemiyordu. ‘’Hayatım sizin yüzünüzden mahvoluyor. Sizin yüzünüzden kötü bir insan oluyorum. Yapmam ediğim şeyleri yapıp, kendimi tanıyamayacak hâle geliyorum. Bırakın gideyim… Bitsin bu işkence.” Ne demişti o? Bırakın gideyim mi? ‘Ne gitmesi?’ diye düşünürken, kaybetme korkusunun yüreğinde dalga dalga büyüdüğünü hissedip kızı kendine çekti ve burun buruna durdular. Bilinci yeniden yerine gelmiş, böylelikle içinde yükselen sesleri susturmuştu. ”Hiçbir yere gitmek yok. Burada, benim yanımdasın.”