5.BÖLÜM

Toprak, mutfaktaki ablasına sesini duyurmak için bağırarak “Alparslan Bey gerçekten çok zor biri mi?” demişti ki kapı çaldı. Hızlı adımlarla kapıya giderken, apartman görevlisinin ekmekleri getirdiğini düşündü. Bu sırada ablasıysa az önceki sorusuna sinirli bir kahkaha atarak cevap vermeye başlamıştı. Toprak onun öfkeli sözlerini dinlerken kapıyı açıp karşısında duran iri yarı, koyu kumral saçlara ve yemyeşil gözlere sahip adama bakıp kaldı. Karşısında duran bu yakışıklı adamı daha önce hiç görmemişti. Hâliyle kim olduğunu bilmiyordu.

“Alparslan Bey, hayatımda gördüğüm en garip ve sinir bozucu insan. Uyuz, soğuk nevale!” Ablasının mutfaktan yükselen sözlerini rahatlıkla duyan adamın önce kaşları çatıldı ancak saniyeler içinde yüzünde belli belirsiz gülümseme oluştu. Sağ elinin işaret parmağını usulca dudaklarına götürüp

“Şşş…” derken gözleriyle müsaade isteyip eve girmişti. Toprak ise

“Siz Alparslan Bey değilsiniz değil mi? Yani böyle sahneler genelde dizilerde, filmlerde, kitaplarda olur.” Dediği anda Alparslan dişlerini sıkıp, kahkaha atmamak için kendine hâkim oldu. Ayakkabılarını çıkardı, Bergüzar’ın hâlâ sesinin geldiği tarafı işaret ederek bir kez daha gözleriyle izin istedi. Toprak, yaklaşan felaketin farkında olsa da Alparslan’ın güzel yüzüne kilitlenip kalmış, ağzını bile açamamıştı. Adam dergilerden fırlamış gibiydi. Şirketi yönetmek yerine modellik de yapabilirdi. Onun boy boy posterlerini odasına asmaktan hiç çekinmezdi. Aklından geçirdiği saçmalıkları fark edip, kendine gelmesini sağlayan şey dünya üzerinde yakından gördüğü tek yakışıklı adamın konuşması olmuştu. Gür, sert ve insanın içini ürperten etkili sesi, tam da tipiyle özdeşleşmişti. Bu adamdan ancak böyle bir ses çıkardı.

“Demek hayatında gördüğün en garip, en sinir bozucu insanım öyle mi Bergüzar Hanım? Uyuz… Soğuk… Nevale!” Bergüzar olduğu yerde sıçrayıp elindeki domatesi kesmek yerine, bıçağı parmağına denk getirdiği anda attığı çığlık mutfağı sarıverdi.

Alparslan, anbean gördüğü sahne yüzünden dişlerini sıkıp, yüzünü asarken hızla Bergüzar’a ilerlemiş ve eline geçen ilk bezle parmağını sarmıştı. Kızın uzun boyuna rağmen, kendi uzun boyunun avantajıyla ona tepeden bakıp

“Aferin Bergüzar, o çok laf yapan ağzını çalıştırana kadar işine odaklansaydın böyle olmazdı.” Diye homurdandı. Onun konuşmasına müsaade etmeden de arkasında endişeyle duran Toprak’a döndü.

“Merhaba Toprak, ben Alparslan. Ablanın söylenip durduğu patronu! Bana, yarayı saracak bir şeyler getirebilir misin?” Toprak, gözlerini ablasından ayırıp adamın yemyeşil gözlerine bakarken iç çekmeden edemedi.

“Onca laf söyledi ama bu kadar yakışıklı olduğunuzu söylememişti. Jensen Ackles’in Türkiye şubesi gibisiniz maşallah.” Toprak yine Alparslan’ın havalı duruşuna takılıp kalmış, getirmesini rica ettiği her şeyi unutmuş, hülyalı hülyalı ona bakıyordu. Alparslan, dudaklarını birbirine bastırıp gülmemek için birkaç saniye uğraştı ancak dayanamayıp, kocaman bir kahkaha patlattı.

“Merhaba Tomris Yalın’ın Ankara Şubesi Toprak Kesen. Hadi şimdi benim yakışıklılığıma düşmeyi bırak ve ablan kan kaybından ya da…” Durdu, bakışlarını Bergüzar’ın alevler saçan gözlerine çevirdi. Onun bu hâline bıyık altında gülerek “… Sinirden bayılmadan ilk yardım malzemesi getir.” dedi. Bergüzar, kocaman açtığı gözlerinin ardından kardeşine öyle sinirli bakıyordu ki gülme isteğini o bakışlar yok etti. Üstüne kilitlenen öfkeli gözleri ancak fark eden Toprak saniyeler içerisinde mutfaktan toz olurken Bergüzar başını sağa sola sallayıp, “Ergen, sapık!” diye homurdandı. İşte gülmemek için büyük çaba sarf eden Alparslan’ı kahkahalara boğan da bu sözler oldu.

“Bu ergenlik ya da sapıklık değil Bergüzar Hanım. Toprak sadece doğruları söyleyecek kadar cesaretli. Hangi insan evladı bana bakıp ‘çirkin’ diyebilir ki?” Kızın alev alev gözleri üstüne dönsün, biraz daha sinirlensin diye yine aynı şeyi yapıyor, damarına damarına basıyordu. Zaten istediği de olmuştu. Bergüzar şaşkınlıkla yüzüne bakıp “Pes, vallahi pes! Egoya bak!” derken Alparslan umursamaz bir tavırla omuzlarını silkti.

Bir şeyler daha söylemeye hazırlandığı sırada mutfağa giren Toprak, elindeki malzemeleri tezgâhın üstüne koyup, ablasına yaklaştı. Yüzünü boynuna doğru saklayıp öperken “Çok acıyor mu?” diye sorunca Bergüzar şefkat dolu bir tebessümle gözlerini kapattı. Diğer eliyle onu sarıp tenini koklaya koklaya öperken yüzündeki gülümsemenin sesine yansıyan hâliyle mırıldandı. “Acımıyor, korkma. Küçük bir kesik, hepsi o kadar. Hadi sen Recep amca ekmekleri getirmiş mi diye bak.”

Toprak, yüzünü ablasının koynundan çıkartıp başını salladıktan sonra tıpkı onun gibi koyu kahve harelerini kendilerini sessizce izleyen Alparslan’a dikti. Az evvelkine nazaran soğuk bir sesle “Ablamın canını yakmamaya çalışırsanız çok sevinirim Hollywood’un Türkiye ayağı tipli bey! Teşekkürler.” dediğinde Alpaslan şaşırıp kalmış, ancak yine de gülümsemişti. Demek ki Toprak, kendi huysuzlukları yüzünden ablasını şirkette üzdüğünü, ağladığını bir duysa saçını başını yolar, ortada ne Jensen Ackles’in ne de Hollywood Türkiye şubesi kalırdı. Bu düşüncelerle başını sallayıp zar zor yutkunurken “Elimden geldiğince dikkat edeceğime söz veriyorum küçük hanım.” dedi.

Mutfaktan çıkmasıyla keskin ama kısa bir soluk aldığı sırada Bergüzar’ın alaycı bakışlarını fark edip homurdandı. “Ne o, biraz korktunuz galiba Alparslan Bey. Sanki renginiz attı.”

“Bergüzar!” Huysuz, uyarı dolu ama eğlenir gibi çıkan sesi, onun yüzündeki imalı gülüşü engellememişti. “Siz kadınlar çok garipsiniz, gerçekten. Sizleri anlamanın bir yolu yok. Beş dakika önce övgüler yağdırırken, şimdi resmen tehdit edip gitti. Benden on yedi yaş küçük, tıbben hâlâ ergen bir kız çocuğu tarafından saçım başım yolunmadan şu yarana bakalım.” Bu sefer kahkaha atan Bergüzar olmuştu.

“Gülme!” derken kendisi de gülüyordu. “Gülmüyorum. Size gülmek ne haddime Alparslan Bey.” Bakışlarını hâlâ kanamaya devam eden yaradan ayırıp, kirpiklerinin arasından dikkatle baktı ama o bakışlarda eğlenir gibi bir ifade yoktu. “Yapma Bergüzar, o kadar mı kötü bir adamım?” Alınmış, gücenmiş hatta kalbi kırılmış gibi sesi, tavrı ve bakışları, Bergüzar’ın anaç ve naif kalbine anında etki etmişti. Söylediği sözlere pişman olurken, aklı da bir süre önce yaşadıkları tartışmaya, o tartışma sırasında akıttığı gözyaşlarına ve sinir harbine gitmişti. Hayatında hiç o kadar sinirlenmemiş ya da öyle bir öfke patlaması yaşamamıştı. Resmen bedeni uyuşup, kendi ağırlığını taşıyamaz olmuş, toparlanmak içinse kendini o hâle getiren adama sıkı sıkı sarılmıştı.

“Kötü biri olduğunuzu düşünmüyorum. Sadece huysuzsunuz, yanınıza yaklaşılmıyor.” Alparslan belli belirsiz tebessüm ederken bir adım atarak aralarındaki mesafeyi kapatmış, böylece bedenleri birbirine dokunmuştu. “Bence yanıma yaklaşılmadığı konusunda yanılıyorsun Bergüzar Hanım.” Aniden oluşan bu yakınlık mı şaşırmasına sebep olmuştu, yoksa Alparslan’ın gözlerinde gördüğü o haylaz bakışlar mı bilmiyordu. O an bildiği tek şey kalbinin deli gibi çarpmaya başladığı ve nefesinin kesildiğiydi. Bir de sarhoş kafayla öpülme durumu vardı tabii.

Aklına gelen o sahneyle gözlerini yemyeşil gözlerin ışıltısından ayırıp önüne bakarken, Alparslan’ın derinden gelen homurtu gibi gülüşünü duydu ama tepki vermedi. Zaten o da saniyeler içinde gülmeyi bırakmış ve yarayı sarmaya odaklanmıştı.

“Ekmekler sıcacık, hadi hemen yiyelim.” Koşarak mutfağa giren Toprak yine dikkatlice ablasına bakıp yanına sokuldu. “Acıyorsa söyle öpeyim. Öpünce geçer.”  Yine tebessüm eden Bergüzar onu çoktan sağ kolunun altına almıştı. “Sen bu küçük numarayı nereden biliyorsun bakayım?” Abla kardeş gülüşüp, bir süre birbirlerine baktılar.

“Benim bir ablam var. Abla dediğime bakmayın, kendisi annem olur. Küçükken ne zaman bir yerim acısa öyle derdi. Bir de kocaman öperdi, acım geçerdi.” Bergüzar, Toprak’ın şakağını uzunca öperken gözlerine yaşlar birikmişti. Küçükken acılarını geçirmek, yaralarını iyileştirmek kolaydı ancak şimdi o numaraların hiçbiri işe yaramıyordu. Ne kadar öpse de sevse de bu illet hastalığı kardeşinin bedeninden çıkartıp atamıyordu. Zorla yutkunup toparlanmaya çalıştı.

“Alparslan Bey, lütfen masaya geçin. Ben de elimi yüzümü yıkayıp geliyorum.” Diyerek saniyeler içerisinde mutfaktan çıkmış, Toprak ise onun arkasından hüzünle bakıp kalmıştı. “Hep kendini suçluyor. Sanki bu hastalığı kendisi bulup gelmiş gibi davranarak kendine azap çektiriyor. Aslında benim için neler yaptığını, ne kadar fedakârlık gösterdiğini, kendi hayatını bir kenara bırakıp benim için yaşadığını, ayakta kalmaya çalıştığını görüyorum.” Susup yutkundu, gözlerindeki yaşları sildi ama yerine yenileri geldi. “Yorgun… Çok yorgun. Benim yüzümden hasta olacak diye korkuyorum.”

Alparslan, gözlerinin önünde yaşanan ve içini paramparça eden bu sahnelerle nefes alamaz olmuştu. İkisi de birbirine üzülüyor, ikisi de birbiri için endişe duyuyordu. Usulca Toprak’ın yüzünü kavradı ve yanaklarına düşen yaşları sildi. “Üzülme… Sen iyileşeceksin ve bugünler acı da olsa hatıra olarak kalacak. Hadi abicim, toparlan ve masaya geç. Ben ablana bakıp geleyim. Odası nerede?” Toprak, onun gerçekten abi gibi hatta baba gibi sımsıcak yaklaşımıyla gülümsedi. Bu adam değişik bir tipti. Soğuk gibi ama sıcak gibi… Ne öyle, ne böyle… Kafa karıştırıcıydı ama duruşundaki samimiyette belliydi. Dağılan aklını toparlayıp, ablasının odasını tarif etti ve ekmekleri masaya götürürken Alparslan’ın mutfaktan çıkmışını izledi.

İçinden ‘oha, kapı kadar!’ diye geçirirken kıs kıs gülüyordu.

Alparslan ise Toprak’ın gülüşünden habersiz, koridorun sonundaki odanın önüne geldiğinde kapıyı usulca çalıp “Bergüzar, gelebilir miyim?” demiş, saniyeler sonraysa kapı aralanmıştı. Gözlerinden dökülen yaşların yanaklarına bıraktığı izlere bakarken yatak odasına girip, kapıyı kapattı. “Gel, biraz konuşalım.” Elini usulca onun sırtına koyup yatağa ilerletti ve ikisi de yatağın kenarına yüz yüze bakacak şekilde oturdular.

Sarhoş olduğu geceden beri yüzüne bakmayan buzlar kralı, cumartesi sabahı neden evlerindeydi ve neden kendisine bu kadar ılımlı davranıyordu anlayamamıştı. Tam bunları düşünürken

“Toprak’ın durumu…” Dediğini duyup gözlerini kaçırdı, zar zor yutkundu. Onun hâlini gören Alparslan da sözlerinin devamını getirememişti çünkü gözlerindeki hüzün, acı aleni şekilde belirmişti. Başını önüne eğip hafifçe sallarken “Tedaviye tekrar başlandığını biliyorsunuz.” Diye mırıldandığını ve devam ettiğini duydu.

“Ne olacak, tedavi işe yarayacak mı, Toprak’ın zaten yorgun olan bedeni buna dayanacak…” devam edemeyip susmuş, yine zorla yutkunurken gözlerindeki yaşlara da hâkim olmaya çalışmıştı. Bu sırada omzunu saran kolu hissedip belli belirsiz titredi. “İyi düşüneceğiz, iyi olacak. Kötüyü düşünürsen, onu kendine çekersin. Kötüyü çağırma, düşünme, dillendirme. Ne olursa olsun hep olumlu bak, iyi düşünmeye odaklan. Pes etme, güçlü kalmaya çalış.” Sesindeki şefkatle sarıp sarmalanırken, yanında oturan adamın hastanede yanında olan, destek olan o adamla aynı kişi olduğunu fark edip başını kaldırdı. Gözleri buluşurken, Alparslan’a öyle dikkatli bakmıştı ki sanki içini okumak ister gibiydi.

Bir insan kaç farklı hâletiruhiyeye sahip olabilirdi? Soğuk, kuralcı, takıntılı, işkolik, despot Alparslan Bey, sakin, sessiz Alparslan Bey, annesinin ‘hergele’ diye sevdiği Alparslan Bey ve yardıma ihtiyacı olduğunda, yaslanacak bir omuz, sırtını sıvazlayacak bir el aradığında ortaya çıkan Alparslan Bey. Bu adamı anlamak, tanımaya çalışmak, farklı ruh hâliyle ve Alparslan çeşidiyle tanışmak garipti. Zor ve karmaşıktı. Bergüzar’ın zaten darmadağın olan aklı ve duygularını iyice karıştırmış, bir kâğıt gibi buruşturmuştu sanki.

“İçinizde kaç çeşit Alparslan Yalın var?” Sorusuyla afallayıp kaşları çatılan adamın, soruyu anlamadığı ve şaşırdığı belliydi. “Nasıl yani?”

“Yanisi şöyle, iş yerinde, ailenizle konuşurken ve şimdi burada ya da hastane gördüğüm Alparslan Beylerin hepsi farklı farklı insanlar gibi. Bunca farklı karakteri aynı bünyede yaşatmak sizi yormuyor mu? Bu durum bir süre sonra sizi hasta etmeye başlar çünkü ruh hâliniz aşırı değişken. Kafanızın karışmamış, hafızanızın bulanmamış ve beyninizin isyan etmemiş olmasına şaşırıyorum.” Alparslan, bunca sözün arasında yine sadece “sizi hasta etmeye başlar” kısmına takılmıştı.

Bergüzar, bilinçsizce yine korkularını ona da giydiriyor, onu da kendince korumaya, hasta etmemeye çalışıyordu. Yine olumsuzu, yine hastalığı ya da hastalıkları düşünüyordu. Alparslan, usulca sırtını sıvazlayıp “Hadi artık kahvaltı et ve moralini bozma. Hadi…” diyerek ayaklanıp, sorulardan kaçarken onu da önüne katarak odadan çıkmak istedi ancak Bergüzar hâlâ yatağın ucunda oturuyordu.

“Sor hadi sor. Yoksa çatlayacaksın, belli.”

“Yanlış anlamayın ama… Neden buradasınız Alparslan Bey?”

“Son bir haftadır kendine baktın mı Bergüzar?” sorusuna karşılık aldığı soruyla afallamış ve duraksamıştı.

“Bunu neden sorduğunuzu anlayamadım Alparslan Bey.” Kızın allak bullak olan yüzüne bakıp gülümser gibi yaparken önüne gelmişti.

“Gözlerin uykusuzluktan ve tahminimde yanılmıyorsam ağlamaktan kan çanağına dönmüş, doğru düzgün yemek yemediğin için hızla kilo veriyorsun. Ayrıca bu hafta iki kez öğle yemeğinden sonra koştur koştur lavaboya gittin. Yediklerini kusuyorsun değil mi?” Tahminlerinin, gözlemlerinin hepsi doğruydu. Kendisinden bu kadar uzak dururken bile bunların her birinden haberdar olması, farkında olması garipti. Bunu nasıl yapıyor, nasıl başarıyordu anlayamamıştım.

“Nasıl fark ettiniz?”

“Ben kör değilim Bergüzar. Sadece, gördüklerimi görmezden geliyor gibi yapmayı başarıyorum. Çünkü sana defalarca nasıl olduğunu sordum ve hiçbirinde bana doğruyu söylemedin. Hep ‘iyiyim’ deyip geçiştirdin. Ben de bu yüzden seni görmezden geldim, kendi hâline bıraktım. Ancak Toprak’la tanışma ve onu ziyaret etme isteğim ağır basınca ev adresinizi aldım ve kardeşini ziyarete geldim.” Susup derin bir nefes aldı.

“Hadi artık kahvaltı et ve lütfen yediklerini içinde tutmaya çalış. Yoksa bu durum daha vahim sonuçlar doğuracak.”

Mutfağa geçtiklerinde Toprak, demini almış, mis gibi kokan çayı çoktan bardaklara doldurmuştu.

“Ben de size seslenecektim. Çaylar ve ekmekler soğumadan başlasak efsane olur.” Bergüzar, önce Alparslan’a oturmasını işaret edip sonra kendisi de oturdu ve kardeşine dikkatle baktı. “Şu kelimeyle arana mesafe koysan diyorum ablacım… Her şeye ‘efsane, efsane olmuş, efsane olur’ demekten vazgeçsen!”

“Efsane fikirmiş, deneyeceğim.” Cevabıyla Alparslan gülmeye başlarken Toprak da ona eşlik etmişti. Hatta kırk yıllık dostlar misali, çak yapıp avuç içlerini birleştirmişlerdi. Bergüzar ise onların hemen kaynaşıvermesine şok olmuş, öylece bakakalmıştı. Aylardır iş hayatını burnundan getiren adam, gerçekten bu adam mıydı? Eğer o adamla bu adam aynı kişiyse, çektiği tüm eziyetlere bir kez daha isyan edecekti. Tam ağzını açıp homurdanacaktı ki muhabbetlerini bölmemek için sustu. Sessizce ve dikkat çekmemeye çalışarak onları dinlemeye başladı.

“Toprak, tedavin tamamlandıktan sonra neler yapacaksın anlat bakalım?” Alparslan’ın bu sorusuna burukça gülümseyecek olmuştu ki

“Hiçbir sınav sonsuza dek sürmez abicim. Bugünler elbet geçecek ve sen sağlığına kavuşacaksın. Bu âna takılıp kalmak yerine geleceği hayal et. Hadi… Anlat bakalım.” Sözleriyle gülüşü büyüdü ve hüznü siliniverdi sanki.

Sahi… Ne kadar zaman olmuştu gelecekle ilgili hayaller kurmayalı? Bunu fark ederek zar zor yutkundu ama gözlerinin içi parlıyordu. Tıpkı ablasının gözleriyle aynı olan gözlerinin.

“Eğer hasta olmasaydım şu an yurtdışında tıp etiğimi alıyor olacaktım.” Alparslan hiç beklemediği bu cevapla gözlerini kocaman açıp, ıslık öttürdü ve arkasına yaslanıp, tüm dikkatini ona verdi.

“En az ablan kadar zeki ve çalışkansın…” Toprak kıs kıs gülüp ablasına sokuldu ve yine boynuna burnunu sürttü.

“Genlerimiz… Ahh, zekiyiz. Buna şüphe yok.” Demesiyle ikisini de güldürmüştü.

“Yurtdışındaki bir üniversiteden eğitim bursu kazanmıştım ancak hastalanınca…” Susup omuzlarını hafifçe silkti.

“Burs, eğitim, yurtdışı hayalleri biraz yalan oldu.”

“Yalan olacak bir şey yok. Bunu bir kez başardıysan, bir kez daha başarabilirsin. Ayrıca böyle bir başarı göstermiş olman çok güzel, takdir edilesi. Seni tebrik ederim, haddim olmayarak gurur duydum. Eminim ablan da çok gururlanmıştır.” Toprak kıpkırmızı kesilip yine az evvelki gibi gülmüştü. Utanan gözlerini kahvaltılıklara çevirip, başındaki bandanasının omzuna sarkan uçlarıyla oynadı.

“Teşekkür ederim ama asıl övülmesi, takdir edilmesi ve gurur duyulması gereken kişi ablam. O olmasaydı…” Sessizce yutkunup sözlerine devam ederken gözleri yaşarmıştı.

“…Başaramazdım. En büyük destek hep ondan geldi. İnancını hiç kaybetmedi, hep daha fazlasını ve daha iyisini umut etmeyi, bunun için çalışmayı öğretti. Öğretmenim iyi olunca da başarı beklenen sondu.” Bu sefer zar zor yutkunan, gözlerine yaşlar biriken Bergüzar olmuş, çay koyma bahanesiyle ayaklanmıştı.

Kızların birbirine bağlılığını sessiz bir hayranlık ve gıptayla izleyen Alparslan ise ne diyeceğini bilememişti. Onlara, geçmişleriyle, anne ve babalarıyla ilgili sorular sormak istiyordu ancak yaralarını kanatmak istemiyordu. Bu yüzden susup, sohbeti onların şekillendirmesine izin verdi.

Kahvaltı bitip, üstüne de kahvelerini içtikten sonra Toprak salona geçmiş, Alparslan ve Bergüzar baş başa kalmıştı.

“Toprak’ın bu kadar parlak bir öğrenci olduğunu hiç söylememiştin.” Bulaşıkları makineye dizen Bergüzar, duyduğu sözlerle duraksayıp ima dolu şekilde başını sağa sola sallarken güldü.

“Sorduğunuzu hatırlamıyorum Alparslan Bey. Siz, sorular sorup doğru cevaplar almak yerine, bağırıp çağırmayı, böylece üste çıkmayı tercih edersiniz. Sorular size göre değil. Bunu kısa süre önce kovulduğum toplantı esnasında iyice anlamış oldum.” Şirketteki son yaşananlara yaptığı taşlamayla hem rahatlamış, hem de vicdan azabıyla dolmuştu.

Sanki kendisi, adamın kuyusunu kazmıyor gibi bir de üste çıkıyordu. Aklının ve vicdanının savaşını göz ardı etmek umuduyla derin bir soluk alıp, patronuna baktı. Üstüne kilitlenmiş yemyeşil gözlerdeki garipliği ise ancak o zaman fark etti. Bu adam niye böyle bakıyordu?

Sanki içini görmek, aklından geçenleri okumak ister gibi…

“Sokacağın laflar bittiyse, hadi beni uğurla da gideyim.” Deyip birkaç saniye sustu ancak mutfaktan çıkarken homurdanmaya devam etti.

“Şirket dışında bulduğu bütün fırsatları değerlendirip, bodoslama laf sokuyor. Kadına bakın yahu! Tamam, haksızım, hata yaptım. Fark ettim işte, özür de diledim. Daha ne yapayım? Yok, illa laf sokacak.” Bergüzar arkasından bakıp koşar adım mutfaktan çıktı ve şok olmuş hâlde

“Siz az önce hata yaptığınızı mı kabul ettiniz, yoksa ben mi yanlış duydum?” diye sorunca evi saran sesle irkildi.

“Bergüzar… Şansını zorlama!”

“Aaa, gerçekten bağırıyormuş!” Toprak, salondan başını uzatmış, gitmek için hazırlanan yakışıklı adama bakarken yine dilini tutamamış, sözleriyse Alparslan’ı güldürecek kıvama getirmişti.

“Bağırmıyor ablacım, normal ses tonu ve tonlaması böyle!” Deyiveren asistanına dönüp, kaşını usulca kaldırdığında, onun dudaklarını kemirip kendine söylenmesini izledi. Ne dediğini anlamak istemiş ancak başaramamıştı.

“Toprak, abicim gel bakayım.” Alparslan arkasında uslu uslu duran kıza dönüp sarıldı.

“Ne zaman, neye ihtiyacın olursa beni ara. Numaram ablanda var. Ve kendine çok iyi bak. Tanıştığıma çok memnun oldum.” Deyip kızı kolunun altına aldıktan sonra mutfak kapısında kendilerini izleyen Bergüzar’a döndü.

“Ablandan daha tatlı ve çekilir birisin. Azıcık dilin uzun ama… O da ablana çekmiş işte… Ne demişler, ‘soydur çeker…’” Gözleri kocaman açılan kadını keyifle izleyip belli belirsiz güldükten sonra yine Toprak’a döndü.

“Benden bir şey istiyor musun?”

“Bir vesikalığınız varsa eğer… Seve seve alırım.” Bu cevapla anlık duraklama yaşadı ancak gür bir kahkaha patlatması da uzun sürmedi. Küçük bir kız çocuğu gibi yüzüne hayran hayran bakan kızın yanaklarını sıkıp, alnını öptü.

“Ablana söyle, sana bir vesikalığımı getirsin o zaman. Arkasına imza atmamı da ister misin?” Diye sorup göz kırpmasıyla Toprak iç çekmiş ve başını sallamıştı.

“Müteşekkir olurum Sayın Alparslan Bey abiciğim.”

“En azından hâlâ ‘abi’ statüsünde olduğumun bilincinde.” Derken göz ucuyla Bergüzar’a bakıyor, kardeşini resmen mengene altına alan kahve gözlerini izliyordu.

“Kısmet böyleymiş be Alparslancım. Kader olarak!”

“Toprak… Daha ne kadar bokunu çıkartacaksın acaba? Sapık! Odana git, hemen!” Ablasının kontrollü ancak çok şey ima eden bağırışıyla son kez dünya gözüyle, dünya yakışıklısı adama sarılıp gözden kaybolduğunda arkasından kopan kahkaha sesini rahatlıkla duyuyordu. Adamın kahkahası bile yakışıklıydı yahu! Yalan mı?

“Hayranlarımı çevremden kovalamasana Bergüzar Hanım. Çok ayıp, size hiç yakıştıramadım.”

“Alparslan Bey?”

“Tamam, tamam… Ben de gidiyordum. Ama bak… Vesikalık fotoğrafımı getirmeyi unutm…”

“Alparslan Bey!”

“İyi ya, peki!” deyip ellerini havaya kaldırdı ve birkaç adımda Bergüzar’a yaklaşıp omzunu usulca sıktı.

“Şaka yapıyorum ona da kızıyorsun. Seni anlamak gerçekten zor. Neyse… Sürpriz ziyaretime rağmen çok misafirperverdiniz. Geldiğimde duyduklarım hariç!” Göz kırpıp yine bıyık altı gülerken konuşmaya devam etti.

“Her şey için teşekkür ederim Bergüzar, Toprak’la tanışmak, onu tanımak güzeldi. Tahminimden daha güzel…” Son sözlerini fısıldayarak söylerken gözleri birbiri üstünde uzun uzun gezmişti.

“Toprak’ı ziyaret etme ve tanışma nezaketi gösterdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim.” Alparslan tebessüm edip kapıdan çıkarken duraksadı ve bir kez daha göz göze geldiler.

“Güçlüsün, çok güçlüsün ve kocaman bir kalbin var… Bunu kaybetme, korkularına yenilme.” Susup yutkundu, kıza söz hakkı tanımadan

“Şirkette görüşürüz Bergüzar Hanım.” Diyerek merdivenlerden inip gözden kayboldu. O gitti ancak, gitmeden önce söylediği son sözler, Bergüzar’ın vicdanına ok misali saplanıp kaldı, nefesini kesti.

‘Güçlüsün, çok güçlüsün ve kocaman bir kalbin var. Bunu kaybetme, korkularına yenilme.’

Kaybetme dediği o kalbi, gücü çoktan kaybettiğinden haberi yoktu ki… Hele ayaklar altına aldığı gururu… Canından can olan kardeşi için yaptıkları, yapacakları… Kapıyı kapatıp alnını oraya dayadı ve bir süre sessizce durdu. Ne yaptığını, neler yapmaya hazırlandığını düşündü. Düşündükçe tüyleri ürperdi, kendine nefret duydu, kendinden tiksindi. Yüzünü buruşturup, içine hapsettiği her şeyi haykırmak ister gibi dudaklarını araladığı esnada

“Abla…” diyen sesle hayatın gerçekleri yüzüne tokat misali inmiş, yine sesini kesmişti. Ne kalp, ne güç, ne gurur, ne onur kalmıştı. Hepsini eze eze Toprak’ın odasına ilerledi.

***

Yeni hafta yine yoğun bir koşturmacayla başlamak üzereydi. Asansörden inip yanına doğru gelen patronunu görmesiyle ayaklandı. Üstüne giydiği gri takım elbiseyle her zamanki soğuk ama şık havasına bürünmüştü. Oysa hafta sonu evlerine gelen sürpriz misafir bu adama hiç benzemiyordu ve bunu ancak idrak edebilmişti. Cumartesi günü üstünde beyaz tişört, koyu mavi kot pantolon olduğunu anımsayıp, rahat görünümüne şaşırdı. ‘Demek ki takım elbise dışında da bir şey giyebiliyormuş. Fakat ben fark edememişim.’ Diye düşünürken masasına konan küçük poşete öylece baktı.

“Günaydın Alparslan Bey. Bu nedir?”

“Günaydın, bunu ye. Hemen! Çünkü gün boyunca bir şeyler yemeye bile vaktimiz olmayabilir.” Odasına girip kapıyı kapatmıştı ama Bergüzar hâlâ arkasından şaşkın şaşkın bakıyordu. Poşetin ağzını aralayıp içindeki simit ve iki küçük peynire bakarken iyice şaşırdı. Simitin sıcaklığından nemlenen poşetten gözlerini ayırmayı başardığında aklı karışmıştı. Ne yani, kahvaltı etmesi için kendisine simit mi almıştı? Bunu düşünürken odanın kapısı yeniden açıldı.

“Simitle bakışmayı kes ve onu derhâl ye Bergüzar. Ve ve ve… Sakın yediğini kusma, yoksa fena yaparım.” Kapı gürültüyle kapanırken simitten bir parça koparıp ağzına atmıştı bile. Yediğini yutabilmek için çayından yudumladı, koltuğuna oturup devamını da yemeye başladı. Bu sırada günlük programı kontrol ediyordu.

Doğru düzgün beslenmeyi unutan midesi kaynasa da göz ardı etmeye çalışıp, günün temposuna ayak uydurdu. Saat öğleni bulduğunda odasından çıkan Alparslan

“Öğle molası, yemekhaneye iniyoruz.” Dediğinde aç olmadığını söylemek istedi ancak gözlerine buz gibi bakan yeşil hareler çıkaramadığı sesini bile kesti. Telefonunu alarak yerinden kalkıp, patronunu birkaç adım geriden takip etti. Asansör, onları en alt kata indirirken

“Şu hâline bak, kaç kilo verdin sen?” diye kükreyen adamın sesiyle ayakları yerden kesilivermişti. Asansörün aynasındaki yansımasına göz ucuyla bakmaya çalıştı. Solgun yüzü, çöken göz altları, beline bol gelen kumaş pantolonu… Kaçacak, saklanacak, inkâr edecek hiçbir şey yoktu. Bedeni kendini ele veriyordu ancak adamın bağırışı tepesini attırmıştı. Bir anda ona dönüp

“Alparslan Bey, çocuk azarlar gibi beni azarlayıp durmayın canım!” diye çıkışmasıyla Alparslan’ın gözleri parlamıştı. Bu parıltıyı öfke sanan Bergüzar dudaklarını birbirine bastırıp sustu. Ama bu parıltı öfke değildi. Yüzde doksan dokuz oranında öfkeli görmeye alıştığı adamın gözlerindeki parıltının muziplik parıltısı olduğunu anlamaması normaldi. Alparslan, annesinin babasına çıkışıp haksızken bile haklı olmayı başardığı birçok ânı düşünürken kahkaha atacak oldu ama kendini tuttu. Kaşlarını çatıp, kızın omzunun üstünden asansörün tuşlarının olduğu panele uzanıp bir tuşa basmasıyla asansör durmuştu. Aralarındaki mesafeyi kapatıp, burnunun dibine girdi. Ne hoş bir kokusu vardı. Kızın boynuna sokulup kokusunu daha fazla soluma isteğine karşı koyarken

“Bana bak canım, anam gibi bağırıp tepeye çıkmaya çalışma çünkü haksızsın ve bunu sen de çok iyi biliyorsun. Bu yüzden sus Bergüzar. Sus canım! Aç kalmaktan yediğin simit bile mideni bulandırır olmuş. Canım çok sıkıldı canım. Daha fazla canımı sıkma!” Onca cümlede kaç kere ‘canım’ demişti? Bunu düşünmemeye çalışırken, kızın şaşkınlıktan kocaman açılan gözlerine bakıp tebessüm eder gibi yaptı. Sol yanağındaki gamzesi görünüp kayboldu.

“Yazık değil mi?”

“Neye?”

“Kendine Bergüzar, kendine yazık değil mi? Kendine acımıyor musun? Kardeşine bu hâlde yardım edemezsin. Toparlan, lütfen.” Kızın yaşlar doluveren gözlerini kaçırmasına müsaade etmeden yakalamış, çenesini usulca tutup gözlerini birleştirmişti.

“Ağlamak güçsüzlük değildir. Bazen ağlamak iyi gelir, içindeki zehri dışarı çıkartır. Ağlayacaksan şimdi ağla. Ben yanındayken ağla.”

“Siz hiç ağladınız mı?” Kısık sesle, dudakları titreye titreye sorduğu bu soruya acıyla güldü.

“Herkesin geçmişinde acıları, yaraları vardır. Ve evet… Vakti zamanında o acılar, yaralar yüzünden çok ağladım.” Aldığı cevapla gözleri yeniden kocaman açılan kızın göz pınarından kopan bir damla yaşı başparmağının ucuyla yakaladı.

“Böyle bir cevap ya da itiraf beklemiyordun değil mi? Ama unuttuğun bir şey var… Ben de insanım ve erkekler de ağlar. Canları yanarsa, kalpleri kırılırsa, hayalleri yarım kalırsa… Ağlarlar.” İki aydır tanıdığı Alparslan gibi değil de kalbi kırık küçük bir oğlan çocuğu gibi konuşması Bergüzar’ın kalbini yerinden oynatmıştı. Doğru ya, ne kadar soğuk ve nemrut görünse de o da insandı. Duyguları vardı.

Bunun bilincine yeni varmış olmanın garip tutukluğuna inat bir anda parmak uçlarında yükselip boynuna sarılıverdi. Ne yaptığını, neden yaptığını düşünmedi. Sanki karşısındaki o küçük çocuğu korumak ister gibiydi. Kalbi kırılmıştı, bunu artık daha net anlamıştı. O gece ‘gitme’ demesi, şimdi söyledikleri geçmişinin izleriyle doluydu. Onu kendinden, kendi ihanetinden bile korumak ister gibi sarılıp sırtını sıvazlarken, şakağını hafif sakallı çekenesine doğru yaslamıştı.

Bir anda boynuna sarılıp, kocaman sırtını sıvazlamaya çalışan kızın yaptığının şaşkınlığını atmaya çalışan Alparslan ise gözlerini kapatırken içten bir tebessüm etmiş, kollarını kızın beline sarıp, tıpkı onun gibi sırtını sıvazlamaya başlamıştı.

Çenesine, yanaklarına dokunan hafif dalgalı siyah saçlardan yayılan kokuyla mest olurken, burnunu hafifçe başının üstüne götürüp derin bir soluk daha aldı. Kaç yıl olmuştu birine böyle sarılmayalı? Kaç yıl olmuştu kalbi böyle atmayalı? Günlerdir hırsla, öfkeyle, kör olmaya çalışır gibi nefes almadan çalışmasının sebebi bu kalp atışlarıydı biliyordu. Eskisinden daha büyük gümbürdemelere sahip kalbi, aklını karıştırıyordu. Yıllar boyu herkese ördüğü o duvarlar bir bir yıkılıyor, gardını Bergüzar’a indiriyordu. Artık bunun aleni şekilde farkındaydı.

Yeter ki kırmasın, incitmesin, eski yaralarından daha büyük yaralar açmasın, yine kanatmasın, ağlatmasın… Gardını bu esmer güzeli kıza indirmeye razı olurdu. Yaşayacaklarından bir haber, duygularına teslim olup aynı anda da o duygulara sarılırken, onu daha sıkı sardı ve alnına küçük bir öpücük kondurdu.

“Hadi artık yemek yiyelim.” Biraz geri çekilip ıslanan yanaklarını kuruladı, asansörün tuşuna basıp hareket etmesini sağladı. Yemekhane katından içeri girerlerken az evvelki çocuk yürekli, çocuk bakışlı, kırgın Alparslan gitmiş, yerine o hep tanıdığı Alparslan gelmişti.

Kendisine selam veren çalışanlarına başıyla karşılık verip, yemek servisinin yapıldığı bölüme ilerlediler. Yemeklerini alıp, boş masalara göz atan Bergüzar,

“Şirkete ilk geldiğimde bu yemekhane beni çok şaşırtmıştı.” Diye mırıldanınca Alparslan neyi kastettiğini anlayıp gözlerini buluşturdu ve gülümseme karışımı bir ifadeyle yüzünü baktı.

Yalın Holding adını taşıyan hiçbir binanın yemekhanesinde yönetici ya da çalışan şeklinde ayrım yoktu. Herkes aynı alanda yemeğini yiyor, hepsi yan yana oturuyordu. Buna özellikle ihtimam gösterdikleri herkesçe biliniyordu. Yapılan işlerin hepsinde şirket bünyesinde çalışan herkesin emeği, alın teri, çabası vardı.  Yönetici, mimar, mühendis, temizlik görevlisi, çaycı, aşçı, şoför… Hiçbiri burada asla ayrılmıyordu. Bu iyiydi çünkü çalışanlarını daha yakından tanıma, eğer bir sorunları varsa gözlemleme, kulak misafiri olup duyduklarından yola çıkarak yardımcı olma şansını da yakalıyorlardı.

Babaları Süleyman Yalın, bu hususa kendi yönetimi yıllarında ne kadar dikkat ettiyse, çocuklarını da aynı özveri ve bilinçle yetiştirip bunu aşılamayı başarmıştı.

“Neden şaşırdın?”

“Yapmayın Alparslan Bey, böyle büyük şirketlerin as üs ilişkilerinin çok keskin çizgilerle belirlendiğini hepimiz biliriz. Ne demek istediğimi anladığınızı biliyorum.” Alparslan, yemeklerin olduğu tepsiyi tek eline alıp boştaki eliyle Bergüzar’ın sırtına dokundu ve onu masalardan birine yönlendirdi.

‘Anlamamış gibi yapmanızı yemiyorum’ diyorsun yani…” Şakalaşır gibi konuştuğu hâlde Bergüzar aynı ciddiyeti koruyarak

‘Ne demek istediğimi anladığınızı anlıyorum’ diyelim.” dediğinde Alparslan’ın kıs kıs güldüğünü duydu. Kulağına doğru eğilen adam

“Zeki kadınsın Bergüzar…” dedikten sonra masaya karşılıklı olarak oturdular ve sözlerine devam etti.

“Evet, dediğinde doğruluk payın büyük. Bizim gibi köklü şirketlerde yemekhane ikiye bölünür. Çalışanlar ve yöneticiler başlıkları altında. Hatta yöneticiler yemekhaneye inmeyebilir. Ancak bizde öyle değildir. Biz, sadece burada yani Ankara’da değil, İzmir ve İstanbul’daki şirket binalarımızda da gördüğün düzeni koruruz. Ben ya da kardeşlerim haftanın en az üç günü yemekhanede yemek yeriz. Tabii dışarıda yediğimiz de olmuyor değil ancak burada hep birlikte olmanın ne kadar avantajlı olduğunu babamızdan öğrendik.” Susup biraz soluklandıktan sonra yine devam etti. Bergüzar’ın pür dikkat kendisini dinlemesi, sözlerine devam etmesine sebep olmuştu. Onun iyi ve meraklı bir dinleyici olması da ayrıca hoşuna gitmişti.

“Burada herkes bir ve birlikte. Yemekhaneyi ya da masalarımızı, çalışan veya yönetici şeklinde ayırsaydık, bizim için çalışan yüzlerce insana çok büyük haksızlık olurdu. Burada herkes para kazanmak için çalışıyor, paralarını da hak ettikleri düzeyde eksiksiz ve tam vaktinde alıyorlar. Alamadıkları, eksik aldıkları hiç olmadı. Öyle bir durumu da Allah göstermesin. Onca insanın vebali, alın teri, emeği, hakkı olan parasıyla yürünmez. Yürümek istediğimiz, büyümek istediğimiz o yollar ayağımıza dolanır. Bu şirketin bir bölümünün kurucusu babam, diğer bölümünün kurucusu kardeşim Ertuğrul, bizler de hisse sahipleri olabiliriz ama bu sizlerden üstün olduğumuz anlamına gelmez. Şirketin sizlerin emekleri ve çalışmaları sayesinde büyüdüğü gerçeğini değiştirmez. Sen, o planları hazırlayıp günlük işlerimi sıraya koymasan, dosyalarımı düzenlemesen, toplantılarda notlar almasan ve onları revize edip önüme getirmesen ben iyi bir yönetici olamam. Ben iyiysem, bu senin sayende. Demek ki sen iyi bir yönetici yardımcısısın. Ki şüpheye gerek yok, sen gerçekten çalışkan, özverisi ve öngörüsü yüksek, sabırlı, nazik ve çok akıllı bir yardımcısın.” Bergüzar bu sözlerle hem mutlu olmuş, hem de yüreğine ağırlık oturmuştu. Kendisine onca güzel şey söyleyen adam ileride yaşayacaklarından sonra hakkında neler düşünecekti kim bilir.

“Senden önceki yardımcılarımla neden anlaşamadığımı hiç düşündün mü?” sorusuyla kendi vicdan muhasebesinden uzaklaştı. Onun gözlerine duyacaklarının merakıyla bakıp

“Hayır Alparslan Bey.” dedi. Adam başını hafifçe sallayıp bu sefer açıkça gülerken, yanağında beliriveren gamzesine, kısılan gözlerine, gözlerinin yanında çizgi çizgi olan ve yaşını ilk kez belli eden kaz ayaklarına baktı. Neredeyse kırk yaşına merdiven dayamış adamın, yaşanmışlıklarla, gözyaşlarıyla, kırgınlıklarla elde ettiği o izleri sevmek istedi. Sebebini bilmese de onu tıpkı asansördeki gibi sarıp, sırtını sıvazlayıp, ‘geçti, artık üzülme’ demek istedi. Ya da ‘Geçmişe üzülmeyi bırak, gelecek sana daha ağır bir darbe vuracak. Ona hazırlan!’ da diyebilirdi. Böylesi daha doğru olurdu. Yapılacak tüm yanlışların yanında en doğrusu bu olurdu. Aklındaki düşünceleri zar zor def edip, patronuna odaklandı. Yemyeşil gözlerine kahve harelerini dikti.

“Çünkü onlar karınlarını doyuracak iyi gelirli bir iş sahibi olmak istediler. Ben ise elim ayağım, bir uzvum olacak bir yardımcı istedim. Gerekirse saatlerce benimle çalışacak, projeler üstünde kafa patlatacak, sinirlendiğimde ve gözüm hiçbir şey görmediğinde bile bana kafa tutacak, hatta masanın altından bacağıma sağlam bir tekme atıp beni uyaracak birini istedim.” Son sözleriyle kıs kıs gülüyor, Bergüzar’ın kızaran yanaklarına bakıp resmen eğleniyordu. Lafı gediğine cuk diye oturtmak bu olsa gerekti.

“Ağlamak yerine dik dik konuşup, daha da asabımı bozacak ama haklı olduğunu da dibine kadar kanıtlayıp, düşse almayacağım burnumu yerde sürüyecek biri… Senin gibi… Gibisi fazla… Sanırım ben, yıllardır seni arıyormuşum.” Sözlerinin açık uçlu şekilde son bulması mı yoksa hâlâ yüzünde asılı duran o gülümseme mi nefesini kesmişti Bergüzar da bilmiyordu.

“Geldiğinden beri kaç projede aklımı başıma getirdin, kaç kez benimle keçi gibi inatlaşıp, kavga edip göremediğim doğruları gösterdin, baş ağrısından odaklanamadığım kaç toplantının en kritik noktalarını not alıp önüme koydun ben saymayı bıraktım. Gözüm kapalı sana güvenebileceğimi çoktan kanıtladın Bergüzar Hanım.” Elindeki çatalı birkaç tur döndürürken, kızın içinde kopan kıyametten bir haber

“Şimdi anladın mı neden hepimiz bir aradayız? Yan yana oturup yemek yiyoruz? Sen, olmasan ben olmam, siz olmasanız bu şirket olmaz, o dev projeler olmaz. Ayrıca buranın böyle olmasının diğer avantajı çalışanlarımızın özel hayatlarındaki sıkıntıları da yakinen gözlememizi sağlıyor. Toprak’ın hastalığını geç öğrenmem benim suçum ama bu yemekhanede, çalışanlarımız kendi aralarında konuşurken yaşadıkları maddi manevi birçok şeye kulak misafiri olup, elimizden geldiğince ve özellikle sessizce yardım ederiz.” dediğinde Bergüzar gözünden düşen yaşı silememişti. Çünkü elleri buz gibi olmuş, titremeye başlamıştı. Belki de ‘yardım et’ dese patronu hiç düşünmeyip yardım edecekti. Ama Ender… Ah o kahrolası adam kendisine yapmadığını bırakmazdı biliyordu. Hem kendisine, hem kardeşine.

 

ESMERİM LÂL – 6.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!