6.BÖLÜM
Yemekhanenin kafe bölümüne geçip, kahvelerini aldılar, karşılıklı oturup birer sigara yaktılar. Çevredeki insanların meraklı bakışlarına aldırmadan öylece otururlarken
“Sürpriz, öğle yemeği molası bitmeden sizi bulabildim.” Diyen sesle başlarını sesin geldiği yöne çevirdiler.
“Aaa, Toprak…” Diyerek ayaklanan Bergüzar, sigarayla yakalandığı için yüzünü buruştururken Toprak ikisine de öldürücü bakışlar atıyordu.
“Yahu, hiç böyle şeyler kullanmadığım hâlde kanser oldum. Çok affedersiniz ama siz ikiniz, nerenize güvenip bu şeyi içiyorsunuz? Hani sizde olup, bende olmayan ne var merak ediyorum.” Derken Alparslan da sigarasını yarısındayken söndürmüştü.
“Ohh, günün azarını da yedik Bergüzar Hanım. Ziyade olsun.” Diyerek ayaklanıp, kıza bir sandalye çekti ve oturmasını işaret etti.
“Ben de size tatlı getirmiştim. Ama vermeyeceğim. Size tatlı falan yok. Siz zıkkım için!” Elindeki kutuyu açmasıyla Alparslan’ın kutunun içine doğru eğilmesi ve
“Ooo, İzmir bombası. Bayılırım.” Demesi bir olmuştu. Bir tanesini alacağı sırada eline inen tokatla irkildi.
“Kahrol düşman, al sana cigara… Yok sana bombe!” Bergüzar, şok olmuş ifadeyle kardeşine bakarken Alparslan gülemediği için kıpkırmızı kesilmişti.
“Bergüzar, bu kızın dili neden bu kadar uzun?” İşte bu soruyla topu resmen kızın ayağına getirmiş, gol atması için asistini yapmıştı.
“Bilmem ki Alparslan Bey, bana çektiğinden olmasın? Hafta sonu yaptığınız ziyarette öyle demiştiniz!”
“Ooo, iki cepheyle de mücadele edemem kızlar. Tek tek gelin.” Abla kardeş bu sözlere gülerken, Toprak kıyamamış ve ikisine de tatlıdan vermişti.
“Tamam tamam, kıyamadım. Ahh vicdanımı, merhametimi seveyim. Kimin kardeşiyim, kim yetiştirdi değil mi ama?” Alparslan içi çikolata dolu, üstü incecik bir hamurla kaplı tatlıyı ısırırken Bergüzar göz ucuyla ona bakıyordu.
“Bu tatlıyı burada yapan fırın yoktur. Ben baya aramıştım, sen nereden buldun? Ayrıca…” susup tatlının ağzında bıraktığı tadın keyfine vardı.
“Tadı çok iyi…”
“Boşu boşuna fırınlarda aramışsın, ustası karşında oturuyor Alparslan abi.” Diyen Toprak’a kocaman olan gözleriyle baktı ve hızla Bergüzar’a döndü.
“Nasıl yani, bu tatlıyı sen evde mi yaptın?” Kızın hafifçe başını sallamasıyla
“Bak anlaşalım, sen pazartesi günleri bomba getir ben de daha az sinirli bir adam olayım. Nasıl ama, güzel anlaşma değil mi?” demiş ve Toprak’ın elindeki kutuyu alıp tatlıdan yemeye devam etmişti.
“İyi iyi, baya iyi… Sen baya hamarat bir şey çıktın Esmer. Bak bu güzel oldu…” Abla kardeş, içi çikolatayla dolu tatlıdan bir tane yeseler iflahları kesilirdi. Karşılarındaki adam ise arka arkaya üç tanesini gözü kapalı yemiş ve onları şok etmişti.
“Ne var yahu, neden öyle bakıyorsunuz? Çok güzel olmuş, tam sevdiğim gibi.” Elinden kutuyu bırakmadan ayaklanıp, biraz eğilerek Toprak’ı öptü.
“Ben odama geçiyorum, Toprakcım seni de eve şoförüm götürüyor. Bir daha da evden habersizce çıkıp sürpriz falan yapmıyorsun. Hem senin evden çıkman ne kadar doğru… Bilemiyorum. Hadi, hadi bakalım doğruca eve.” Toprak, ablasından beklediği bu uyarıları Alparslan’dan alınca suratı asılmıştı.
“Aman canım, size de sürpriz yapılmıyor. Ayrıca kendimi iyi hissettiğimde dışarı çıkma iznim var.” Bir saat önce yaşanan ‘canım’ temalı konuşmayı hatırlayan ikili, birbirine göz ucuyla bakarken Toprak ayaklanmış ve ablasını öpmüştü.
“Bugün işlerimiz yoğun, o yüzden geç kalabilirim ama kızlar hep birlikte yanına gelecekler.” Ablasının sözlerine omuzlarını silkip
“Kızların gelmesi iyi oluyor çünkü onlar, sizin gibi kuralcı değiller. İstediğiniz kadar çalışın tamam mı. Ben gidiyorum.” Diye trip atarken arkasında bıraktığı ablası ve Alparslan’ı kıs kıs güldürmüştü. Toprak’ı kapıya kadar geçirip eve gönderdikten sonra işlerinin başına geçtiklerinde Alparslan hâlâ tatlıdan kemirip duruyor, Bergüzar ise onu sessiz ama eğlenerek izliyordu. Değişik adamdı. Soğuk, sıcak, nemrut, güler yüzlü… Ortası yoktu ama kalbi iyiydi. Artık biliyordu.
Bergüzar için günler şirket ve hastane arasında geçiyordu. Evlerine gelen dört kız arkadaşı dışında kimseyi gördüğü de söylenemezdi. Zaten işten arta kalan zamanını ayırabileceği insanlar onlardan ibaretti. Kardeşi ve kardeşi saydığı kız arkadaşları. Kızlarla sohbetler ettikleri gecenin sabahında soluğu yine şirkette almıştı. Yeni bir hafta, yeni toplantılar, yeni koşturmacalar demekti. Kendisi de alışmıştı bu rutine, evdeki sakin yaşamını bazen garipser olmuştu. İşkolik patronunun çalışma aşkının bulaşıcı olabileceğini düşünüp gülerken
“Günaydın Bergüzar Hanım, bakıyorum da yeni haftaya enerjik başlıyorsun.” Diyen imalı sesle toparlandı.
“Günaydın Alparslan Bey.”
“Gel.” Komutuyla onu takip edip odaya girdi. Ceketini çıkartıp askıya asan patronu kendisine döndüğünde
“Toprak nasıl? Sanırım her şey daha iyiye gidiyor. Gülüyorsun…” demiş, Bergüzar ise hafifçe başını sallamıştı.
“Tedavi devam ediyor ama ben o yüzden gülmemiştim. Size… Gülüyordum.” Bir an sustu, patronunun havaya kalkan kaşına bakıp telaşla sözlerine devam etti.
“Yani sizin bazı huylarınızın bana bulaştığını fark ettim ve ona gülüyordum.” Alparslan iyice meraklanmış, koltuğuna oturmak yerine masasının önündeki deri koltuklardan birine oturup, gözleriyle Bergüzar’a da oturmasını işaret etmişti. Karşılıklı oturduklarında
“Hangi huyumun bulaştığını merak ettim doğrusu.” Dedi. Bergüzar gülüp gülmemek arasında kalmış, biraz kıpırdanmıştı. Gözlerini yeniden buluşturup
“İşkoliklik…” cevabını verdiğinde Alparslan’ın kaşları hafifçe çatıldı, bir süre öyle kaldı ama saniyeler sonra sessiz sessiz güldü.
“En kötü olanı bulaşmış…”
“En kötü olanının bu olduğunu düşünmüyorum.” Kaşı yine merakla havalanmıştı.
“En kötü huyum neymiş?” Kısa bir an sessizlik oluştu ama Bergüzar cevabı vermekten çekinmedi.
“Soğukluğunuz.” Dudakları tek kelimeyi duymasıyla hafifçe yana kaymış, yüzünde alaycı bir ifade belirmişti. Aynı zamanda da şaşkındı aslında. Bergüzar yine dobra ve sivri dilini dokunduruyordu.
“Sana pek diş söktürmüyor gibi hmm?”
“Belki de sökülecek diş kalmamıştır hmm? Sıkmaktan!” Alparslan’ın yeşil hareleri şaşkınlıkla kocaman olurken, Bergüzar ayaklandı.
“İşimin başına döneyim…” Kız odadan çıkmak üzereyken gözleriyle onu takip edip homurtulu bir sesle konuştu.
“Tabii işinin başına dön. Hatta bugün biraz erken çık, eve git ve gece mesaisi için hazırlan Bergüzar Hanım. Madem işkolik oldun, akşamki yemekte bana eşlik et. Eğer Toprak açısından sıkıntı yoksa.” Bergüzar duraksayıp başını hafifçe sol yanına çevirdiği anda gözleri birbirine kilitlenmişti.
“Kızlara haber veririm, ben gelene kadar Toprak’ın yanında kalırlar.” Odadan çıktıktan sonra kız arkadaşlarına mesaj atıp akşam bir yemeğe katılması gerektiğini söylemiş, kızlar ise sadece ‘işine bak, Toprak’a biz göz kulak oluruz’ demişlerdi. Onlara arkadaştan ziyade ‘ailem’ demesinin de sebebi tam olarak buydu.
Ayten, Dicle, Emel ve Gül… Her biri bu hayattan alacaklıydı. Tıpkı kardeşi ve kendisi gibi. İnsan için en kıymetli olan şey aileydi ve bu altı kız, o en kıymetliden mahrum büyümüştü. Büyümek zorunda bırakılmıştı. Dünyaya gelmiş ama ‘anne, baba, aile sevgisiyle bezenecek’ bir aileye gelememişlerdi. Anne, baba, aile gibi kavramlara uzak, yabancı büyümüş hatta bu kavramlara korkuyla bakmışlardı. İnsan bilmediğinden korkardı, onlar da bilmedikleri, bilemedikleri, ellerinden alınan bu değerlerden korkmuşlardı. Hâlâ da korkuyorlardı. En küçükleri Toprak yirmi yaşında, en büyükleri Bergüzar yirmi altı yaşındaydı. Ayten, Dicle, Emel ve Gül ise yirmi üç, yirmi dörtlerindeydi.
Ama gencecik yaşlarına rağmen hayattan alacaklılardı işte. Bir baş okşamasının, bir anne şefkatinin, bir baba korumacılığının, aile sıcaklığının, öpe koklana girilen katıksız, karşılıksız sevgiye bulanmış yatağın alacaklısıydı onlar. Gece kâbus görünce koşup sarılacak anne baba yoktu yanlarında. Onlar da birbirlerine sarılmıştılardı. Ders notları beş olunca gururla sırtlarını sıvazlayıp ‘aferin kızıma’ diyecek bir aile yoktu yanlarında. Onlar da her başarıda birbirlerine aferin dediler, sırtlarını sıvazladılar.
Ahh Bergüzar… Yufka yürekli, vicdanlı, adaletli Bergüzar. Koşup oynarlarken düşen kız kardeşlerine az mı pansuman yapmıştı. Az mı gözyaşlarını silmiş, yaralarına soluğu kesilene kadar üflemişti. Daha bacak kadarken gece kalkıp açılan sırtlarına yorganı tekrar örtmüş, saçlarını okşamıştı. Bazı kadınlar doğuştan ‘anaç’ olurdu ya hani… O analık şefkati, koruması taa o zamandan vardı içinde. Hiç görmediği anne sevgisini, şefkatini kız arkadaşlarına ve kız kardeşine verebilmesi, onların gözünde abladan ziyade ‘anne’ olabilmesi ne ironikti. Hayat o zaman bile kendisiyle alay etmişti demek ki…
Devlet babanın ya da Devlet ananın çocuklarıydı onlar. Ana baba olamayan anne babalarının aksine devlet onlara hem ana, hem baba olmuştu. Onlar da bunun karşılığını çok çalışarak, kendilerini iyi yetiştirerek, iyi okullarda okuyarak, okullarını başarıyla bitirip iş sahibi olarak vermişlerdi. Toprak dışında hepsi artık çalışıyor, kendi parasını kazanıp ayakları üstünde duruyordu.
Maddi ya da manevi en ufak sıkıntıda yine birbirlerinden yardım istiyor, birbirlerini yine sevgiyle, şefkatle sarıp sarmalıyorlardı. Kızlar, Toprak’ın tedavisi için her ay maaşlarının bir kısmını birleştirip Bergüzar’a veriyordu. Çünkü biliyorlardı, Bergüzar ses etmese de zorlanıyordu. Her şeye yetişmeye çalışıp, çabalasa da Toprak’ı tedavi ettirmek çok masraflıydı. Koca bir deliği iğne ucuyla kapatmaya çalışmak gibiydi kızların yardımları ancak elden gelen oydu ve o bile çok işe yarıyordu.
Kızlar Bergüzar’a, evladın anneye olan bağlılığı gibi, Toprak’a ise kardeş gibi candan duygularla bağlıydılar. Aralarında en büyük Bergüzar olduğundan çalışmaya ilk başlayan ve para kazanan da o olmuştu hâliyle. Kızlar lisede ya da üniversitede okurken, maaşının bir kısmını hepsine bölüştürüp harçlık olsun diye verirdi. İsteyip de alamadıkları bir şey olursa alırdı. İzlemek istedikleri filmler, gitmek istedikleri kurslar, kamplar, konserler… Hangisine yetebilirse yetmeye çalışırdı. Tabii bu konudaki en büyük desteğiyse yurt müdireleri Sedef anneden görürdü. Sedef anne şöyle bir bakar, Bergüzar’ın onlara yetemeyecek gibi olduğunu hemen anlar, kaşıyla gözüyle odasını işaret ederdi. Bergüzar’ı odaya soktuğu gibi eline para tutuşturup ‘Neyden ne kadar eksikse kızlara dağıt, benim verdiğimi de sakın ola söyleme. Sen verdin bilsinler.’ Derdi. Bergüzar ‘olmaz öyle şey, yalan söylemem’ deyince de kaşlarını göz kapaklarına kadar çatıp, sanki küçük çocuk tehdit eder gibi işaret parmağını sallardı. ‘Seni anaları gibi görüyorlar kızım. Her şeyde sana konuşuyorlar. Şimdi benim sana, senin onlara verdiğini duyarlarsa eksik gedikleri olduğunda sana da gelmezler. Bana gelmeye zaten utanıyorlar. Bırak bari sana gelsinler. Sen, sen de olsa kucak kucak dağıtırsın. Ben seni, senin güzel kalbini bilirim Bergüzar’ım.’ Der, onu bir güzel ağlatır sonra dizine yatırıp saçlarını severdi. Ana kucağı, Sedef annenin kucağı demekti. Saçlarını sevip öptükçe uykusu gelirdi Bergüzar’ın, kıs kıs gülüp çocukken yaptığı yaramazlıklardan bahsederdiler.
Sedef anne, bu konuşmaların sonunu hep şu sözlerle noktalardı. ‘Sen çok iyi bir evlatsın güzel kızım, çok iyi bir abla, çok iyi bir dostsun. Eminim ki çok iyi bir eş ve çok çok iyi bir anne olacaksın. Allah, o günleri görmeyi nasip etsin.’
Öğle molasına girmek üzereyken gelmişti aklına bu düşünceler. Banka hesabına kızlardan gelen paraları görünce gözleri dolmuş, içtiği bir yudum çorba boğazına durmuştu. O da yemeğini gerisin geri bırakıp kafe bölümüne geçmiş ve sigara yakmıştı. Ardında kalan yemekhanede yemeğini yiyen Alparslan’ın, kendisini izlediğinden bir haber Sedef anneyi aradı. Her zaman vicdanlı, merhametli ve adaletli biri olduğunu söyleyen bu kadının sesini ne zamandır duymuyordu? Bir süre düşündü ama cevabı bulmakta zorlanmadı. Yalın Holding’de çalışmaya başladığından beri hiç konuşmamış olabilirlerdi. Çünkü onunla konuşmak ağırına gidiyor, utanıyor, mahcup hissediyordu.
Onun yetiştirdiği, sevdiği, sardığı, evlat yerine koyduğu, doğruyu yanlışı ve hatta bildiği her şeyi öğrettiği Bergüzar’ı artık ne vicdanlı, ne merhametli, ne de adaletliydi. Şimdiki Bergüzar’ı görse, yapacaklarını duysa kadının yüreğine inerdi. Aklındaki düşüncelerini def edip, zar zor son sözlerini söylemeye çalıştı. Telefonu kapatıp, tuvalete girip gözlerinden kan gelene kadar ağlamak istiyordu.
“Tamam Sedef anne, hafta sonu geliriz. Kızlara da söylerim, hep birlikte geliriz. Kendine dikkat et. Ben de seni…” Aramayı sonlandırıp arkasına dönmesiyle patronuyla burun buruna gelmesi aynı anda olmuştu.
“Bergüzar…”
“Alparslan Bey…”
“Yine yemek yemedin.” Diyen öfkeli sesi duymasıyla gözlerini kaçırdı ama bu gerçek bir kaçış olmadı.
“Canım istemedi.”
“Canına başlatma Bergüzar! Doğru düzgün yemek yememekten canın mı kaldı ki istesin?” Çenesini hafifçe kavrarken bir adımda aralarındaki mesafeyi kapatmıştı.
“Seninle konuşurken yüzüme bak, gözlerime!” Yine aralarında uzun bir sessizlik oluşmuştu. Alparslan’ın sinirli bakışlarını gören kimse kafe kısmına girmezken, girenler de hızla mekânı terk ediyordu. Çalışanlar, Bergüzar’a kilitlenmiş gözlerin soğukluğundan ürperip topukları yağlarken, nasıl oluyordu da Bergüzar’ın kılı bile kıpırdamıyordu anlayamamışlardı.
“Acıkınca yerim Alparslan Bey!”
“Şimdi yiyeceksin. Günün normal öğün sıralamasını bozmadan!” Yemek yeme düşüncesi boş midesinde dalgalanmaya sebep oldu. Bu hisse hem üzüldü, hem de kendini bu hâle getirdiği için kendine öfkelendi.
“Ben çocuk değilim, ne zaman acıkırsam o zaman yemek yerim. Beni düşündüğünüz için teşekkür ederim ama bu baskı çok fazla.” Sahi, neden yediğine içtiğine bile karışıyordu ki? Bu kadar ilginin, yersiz ilginin ne gereği vardı? Bir adım geri gidip çenesini ellerinden kurtardı. Bu sırada ardındaki masayı işaret eden adamdan kaçışı olmadığını anlayıp masaya yöneldi ve sandalyeye oturdu. Kafe kısmında kalan birkaç insana bakan Alparslan
“Arkadaşlar, bize biraz müsaade eder misiniz? Bugünlük kahvelerinizi ofislerinizde için.” Dediğinde herkes dışarı çıkmış, geriye kalan kafe çalışanlarına da mola verip, dışarı çıkmalarını rica etmişti. Rica etmiş olması enteresan görünebilir ancak bunu yapabilmişti.
“Şimdi… Kaldık baş başa. Anlat bakalım.” Karşısındaki sandalyeye oturan patronuna anlamaya çalışır ifadeyle baktı.
“Neyi?” diye sorarken aklından geçen tek şey şirkete nasıl, neden ve kim sayesinde girdiği, ne yapmayı planladığıydı. Yaşadığı ani stresle saç diplerinden ve sırtından ter boşalmaya başlamıştı.
“Senin, Toprak’ın ve ailem dediğin kızların hikâyesini anlat Bergüzar. Annen, baban yok. Orayı anladım ama nedenini merak etmediğimi söyleyemem. Neden her şeye tek vücut olup sen koşturuyorsun, gerçek ailen nerede?” Az evvel aklından geçip, kalbine ok gibi saplanan ‘aile yokluğu’ bu sözlerle iyice yanmış kavrulmuştu.
“Ailem yok… Yani hiç birimizin ailesi yok.” Sustu ve usulca yutkunup devam etti.
“Bizler, yetiştirme yurdunda büyüdük. Kız arkadaşlarım Ayten, Dicle, Emel ve Gül ile de orada tanıştık. Birbirimize aile olduk.” Ailesiyle ilgili doğru düzgün bilgiye ulaşamama sebebini bu sözlerle anlayan Alparslan, duydukları yüzünden yanan boğazını suyla ıslatsa da yanan yüreğini, o yürekteki anlam veremediği yangını söndürecek bir şey bulamamıştı.
“Ailen…”
“Ailem yok Alparslan Bey. Yok ve bu konu hakkında pek konuşasın da yok. Çünkü bugüne kadar konuşmadım, konuşmak da istemiyorum. Onlara ‘aile’ demeyi ise hiç istemiyorum. Benim ailem, kız kardeşim ve dostlarım. Bir de… Yurt müdiremiz Sedef Anne. Hepsi o kadar.” Ayaklandı, kafeden çıkıp gitmeden önce
“Müsaadenizle…” diye mırıldandı. Patronunun başını salladığını, aynı anda da eliyle usulca kapıyı gösterdiğini gördüğü an gözden kayboldu. Oturduğu sandalyede çakılıp kalmış gibi hisseden Alparslan, Bergüzar ve Toprak’ı düşünüyordu. Yirmi yıldır yorgunum diyen Bergüzar’ı, abla dediğime bakmayın annem gibidir diyen Toprak’ı, birbirlerine olan bağlılıklarını ve düşkünlüklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Hafta sonu ziyaretinde girdiği evde vefat ettiği bilgisine ulaştıkları babası Arif’in bir kare bile fotoğrafının olmadığını fark etmişti. Kayıp olan, adına bile ulaşamadıkları anneleri ise hâlâ gizemini koruyordu.
Baba ölmüştü, tamam. Peki ya anne? Anneleri neredeydi? Onlar bunca şey yaşarken o neredeydi, o da mı ölmüştü? Aklından geçen onca soru ve düşünceyle ayaklanıp kafeden çıktı. On dakika sonra önemli bir toplantısı vardı.
Bergüzar’ı görmezden gelip odasına girdikten kısa süre sonra toplantıda yer alacak herkes de odasına girmişti. İki saat süren toplantının gündeminde yine o meşhur dosyanın içindeki projeler vardı. Konuşuluyor, fikirler paylaşılıyor, notlar alınıyor, bazen ufak tartışmalar oluyordu. Saatler hızla ilerlerken
“Bergüzar Hanım…” diyen sesle ayaklanan Bergüzar kapıya gelmişti ki müdürlerden birinin sözlerini işitti.
“Alparslan Bey, işinize karışmak gibi olmasın ama böyle önemli ve gizli bir dosyanın konuşulduğu toplantıya Bergüzar Hanım’ın da dâhil olması…” Hiç âdeti olmamasına rağmen kapıyı dinliyordu. Zaten âdeti olmayan her haltı da yapmıyor muydu? Bu, diğerlerinin yanında çok masumane kalıyordu. Aklından geçen ironiye gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığı esnada Alparslan’ın cevabını da işitti.
“Bergüzar Hanım, iyi bir yönetici yardımcısı olduğunu bana kanıtladı. Ona, kendimden çok güveniyorum. Hiçbir sıkıntı yok, eğer en ufak şüphem olsaydı bunca zamandır yanımda olmazdı.” Asistanlığını yapan kimseyle bir haftadan fazla çalışamayan bir adamın yanında iki aydır gık demeden durmak, herkesin bu sözlere haklılık payı vermesini sağlamıştı. Ancak Bergüzar için işleri hepten karıştırmıştı. Ayaklarının bağının çözüldüğünü, dizlerinin zangır zangır titrediğini hissederken kapıya tutunmaya çalıştı fakat farkında bile olmadan kapıyı açmıştı. İçeri girmesini bekleyen insanlardan gözünü kaçırıp, yürümeleri için bacaklarına komut veriyor, kahrolası bacakları ise bir adım bile öteye gitmiyordu. Geri gidip kapıyı kapatma, şirketten koşa koşa çıkma, bu cehennemden kaçma isteği yüreğini dövüyor, nefesini kesiyordu.
Olduğu yerde sendeledi, ileri geri sallandı, gözü kararır gibi oldu. Odadaki sessizlik kulaklarında çınlarken, Alparslan’ın sözleri beyninde, güven duygusu ise yüreğinde çınlıyordu. Bir adım geriledi, ancak ne olduğunu bile anlamadan dünyayla bağı kesildi. Etraf kararmış, bedeni hızla zemine yaklaşmaya başlamıştı. Duyduğu çok tanıdık ses “Bergüzar!” derken, korkusunu, endişesini hissetmişti. Şuuru tamamen kapanmadan önce ‘korkma’ demek isterdi ama yapamadı. Dünyası zifiri bir karanlığa ve bilinmezliğe yuvarlandı.
Odanın kapısında donup kalan kıza dikkatle bakarken, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayıp yerinden kalkan Alparslan, ‘Bergüzar’ deyip tepki almayı bekledi. Fakat kızın renginin beyaza çaldığını, gözlerinin kapandığını, bedeninin ileri geri sallandığını gördü ve hızla kapıya koştu. Kızın kafası yere vurmadan onu yakalayıp kucağına aldı.
“Su getirin! Hemen su getirin.” Telaşlı bağırışları bastıran sesi herkesin aklını da başına getirmişti.
“Bergüzar… Bergüzar gözünü aç… Herkes dışarı…” Su getiren müdürlerden birine gözleriyle teşekkür ederken son sözlerini yineledi.
“Herkes dışarı…” Oda saniyeler içerisinde boşalınca yatak odası kısmına ilerleyip gizli bölmeyi açtı. Kucağında baygın yatan kızı yatağına yatırıp ofis kısmına döndü, jaluzi perdeleri kapattı, kapıyı kilitledi. Sehpanın üstündeki suyu alarak geri geldi. Yatağın kenarına oturup, Bergüzar’ın yüzüne dokundu. Teninin buz kestiğini ise o zaman anladı.
“Neden bu kadar soğuksun? Bergüzar… Kendine gel, hadi aç gözlerini.” Mırıldanır gibi sayıklar gibi çıkan sesindeki endişeyi kendisi de duyuyordu.
“Bergüzar hadi, hadi… Korkutma beni… Sana yemek yemeni söylemiştim değil mi? İnadından mı yemedin anlamıyorum. İki lokma bir şey yesen böyle olmazdın. İnatsın, inat…”
“İnat değilim…” Yarı uyur gibi bir tonda çıkan sesten ziyade aldığı cevap dikkatini çekti ve isteksizce güldü.
“Hııı, değilsin. Sen onu külahıma anlat.”
“Ne külahı?” Yaşadığı gerginlik, endişe ve sinir bozukluğuyla kahkaha attı, bir yandan da suyla ıslattığı ellerini onun yüzünde gezdiriyordu.
“Dondurma külahı! Yahu ne külahı olacak… Neyse neyse… Aç bakayım gözlerini. Bak bana…” Siyah, uzun, tel tel kirpikleri titreşti, göz kapakları ağır ağır açıldı. Çikolatayı andıran kahve harelerini odanın aynalı tavanında gezdirdi. Kendi yansımasını gördüğü için şaşırdığı belli oluyordu.
“Ne oldu, bayıldım mı?” Diye sorarken gözlerini Alparslan’a odaklamayı başarmıştı. Yüzünde, saçlarında ve boynunda gezip ıslaklık bırakan ellerle irkilse de öylece yatmaya devam etti. Çünkü kalkıp doğrulacak gücü bulamıyor, yeni yeni yerine gelen bilinci duyduğu o sözleri kulağına fısıldıyordu. ‘Ona kendimden çok güvenirim.’ Derin bir soluk almak istedi ama yapamadı.
“Ne olacak, açlıktan bayıldın!” Öfke dolu, soğuk sesin cevabına ‘Açlıktan değil, kendime duyduğum hayal kırıklığından bayıldım’ demeyi ne çok isterdi.
“Sakın kalkma, yemekhaneden çorba söyleyeceğim. Onu içmeden buradan kalktığını görürsem… İşte o zaman ‘soğuk’ patronunun, nasıl daha da soğuk biri olduğunu deneyimle öğrenirsin.” Burnundan soluyarak yatak odasından çıktıktan beş dakika sonra elinde tepsiyle geri gelmişti. Ekmek ve çorba kâsesinin bulunduğu tepsiyi kenara koyup Bergüzar’ın oturmasına yardım etti. Tepsiyi kucağına koyup, ayakucuna oturdu ve gözlerini kıza dikti.
“İç!” derkenki tavrı ne kadar sinir bozucu olsa da sert bakışlarında bir gram değişme olmayınca Bergüzar sesini çıkarmadan çorbadan birkaç kaşık aldı.
“Eğer iyi değilsen akşamki yemeğe gelme. Eve git ve dinlen.”
“İyiyim Alparslan Bey, endişe edilecek bir durum yok. Dediğiniz gibi, yemek yemediğim için bayıldım. Hepsi bu!” Başını hafifçe sallayan adamdan gözlerini kaçırdı ama
“Hepsi bu… Ne kadar kolay söylüyorsun. Hepsi bu… Yahu bayıldın, bayıldın! Açlıktan, doğru beslenmemekten bayıldın.” Diye öfke kusmasından kaçamadı. Çorbasının yarısında tıkanıp kalmış, ne yapacağını bilemez hâlde kâseye bakıp duruyordu.
“Daha iyiysen şoför seni eve bıraksın, akşam da gelirim diyorsan seni alıp restorana getirsin.” Kaçacak boşluğu bulan Bergüzar, hızla başını sallayıp tepsiyi başucuna koymuş ve ayaklanmıştı.
“Akşam yemekte görüşürüz Alparslan Bey.”
***
Akşama kadar şirketteki işlerini bitirip evine geçen Alparslan yemek için hazırlanmıştı. Şoförüyle konuşup, Bergüzar’ın da hazırlandığı bilgisini aldıktan sonra restorana doğru yola çıktı. Başı ağrıyor, aklında sürekli Bergüzar’ın bilinçsizce yere yığılan bedeninin görüntüsü dönüyordu. Toprak’ın tedavi aşamasının ne durumda olduğunu düşünürken, yemekten sonra kardeşi Ertuğrul’u aramayı aklına not etmişti.
Yemek salonuna girdiğinde birçok tanıdık yüzle karşılaşıp, onlarla sohbete dalmıştı. İşkolik beyimiz, iş konuşmak söz konusu olduğunda o sus pus ağzını açmayı başarıyordu. Kısa süre sonra Dubai’deki dev proje için gerçekleşecek ihaleden söz açıldığında belli etmemeye çalışsa da gerilmişti. İhaleye Ender Açıktan denen şeref yoksununun şirketi de girecekti. Kardeşi Ertuğrul ve Ender’in düşmanlığını bilmeyen yoktu. Hatta bu durum Açıktan ailesi ve Yalın ailesi arasında da görülüyordu. Çünkü bazı şerefsizler iş ve özel hayat ayrımını yapamayacak kadar gözü dönmüş oluyordu. Tıpkı Ender gibiler…
Bu düşüncelerle gerilip çevresine göz atmak istediği sırada yemek salonuna giren kadını gördü ve donup kaldı. İki buçuk aydır yanında çalışan, her gün gördüğü kadın, Bergüzar…
Üstündeki kıpkırmızı elbiseyle göz alıcıydı. Elbisenin rengi, parlak ve bedenini deri gibi sarıp yerlere uzanan kumaşı, geniş omuzlarında narince duran ince ip askıları, göğsünü örtmeyen ve gözlerin odağı olan dekoltesi dikkatini dağıtmıştı. Öyle güzel, öyle faklı ve başka biri gibi görünüyordu ki gördüğüne inanmakta zorlandı. Adım adım yanına gelişini izlerken, ardında bıraktığı insanların bakışlarındaki şuhluğu, arsız, arzu dolu ifadeyi görmesiyle irkildi. Sırtı… Elbisenin sırtı açık olabilir miydi? Ve bu insanların hepsi o muazzam dövmeye, sırtını kaplayıp, bel boşluğuna kadar uzanan Düş Kapanı dövmesine bakıyor olabilir miydi? Soruyu düşünmesi bile saçma gelmişti çünkü cevap belliydi.
Önünde duran kızın beline sarılıp bedenini bedenine yaklaştırdı ve kulağına eğilirken sırtını avuç içiyle örttü. Bunu yaptı! Elinin, esmer teninde ışıldayan o dövmeyi kapatamayacağını bilse de sırtına kitlenen bakışları engellemek istedi. Sonra da ona bakan herkesi tek tek elden geçirmek…
“Elbisenin kumaşı sırtına yetmedi mi Bergüzar Hanım? Eğer öyleyse söyleseydin de sana daha kapalı bir elbise bulsaydım!” Bergüzar, kulağının dibinde fısıldayan öfkeli sesle ürperip usulca titrediğinde Alparslan’ın bedenine iyice çekilmişti. Aldığı nefeslerle kabaran göğsü, adamın göğsüne değiyordu. Ayağındaki topuklu ayakkabıları olmasa ancak göğsünün altına geleceği gerçeğini aklından def edip
“Sorun nedir Alparslan Bey, yine neye kızdınız?” diye sormasıyla boğuk gülme sesini duydu. Al işte, yine yerli yersiz ve belli belirsiz gülüyordu.
“O güzel dövmeni ulu orta göz önüne sermemelisin… İnsanların bakışları asabımı bozuyor. Buna sinirleniyorum Bergüzar!” Duyduklarıyla gözlerini kocaman açtı, çenesi yere düşüverecek gibiydi ama patronuna dik dik baktı.
“Elbiseyi taşıyamayacak, kendimi koruyamayacak olsaydım bunu giymezdim. Rahat olun ve keyfinize bakın.” Bir adım geri gidip ondan uzaklaştıktan sonra yemeğin başlamak üzere olduğunu görerek masalarına ilerlediler. Alparslan, az evvel aldığı cevap yüzünden Bergüzar’ın elbisesi gibi kıpkırmızı kesilip, alnından dökülen terler yüzünden de parlamaya başlamıştı. Ancak kızın hemen ardından yürüyüp sırtını kamufle etme içgüdüsüne engel olamamıştı. Gözleri önündeki dövmeye bakıp soluk almak istediyse de yapamadı.
Dövme, usta işiydi. Derisine çok güzel, çok detaylı işlenmişti. Bunu yaptırırken muhakkak ki canı yanmıştı. Ama nasıl dayandığına akıl erdiremiyordu. Kendi göğsüne yapılan dövmesi bile günlerce sızlamış, kremler sürerek o günleri atlatmıştı. Bu kadının acı eşiği, çekiciliğinden de yüksekti galiba?
Bergüzar’ın oturacağı sandalyeyi çekip başını hafifçe eğdi ve oturmasını bekledi. Kendisi de yanındaki sandalyeye oturduğunda menüyü incelemeye başladılar.
“Dövmelerin anlamları vardır. Hiçbir dövme öylesine sebeplerle yaptırılmaz. Yani bu, benim düşüncem.” Deyip devam edecekti ki
“Sizin dövmenizin anlamı nedir?” sorusuyla yavuz hırsız ev sahibini bastırır sözü gerçek oldu. Alparslan kendi açtığı kapıdan gol yedi. Yüzünü menüye eğmiş yine kıs kıs gülüyordu. Bu kadın fazla cevval ve akıllıydı. Zeki hamleleri, tam vaktinde yapıyor ve açığı kapatıp, okları kendisine yönlendiriyordu.
“Babamıza şov olsun diye yaptırmıştık.” Cevabıyla kaşı havaya kalkan Bergüzar, ciddi misin der gibi bakışlarını ona çevirdi.
“Babam fanatik Beşiktaşlıdır. Biz de yıllar evvelki bir doğum gününde üç erkek kardeş, üçümüz de aynı yere aynı dövmeyi yaptırdık. Sonra pasta kesilirken gömleklerimizi açıp marifetimizi gururla gösterdik.” Bergüzar gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmış, rengi kırmızıya dönmüştü.
“Gülme… Daha çok gençtik. Yaptığımızdan pişman değiliz ama pasta kesildiği sıradaki şovumuzdan bin pişmanız.” Bu itirafla daha fazla kahkahasını tutamayan Bergüzar ona doğru dönmüş, sessiz ama sarsıla sarsıla gülüyordu. Tam bu sırada omzuna dolanan kolu hissetti ancak tepki verecek hâlde değildi.
“Eee, babanız Süleyman Bey bu şova ne dedi?” Alparslan o güne dönmüş, gülümsedi gülümseyecek bir ifadeyle sol yanlarındaki camdan dışarı bakıyordu. Kolunun altındaki kadını iyice kendine çekip
“Çok duygulandı, ağlayacak gibi oldu demek isterdim ama ‘Bu ne ulan hergeleler, damalı öküzlere dönmüşsünüz. Kurban da sizi mi kessek? Hazır damalarınız da var’ dedi. Ama bana sorarsan o kadar duygulandı ki duygularını gizlemek için bu sözleri söyledi.” Bergüzar eliyle yüzünü kapatmış gülmekten akan gözyaşlarını silmeye çalışıyordu.
“Siz bu sözlere, bu yorumu getirdiyseniz… Benim söyleyecek tek kelimem yok Alparslan Bey.”
“Öyle tabii, annem uyuduktan sonra hepimizi salonda toplayıp ‘Yarın beni de dövmeciye götüreceksiniz.’ dedi. Hatta ‘Götürmezseniz sizi İnönü’ye sokmam, görevlilere adlarınızı veririm sizi içeri almazlar. Maçları izleyemezsiniz.’ diye de tehdit etti. Eee, biz de el mahkûm onu da dövmeciye götürdük.” Şok olmuş ifadeyle yüzüne bakan kadına gülümserken
“Şaka… Şaka değil mi?” demesiyle sırıttı ama bu sırıtışı saniyelikti.
“Yok yahu, gerçek. Valla gidip dövme yaptırdı.”
“Yok artık… Eee, anneniz Neşe Hanım babanızı görünce ne yaptı?” Alparslan derin bir nefes alıp başını hafifçe sallarken annesinin yüz ifadesini hatırlayıp iç çekmişti.
“‘Beni hiç şaşırtmıyorsun Süleyman! Davar ve oğulları işte, ne olacak. Sürü psikolojisine niye uyuyorsun kocam. Sen kaç yaşında adamsın?’ diye çıldırdı. Babam da alınmış gibi bakıp ‘Ama benim ruhum genç… Hatta bu hergelelerden bile genç Neşem’ diye cevap verdi. Evde uzun süreli bir kaos ortamı oluştu. Allah’tan yaşlarını başlarını almışlardı da o küslükten sonraki barışmada beşinci kardeşimizin müjdesini almadık.”
“Ayy, çok ayıp Alparslan Bey!” dese de gülmekten kendini alamayan Bergüzar’dan gözlerini alamıyordu.
“Eeee, şimdi sen anlat bakalım…” demişti ki siparişlerini almaya gelen görevli araya girdi. Bu duruma tepesi atan Alparslan’ın yüz ifadesi sertleşmiş, gözleri buz kesivermişti.
“Beyefendi işini yapıyor Alparslan Bey, öldürecek gibi bakmasanız mı?”
“Konuşmamızı böldü!” diye homurdanıp siparişlerini verdiler. Yemekler gelene kadar masadaki birçok kişiyle işler hakkında konuşmak zorunda kalan Alparslan’ın aklı hâlâ Bergüzar’daydı. Oturduğu sandalyenin arkasına yaslanırken kolunu da onun sandalyesinin sırtına uzatmıştı. Sessizce konuşmaları dinleyen Bergüzar ise gerçekliğe döndüğünü hissediyordu. On dakika kadar süren samimi sohbet bir şekilde son bulmuş, ayakları yere basmıştı. Yemekler servis edildiği sırada yeniden kendisine bakma fırsatı bulan adamın
“İyisin değil mi? Bir sıkıntı yok, başın falan dönmüyor yani…” dediğini duyarak tebessüm etti.
“Gayet iyiyim, endişe edilecek bir şey yok.” Alparslan anlıyorum der gibi başını salladı ve gözleriyle yemekleri işaret etti.
“Gözüm üstünde. Bu masadan hele bir aç kalk, yiyemiyorum falan de… O zaman gerçekten bozuşuruz.” Klasik hâline gelen tehditlerle yemeğine başlayan kız, üstünde dönüp duran temkinli bakışlardan hoşlanmasa da uslu uslu önüne konan her şeyden biraz olsun yemişti. Son lokmalarını ağzında dolandırıp sıkıntıyla iç çekerken patronu fısıldadı.
“Ne o, yemek yemekten mi sıkıldın?”
“Hmm, çiğneyip durmaktan çenem ağrıdı Alparslan Bey. Oldu mu?”
“Oldu oldu, güzel oldu. Afiyet olsun.” Onunla böyle bir yerde, bu kadar insanın içinde didişecek değildi. Bunu patronu da çok iyi biliyor ve iğneleyici konuşmaktan zevk alıyordu.
“Müsaadenizle…” Deyip ayaklanacaktı ki bacağını sıkıca saran el durmasına sebep oldu.
“Yediklerini çıkaracaksan…” Az önce hoş sohbet olan adamın yerinde yeller esiyordu. Gözlerinde öyle ürpertici bir ifade vardı ki Bergüzar boş boş yutkunmadan edemedi.
“Öyle bir şey yapmayacağım. Lütfen pimpiriklenip durmaz mısınız?”
“Neden pimpirikleniyorum acaba? Bugün açlıktan, odamda kucağıma yığılıp kaldığın için olmasın?” Bu sözlerle pes edip gözlerini kapattı, birkaç saniye öylece kalıp yeniden gözlerini açtı ancak konuşamadı. Çünkü başka biri yine aralarına girmişti. Bu seferki kişiyi ise ikisi de çok iyi tanıyordu. Haftalar önceki bir toplantıda Bergüzar’a imalı sözler söyleyen Semih Bey, yine kendini göstermişti.
“Ooo, Bergüzar Hanım… Siz hâlâ Yalın Holding’de ve hâlâ Alparslan Bey’in yardımcısı olarak çalışıyor musunuz? Enteresan, çok enteresan. Yoksa uzun soluklu bu iş, özel hayata da mı yansıdı?” diye sorarken gözleriyle Alparslan’ın, Bergüzar’ın sandalyesine uzanmış olan koluna ve bacağını saran diğer eline bakıp güldü. Güldü ama bu gülüşün, bu sözlerin ağır bir bedeli olacağını hiç düşünmedi.
“Keşke benim yardımcım olsaydınız. Alparslan Bey’den yakışıklı olamasam da gencim. Daha gencim… E siz de çok gençsiniz. Güzel bir ikili olurduk. Belki hâlâ öyle olabiliriz, ne dersiniz? Alparslan Bey’den sonra…” Ani bir hızla yerinden kalkan Alparslan adamın susmayacağına kanaat getirecek kadar beklemiş, sabretmişti. Söylediği sözler, imaları, ahlaksızlık dolu üstü kapalıymış gibi duran teklifi… Hepsi midesini bulandırmıştı. Bergüzar, lavaboya gidip yediklerini çıkartır mıydı bilmiyordu ama… Kendisi bu adamın suratına varı yoğu çıkartabilirdi. İlk çıkarttığı da sağlam bir yumruk olmuş, Semih geriye doğru yıkılmıştı.
“Seni gebertirim soysuz!” bağırışının ardından gelen tek ses yumruk sesleriydi. Masadaki herkes ayaklanmış onları ayırmaya çalışıyordu ancak Bergüzar şaşkınlıktan donup kalmış, yemek salonunun diğer ucunda gördüğü adama bakıyordu. Kargaşanın arasından zar zor sıyrılıp lavaboların olduğu yöne koşturdu ancak içeri giremeden Ender tarafından yakalanıp karga tulumba köşeye çekildi.
“Nasıl ama sürprizimi beğendin mi? Alparslan’ı çıldırtıp seninle konuşma fırsatı yakalamak, seni bu elbisenin içinde yakından görmek… Herkesin gözü senin üstündeydi. Fark etmedim, hoşuma gitmedi deme inanmam!” deyip attığı kahkahalar midesini bulandırmıştı.
“Ne istiyorsun, burada ne işin var?” Sorusuyla daha da keyiflendi, sırıttıkça sırttı. Fakat o sırıtmanın silinip yüzünün kaskatı kesilmesi uzun sürmemişti.
“Dosyaları istiyorum. Hem de hemen! Bu hafta o dosyalar elimde olacak. Duydun mu beni?” Bergüzar bir süre ifadesizce baktı, baktı ve bir anda fısıldadı.
“Çalmayacağım! Hiçbir şey çalmayacağım. Sana dosya falan vermeyeceğim. Paran sesin, şerefim yine benim olsun. Hırsızlık yapmayacağım, ihanet etmeyeceğim, artık yalan söylemeyeceğim. Bitti… Öldüreceksen şimdi burada öldür, yapacak cesaretin yoksa tehdit edip durma. Siktir git… Hiç tanışmamış gibi… Hiç tanışmamayı dilerdim. Senin lanet olası yüzünle, bitmek bilmez hırsınla, kininle tanışmamayı isterdim.”
“Ne diyorsun lan sen? Ben seni bu şirkete neden soktum kaltak?” derken aralarındaki mesafeyi sıfıra indirip kızı duvarla bedeni arasına sıkıştırmıştı.
“Para karşılığı dosyaları istiyordun, o sebepten şirkete soktun. Şimdi o parayı al, götüne sok ya da üstüne otur. Ne yaparsan yap! Umurumda değil. Benim kardeşim yaşayacaksa o para olmadan da yaşar. Senin paran hayat vermez, bela verir, lanet verir. Allah’ın nasip ettiği ömrü senin paran uzatamaz, eğer iyileşecekse burada da iyileşir. Yoksa yine… Ölür!”
“Bunlar aklına şimdi mi geldi ulan? Hı, şimdi mi fark ettin?” Çenesini sıkan elden kurtulmak için bedeninden destek aldı ve Ender’i var gücüyle itti.
“Evet şimdi fark ettim. Toprak masum masum uyurken, onu vicdan azabıyla izlerken, bir gün karşıma geçip ‘keşke ben ölseydim de sen, sana inananlara güvenenlere ihanet etmeseydin abla’ dediğini düşünürken fark ettim. Benim param yok ama vicdanım var. Benim adalet terazim, senin kininle kirlenmeyecek. Şirketin müdürlerine ‘Ona kendimden çok güveniyorum’ diyerek arkamda duran Alparslan Bey’i sırtından bıçaklamayacağım. Bir de ben ihanet etmeyeceğim, ihanet edip gitmeyeceğim.” Ender sinirden kıpkırmızı kesilmiş, gözlerine nefretle bakıyordu. Fakat bu bakışların etkisini kıran iki etken vardı. İlki, kardeşinin, dostlarının ve onu büyüten Sedef annenin yüzüne, gözlerinin içine alnı açık ve ak bakmak, diğeriyse tabii ki Alparslan Bey’di.
Kendisine güvenen, inanan, destek olan o adama arkasını dönmeyecek, ihanet etmeyecek, gitmeyecekti. En azından gerçekler gün yüzüne çıkana kadar gitmeyecekti. Gerçeklerin er ya da geç duyulacağını, yollarının en acı şekilde ayrılacağını biliyordu ancak onun ‘gitme, sen de gitme’ deyişini unutamıyor, etkisinden çıkamıyordu. Nedenini anlayamıyordu ancak yüreğinde yarım kalan o kız çocuğu, terk edilen, yalnız ve bir çare bırakılan, ölümü gören, ihaneti gören, sevgisizliği iliklerine kadar tadan o kız çocuğu bu duyguyu anlıyordu. Bu yüzden giden, arkada bırakan, gidişiyle ağlatan, üzen, yaralayan olmayacaktı. Alparslan her şeyi öğrenip de o geceki gibi gözlerinin içine bakıp ‘git’ diyene kadar gitmeyecekti. Onu bırakıp giden ve acıların en büyüğünü yaşatan her kimse, onun gibi yapmayacaktı.
Gidenlerden olmak kolaydı. Asıl zor olan, başına gelebilecek bütün felaketleri görürken kalmak, savaşmaktı. Giden kaybeder, kalan ise mücadeleye devam ederdi. O da kendini bilinmezliğe bırakmaya, güzel gönlünü pusula edip mücadeleye hazırlanıyordu. Yolu uzun, yolu çok engebeliydi. Daha ne savaşlar verecek, ne yenilgiler alacak, ne zaferler tadacaktı.
Bugün şirketten eve döndüğünde saatlerce Toprak’ı izlemiş, Alparslan Bey’in telaşını düşünmüş, kendine ayna tutmuş, Ender’in korkak ruhunu ilk kez fark etmiş ve kardeşinin odasından dimdik çıkmıştı. Kısa süre önce ‘ne olursa olsun alacağım’ dediği o dosyayı, aldığı tehditleri, kardeşini kaybetme korkusunu içinden söküp atmıştı. Her şey olacağına varacak, eğer ömrü varsa kardeşi burada zaten yaşayacaktı. Alacağı o para, ona kardeşinin hayatını garanti etmiyordu ki… Sadece yurtdışında farklı bir tedavinin imkânını sağlıyordu.
‘Eee, parası olmayıp hastasını tedavi ettiremeyen onca insan birilerine yalanlar söyleyip, dolandırıcılık, hırsızlık yapmaya kalksa’ diye geçirip kendine gülmüştü. ‘Herkes senin yolunu seçse dünyanın çivisi çıkar be Bergü…’ demişti. Bugüne kadar korkunun pençesine düşüp aldığı delice kararlara gülerken aklına Alparslan gelmiş ve gözleri ışıldamıştı. Ancak bunun farkında bile olmamıştı. Birkaç saniyeliğine daldığı düşüncelerden sıyrılmasını sağlayan şey Ender’in korkutucu sandığı ama Bergüzar’ın zerre sallamadığı sesi oldu.
“Ona her şeyi anlatmamdan, şirkete nasıl ve ne için girdiğini söylememden korkmuyor musun?” sorusuyla kahkaha atan Bergüzar, aradan geçen zamanda düşmanını çok iyi tanımıştı.
“Sen çakalsın… Arkadan iş çevirir, atıp tutarsın ama onun karşısına çıkamazsın. Alparslan Bey’in adından bile korkuyorsun. Neler olduğunu anlamak için içeriye benden başka kimseyi sokamadın çünkü yakalanmaktan korktun. O yüzden her şeyi kamera sistemlerine sızarak izliyorsun. Benim evime girerken bile biri görür, Alparslan Bey’in kulağına gider diye apartmanın arka girişini kullanıyorsun. Burada seni görür de canına okur diye, dikkatini dağıtacak başka bir şerefsizi oyununa alet ediyorsun. Beni aradığın numaraların hepsi gizli ve tek kullanımlık. Ondan deli gibi korkuyorsun.’’ Bir an sustu, burnundan kıl aldırmaz, ukala tavır takınıp başıyla arkalarında kalan salonu işaret etti.
‘’Şimdi sıkıyorsa git de kendi ağzınla kendi ipini çek. Hadi… Hadi siktir git söyle. Sende o göt var mı çok merak ediyorum?” Ender karşısında duran kadına dehşete düşmüş bir ifadeyle bakarken
“İstersen ben söyleyeyim ve bitsin bu çile…” deyip yemek salonuna doğru ilerlemeye kalktığını görüp koluna yapıştı.
“İşi yarıda bırakmanın ve beni tehdit etmenin bir bedeli olacak Bergüzar!” diyen buz gibi sesle ürperse de olacak her şeye şimdi gerçekten ve yürekten, yüreği rahat bir şekilde razıydı.