7.BÖLÜM

 

Ender’i arkasında bırakıp ana salona döndüğü anda elini sımsıkı kavrayan eli hissetti. Hızla kapıya doğru ilerlemeye devam ederlerken

“Gidiyoruz! Yoksa bu herif elimde kalacak.” Diyen donuk ama öfkeli sesle irkildi. Bunu fark eden Alparslan göz ucuyla ardından koşturan kadına dönüp baktı, ceketini tek hamlede çıkartıp omuzlarına koydu.

“Bok var şu elbiseleri dekolteli yapıyorlar. Herkes sana bakıyor sonra Alparslan neye sinirleniyor?” Bergüzar ağzını bile açmaya fırsat bulamadan kendini arabada bulurken Alparslan hâlâ burnundan soluyordu. Kendisi ne kadar gerginse yanındaki kadın ise o kadar rahat görünüyordu. Bunun nedenini anlayamamış, zaten düşünecek sakin kafayı da kendinde bulamamıştı.

Ender’le yüzleşip içindekileri kusan, kalan son gücünü ortaya koyan Bergüzar huzurluydu. Aylar sonra ilk kez bu kadar rahatlamış hissediyordu. Ender’in tehditlerinin boş olmadığını, yine karşılaşacaklarını, savaşın bitmediğini hatta yeni başladığını biliyordu. Ancak bu kötü olasılıklara inat huzurlu olmasının sebebi ihanet etmeyecek olmasıydı. Dosyayı çalmayacak, hırsız olmayacak, insanların emeklerini o şerefsize satmayacaktı.

Ender, ‘her şeyi anlatırım’ diye yine tehditlerine devam edecekti. Bundan şüphesi yoktu ama korkusu da yoktu. Her şey duyulduğunda ‘evet, beni sizin yanınıza Ender soktu ama onun dediklerini yapmadım. Hiçbir şey çalmadım, ihanet etmedim.’ Diyecek olmak bile unuttuğu huzurun kapısını aralıyordu. Alparslan ‘git’ dediğinde bu kocaman şirketten başı dik çıkacaktı.

Bu düşüncelerle, karmakarışık duygularla eve vardıklarında Alparslan’a sadece ‘iyi geceler’ dedi, omuzlarındaki ceketi usulca koltuğa bıraktı ve gözden kayboldu. Eve girdiğinde doğruca kardeşinin odasına ilerledi. Toprak, yanındaki Ayten’e sarılmış mışıl mışıl uyuyordu. Dicle ve Emel salondaki koltuklarda, Gül ise onun yatak odasında uyumuştu. Kızların hepsini kontrol edip, üstleri açılmış mı diye baktı. Deli dana gibi yatan Gül, her zamanki gibi üstündeki yorganını yere atmış, yatağın içinde büzüşmüştü. Üstünü örttü ama kısa süre sonra o örtünün yine yere tekmeleneceğini düşünerek güldü. Mutfağa geçip kapıyı kapattı ve kendine bir kahve yaptı.

Bergüzar’ı bıraktıktan sonra evine geçmek için hareket eden Alparslan ise biraz daha sakinleşmişti. Birkaç saat önce restorana giderken Ertuğrul’u aramayı unutmamayı aklına not ettiğini hatırladı. Ondan, Toprak’ın durumunu sorup soruşturmasını isteyecekti. Bu işi yapsa yapsa kardeşi yapardı. Telefon rehberinden hızlıca adını bulup üstüne dokunduktan kısa süre sonra

“Abim…” diyen sesiyle tebessüm etti.

“Aslanım naber, nasılsın?”

“İyiyim abim, çalışıyorum. Sen nasılsın?” Derin bir nefes alıp, Semih’in yüzünü yumrukladığı, öfkeyle bağırdığı o anları düşündü.

“İyi sayılırım.”

“Semih’i dövdün, öfkenin biraz olsun geçmesi gerekmez miydi? Bu arada Bergüzar Hanım nasıl, iyi mi? Umarım yine bayılmamıştır.” Duyduğu sorular karşısında duraksadıysa da kıs kıs gülmeye başlaması uzun sürmemişti.

“Her şeyi duyarım diyorsun yani?”

“Sana gölgenden daha yakınım Alparslan Yalın.”

“Takıntılı, ruh hastası, manyak! Oğlum sen kendi işine, kendi hayatına baksana. ‘Biri bizi gözetliyor’ da mıyız puşt? Bu ne şimdi?” Abisinin sorularına mı yoksa öfkeyle gürleyen sesine mi gülmüştü, Ertuğrul bile bilmiyordu.

“Benim hayatım sizsiniz. O yüzden gözüm hep üstünüzde. Yaşın büyük olabilir ama bu, benim gözlerimden ve korumamdan kaçabileceğin anlamına gelmez.”

“İyi bok. Kes şov yapmayı da o gözlerini Bergüzar’ın kardeşi Toprak’ın doktoruna dik.” Ertuğrul bir an sessiz kaldı ama gülme sesinin arabanın içini doldurması çok uzun sürmedi.

“Neden? Doktor tam benlik, güzel bir kadın mı?”

“He abim he, yaa ne sik kafalı herifsin Ertuğrul. Ulan kadının biri gelsin de o çok havalı götünü yere çarpsın, yerlerde sürüklesin inşallah.” Abisinin beddualarıyla suratını ekşitse de gülmeye devam etti.

“Rüyanda görürsün. Nah veririm güzel götümü. Götüm olmaz, olsa olsa hepiniz göt olursunuz.”

“Verirsin abim verirsin, rakı içen hatun bul. Sen elini değil, götünü verirsin.”

“Şükür ki öyle bir kadın yok. Yani güzel ve havalı götüm hâlâ emniyette.” Demesiyle Alparslan başladı duaya.

“Allah’ım, yüce rabbim. Duy sesimi. Şu adama öyle bir kadın ver ki aha bu lafları nahlaya nahlaya yesin inşallah. Hanımcının dibi olsun, karıcım karıcım diye sürünsün amin!”

“Ulan madem o kadar dua ettin, birkaç tane de yeğenim olsun deseydi be abim. Ayıp ya!” Alparslan sinirleri bozulmuş hâlde kahkaha atarken

“Oğlum, çoluğa çocuğa benimle değil, karınla karar vereceksin. Ben ona karışmam, o sizin özeliniz. Tabii bunların hepsinden önce, bir aday bulmak lazım.” demişti.

“Bana aday bul diyene bakın hele… Sen, benden beş yaş büyüksün. Önce sen bul o adayı da yolumuz açılsın. Bu arada beddua sahibine dönermiş. Annem hep öyle der. Aha girdi mi az önce söylediğin bütün nahlar sana. Ohh, hanımcının şahı sen olacaksın.” Bir an susup abisinin kahkahalarını dinlemeye devam ettikten sonra yeniden konuştu.

“Belki sen adayını bulmuşsundur, olamaz mı?” Alparslan sözlerdeki imayı fark edip aracın fren pedalına aniden bastı ve sağ şeritte durdu.

“O ne demek ulan?”

“Belki de Ankara, sana Angaralı bir kız verip yıllar önce yaşattığı acıların, hayal kırıklıklarının diyetini ödüyordur da sen anlamıyorsundur. Belki de zamanı gelmiştir…” Kafası, günlerdir Arapsaçına dönen duyguları gibi karışan Alparslan zar zor

“Neyin zamanı gelmiştir?” diye sorduğunda Ertuğrul’un derin bir nefes aldığını işitti.

“Yeniden inanmanın, yeniden şans vermenin… Kendine, hayata, aşka şans vermenin zamanı gelmiştir. Görmediğimi mi sanıyorsun, duymadığımı mı düşünüyorsun? Sürekli Bergüzar Hanım’ın yanındasın, destek hâlindesin. Yıllar evvel yapamadığını düşündüğün o desteği, yardımı şimdi ona ve kardeşine yapıyorsun. Fakat kendi yaptıklarından bile haberin yok. Kalbini öyle derine saklamış, gözlerini kör etmiş, kulaklarını öyle iyi tıkamışsın ki… Kalbinin sesini duymuyorsun, atışını hissetmiyorsun, elini uzatıp yardım ediyor, etmeye çalışıyorsun da onun yardım etmesine müsaade etmiyorsun. Abim… Benim en kral abim, en soğuk abim… Aç gözünü, aç kulağını, çıkar o kalbini, derin bir nefes al… Sen hâlâ yaşıyorsun. Sen, ölmedin. Sen buradasın, bizimlesin, hayattasın. Ne yazık ki giden gitti. Ama sen gitmedin. Ve belli ki hayat sana ikinci şansı veriyor.”

Kendine açıklayamadığı, söyleyemediği her şeyi kardeşi söyleyivermişti. Hem de paldır küldür söylemişti. Titrek bir nefes alıp iki aydır her gün yanında olan, yanında olduğu kızı düşündü. Gerçekten olabilir miydi? Hisleri… Farklı olabilir miydi?

Ona bakınca sadece bir çalışan görmüyordu. Ona bakınca, çok güçlü bir kadın görüyordu ve bu gördüğü daha ilk günden beri kendisini etkiliyordu. Evet, ilk kez açık açık kendine itiraf ederken hislerini de kabul edivermişti. Bergüzar’dan, onun duruşundan, gücünden, zekâsından etkileniyordu. Beline kadar uzanan simsiyah dalgalı saçlarını savuruşundan, topuklu ayakkabıları üstünde telaşla, seke seke koşuşundan, gözlerine değen kahverengi gözlerden ve hiçbir şeye benzetemediği o nadide, o muazzam kokusundan etkileniyordu.

Aklından geçenlerle irkilirken ‘kokusunu nereden biliyorsun ulan?’ diye kendine sormadan edememişti. Fakat burnunun ucunu sızlatan o kokuyu net olarak hatırlamıştı. Sonra durup biraz daha düşünürken, ‘kaç kere yan yana yürüdük, kaç kere sarılıp ağlaştık. Tabii ki biliyorum.’

“Abi, bunu karşılıklı konuşacağız ama söylediklerimi düşün. Çünkü sen fark etmediysen ben söyleyeyim… Senin daha önce birinin üstüne bu kadar gittiğini, önce ağlatıp sonra sarıp sarmaladığını görmedim. Yediğin bokları, kızı ağlatıp durmanı alkışlamıyorum hatta sana bu konuda acayip kılım. O ayrı bir sohbet konusu olacak ama sen, herkese soğuk olan sen… Bu kıza niye buz tuttun? Niye arkasından gittin ve destek oldun? Omuz verdin, elini tuttun, gözünün yaşını sildin? Yıllar sonra bunları sana yaptıran şeyi fark etmedin mi, düşünmedin mi? Bence düşünmelisin, iyi ve iyice düşünmelisin.” Sessizlik uzadı, uzadı ancak Alparslan hiçbir şey söyleyemedi. Zaten Ertuğrul da zorlamadı. Sadece tek bir isteği vardı, o da abisini düşündürmek, enine boyuna düşünmeye sevk etmek.

“Toprak’ın doktoruyla görüşür, durumunu öğrenir, sana haber veririm.” Dediğinde kendisini hızla toparlayan Alparslan, ‘asıl mesele’ dediği meselesine dönmüştü.

“Elimizden ne geliyormuş onu da sor. Maddi olarak yani… Belli ki Bergüzar’ın bir sıkıntısı var ve bu sanırım maddiyatla ilgili bir durum. Sessizce, sessizce öğren. Duyarsa çok kızar ama kırılır, incinir. Biliyorum…” dediğinde telefonun ucundaki kardeşini gülümsetmişti.

“Ben saman altından su yürütürüm, sizi suya götürüp susuz getiririm. Bana neden ‘Efsane’ dediklerini hatırla istersen.” Telefonu bu sözlerle kapattılar.

O gece Bergüzar’dan duyduğu sözlerle öfkesi körüklenen Ender, kısa süreliğine onunla uğraşmaya ara vermişti. Ancak durum böyle olunca odağının büyük bir bölümünü Ertuğrul’a ve onun bir ay sonra anlaşma yapacağı iş ortağı Armağan’a çevirmişti. Ertuğrul ve Armağan ise birbirlerine âşık olacaklarından ya da Ender’in hazırladığı oyunlardan bir haber, yaşam koşturmacasına devam ediyorlardı.

Ender savaşının cephelerini genişletmeye hazırlanırken, o gece yemekten apar topar ayrılan Bergüzar ve Alparslan cephesi ise günler geçmesine rağmen hâlâ sessizliğini koruyordu. Alparslan, ‘buzlar kralı’ diye lakap takılan tavırlarına geri dönmüş, şirketteki herkese kök söktürürken, Bergüzar onu sessizce izliyor, her dediğine ‘he’ diyordu. Adamın, bu sefer hangi sebeple dengesizleştiğini, zırhını kuşandığını, öldürücü bakışlarını takındığını anlamamıştı. Zaten onca zaman sonra yaşadığı azıcık huzur bile bunları düşünmesine engel olmuştu.

İşten gecikmeden çıkıp, kardeşiyle ilgileniyor, onu göremediği her ânı telafi etmeye çalışıyor, hatta evde daha uzun süre kaldığı için kızlar da onlara gelip kalıyordu. Alparslan ise anlam veremediği ya da anlam vermeye korktuğu duygularının içinde iyice kaybolmuştu. Sürekli gözünün önünden oradan oraya koşturup duran kadını gördükçe kafası hepten karışıyor, tüm bu karışıklıklar baş etmeye çalıştıkça herkesten uzaklaşıyordu.

Odasında işlerine gömülmüş, aklındaki bütün düşünceleri de çalışarak gömmeye çalışıyordu ki kapısının usulca çalındığını duydu.

“Gir!” Kapıyı çalan kişinin Bergüzar olduğunu çalış şeklinden bildiği için başını kaldırmamıştı.

“Söyle Bergüzar!” Bergüzar bu sözlere gözlerini devirmemek için birkaç saniye duraksayıp yutkunduktan sonra

“Sizi görmek isteyen bir misafiriniz var.” Demiş, aynı anda da odanın içini çocuk sesi sarmıştı.

“Alparslan amca…” bağırışıyla başını kaldırması, ayağa kalması, gözlerindeki o ketum bakışın sımsıcak olması o kadar hızlı gerçekleşmişti ki Bergüzar gördüğüne inanamamıştı.

“Aaaa, kim gelmiş. Aslan parçası… Sen nereden çıktın?” diye sorarken masasının önüne gelip durdu, bir dizinin üstüne çöktü ve kollarını açtı. Küçük çocuk koşarak kendisini bekleyen kolların arasına girdiğinde odayı gülüşme sesleri sarmıştı.

“Ben geldim…”

“Hoş geldin, hoş geldin aslanım. Annenle baban nerede?” sorusuna biraz bozulan küçük adam dudağını bükse de Alparslan’ı sakallı yanaklarından uzun uzun öptü.

“Azıcık işleri varmış. İşleri bitene kadar da bana sen bakacakmışsın. Öyle dediler. Ben, sana sürpriz olacakmışım.” Bilmiş bilmiş verdiği bu cevapla hâlâ kapıda duran ve onları izleyen Bergüzar’ı da güldürmeyi başardı.

“Azat, sen büyüdükçe zekâ küpü mü oluyorsun oğlum? Bu laflar ne böyle? Hani tanışmadığınızı bilmesem Bergüzar’dan ders mi aldın diyeceğim?” Günler sonra yardımcısına bakıp eğreti şekilde gülmüştü.

“Bergü…zar… O kim?” Adını biraz zorlanarak söyleyip şöyle bir düşünürken

“Bergüzar abla benim yardımcım. Kendisiyle tanıştın mı?” diyen Alparslan amcasından gözlerini ayırıp kapı girişinde duran kıza baktı.

“Güzel kızmış.” Pat diye söylediği bu sözlerle ikisinin gözleri de kocaman açılmış ve kahkaha atmışlardı. Alparslan, kucağında kıs kıs gülen Azat’la Bergüzar’a doğru ilerleyip tam karşısında durdu.

“O zaman bu güzel kızla tanış bakalım.” Azat küçük elini havalı havalı güzel bulduğu kıza uzatıp

“Merhaba, ben Azat.” Derken Bergüzar da elini uzatmış, elleri havada birleşmişti.

“Merhaba Azat, ben de Bergüzar. Hoş geldin.”

“Hoş buldum Bergü…zar… Ama bu isim çok zor.” Tatlı isyanıyla yine onları güldürmeyi başarırken, Bergüzar göz ucuyla Alparslan’ı izliyordu. Günlerdir ağzını bıçak açmayan, şirketteki herkese ve özellikle kendisine kan kusturan o adam, küçücük bir çocukla neşesini bulmuştu. Daha önce hiç görmediği bir ruh hâline daha bürünmesi, babacan tavrı, çocuksu tarafıysa gün yüzüne çıkmıştı. ‘Demek ki çocukları seviyor’ düşüncesiyle tebessüm ederken patronunun

“Zor bir isim ama anlamı çok güzel.” dediğini duyarak bir anda irkildi ve gözleri heyecanla parladı.

“Anlamı… Aaa bunu öğretmenim öğretmişti. Hepimizin adı özelmiş. Azat ‘özgür bırakmak’ demekmiş.” Cevabıyla onları şok ederken, Alparslan gözleriyle Bergüzar’a ‘içeri gel’ işareti yapmıştı. O da bu daveti kabul edip, adının anlamı konusunda Azat’a ne söyleyeceği, bunu nasıl anlayacağının merakıyla içeri girip kapıyı kapattı. Masanın önündeki üçlü deri koltuklara yan yana oturduklarında da Azat hâlâ Alparslan’ın kucağındaydı.

“Aferin lan küçük hergele… Sen artık büyümüş, koca adam olmuşsun amcacım.” Çocuğu sımsıkı sarıp göğsüne bastırırken saçlarını da öptü.

“Hani ben büyümeden bana kardeş getirecektin?” İşte hiç beklenmeyen bu soruyla afallayan Alparslan, gülmemek için dudaklarını kemiren Bergüzar’a baktı, baktı ve

“Oğlum, kardeşi getirmek için önce annesini bulmak lazım.” Deyiverdi. Bergüzar’ın yüzündeki gülümseme ânın garipliğiyle silinip giderken Azat’ın ilk konuya hızlı bir dönüş yapıp

“Bergüzar adının anlamı neymiş Alparslan amca?” Diye sorduğunu duydular. Gözleri hâlâ birbirlerine kilitlenmiş gibi bakarken Bergüzar nefesini tutmuş, adının anlamını söylemesini bekliyor, Alparslan ise dağılan aklını toplamaya çalışıyordu.

“Bergüzar ‘anılmak için verilen armağan, hatıra, yadigâr’ demektir.” Diye fısıldarken artık Azat’a değil de direkt olarak ismin sahibine konuşuyor gibiydi.

Armağan, hatıra, yadigâr… Bu üç kelimenin de bir gün, hayatlarında çok büyük anlamlar kazanacağından habersiz şimdilik öylece konuşuyordu. Oysa aileye kısa süre sonra bir Armağan gelecek ve tozu dumana katacaktı. Hayatlarını, farkına bile varmadan öyle bir değiştirecek, yollarını öyle bir açacaktı ki hepsi şaşıp kalacaktı. İşte bu da kaderin ta kendisiydi. Onlar ise kaderin getireceklerinden habersiz birbirlerine bakıp kalmışlardı.

“Senin adın ne demek Alparslan amca.” Azat, ağzının içinde yuvarlayarak zar zor Alparslan dedikçe adam mest oluyor, çocuğu içine katası geliyordu.

“Benim adımın anlamı ‘Yiğit, cesur, yürekli kişi’ demek.” Azat’ın gözleri yine kocaman olmuş, heyecanı diline vurmuştu.

“Sen gibi… Kocaman yani…”

“Kocaman mı? Kocaman olunca nasıl oluyormuş?” çocuk bilmiş bir ifadeyle sorunun sahibi Bergüzar’a bakıp yüzünü ekşitirken, kollarını da Alparslan’ın boynuna dolayıp omzuna doğru yatmıştı.

“Kocaman olunca cesur oluyorsun, çünkü kocamansın. Korkacak hiçbir şey yok.” Cevabıyla yüzlerinde garip, buruk bir tebessüm belirdi, gözleri yeniden birleşti.

“Keşke kocaman olunca dediğin gibi cesur, yürekli ve yiğit olunsa aslanım. Keşke…” dedikten sonra gözü saate takılmış ve Azat’ı koltuğa oturtup ayaklanmıştı.

“Küçük adam, benim toplantıya girmem lazım. Sen burada kalıp, Bergüzar ablanla uslu uslu oturuyorsun tamam mı?” Azat, kendisine ‘küçük’ denmesinden hoşlanmadığını belli ederek gözlerini devirirken elinin birini de havada gelişi güzel salladı.

“Tamam yaşlı Alparslan amca. Ben uslu uslu oturup seni beklerim.” Derken ayaklanan Bergüzar’ın gözleri kocaman açılmış, Alparslan’ın sağ kaşı hızla havaya kalkmıştı.

“Bergüzar, bu hergele bana yaşlı mı dedi?” Gülmemek için alt dudağını ısıran kız başını hafifçe sallarken

“Saçların beyazlamış. Demek ki yaşlanmışsın Alparslan amca. Sen bana kardeş falan getirmezsin. Annemle babam da getirmiyor.” Diyen Azat’a bakıp susmasını işaret ediyordu ancak çocuğun bunu umursadığı söylenemezdi.

“Puşta bak! Ulan hergele yaşlı senin babandır. Ayrıca saçlarım beyazlamadı, sadece favorilerim grileşti.”

Sokrates’in Savunması’ndan daha sağlam bir savunma varsa o da budur!”

“Bergüzar! Gülme…” Homurtusuyla yine sessizleşse de yüzündeki sırıtmayı silemiyordu.

“Tamam gülmüyorum. Gelin de kravatınızı düzeltelim. Yoksa toplantıya geç kalacaksınız.” Birbirlerine birkaç adım atıp dip dibe durdular. Alparslan başını havaya doğru kaldırırken, Bergüzar gömleğin en üst düğmesini iliklemiş, kravatı da en üste çekmişti.

“Oldu, artık gidebilirsiniz.” Azat’ın saçlarını okşayıp alnını öptü, Bergüzar’a göz ucuyla baktıktan sonra dosyalarını alıp odadan çıktı. Toplantısı bitip geri geldiğinde Azat’ın annesi ve babası yani üniversiteden arkadaşları olan Yade ve Mert’i görmüş, iyice keyiflenmişti. Arkadaşlarını alıp yemeğe çıkmadan önce Azat ve Bergüzar’ın vedalaşmasını izlerken içinde yine tanımlayamadığı hislerin hareketlendiğini hissedip doğruca asansöre ilerledi.

“Yarın görüşürüz Bergüzar Hanım. Mesai saatiniz dolmadan çıkabilirsiniz. Bu gece misafirim çok olacak, geri dönmem.”

“Teşekkür ederim ama işlerimi bitirip çıkarım. Size iyi akşamlar.” Bir an birbirlerine baktılar ve ayrıldılar.

Bir aydır abilerinin ortalığı buz dağına çevirdiğini duyan Atilla İzmir’den, Ertuğrul ise İstanbul’dan uçağa atladığı gibi soluğu Ankara’da almıştı. Yade ve Mert’le akşam yemeği yiyip ertesi gün yeniden görüşmek için sözleşip ayrılmışlardı. Uzun aradan sonra bir araya gelen ve misafirleri gidince baş başa kalan kardeşler rakı sofrasına oturmuş hem içiyor hem sohbet ediyordu ancak konu asla abilerinin yaşadığı duygusal savaşa değinmiyordu. Çünkü Onlar da yaşadığı karmaşayı dalıp giden gözlerinden, her zamankine göre daha sessiz oluşundan anlamışlardı. Bir derdi vardı ve muhtemelen bu dert bir kadına bağlanıyordu. E az çok kadının da kim olduğunu tahmin ediyorlardı. Fakat burada oluş amaçları onun duygularını deşelemek değildi, sadece yanında olduklarını göstermekti.

Saat gece yarısına ilerlerken toparlanıp Alparslan’ın evine geçmiş, PlayStation’ı açmış maç yapıyorlardı. Şirkette biriken işlerini bitirip ancak evine dönen Bergüzar ise apartmandan içeri girip merdivenlerin ilk basamağını çıkmıştı ki boynuna ve ağzına sımsıkı dolanan elleri hissederek durdu. Eller kendisini hızla geri çekip apartmanın bodrumuna ilerlerken karşı koymaya çalıştı, fakat bedenine yapışan kişi çok güçlüydü. Alt kata uzanan merdivenlerin basamaklarını arbede yaşayarak indikleri anda yüzünün duvara çarpmasıyla inledi.

Arkasındaki adamın Ender olduğunu düşünüyor, ondan bu kadar kısa sürede hamle beklemediği için kendine kızıyordu.

“Nasılsınız Bergüzar Hanım? Bu sefer sizi koruyacak patronunuz yok… Ama sizi temin ederim ki baş başayken daha çok eğleneceğiz.” Diyen sesi duyduğunda bedeni resmen donmuştu. Arkasındaki Ender değil, aylardır her karşılaşmalarında kendisine sarkıntılık eden Semih’ti. Alparslan’dan ulu orta yediği dayak belli ki hırsını körüklemişti.

Boynuna dolanan elin bacaklarına dokunup eteğinin altına uzanmasıyla irkildi, kendini toplamaya çalıştı. Adamı itip bedeninden uzaklaştırmak için çabalarken ağzını kapatan kocaman el boğazına dolanmış nefesini kesmişti. Başına gelebilecek tüm kötü ihtimaller film şeridi gibi gözleri önünden geçerken hâlâ karşı koymaya çalışıyordu.

“Bırak…” demek için çabaladı ama adamın böyle bir niyeti yoktu.

“Bırakmazsam ne olur? Beni patronuna şikâyet eder dövdürtür müsün?” Az evvel bacaklarındaki eller göğüslerine dokununca can havliyle bir kez daha onu itmek için uğraştı. Bedenini komple duvara dayayan adam bu uğraşa pislik bir sesle gülerken, bacaklarının titrediğini hissediyordu. Yıllardır yaşadığı apartmanın bodrum katında tecavüze uğrayıp, sabah olana kadar da kimse tarafından bulunamama korkusuyla dolan gözlerine öfkelendi.

Yeniden eteğinin altına giren eller yüzünden bağırmaya çalışmasıyla boğazının sıkılması aynı anda oldu ama umursamadı ve daha çok bağırmaya çalıştı. Ya tecavüze uğrayacak ya da bağırmaya çalışırken boğulup öldürülecekti.

Öldürülmeyi, her gün öldürülen birçok kadın gibi öldürülmeyi tercih ederken artık ağlıyordu. Bu felaketin başınıza gelmesi için kadın olmanız, bir vajinaya sahip olmanız veya en iğrenç anlatımla bazı erkeklerin penislerini sokabilecekleri bir şeye sahip olmanız yeterliydi. Ülkemizde ya da dünyada sadece yetişkin kadınlar değil, kız çocukları, erkek çocukları, el kadar bebekler hatta hayvanlar bile tecavüze uğruyordu.

Nefessizlikten gözleri kocaman olmuş, acıyla kıvranırken aklından nice kadın geçti. Adlarını televizyonlarda, gazetelerde gördüğü… Belki yarın o gazeteler beni yazacak, televizyonlar benim adımı söyleyecek diye düşündü.

Sonra acı acı güldü… Arkasından konuşulacak şeyleri düşünmeye başlamıştı.

Saat gece yarısını gösteriyordu, eve geç gelmişti. Bekâr bir kadının bu saatte dışarıda ne işi vardı? Otursundu evinde. Kimse kazanmak zorunda olduğu parayı, hayatını geçindirmek, kardeşine ve kendisine bakmak için çalışmak zorunda olduğunu konuşmayacaktı.

Üstünde etek vardı. Etek giydiyse demek ki eteğiyle tahrik etmişti tecavüzcüsünü. Haktı başına gelen, hak etmişti çoktan!

Ayağındaki topuklu ayakkabıları da tahrik sebebi sayılır mıydı? Sonuçta her adım attığında ses çıkartıyordu ya!

‘Ohoo Bergüzar’ dedi kendi kendine. Sen bunu hak etmişsin kızım. Adam sana asıldı ağzının payını verdin. Adam yine sana asıldı, dayak yedi. He deseydin, olur deseydin, bir kerecik sevişiverseydin böyle olmazdı. Ee o zaman da orospu derlerdi. Şimdi de diyecekleri gibi ama en azından yaşardın.

Yine suçlusun Bergüzar. Yine suçlusun kadın! Ölümü, tecavüzü hak eden, katledilen tüm kadınlar gibi suçlu.

Onca okul okumuş, birincilikler almış, bütün eğitim basamaklarını dereceyle sonlandırmıştı. Kimsenin kalbini kırmamış, hep çok çalışmış, tabir yerindeyse kimsenin tavuğuna kış dememişti. Hep iyi, ahlâklı, dürüst, sevgi dolu ve yardım sever bir insan olmuştu. Yalın Holding’e giriş macerasını saymazsak!

Ama başına gelene bakın ki yaşadığı apartmanın bodrumunda öldürülecek belki de ondan sonra tecavüze uğrayacaktı. Semih, kendisiyle mücadele etmeyen bir ölü kadınla ilişkiye girmeyi daha cezbedici buluyor olabilir miydi?

Eğer öyle olmasa boğazını bu kadar sıkmazdı her hâlde!

Bedenine dayanmış, kendisini duvara resmen çivileyip hareketlerini tamamen sonlandırmış bedeni bile hissedemez olurken gözleri kapanmaya başladı. Bir dakikadan daha uzun bir süredir nefes alamıyordu. Yüzü mosmor olmuştu, direnci tamamen kırılmıştı. Bilincinin kapanmaya başladığının farkındaydı.

‘Ne olacaksa olacak. Daha fazla dayanacak gücüm yok.’ Diye düşünürken bile tırnaklarını Semih’in ellerine geçirdiğinden habersizdi. Adamın ellerini, tırnaklarıyla parçalamıştı. Tırnaklarının kırılıp, diplerinden kanadığının farkında bile değildi.

Derken boğazını saran ellerin gevşediğini hissedip can havliyle soluk aldı. Beyni zonkluyor, başı dönüyordu. Bedeninin zemine doğru devrilmesine engel olamamıştı ama Semih’in acı dolu bağırışını duymuştu. Onun neden bağırdığını ya da boğazını neden bıraktığını bilmiyordu. Örümcek ağlarıyla örülü tavana zar zor baktı ve gözleri kapandı.

***

Bergüzar’ın yaşadıklarından bir haber olan Alparslan, Ertuğrul’un Toprak’la ilgili edindiği bilgileri dikkatle dinliyordu. PlayStation’da oyun oynamayı falan bırakmış, duydukları karşısında da epey şaşırmıştı çünkü Toprak’ın tedavisinin iyiye gittiğini zannederken, aslında tedavinin işe yaramadığını öğrenmişti.

Doktorunun, yurtdışındaki farklı tedavi yöntemlerini Bergüzar’a anlattığını ancak maddi yetersizlik nedeniyle Bergüzar’ın bu tedavileri karşılayamayacağını söylediğini duyduğunda ise kan beynine sıçramıştı. ‘Nasıl söylemez, neden hiç anlatmadı, maddi olarak destek istemedi?’ sorularıyla iyice köpürdüğü sırada Bergüzar’a gizlice göz kulak olan korumanın aradığını görerek aramaya cevap verdi.

“Efendim?”

“İyi geceler Alparslan Bey.” diyen telaşlı ve ürkek sesli adama

“İyi geceler. Hayırdır, bir sıkıntı mı var?” diye sorarken oturuşunu dikleştirdi.

“Efendim… Şirketimizle anlaşmalı olan hastaneye gelseniz iyi olur.” Korumanın sözleriyle kaşı havalanıvermişti.

“Ne oldu? Toprak’a bir şey mi oldu?”

“Hayır… Hayır, Toprak Hanım iyi hiçbir şeyden haberi yok. Evde ve kız arkadaşlarıyla uyuyor.” Adamın karmakarışık konuşması tepesini iyiden iyiye attırırken

“Neyden haberi yok? Ne oldu da haberi yok? Bergüzar nerede?” diye bağırmıştı. Korumanın aldığı soluğu duyup, çattığı kaşlarının altından kardeşlerinin meraklı yüzlerine baktı.

“Bergüzar Hanım hastanede. Şirketten döndü, apartmana girdi ancak evin ışıkları yanmadı. Ben de eve girip girmediğini kontrol etmek için apartmana girdim.”

“Eee…” diye bağırınca kardeşleri iyice meraklanıp oturuşlarını düzelttiler. Kendisine bakmayı da sürdürdüler.

“Bergüzar Hanım’ı apartmanın bodrumunda buldum.” Sözleriyle buz gibi olduğunu, duyacaklarının iyi olmadığını hissederek fısıltıyla

“O saatte bodrumda ne işi varmış?” diye sordu ama karşısındaki adamın cevap vermesi uzun sürdü.

“Semih denen o adam ona…”

“Ne ulan, ne? Ona ne?” Bağırışıyla ev inlemişti ancak tedirginlikte ve bilinmezlikten pelte gibi olan bedeni koltukta oturmaya devam etmişti. Ta ki,

“… Saldırıyordu. Bergüzar Hanım’ın boğazına yapışmıştı. Sanırım ona… Tecavüz…” diyen adamın bu sözlerini duyana kadar. Korumadan duyduğu son sözle yerinden fırlamış, kucağında duran mısır kâsesi tepe taklak olup yere kapanmıştı.

Koltuğun üstünden tek hamlede atlayıp evin kapısına koşan abilerine bakan Atilla ve Ertuğrul da neler olduğunu anlayamayıp ona bakıp kalmış ancak hızla ayaklanmıştı.

“Ne oluyor ulan?” diye soran Atilla bir yandan da ceketini giymeye çalışırken Ertuğrul öfkeyle

“Ne bileyim amına koyayım, bilsem koşar mıyım?” diye bağırıyordu.

Dakikalarla yarışarak hastanenin kapısından girip, doğruca danışmaya ilerlediler. Kendilerini acil servise yönlendiren görevliyi arkalarında bırakarak koşturmaya devam ederlerken Alparslan sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. Fakat onu ne Atilla, ne de Ertuğrul anlıyordu. İki kardeşin o an için yapabildikleri tek şey, abilerini endişeyle izlemekten ibaretti.

Acil servise girip telaşla sağa sola bakınan Alparslan şuurunu kaybetmiş gibiydi. Başını elleri arasına alıp

“Nerede bu kız? Nerede?” diye elektrik yüklü bir yağmur bulutu misali gürledi. Bu sırada kırmızı renk koduyla ayrılmış acil müdahale alanından çıkan doktorların Bergüzar’ın adını söylediklerini duyarak onlara doğru ilerlediler.

“Bergüzar… O iyi mi?” Diye sorsa da doktorların ardında kalan alana korkuyla bakıyordu. Çünkü o alanın, hayatî riski yüksek, acil müdahale gereken hastaların ilk gözlem alanı olduğunu biliyordu. Doktorların kendilerine birkaç saniye bakıp

“Siz hastanın neyi oluyorsunuz?” sorusuyla kayışları tamamen koparmıştı.

“Bak doktor, saygısızlık etmek istemem ama hastanın adını söyleyip durumunu soruyorsam bu, hastayı tanıyor ve hayatından endişe duyuyorum demek olmuyor mu? Ya da siz beni delirtmek mi istiyorsunuz ben anlamadım? Yahu söylesenize o iyi mi?” diye bağırmasıyla doktorlarla arasına kardeşleri girmişti. Daha mülayim görünen Atilla doktorlarla konuşmaya, kızın durumunu öğrenmeye çalışırken, Ertuğrul ise deli damarı atmış, alnının ortasında da o damarın gözle görülür kanıtı gibi bir damar belirmiş olan abisini sakinleştirmeye çalışıyordu.

“Biz Bergüzar Hanım’ın patronlarıyız. Eğer durumunu öğrenebilirsek ailesine de bizzat haber vereceğiz.” Doktorlardan biri bu sözlerle başını hafifçe sallayıp, az ilerideki bekleme alanını işaret etti.

Hep birlikte o tarafa ilerleyip yeniden yüz yüze bakmaya başladıklarında Alparslan, kalmayan sabrının öfkesini yaşıyor, doktorlara pür dikkat bakıyordu.

“Bergüzar Hanım, boğulmaya çalışılmış. Buraya getirildiğinde solunumu sağlıklı değildi. Şu an kendisine solunum desteği sağlanıyor. Boynu zedelendiği ve bir süre soluksuz kaldığı için gereken tüm tetkikler yapılacak. Bilinci yerine gelmeye başladı. Lütfen sakin olun ve sabırla bekleyin. Sizleri sürekli olarak bilgilendireceğiz.”

Bu sırada aynı odadan çıkan korumaya ilerleyip kolundan tuttuğu gibi kenara çekti. Gözleri öfkeden kapkara olmuş, çenesi titriyordu. Hatta bütün bedeni titriyordu.

“Ona ne oldu? Bergüzar’a ne oldu dedim?” Koruma, az ileride durmuş kendilerini izleyen Atilla ve Ertuğrul’dan gözlerini kaçırıp, zor olsa da Alparslan’a baktı.

“Tecavüz etmeye çalışmış ama Bergüzar Hanım direnmiş. Ben bulduğumda…” Nasıl bulmuştu, ne hâlde bulmuştu? O şerefsiz Bergüzar’a dokunmuş muydu?

“Bana, ‘ona dokunamadan yetiştim’ de.” Koruma, başını sallayıp

“Yetiştim… Fiziksel yaralar dışında bir şey yok. Az evvel doktorlar da bunu onayladı.” dediğinde derin bir nefes almak istedi ancak bunu istediği için bile kendinden utandı. Tecavüz gerçekleşmemişti belki ama girişiminin bıraktığı enkaz içeride yatıyordu. Yaralarının fiziksel olduğunu söyleyen koruma yanılıyordu. Fiziksel olanlar çok çabuk geçecekti ancak ruhsal yaraları… Ya uzun sürede iyileşecek ya da hiç iyileşmeyecekti. Zaten iyileşse bile izlerini ömür boyunca taşıyacaktı.

Bu düşüncelerle gözlerini kapatıp soluklanmaya çalışırken omuzlarındaki elleri hissetti, gözlerini araladığında korumanın gittiğini gördü. Kardeşleri sağına ve soluna durmuş, gözlerine bakıyordu.

“Sakin ol, sinirlerine hâkim ol. Şu an en son görmek isteyeceği şey sinirli bir Alparslan Yalın’dır.” Diyen Atilla’ya bakıp başını sallarken yanlarına hemşire gelmişti.

“Bergüzar Hanım, ‘Alparslan’ diye bir isim söyledi.”  Demesiyle Alparslan’ın gerim gerim gerilen sinirleri resmen boşalmış, gözlerine yaşlar oturmuştu.

“Onu görebilir miyim?” Doktorlar da onun doluveren gözlerini fark etmiş ve tebessüm ederek

“Çok kısa… Sonrasında kontrolleri yapılacak.” demişlerdi. Hızla yanlarından ayrılan abilerinin ardından bakan Ertuğrul ve Atilla aslında düşüncelerinin, tahminlerinin teyit edilişini izliyorlardı.

“Ne dersin, bunca yıl sonra olur mu?” Atilla’nın sorusuna tebessüm eden Ertuğrul

“Belki de bizim çilekeşin çilesi dolmuştur. Neden olmasın? Olur tabii, hem de çok güzel olur.” dediğinde Atilla da geçmişi düşünmüş ve iç çekmişti.

“İnşallah dediğin gibi olur Efsane…” Anlık duraksamanın ardından yine bildiğimiz Atilla moduna dönüp sırıttı.

“Sence seviyor mu?”

“Ne bileyim abicim ben! Yiyorsa git Alparslan abime sor.”

“Yook, tövbe sormam. Dellenir, bağırır durur. Bir de dövmeye kalkar. Yoook anam yok, billah çekemem onu. Buzlar kralıymış, götümün kralı. Ben ondan daha yakışıklıyım bi kere.” Ertuğrul, ‘ciddi misin, sen gerçek misin?’ temalı bakışlarını Atilla’ya çevirip yüzünü ekşitti.

“Bazen, duruyor ve düşünüyorum ama… Yüce rabbimin seni yaratma sebebini bulamıyorum, anlayamıyorum Atilla. Yaratanın işine karışmak gibi olmasın ama… Ulan haşeratın, yılanın, çıyanın bile bu dünyaya faydası var ama senin yok. Sen gereksiz, faydasız, boş bir adamsın.”

“Ayıp oluyor ama abisi… Bak kalbimi kırıyorsun. Bir gün oğlun olur bana benzer, bu sözlerine pişman olursun.” Demesiyle omzuna yumruk yemesi aynı anda olmuştu.

“Tövbe de ulan, tövbe de çabuk. Abdestim yoktu, söylediğim söz dua yerine geçip kabul olmaz de. Nolur, yalvarırım de.” Ertuğrul’un çırpınışlarını zevkle izleyip sırıttıkça sırttı.

“Biraz daha yalvar…”

“Ben senin taa ağzına sıçayım. Puşt!” Omzuna isabet etmek üzere olan ikinci yumruktan kaçarken kahkahayı basmıştı. Onlar birbirlerini yerken, Alparslan ise Bergüzar’ın bulunduğu müdahale odasına girmişti. Yatakta yarı baygın uzanan kızın boynuna takılmış boyunluğa, sağ elinin üstüne açılmış olan damar yoluna bakarken içi titredi. Yanına varıp usulca saçını okşadığındaysa yalnızca içinin değil, ellerinin de titrediğini fark etmişti.

“Bergüzar…” diye fısıldadı, gözlerini açmasını bekledi. Usul usul titreyerek aralanan gözlerin kıpkırmızı olduğunu görünce boğazına koca bir yumru oturdu sanki de yutkunmasına engel oldu.

“Bergüzar…” dedi tekrar ve çok geçmeden fısıltılı, yorgun sesi duydu.

“Alparslan Bey…” durup yutkunmasını sabırla bekledi.

“Söyle, söyle Bergüzar…”

“Toprak…” Hâlâ telaşla, endişeyle kardeşini sormasına mı ağlasa yoksa yorgun, bitap hâline mi bilemiyordu. Gözlerini gözlerinden ayırmadan eline uzandığı anda irkilmesiyle ellerine baktı ama bakmaz olaydı. Kan beynine sıçrarken dişlerini sıkmış, başını usulca sallamaya başlamıştı. Bergüzar’ın kırılmış, kanamış ve morarmış parmakları… İnce uzun, naif, kibar, kardeşini sevgiyle saran, seven, en sevdiği tatlıyı özenle yapan parmakları. Bu geceki savaşında en büyük silahı olmuş ve çok yara almıştı.

“Bu gece yaşadıklarını hiç kimse duymadı. Sen istemezsen de duymayacak. Toprak ya da kız arkadaşlarının olanlardan haberi yok.” Bir an durup yüzünün yaralanan sol yanına dokundu. Semih’in duvara doğru itmesi sonucu yüzünü vurmuştu. Uyguladığı baskı sebebiyle de bir süre oraya yapışık kalmasını sağlamasından ötürü yaralanan yüzünde şimdi Alparslan’ın parmakları dolaşıyordu.

“Kontrollerin yapıldıktan sonra benim evime geçeceğiz. Toprak’a da acilen yurtdışına çıktık diyeceğiz. Kızlar yanında olacaklardır ama yine de kapıda birkaç koruma onları bekleyecek. Sen iyileşince de geri gelmiş gibi yapacağız. Şimdi lütfen kendini düşün, dinlenmeye çalış. Ben buradayım, seni bekliyorum.” İçeri giren doktorları gördü ama aldırış etmeden Bergüzar’a yaklaşıp saç diplerinden öptü.

Bergüzar ise müdahale odasından çıkarılmadan önce onun eline uzandı. Parmaklarını yarım yamalak tutup gözlerine bakarken

“Kontroller bittikten sonra polis gelsin. Şikâyetçi olacağım!” demişti. Yüzünün daha sağlıklı olan kısmını saran el ve yine saçlarına konan öpücüğün ardından

“Tamam.” Dediğini duydu.

 

ESMERİM LÂL – 8.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!