9.BÖLÜM

 

O geceki konuşmanın ardından Toprak tedavi için yurtdışına çıkarken, Bergüzar onun tüm itirazlarına rağmen peşinden gitmişti. Toprak’la yaptığı anlaşmaya göre onu hastaneye yatırıp, her şeyin yolunda gittiğinden emin olup geri dönecekti.

Orada kendilerini karşılayan Doktor Suna Hanım ve oğulları Murat ile Arda’yla da tanışıp, kardeşini emanet ettikten sonra soluğu yine Ankara’da aldı. Zaten Toprak’a da yoğun bir tedavi uygulanmaya başlamış, vücut direnci düşük olduğu için yanına doktoru ve hemşiresi dışında kimse alınmamıştı. Durum böyle olunca da Bergüzar kardeşiyle yaptığı anlaşmaya sadık kalarak dönmüştü ancak mümkün oldukça git gel yapacaktı.

Öte yandan Ankara’da olmadığı iki haftalık süre boyunca patronunun kopardığı kızılca kıymetlerin haberi çoktan kulağına gelmişti. Sabaha karşı uçaktan inip, hiç uyumadan şirkete geldi. Toplantı odasından yükselen sesi duyduğunda eskisi gibi ürkmemiş, aksine gülümsemişti.

Günler sonra Alparslan’ı görecek olmanın garip heyecanı içini kaplarken ‘saçmalama Bergü’ diyordu. Fakat kalbi hiç duymuyordu. Toplantı odasının kapısını aralayıp içeri girdiği sırada

“Bu dosyadaki belgeler eksik!” diye gürleyen adama baktı. Siyah takım elbisesinin ceketini koltuğunun arkasına asmış, kravatını biraz gevşetmişti. Beyaz gömleği yine ter içinde kalmıştı. Alnının ortasında beliren damar ise ne kadar kızgın olduğunu kanıtlıyordu fakat Bergüzar bunu da umursamadı.

“Eksik belgeler burada.” Demesiyle Alparslan’ın yemyeşil gözleri kocaman açılarak üstüne döndü. Bir an yüzü seğirdi, güler gibi oldu. Sol yanağındaki gamze saniyeler içinde belirip kayboldu.

“Bergüzar… Hanım.” Toplantıda olduklarını, birçok insanın varlığını idrak edip hitabını son anda toparlamıştı.

“Buyurun, belgeler.” Alparslan eline uzatılan dosyayı alırken bile gözlerini ondan ayırmamıştı.

“Teşekkürler.” Derken koltuğunu sola doğru kaydırıp masanın başında açılan boşluğu gözleriyle işaret etti.

“Gel.” Bergüzar anlık bir duraksama yaşarken

“Koltuğu yanıma çek!” demesiyle başını salladı ve denileni yaptı. Boş duran tekerlekli koltuğu çekip onun yanına oturdu. Odadaki herkes şaşkın şaşkın olan biteni izlerken, bu durum Alparslan’ın umurunda bile değildi.

“Yeni işimiz hakkında ne düşünüyorsunuz Bergüzar Hanım?”

“Tereyağından kıl çeker gibi derler ya, aynen öyle bir iş aldınız Alparslan Bey. Tebrik ederim.” Yandan bir bakış atıp başını hafifçe salladı.

“Teşekkürler.” Yüzündeki belli belirsiz gülümsemeyi saklayıp yeniden toplantıya odaklandı. İki hafta boyunca yapılan görüşmeleri, üstüne çalışılan işleri Bergüzar’a özet geçmeyi düşünürken, onun bütün gelişmelere hâkim olduğunu fark ederek sustu.

“Bergüzar Hanım burada yokken bile işleri takip etmiş.” Diye mırıldanan patronuna göz ucuyla bakıp başını salladı.

“Her akşam bu masadaki herkese günün özeti mail atılıyor. Okumak ve takip etmek zor olmadı.” Cevabına kıs kıs gülen Alparslan, müdürlerden biri ‘İşkolik patronun, işkolik yardımcısı’ yakıştırmasını yaptığında gülüşü büyümüş, bu sözler hoşuna gitmişti. Toplantının bitmesiyle oda boşalırken baş başa kalıp bir süre birbirlerine baktılar.

“Nasılsın?” Sorusuna gülen Bergüzar başını hafifçe salladı.

“Bu sefer ‘eh işte’ demeyeceğim. İyiyim. Siz nasılsınız?” Derin bir soluk alıp arkasına yaslanırken saçlarını karıştırdı ve huysuz huysuz surat astı.

“Sen olmayınca her şey birbirine girdi ve ben çok yoruldum.” Susup, iki kez arka arkaya yutkundu. Gözlerini Bergüzar’a çevirdi ve fısıltıyla

“İşlerin karışması değil, sensizlik zor geldi. Kendine nasıl alıştırdıysan!” dedikten sonra kocaman odaya sessizlik çöktü. Sadece gözleri konuşuyordu. İkisinin de hiç bilmediği bir dildendi bu konuşma. Aralarındaki tek fark Alparslan daha önce böyle bir dili konuştuğunu sanmıştı, Bergüzar ise hiç yaşamamıştı. Zaten Alparslan da daha önce yaşadığının şu an yaşadığıyla uzaktan yakından alakası olmadığını yeniden nefes aldığını, kalbinin attığını hissederken fark ediyordu. Nefes alıyordu, heyecanlanıyordu, kalbi atıyordu ve bunların hepsini bir kadın yapıyordu. Farkında bile olmadan, farkına bile varmadan.

Kendisinden yaşça genç, ancak kendisine göre daha çok görmüş geçirmiş olan Esmer tenli, kahverengi gözlü, siyah dalgalı saçlı, uzunca boylu bir kadın… Hayatı yeniden yaşanılabilir kılıyor, ehlileştiriyor, uysallaştırıyor, yıllar süren uykusundan uyandırıyordu.

“Hadi, kalk bakalım. Daha beni gezdireceksin. Memleketini hiç gezmedim diyebilirim. Şöyle bir Ankara turu iyi olur gibi geldi. Hem Toprak’a verdiğimiz sözü de tutmuş oluruz.” Ayaklanıp ceketini giyerken kendisine şaşkın şaşkın bakan kıza dönüp

“Ne oldu, şaşırdın?” diye sordu.

“Alparslan Bey, mesai saati içindeyiz. Farkındasınız değil mi? Yani siz… Bu saatte işi bırakmazsınız. Hasta olsanız bile işi bırakmıyorken gezmeye gitmek fazla iddialı, fazla radikal bir karar değil mi?” Alparslan alt dudağını ısırmayı bırakıp güçlü bir kahkaha koy verirken Bergüzar’ı koltuktan kaldırdı ve önüne katıp ilerlemeye başladı.

“Bazen radikal kararlar vermek iyidir. Monotonlaşan hayata renk ve heyecan katar. Hadi, hadi… Fazla düşünme. Yaşayalım şu hayatı.” Son sözlerini tıpkı Toprak gibi söylemesiyle Bergüzar da gülmeye başlamıştı.

“Toprak öyle diyor ya… Yaşardım bu hayatı diyor. Doğru da diyor. O günden beri Toprak’ın söylediklerini düşünüyorum da… Çok doğru. Biz yani ben, iş güç derken hayatı yaşamayı unutmuşum. Bu hayattan giderken şirketleri, işleri, evrakları, dosyaları, malı, mülkü yanımda götürmeyeceğim. O zaman bunca çalışma neden? Neden şu ofisten çıkıp azıcık nefes almıyor, yaşamanın, sağlıklı olmanın keyfine varmıyorum? Evet çalışmam lazım ama bu kadarına gerek yok sanırım. Biraz yaşamayı da hatırlamam lazım. Yaşamam lazım bu hayatı Bergüzar Hanım. Yaşım geçiyor… Azat puştu bile bana yaşlı dedi!” Bergüzar onun, Toprak’ın sözlerinden sonra hayatını sorgulamasına duygulanacaktı ki son sözlerini duyarak kahkaha attı. Ciddi ciddi ‘yaşım geçiyor’ mu demişti? Eyvahlar olsun ki patronunun kırk yaşına merdiven dayadım sendromuna girmesi an meselesiydi. Şayet öyle bir şey olursa trip ve alınganlık dolu kâbus gibi günler kendisini bekliyor demekti.

“Gülme…” Kızıyormuş gibi çıkan sesinin aksine yüzü gülmeye devam edince Bergüzar da gülmeye devam etti.

“Gülme dedim Bergüzar. Ben çok ciddiyim!”

“Ama ben ciddi olamıyorum. Pardon!” deyip kahkahalara boğulması bir olmuştu.

“Ey Allah’ım, düştük diline! Kendi topuğuma sıktım.”

“Yok canım, öyle değil de…”

“Ne o zaman?” Asansöre binip tuşa bastıktan sonra patronuna döndü.

“Siz, gerçekten Azat’ın sözlerini kafanıza mı taktınız? O çocuk Alparslan Bey.”

“Çocuk mu? Onun neresi çocuk yahu. O bildiğin küçük bir hergele. Naif anasına çekmek yerine, dallama babasına çekmiş puşt.” Bergüzar’ın gülmeye devam etmesine aldırmadan kendisi de konuşmaya devam etti.

“Ayrıca çocuklar yalan dolan bilmezler. Bizim gibi kıvırmazlar, akıllarından geçeni küt diye söylerler. Azat da söyledi ve doğru söyledi.” Susup homurdanır gibi

“Saçlarım beyazladı.” Demesi son nokta olmuştu. Bergüzar gözlerinden akan yaşları silip ona tebessümle baktı ve

“Yok canım… Sadece favorileriniz grileşmiş o kadar.” Dediği anda kendini Alparslan’la burun buruna buldu.

“Bana bak… Sen beni kafaya almayı bırakıp gezdireceğin yerlerin planını mı yapsan Bergüzar… Hımmm?” Bir anda dip dibe kaldıkları için şaşkına dönen kız gülmeyi bırakmıştı ama gözlerini gözlerinden ayıramamıştı. Buz kesen parmaklarını kırlaşan favorilerine dokundururken

“Sizi kafaya falan almıyorum. Gerçeği söylüyorum. Daha saçlarınız beyazlamadı, sadece favorilerinize aklar düşmüş o kadar. Yani hâlâ gençsiniz.” Deyip duraksadı ama devam etmesi çok sürmedi.

“Olgun bir genç!” Alparslan bu sözlere gülümserken gözlerinin yanlarında oluşmaya başlamış kırışıklara bakmıştı. Fakat bunu dillendirip, onu iyice depresif ruh hâline sokmaya niyetli değildi. Ayrıca kırlaşan saçlarına ve gözlerinin yanlarında beliren kaz ayaklarına rağmen çok yakışıklıydı. Yaş aldığının belirtisi olan bu ayrıntılar ona olgun bir hava katıyordu.

Asansörün durmasıyla kapılar açılmaya başlarken duyulan alarm sesi kendilerine gelmelerini, gerçek hayata dönmelerini sağlamıştı. Alparslan geri çekilip Bergüzar’a öncelik verip onu takip etti. Giriş katında kendilerine dönen meraklı gözlere aldırmadan araca geçip şirketten ayrıldılar.

“Eee, nereden başlıyoruz?” Bergüzar az evvel asansörde yaşadıkları anların etkisinden kurtulmaya çalışıp toparlandı.

“Aç mısınız?”

“Hem de nasıl…” İçten ve gerçekten acıktığını belli eden bu yanıta gülerken gidecekleri yeri tarif etti. İlerlemeye çalıştıkları caddede trafik sıkışınca, radyoda çalan müzik de sarmayınca aralarında uzayıp giden sessizliği Bergüzar bozdu.

‘’Kaç yıldır burada yaşıyorsunuz? Yanlış bilmiyorsam İstanbul’dan buraya gelmişsiniz.’’

”Yedi senedir buradayım ve doğru biliyorsun, İstanbul’dan geldim. Alınan büyüme kararıyla ben buraya gelirken, Tomris ve Atilla İzmir’e gitti. Ertuğrul ise İstanbul’da kaldı. O, aynı zamanda farklı birkaç sektörde daha iş sahibi ve onun İstanbul’da kalması daha uygundu.”

”Dört kardeş görev paylaşımı yaptınız yani.”

‘’Aynen öyle.’’

‘’Peki Ankara’da gitmeyi sevdiğiniz bir yer mekân falan var mı? Bunca yıl içinde müdavimi olduğunu yerler olmuştur.’’ Alparslan bir süre durup düşündü sonra omuzlarını silkti.

”Doğru söyleyeyim mi… Şirketten dışarı çıkıp, bu şehri yedi senede yedi kere gezmemişimdir.” dediğinde Bergüzar’ın önce şaşkın sonra kınayan bakışlarıyla karşılaştı.

”Ne, ne var yahu! İşimi seviyorum.”

”Pes doğrusu Alparslan Bey! Bunu ‘işimi seviyorum’ diye mi örtbas ediyorsunuz? Yazık doğrusu. Siz gerçekten bu şehirde hiç yaşamamışsınız. Bunun farklı bir tanımı yok. İnsan yaşadığı şehri merak edip gezmez mi canım?’’ Konuştukça sinirleniyor, gözlerinde kızıl parıltılar beliriyordu.

‘’Tamam, denizimiz olmayabilir. Ama deniz gözlü Ata’nın ebedi istirahate çekildiği bu şehre haksızlık etmişsiniz. Ankara ilgisizliği sevmez Alparslan Bey. Her karışını gezmeyeni toprağında barındırmaz, yüreğine sarmaz. Hele İstanbul ile onun güzelliğini kıyaslayanlardan hiç haz etmez.” Sözcüklerle ilmek ilmek memleketini koruyan, memleketine sevdalı kıza bakıp gülümsedi.

”Gezdir o zaman Esmer. Rehberlik edenim yoktu, ben de gezmedim. Sen rehberlik et, gezdir o zaman memleketini.”

“Memnuniyetle…” deyip kollarını göğsünde bağladı. Hâlâ dudaklarının arasından homurdanıyor, gözlerini yoldan ayırmıyordu. Bu sırada sağ taraflarından hızla gelip bir anda önlerine kıran Tofaş marka kırmızı renkli, yere kadar basılmış Şahin model arabayı gördü. Kapı kolundaki tuşa basıp camı indirdikten sonra dip dibe durdukları arabanın şoförüne eline geçirdiği su şişesini fırlattı. Onun bu yaptığını şok olmuş hâlde izleyen Alparslan ise akan trafikte devam edecekti ki Bergüzar’ın

“Dur, dur bir dakika.” Demesiyle durdu. Bergüzar kemerini çözüp araçtan inerken

“Ne yapıyorsun?” diye bağırsa da kızın bunu salladığı söylenemezdi. Kırmızı Şahin’in ön camından içeriye uzanıp şoförün kafasına sağlam bir darbe indirmesiyle korna sesi caddede yankılanmıştı. Şoförün kafasının direksiyona vurup sekerek geri gelişini izleyen Alparslan kahkahalarla gülmeye başladı. Deli miydi bu kız?

“Bergüzar abla, biz arabada senin olduğunu görseydik valla araya kaynamazdık.”

“O ne demek lan? Siz maganda mısınız oğlum, siz bizim başımıza bela mısınız? Kaç kere kaza yaptınız ama yine akıllanmıyorsunuz. Arabada ben olmasam da trafikteki insanları tehlikeye atamazsınız. Defolun gidin, gözüm görmesin. Ama bu yaptığınızı konuşacağız.” Bergüzar hiçbir şey olmamış gibi araca geri dönüp koltuğuna oturdu. Kemerini bağlarken de diğer aracın şoförü genç çocuğa ters ters bakıp kemerini işaret etti. Çocuk daha o saniyede kemerini bağlarken

“Görüşürüz ablacım. Bir sıkıntı olursa…” deyip Alparslan’ı göstermiş, Bergüzar yüzünü ekşitmişti.

“Kesin seni ararım Samet değil mi! Başıma bir şey gelirse arayacağım son kişi bile olmazsın. Arabayı doğru düzgün kullanmayan adama mı güveneceğim dallama!” Alparslan onun öfkeyle söylediği sözlere kahkaha atarken yola devam etmişti.

“Tanışıklığınız baya eski sanırım.” Arkalarından gelen arabaya aynalar aracılığıyla bakarken hâlâ gülüyordu.

“Yurttaki ilk senemizin sonundayken geldiler. Anneleri hastaymış ve vefat etmiş, babaları da bakamamış. Devlet koruması altına alınmışlar. Ben o zaman on bir yaşındaydım. Yani bundan on beş yıl önce tanıştık, birlikte büyüdük. Bakmayın böyle it kopuk göründüklerine, hepsi iyi çocuklardır. Sedef annenin yalvarışlarına karşı koyamayıp okudular, devlet memuru oldular. Belki bilmiyorsunuzdur… Bizlere memuriyet hakkı verilir. Okuyup, mezun olup, alanımızdaki devlet kadrolarına alınırız. Yani böyle bir ayrıcalığımız vardır.” Alparslan usulca başını sallayıp

“Evet, bunu daha önce duymuştum.” Derken sol tarafa dönmesini işaret eden kızın yönlendirmesiyle sola döndü.

“Gündüz vakti sokakta olduklarına göre yıllık izindeler.”

“Yanlış anlamazsan bir şey sorabilir miyim?” Alparslan’ın gerçekten çekinerek ve her zamankine göre daha temkinli bir sesle konuşmasına gülümsedi. Bu konulardan konuşurken gerildiğini, diken üstünde durduğunu, ağzından çıkan sözleri ölçüp tartmaya çalıştığını ve üzüldüğünü fark ediyordu. Ama fark ettiğini belli etmiyordu.

“Tabii ki.” Deyip ekledi.

“Buraya park edebilirsiniz. Gideceğimiz yer az ileride ve orada park yeri bulamayız.”

“Tamam…” diye mırıldanıp aracını park ettikten sonra yanında sessizce bekleyen kıza döndü. Soracağı soruyu bekliyordu, bunu biliyordu.

“Neden devlet memuru olmak yerine özel sektörde çalışıyorsun? Yani… Devlet memuru olmak her zaman garanti görülür, mesleklere göre hayatî riskleri değişse de senin okuduğun alanda böyle bir risk yok. Ya da çok çok az diyeyim. Neden?” Bergüzar buruk bir tebessümle omuzlarını silkti.

“Hayalim özel sektörde ya da devlette çalışmak değildi ki… Bunu size söylemem etik değil ama şu an hayal ettiğim işi yapmıyorum, mecbur olduğum işi yapıyorum.” Alparslan başını hafifçe sallayıp zar zor yutkunurken ‘hayalin neydi?’ diye sormaya korkmuştu. Bergüzar’ın bu soruya vereceği cevabı bilmiyordu ama hayalini gerçekleştirememesine sebep olan gerçekleri biliyordu.

Alparslan bu zamana kadar hayal ettiği okullarda okumuş, hayal ettiği işi yapmış, hayal ettiği ya da istediği her şeye sahip olmuş, bununla caka satmayacak kadar terbiye ve görgü sahibi bir adam, aile sevgisiyle büyümüş bir çocuktu. Bergüzar’ın buruk tebessümüne inat umutla bakan gözlerine nasıl hayran olmazdı.

“Hayalin neydi diye de sorsam…” Bergüzar yine umursamıyor gibi omuz silkip heyecanla

“Akademisyen olmaktı. Aslında hâlâ hayalim bu. Bir gün başaracağıma da eminim.” Dedi, hiç durmadan da devam etti.

“Eğer Toprak hastalanmasaydı şu an Doktora eğitimi alıyor olurdum… Ama hastalanınca çalışmam gerekti. Onun hayatı, benim hayallerimden daha önemli. Yaşadığımız sürece o hayali gerçeğe çevirecek bolca zamanım olacak biliyorum.” Az öncekine göre daha buruk ama yine aynı heyecanla söyledikleri, azmi, inanmışlığı, hayallerini bir an bile bırakmayışı Alparslan’ı mest ediyordu. Kızın yüzünü avucunun içine alıp, yanağını başparmağıyla okşadı. Bu sırada onu üniversite anfilerinden birinde, gençlere ders anlatırken hayal etmişti.

“Ben de inanıyorum… O deli kız iyileşecek ve tıp fakültesinde okuyacak, doktor olacak. Sen de akademisyen olacaksın. Burada sıkıntı çekecek tek kişi benim çünkü senin yerine işe başlayacak kişi hatta kişileri hiç beğenmeyeceğimi biliyorum.” Bergüzar içten bir kahkaha atarken gülüşünü okşamıştı.

“Yerimi dolduracak kişiye…” demesiyle Alparslan’ın kemerini çözüp arabadan inmesi ve Bergüzar’ın oturduğu tarafın kapısını açması birkaç saniye sürmüştü. Yemyeşil gözleri gün ışığında iyice kendini belli etmişti, çok güzel görünüyordu. Kızın bedenini saran kemere uzanıp açtı ve onu kendine çevirdi. Gözlerine bir süre baktıktan sonra

“Yerini dolduracak birini istemiyorum. Çünkü sen o yere taht kurdun ve hep orada var olacaksın.” Deyip usulca yaklaştı. Alınları neredeyse birbirine değecekti. Aldıkları soluklar hızlı ama temkinliydi. İkisinin de göğsü şişip şişip iniyor, birbirine dokunuyordu. Eğer sokak ortasında olmasalardı Alparslan, daha önce yaptığı ama hatırlamadığı o öpücüğü sonsuza kadar hatırlanır kılardı da… Ortam müsait değildi. O yüzden odağını hemen değiştirdi. Yoksa kızın cezbeden, aklını alan dudaklarına yapışacaktı.

“Sohbetimize yemekte devam etsek… Açım ve acıkınca huysuz bir adam oluyorum.” Bergüzar anında toparlanıp arabadan indikten sonra

“Her zamanki haliniz. Bunun açlıkla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum.” Dedi. Fakat az evvelki anın büyüsüyle sarmalanmış olan Alparslan, onu kolunun altına alıp, sadece kıs kıs güldü.

Bir aşağı sokakta bulunan esnaf lokantasının önünde durduklarında Alparslan’ın gözleri keyifle parıldadı. Bergüzar onun değişen ifadesini eğlenerek ama çok da mutlu olarak izlerken

“İşte buna bayılırım… Offf… Sana güvenmekte ne kadar doğru yaptığımı her seferinde kanıtlamak zorunda mısın Esmer?” Dediğini duydu. Duyduğu sözlerle buz gibi oldu.

‘Hâlâ sakladığın gerçekler var!’ dedi kendine. Kendine dedi de bu gerçekleri ona nasıl diyeceğini bilemedi. Hayatında ilk kez hissettiği heyecandan, kalp atışından vazgeçmek istemedi. ‘Bir kez olsun kendini düşün’ diyen kardeşinin sesi kulaklarında çınlarken, bir kez olsun, bir gün olsun kendisi için yaşamak, o günü de Alparslan’la yaşamak istedi. Kalbi ağzında atıyordu, yanındaki adamın kokusunu, sıcaklığını duyuyor ve bu duyumsadıkları daha da heyecanlanmasına, merak etmesine, yaşamak istemesine sebep oluyordu. Bencillikti yaptığı biliyordu ama istiyordu. Onu yanında, yakınında istiyordu.

Gülüşünü izlemek, kahkahasını dinlemek, huysuz olmadığını iddia ederken bile huysuz bakan gözlerini görmek istiyordu. Belki yine yaklaşırdı, belki de yine öperdi. Bu sefer ayık ve ne yaptığını bilir hâlde öperdi.

‘Çok mu şey istiyorum? Bir kez olsun hiçbir kötü ihtimali düşünmeden mutlu olmak istiyorum.’ Deyip vicdanını rahatlatmaya çalışırken lokantadan içeri girdi. Lokantanın sahibi olduğunu söylediği yaşlı, tonton bir amcayla kucaklaşıp, çalışanlarla da sohbet etmişti.

Masalarına geçene kadar iki dakika boyunca ona gösterilen ilgi ve sevgi ise Alparslan’ı yine şaşırtmıştı. Tıpkı kendi kulüplerindeki çalışanlar gibi, buradakiler de onu çok iyi tanıyor ve seviyordu. Ayrıca saygı duydukları da çok açıktı. Masalardan birine geçip oturdular. Alparslan içinden ‘bu kızda şeytan tüyü var’ diye düşünüp gülerken önlerine çeşit çeşit mezeler, yemekler gelmeye başlamıştı. Tıka basa yenilen yemekten sonra kahve içmek için başka bir yere geçtiler. Derken oradan oraya oradan oraya yürüdüler. Bergüzar gezdikleri yerlerle ilgili birçok şey anlatırken, onca yol tepip geldiği ve geldiği ülkeyle kendi ülkelerindeki saat farkına rağmen bu kadar enerjik olmasına şaşıran Alparslan onu pür dikkat dinliyor, izliyordu.

”Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul’ sözleri kadar romantik olmasa da ‘Ankara’ya şöyle bir tepeden bakayım’ diyenleri buradan alalım.” diyerek Alparslan’a yol verdi ve manzarayla onu baş başa bıraktı. Ankara Kalesinden muazzam bir manzaraya bakarken çıt çıkmıyordu.

Alparslan bir süre sonra hem Ankara’ya hem de Bergüzar’a bakmaya başladı. Ankara güzeldi ama Ankaralı esmer kız daha da güzeldi. Ona dönüp gözlerini gözlerine dikti.

“Sen hiç yorulmaz mısın yahu?” Hiç beklemediği bir anda gelen bu soruyla afallayıp düşünürken kendine gülmüş ve başını hafifçe sallamıştı.

“Beni yatarken gördüğünüz gün, öldüğüm gündür.” Cevabına önce yüzünü buruşturdu, sonra kızın arkasına dolanıp onu göğsüne doğru çekti. Kızın bedeninin gerildiğini, ürperdiğini hissetse de kolunu beline dolarken çenesini de başının üstüne dayadı. Bu sırada

‘Seni yatarken görebileceğim başka sebepler de olabilir.’ Cevabını vermeyi düşündü ama sustu. Çünkü bu sözlerden sonra ağzının orta yerine yiyeceği tokadı hayal etmesi zor değildi. Ama onun bu cevabı duyduğunda nasıl kızaracağını, kem küm edeceğini, şok olup kalacağını düşünerek gülmeye devam etti.

“Eee, anlatmaya devam etsene. Arabada ne güzel anlatıyordun. Hayallerinden bahsediyordun.”

“O kadar… Başka bir hayalim yok.” İkisi de manzaraya dalmış, birbirlerine yaslanmış duruyorlardı.

“Hiç mi? Bir erkek arkadaş, geleceğe yönelik bir hayal de mi yok?” Şüphe dolu, gergin sesi gibi bedeni de gerilmiş ve Bergüzar bunu hemen fark etmişti. Görülmeyeceğini bilerek kendi kendine gülen taraf bu sefer Bergüzar’dı.

“Erkek arkadaşlara ya da ömür boyu hep âşık, hep mutlu yaşayacağız sözlerine inanmak benim için zor. Çünkü önümde o sözleri destekleyecek bir gerçeklik, bir örnek yok. Bende bolca gözyaşı, acı, dram, trajedi, travma, yalnızlık, terkediliş, ölüm ve hastalık var. İyiye dair pek bir şey yok. Kardeşim, arkadaşlarım ve Sedef anne dışında.” Durdu, sessizce manzarayı izlemeye devam etti ama aklından geçenleri de söylemek istiyordu. Aklından geçen ve söyleyebileceği bazı doğrular vardı. ‘Bari vaktinde bunu yapayım’ düşüncesiyle belini sıkıca saran kolun arasında döndü. Biraz ürkek, biraz heyecanlı ama çok cesur hissederken başını kaldırdı. Gözleri o yosun yeşili gözlerde dolaştı, göğsü alamadığı nefesler yüzünden sıkıştı. Yine de cesaretine sarıldı.

“Bir de siz varsınız…” O kadar yavaş söylemiş, o kadar kısık sesle mırıldanmıştı ki Alparslan doğru duyup duymadığına emin olmak için bir süre beklemişti. Boşta duran eliyle, kızın yüzünün yaralanan ama şu an izi kalmayan yanağını okşadı.

“O gece beni çok korkuttun Bergüzar. Ben… Ben çok korktum. Sana bir şey oldu diye aklım çıktı Esmer kız.” Yanağını okşamaya devam ederken parmaklarına dökülen yaşları da siliyordu.

“Bunca zaman hayatı sana zindan ettim. Dırdır ettim, bağırdım hatta hakaret ettim. Sen bana lanet edeceğine… Hayatındaki birkaç ‘iyi ki’nin yanına beni de koydun.” Başını eğdi, eğdi, burnunun ucu kızın gömlek dekoltesine sürtünerek geçti. Geçerken hem tenine dokundu, hem de kokusunu derince içine çekti. Bunu belli belirsiz bir hızda yapmıştı ama Bergüzar anlamıştı ve kalbi var gücüyle atmaya da başlamıştı. Bir an yerinden çıkacak, gidecek zannederken kalbinin üstüne örtülen dudakları hissederek sıçradı. Kalbi anlık olarak durmuş olabilir miydi? Belki… Eğer beline sımsıkı dolalı kol olmasaydı yere yığılırdı.

Daha gözünü kapatıp kendini toplamayı başaramadan Alparslan’ı burnunun ucunda bulmuş, kalp atışları katlanarak çoğalmıştı.

“Güzel kalbinden öpeyim kadın. Kalbini dolduran merhametinden, bitmeyen umudundan, tükenmeyen azminden, vazgeçmediğin hayat sevincinden öpeyim.” Durdu, zar zor yutkundu.

“Bunca yıldan sonra, inancımı kaybettiğim anda nereden çıktın sen? Ya da neden bu kadar geç geldin? Ben seni çok bekledim.” Kocaman kocaman açılmış kahverengi harelere bakıp gülümsemiş, böylece sol yanağındaki gamzesi görünmüştü. Ama o gamzenin yok olması da çok uzun sürmemişti. Bergüzar çekimser ve düşünceli bir hâlde

“Seni bu kadar üzen şey ne ya da kim bilmiyorum ama… Dilerim ben seni onun kadar üzmem.” Derken başını önüne eğmişti. Başını eğmesinden hoşlanmayan Alparslan ise ona usulca sokulup alnını öptü.

Başı önüne eğildiği anda alnına konan öpücükle titreyen Bergüzar, İnancını bir kez de ben kıracağım düşüncesiyle kahroluyordu. Ondan duymayı beklemediği sözler kulaklarında çıkarken şok üstüne şok yaşıyordu. Böylesi açık yüreklilikle karşısına geleceğini tahmin edememişti. Yüreği lime lime oluyor, eziliyordu.

“Bir gün ben de sana anlatırım… Belki bir gün. Ama bugün değil. Bugün geçmişteki yaralarımı hatırlamak istemeyeceğim kadar güzel bir gün Bergüzar.” Saçlarının üstünü öpüp, kolunu omzuna doladı ve yürümeye başladı. Ankara’ya tepeden bir bakış atarken, içinden de ‘Borcunu ödüyorsun öyle mi?’ diye geçiriyordu. Tunalı Hilmi Caddesi, Atakule, Kocatepe Camiden sonra Kuğulu Park’ta dinlenmeye karar verdiler. Banklardan birine oturmuş çevredeki insanları izlerlerken

“Yarın akşam benimle yemeğe gelir misin?” sorusuyla daldığı düşüncelerden ayrılan Bergüzar bir an duraksadı. Alparslan’ın programını aklından geçirdiğinde ise güldü.

“Yaşlı iş adamlarıyla dolu bir toplantıda sıkılmayın diye size eşlik etmekten memnuniyet duyarım Alparslan Bey.”

“O ‘yaşlı’ların içine beni de katmadın değil mi? Yani ben gayet genç bir adamım.” Sözlerine gülmemek için dudaklarının içini kemirdi ama sırıtmadan edemedi.

“Başladık yine! Yok yok, sizi o kategoriye katmadım. Sonuçta siz, olgun yetişkinsiniz.”

“Tomris’e çok söylendim. O kadar çok söylendim ki Allah beni seninle ödüllendirdi. Şükür.” Ayaklanıp elindeki su şişesinin ağzını açtı ve şişenin dibindeki suyu hiç acımadan Bergüzar’a savurdu. Kızın ıslanan yüzüne, şaşkınlıkla açılan gözlerine kahkaha atarken bir yandan da hızla yürümeye başlamıştı.

“Alparslan Bey, kaç yaşındasınız siz? Yedi falan mı?”

“Yok bebeğim, yedi değil. Otuz yedi olacak o!”

“Hiç belli olmuyor. Hareketler liseli ergen modunda ya da ilkokul veledi kıvamında.” Kahkaha atarak yürümeye devam ederken yanına gelen kıza göz ucuyla baktı. Kolunu yeniden omzuna dolayıp araçlarını park ettikleri yere ilerledi.

“Ankara güzel de ahh bir de denizi olsa… Her şey tastamam olacak ama…”

”Maalesef size bir deniz, boğaz havası sunamıyoruz Alparslan Bey. Onun için İstanbul’a gitmeniz gerek.” Kıs kıs gülerken

”İstanbullular için Ankara; iyi kalpli bir üvey anneyken… Biz Ankaralılar için İstanbul şu sözlerle anlatılır; ‘İstanbul başkasının çocuğu gibidir. Gülünce seversin, ağlayınca bırakıp kaçmak istersin…’”diyen Bergüzar’ın sözlerinden etkilenmişti.

”Çok doğru!”

***

Yol yorgunluğunun üstüne eklenen şehir gezisi yorgunluğuyla eve girdi. Ayakkabılarını zar zor çıkartıp ışıkları bile açmadan salona ilerleyip kendini koltuğa attığı anda hissettiği bedenle çığlığı basmak istedi ama ağzına kapanan el buna engel oldu. Gözleri korkuyla açılıp oturduğu yerden kalkmak isterken üstüne gelen üç gölgeyi fark etti. Ne olduğunu, evinde kimin olduğunu düşünürken aklıma sadece Ender geliyordu.

“Konuş!”

“Anlat!”

“Dökül!”

“Gıybet!” diyen dört kişinin sesini de tanıyıp nefes almaya çalışırken yüzüne tutulan telefon flaşı iyice sinirlerini bozmuştu. Karşısında duran Ayten, Dicle ve Emel’e bakmaya çalıştıktan sonra gözlerini kucağında oturduğu Gül’e çevirdi ve ağzını kapatan elini ittirdi.

“Siz delirdiniz mi? Çek şu ışığı tepemden, sen de bırak beni!” hepsine sinirle bakıp ayaklanırken yaşadığı korkudan buz kesmişti.

“Sakin ol Bergüzar biziz. Buraya bizden başka kim girebilir ki? Yani hırsız girse oturup koltukta seni beklemez herhalde “ diyen Gül’e bakıp başını hafifçe salladı.

“Sakin falan olamam. Aklımı aldınız, ödüm koptu.” Deyip odanın içinde ilerledi ve ışığı yaktı. Arkadaşlarına kızgın kızgın bakarken homurdandı.

“Ne anlatayım, ne konuşacağız, gıybet ne?” Dicle heyecanla koltuğa atlayıp bağdaş kurarken, Emel ve Ayten de diğer koltuklara oturmuştu.

“Gıybetler sende ablacım. Sen anlatacaksın, biz de dinleyeceğiz.”

“Neyi?”

“Sözüm ona bir anda yurtdışına gittin. Yani gittiniz, patronunla. Sonra bir geldin yüzün gözün yara. Trafik kazası falan dedin ama yemedik canım. Hee… Bir de Toprak’ın tedavi durumu var tabii. Alparslan Bey tedaviyi karşıladı dedin, ertesi gün Toprak’la birlikte gittin.” Gül’ün tek nefeste sıraladığı her şeyi düşünürken gözlerini kapatıp iç çekti.

“Alparslan Bey tedaviyi karşıladı. Bunun başka bir açıklaması yok.” Demesiyle ayaklanan Gül önünde bitmiş ve çenesini kavrayıp gözlerini buluşturmuştu.

“Bak ablacım, bu devirde kimse kimseye bu kadar yüklü miktardaki bir parayı sırf iyilik olsun diye vermez. Bizi yeme. Bunun karşılığında senden ne istedi? Uzun zamandır keyifsizsin, kafan dalgın, doğru düzgün hiçbirimizi görmüyorsun, hasta gibi görünüyor, ruh gibi geziyorsun.” Durup ona dikkatle bakmayı sürdürürken elinden tuttuğu gibi koltuğa oturttu.

“Bu hâlinin Alparslan Bey’in tedavi parasını karşılamasıyla alakası olduğunu düşünüyoruz. O yüzden tekrar soruyorum. Bu paranın karşılığında senden bir şey istedi mi? İstediyse de ne istedi lütfen söyle.” Bergüzar sessizce arkadaşlarına baktı. Tıpkı kendisi gibiydiler. Karşılıksız olarak böyle büyük bir parayı vermiş olduğuna inanamıyorlardı. Onların merak ve endişe bürünmüş gözlerine bakmaya devam ederken

Bir gece için üç yüz bin dolar!” demesiyle kopan çığlıklar salonu sarmıştı. Dördünün de ayaklanmasıyla katıla katıla gülmeye başlarken gözlerinden yaş geliyordu.

“Neden gülüyorsun? Sen, sen bunu kabul etmedin değil mi? Şerefsiz herif…”

“Hey hey hey… Şaka yaptım. Şaka! Binbir Gece dizisini baştan çekecek halimiz yok. Dizi bir kez çekildi.” Kızların dehşete düşmüş ancak boş boş bakan gözlerini görünce suratını astı.

“Hani dizide Halit Ergenç patrondu, Bergüzar Korel de çalışandı… Patron ve Bergüzar… Benzerlikler, şakalar… Aman… Gülmezseniz gülmeyin. Bence komik.”

“Senin espri anlayışına tüküreyim.” Diyen Dicle sağlam bir tokadı Bergüzar’ın bacağına geçirmişti. Bacağının acısıyla homurdanıp dururken

“Ben de sizler gibi karşılığının ne olduğunu merak ettim. Bu parayı ömrüm boyunca ödeyemem dedim ve sana öde diyen mi oldu diyerek kızdı. Bizim hiç öğrenmediğimiz bir şey var kızlar… Bazı insanlar gerçekten iyi olabiliyor ve iyiliklerin karşılığını beklemiyor. Alparslan Bey de öylesi nadir insanlardan biri. Yani korkacak, endişe edecek bir şey yok.” Demesiyle kızlar şaşkın şaşkın kendisine bakmıştı.

“O parayı gerçekten hiçbir karşılık beklemeden verdi ha! Vay be… Alparslan Bey abimiz beyaz atlı prens falan mı?” Ayten’in ‘Alparslan Bey abimiz’ demesine gülerken beyaz atlı prens olup olmadığını düşünüyordu.

“Beyaz atı var mı bilmiyorum. Prens olup olmadığını da… Ama iyi bir insan olduğunu ve onun da geçmişinde yaraları olduğunu biliyorum. Bir de…” susup zar zor nefes alırken kıpkırmızı kesilmesiyle kızların gözlerinde şüphe pırıltıları belirmiş, aynı zamanda da yüzlerinde imalı gülümsemeler oluşmuştu.

“Bir de ne? Ondan etkileniyor musun, âşık mı oldun? Ne, ne?” Emel yerinden fırlamış ve Bergüzar’ın önüne oturmuş, bacaklarını da sıkı sıkı tutup gözlerine bakmaya başlamıştı.

“Sanırım öyle bir şey ama… Ne olduğunu ben de bilmiyorum. Yani onunla olmak huzurlu ve güvenli. Asık suratlı adamın teki, soğuk herif diyordum ya… Öyle değilmiş. Gülebiliyor ve gülmek ona yakışıyor.” Kızlar, Bergüzar’ın ilk kez bir erkek için böylesi sözler söylüyor olmasına, bunları söylerken gözlerinin parlamasına ve yanaklarının kızarmasına şahit olurlarken heyecanlanmışlardı. Galiba yıllardır kendilerine anne, abla, dost, sırdaş, arkadaş olan bu kadın âşık oluyordu.

“Alparslan Bey, âşık olmak için çok riskli bir aday değil mi? Yani o adam… Çok varlıklı bir ailenin ferdi, çok tanınmış biri. Sonun Türk dizilerine dönmesin Bergü? O iyi biri olabilir ama ailesi… Yani biliyorsun işte biz, biz kimsesiziz. Öyle insanlar hep kendileri gibilerle evlenir, servetlerine servet katarlar. Evlilikler iş anlaşmaları gibidir yani öyle görünür. Bizim baktığımız yerden!” Gül her zamanki gerçekçiliğiyle aşk ihtimallerinin oluşturduğu pembe bulutları dağıtınca Dicle, Ayten ve Emel tarafından çimdiklenmişti.

“Yahu yalan mı? Bu sizin de aklınıza gelmiyor mu? Belki adam da sana âşık ama ailesi istemeyecek?” Bergüzar bu ihtimali düşünürken bir yandan da gün boyunca kalbini dolduran huzuru, heyecanı düşünüyordu. Bu duyguları, gizlediği gerçekler açığa çıkınca kaybedeceğini, dahası Alparslan’ı kaybedeceğini düşünmüştü ama aklına Gül’ün saydığı ihtimal hiç gelmemişti. Alparslan Yalın, Yalın ailesinin en büyük çocuğuydu. Süleyman Bey ve Neşe Hanım’ın nasıl insanlar olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. İzlediği film ve dizilerdeki imkânsız aşklar, aile baskısıyla sonlanan sevdalar aklına gelirken ürperdi. ‘Davul bile dengi dengine’ diye düşünen kayınvalide ve kayınpederler gerçek hayatta da vardı. Belki de bu ailede öyleydi ve kendi kendine gelin güvey oluyor, boşa heyecanlanıyordu.

Aklı tamamen karışarak ayaklanıp duş alacağını söyleyerek odasına geçti. Yol yorgunluğu, saat farkından dolayı düzeni bozulan uykusu, Toprak’la ilgi endişeleri, hâlâ onun yanında olmalısın diyen iç sesi her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Duştan çıkıp rahat bir şeyler giyerek arkadaşlarının yanına geri döndüğünde Emel kahve fincanını eline tutuşturdu.

“Alparslan Bey olayını anladık tamam da o gün eve geldiğinizde yüzünün gözünün hâli neydi anlatmadın.” Kızlardan kaçışının olmadığını anlayarak koltuğa oturup, kahvesinden ilk yudumunu aldı ve Semih’le yaşananların hepsini anlattı. O anlattıkça arkadaşları dehşete düştü.

“Nasıl yani adam şu an dışarıda, elini kolunu sallaya sallaya geziyor mu?” diye bağıran Dicle gözlerinden ateş püskürüyordu. Tıpkı diğer kızlar gibi.

“Bu ayın sonunda mahkemeye çıkacağız. Alparslan Bey’in peşime taktığı koruma şahitlik edecek, darp raporları sunulacak. Hâkim bir kez de yaşananları benden dinleyecek. Fakat Semih ne yapıp edip o cezadan kurtulur. Onca şeyden sonra salıverilen biri kolay kolay içeri girmez. Ne yazık ki umudum yok.”

Kızlar ağızlarına gelen her şeyi söylerken saat epey ilerlemişti. Bergüzar’ı Toprak olmadan geçireceği ilk gece yalnız bırakmamak için hep birlikte kalmışlardı. Sabah kahvaltı edip işlerine giderken herkesin gözünden uykusuzluk akıyordu. Kimse uyumamıştı. Kızlar da tıpkı Bergüzar gibi Toprak’ı düşünmüş, Alparslan’ı anlamaya çalışmış, Semih’e durmadan sövmüştü.

Şirketten içeri girip doğruca yönetim katına çıkan Bergüzar, bir önceki güne göre daha yorgundu. Bu, hâl ve hareketlerinden, gözlerinin altındaki morluklardan belli oluyordu. Saat dokuz olup da Alparslan hâlâ gelmeyince gecikmiş olmasına şaşırmıştı. Alparslan ve işe geç kalmak olacak şey değildi. Derken koridorun başındaki asansörün kapısı açılıp kucağında kocaman beyaz gül demetiyle duran çiçekçi gence baktı. Genç adam ona doğru yaklaşıp

“Bergüzar Kesen?” dediğinde başını hafifçe salladı.

“Benim.”

“Bu çiçekler size gönderildi. Lütfen şurayı imzalar mısınız?” Çiçekleri teslim aldığına dair kâğıdını imzalayıp, çiçekleri kucakladı.

“Teşekkür ederim.”

“İyi günler Bergüzar Hanım.” Genç adam geldiği gibi giderken çiçeklerin üstündeki kâğıdı açtı.

‘Günaydın, bu saate kadar neden gelmediğimi merak ettiğini biliyorum. Akşamki yemek iptal oldu çünkü…

 Şu an çok sevdiğin bir ülkenin şehrindeyim ve seni bekliyorum.

Not; Sevdiğin çiçekleri, ülkeyi ve şehrini Toprak’tan öğrendim. Karşılığında neler istediğini duysan inanamazsın. Geldiğinde anlatırım.’

 Alparslan

Notu birkaç kez daha okuyup şaşkınlığını atmaya çalışırken telefonuna gelen mesaj sesiyle irkildi. Çiçekleri masaya bırakıp telefonunu eline aldı. Mesaj havayolu şirketine aitti ve birkaç saat sonraki uçuşunun bilgisini veriyordu. Telaşla şirketten ayrılıp evine geri dönerken her şeye rağmen yüzünde bir gülümseme vardı. Hayat acısıyla, tatlısıyla, yalanıyla, doğrusuyla akıp gidiyordu. Ve Bergüzar bu akışa kendini bırakmıştı. Ne olacaksa olacak… Yaşamaya bak. Ânı yaşa.

Tıpkı Toprak’ın dediği gibi

‘Yaşardım bu hayatı...’ her şeye rağmen.

 

ESMERİM LÂL – 10.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!