12.BÖLÜM
Bergüzar titrek bir nefes alıp, soluğunu düzeltmeye çalışırken, gözlerinden akan yaşları da silmeye çalışıyordu.
“Sen mi bana, ben mi sana geldim bilmiyorum ama iyi ki geldik. Tanışma sebebimiz hiç hoş değildi, bunun için bir ömür vicdan azabı çekeceğim. Fakat onun istediklerini yapmadığım için biraz da olsa vicdanımda soluk alacak yer var. O gece Ender’e benden istediği hiçbir şeyi yapmayacağımı söyledim. Bunun, yani planını bozuşumun hesabını soracak ve karşılığını elbette verecek biliyorum ama umurumda bile değil. Ne demiş şarkıda; Zalimin zulmü varsa…’” Alparslan belli belirsiz gülerken sözlerin devamını fısıldadı.
“Sevenin Allah’ı var.” Kollarını Bergüzar’ın omuzlarına koyup, yönlerini çıkışa doğru verirken
“Hadi gidip bir şeyler yiyelim Bergüzar Hanım. Sizinle oyun oynarken açlıktan öleceğim yahu!” diye mırıldanmış, Bergüzar’ı güldürmüştü. Otelin önünde bekleyen araca geçtiklerinde
“Toplantıda neler oldu?” diye sorunca Alparslan son durumlarla ilgili uzun bir bilgilendirme yapmaya başlamıştı. Bergüzar ise onu dikkatle dinliyor, kendi düşüncelerini paylaşıyordu. Alparslan da onun düşüncelerini aynı dikkat ve özveriyle dinlerken çoktan araçlarını park edip yürümeye başlamışlardı. İşlerle ilgili sohbetin devam ettiği kahvaltıdan sonra kahvelerini ellerine alarak sokaklarda yürüdüler.
Tarih kokan, geçmişte kalmış gibi görünen şehrin büyüsüne kapılmışlardı. Çevrelerinde gördükleri mimari yapıların her birine hayranlıkla bakıyorlardı.
“İtalyancan baya iyi… Daha önce…” diyemeden Bergüzar sözünü kesti.
“Şirketteki özgeçmişimi okumuş olsaydınız, üniversite yıllarımda burada bir ay bulunduğumu bilirdiniz. Demek ki benim de gidici olduğumu düşündüğünüz için dosyamı okumaya bile gerek duymadınız.” Sanki bu sözler kendisine söylenmemiş gibi gözlerini çevrede gezdirip, kem küm etti. Anlık duraklamanın sonrasında da kollarını iki yana açıp
“Bugüne kadar bana senden başka katlanabilen olmadı ki Bergüzar. Ne yalan söyleyeyim senin de gideceğini düşünmüş ve dosyanı okumamıştım.” derken Bergüzar ise onu izliyordu.
“Hıhıı, biliyorum. Bana kendinizi anlatmayın Alparslan Bey. Ben sizi tanıyorum artık.” Oldukça iddialı son sözleriyle adamın kaşı usul usul kalktı, dudaklarında imalı bir gülüş belirdi.
“Demek tanıyorsun… Demek öyle…” Kâğıt bardağı çöpe atıp hızla Bergüzar’a döndü ve burnunun dibine kadar girip biraz eğildi.
“Tanıdığını sandığın adamla az sonra göreceğin adamın alakası bile yok Esmer kız. Bunu sana dün gece de anlatmaya çalıştım ama belli ki anlatamamışım. Ya da sen anlayamamışsın. Sen şimdi görürsün.” Kravatını çözdü, ceketinin cebine tıkıştırdı. Gömleğinin birkaç düğmesini açıp derin bir soluk aldı. Her hareketini dikkatle izleyen kızı belinden kavrayıp
“Hadi gidip çılgınlar gibi eğlenelim!” dediği anda kocaman açılan gözlerine bakıp kahkaha atmıştı.
“Ne?”
“Ne, ne? Sabah Toprak’la konuştum…”
“Ben de konuştum da Toprak ne alâka onu anlamadım?”
“‘Yaşayın bu hayatı’ mottosundan sonra ‘Gidip çılgınlar gibi eğlenin’ mottosunu da benimsemiş olabilirim. Ne var yani, olamaz mı?” Bir adım geri çekilip Bergüzar’ın elini sımsıkı tuttu ve yürümeye devam etti.
“Ayrıca belirtmek isterim ki Toprak’ın sesi iyi geliyordu. Doktorları da motivasyonunun çok iyi olduğunu, çok inatçı bir genç kadın olduğunu söylüyorlar.” Umut dolu ışıltılar saçan gözlerdeki yaşları görüp başını hafifçe eğdi.
“O gülerken, sen ağlamayacaksın. Sen de güleceksin, daha çok ve daha çok güleceksin. Anlaştık mı?”
“Anlaştık…”
“Hadi o zaman ayaklarımıza kuvvet… Hadi hadi gezilip görülecek çok yer var ve bunların birçoğunu bana sen gezdireceksin. Benden daha deneyimlisin.” Kızı tuttuğu gibi yol nereye giderse o da oraya ilerledi. Rotaları yoktu. Kendilerinden başka yönleri yoktu. Akşam karanlığı çöküp de açlıktan güçleri tükenene kadar gezdiler. Otele dönüş yolunda ayaklarının altları resmen karıncalanmış gibiydi ama bu umurlarında değildi. Yüzleri gülüyordu, birbirlerini tanıyorlardı. Hâlâ birbirlerine Hanım ve Bey şeklinde hitap etseler de o hitabın altında ufak bir dokundurma var gibiydi. Bu, bakışlarından, ses tonlarından, tonlamalarından belli oluyordu. Birbirlerine ilk olarak arkadaş olmuşlardı sanki…
Her konuda sohbet edebildiğin, eğlendiğin, güldüğün, kahkaha attığın, zaman geçirmekten keyif aldığın, değer verdiğin ve değer gördüğün bir arkadaş gibi…
Bergüzar hiç böyle bir şey beklememişti. Hele de gerçekleri öğrendikten sonra. Kıyameti koparmasını beklemişti ama beklediği gibi olmamıştı. Kendisi bu duruma hâlâ şaşkındı, hâlâ inanamıyordu. Fakat elini sımsıkı tutan adamın gerçek olduğunun da farkındaydı. Önce ellerine sonra güneşten hafif kızaran yüzüne bakıp gülümsedi.
“Ne oldu, neden öyle baktın?”
“Şaka gibi de o yüzden…” demesiyle Alparslan kıs kıs gülmüş ellerini ayırmış ama ondan biraz bile ayrılmayarak omzuna kolunu dolamıştı.
“Bunları dün de konuştuk. Evet kızdım ama gerçekleri geç anlatmana kızdım. Tabii buna hak da verdim. Senden bir söz istedim, söz verdin. Olan biteni değiştiremeyiz, bunu isteyerek yapmadığını anlayacak, bilecek kadar seni tanıdım. O yüzden geçmişi temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp birbirimizin önüne koymamızın âlemi yok. Olan oldu, şimdi bu olanlara sebep olanların ensesine çökme vakti. O kısım bizde… Sen kendine dikkat edeceksin, bir şey olursa söyleyeceksin. Yani verdiğin sözü tutacaksın.” Gözleri uzun bir sessizlik esnasında buluşmuştu.
“Her şerde bir hayır vardır ya hani… Bu şerrin hayırlı kısmı da senmişsin.”
“Beni hayırlı bir kısmet olarak görmene sevindim çünkü annem böyle düşünmüyor Esmer kız…” deyip gülmeye başlarken yürümeye de devam etmişti.
“Nasıl yani? Anneniz ne düşünüyor?” Bergüzar’ın içinde kocaman bir korku oluşuvermişti. Kız arkadaşlarının söylediği sözler aklına gelirken, yine istenmeyen ve sevilmeyen kişi olmaktan korktuğunu fark etti. Dışarıdan belli etmedi belki ama kalbindeki sancı bunu anlatıyordu.
“Benim gibi huysuz, suratsız bir adama katlanacak şanssız kızı düşünüyormuş. Ben çekilmezmişim.” Derken suratını asmış ve homurdanmıştı.
“Yani düşündüğü ben değilim, tamamen seni düşünüyor.” Sözleriyle duraksayan Bergüzar ona yandan bir bakış atıp yutkunurken gülüşünü de yok etmeye çalıştı ama başaramadı.
“Neşe Hanım gerçekten nokta atışı tespitler yapıyormuş.”
“Demek öyle… Demek sen de annem gibi düşünüyorsun. Suratsız, huysuz bir adam olduğuma eminsin yani!”
“Bunu ilk kez dile getirmiyorum. Neden bu kadar alındın ki?” Alparslan asık suratıyla yürümeye devam ederken didişmeye de devam edecekti ki telefonu çalmaya başladı. Cebinden telefonunu çıkartıp
“Efendim?” derken sesi değişivermişti. Az evvel homurdanırken bile sesinin gayet ılımlı ve neşeli çıktığını bu soğuk tonlamayı duyunca anlayan Bergüzar başını hafifçe sağa sola sallamaktan kendini alamadı.
“Tamam, yarın halleriz.” Diyerek telefonu kapattığı esnada otele varmak üzerelerdi. Elleri usulca ayrılırken
“Yarın zor ve uzun bir gün olacağa benziyor. Çok işimiz var Bergüzar Hanım.” demiş, onu önüne katarak içeri girmişti. Bütün günün yorgunluğu üstlerine çökerken yemek yiyip odalarının bulunduğu kata çıktılar. Bergüzar odadan içeri girmeden önce duraksayıp ona bakarken, Alparslan da omzunu duvara dayamış bakışlarına karşılık veriyordu.
“Çok güzel bir gün geçirdim. Teşekkür ederim.”
“Ben de çok güzel bir gün geçirdim. Teşekkür ederim.” Usulca kıza yaklaştı, saçlarına dokunup geriye doğru attı.
“Bu sabahki toplantıyı tek başıma hallettim ama yarın sabah sana ihtiyacım olacak.”
“Sabah toplantıda yanında olacağım.”
“Her zamanki gibi…” diye mırıldanan Alparslan ona yaklaşmayı sürdürüp alnına bir öpücük bırakırken
“Her zamanki gibi…” cevabını duyarak gülümsemişti. Kızın başını kaldırmasıyla burun buruna geldiklerindeyse içinde kocaman bir heyecan oluştu. Yüzü yüzüne çok yakındı. Aldığı soluğu duyuyor, kirpiklerinin ritmik olarak kırpışmasını izliyordu. Dudaklarının dudaklarına bir hayli yakın olması da başka bir dikkat dağıtıcı etkendi. İkisi de ilgisini, sevgisini, aşkını belli etmiş hatta dile getirmişti ama bu sözlerin hiçbiri unutulmaz bir öpücükle taçlanmamıştı. Böyle güzel, unutulmaz anılarla dolu günün sonunu daha da unutulmaz kılacak bir öpücükle taçlandırsalar mıydı? Bilemedi. Bilemedi çünkü onu daha önce izinsiz öpmüştü. Öptüğünü bile hatırlamasa da bu, gerçeği değiştirmezdi. Bir kez daha ona izinsiz dokunmazdı. Bu yüzden geri çekilip
“İyi geceler.” diye fısıldadığı gibi arkasını dönmüş ve koridorda hızla ilerlemişti. Saniyeler içinde ikisi de odalarından içeri girip kapılarını kapattılar. Alparslan sırtını kapıya dayayıp karmakarışık olan duygularıyla boğuşmaya başlarken hava alabilmek içi balkona ilerledi. Balkondaki koltuğa oturup karşısındaki şehrin manzarasına gözlerini diktiğinde aklındaki tek şey Esmerdi. Aslında uzun süredir aklındaki tek ve en önemli şey o değil miydi zaten? Bergüzar… Adı gibi kendi de güzel olan esmer kadın. Yine ne düşüneceğini bilmez hâlde oradan oraya savrulduğunu hissediyordu ve bu karmaşa artık canına tak etmişti. Derin bir nefes alıp gözlerini kapatırken arkasına yaslandı.
Bergüzar ise vedalaşırken olan biteni düşünmemek için kendine zaman bile tanımayarak duşa girmişti. Ilık suyun altında tıpkı Alparslan gibi o da duygu ve düşünceleriyle savaşıyordu. Vedalaşırken aralarında beliren çekimi iliklerine kadar hissetmişti. O an tek isteği ona sımsıkı sarılıp öpmekti ama yapamamıştı. Alparslan ‘âşık oldum’ demişti ama kendisi, kendi duygularını bu kadar açık dile getirmemişti. Bu yüzden de içinden geçeni yapamamıştı. Suyu kapatıp duştan çıktığı gibi kendini dışarı attı. Banyoda oluşan buhar iyice daralmasına, nefessiz kalmasına sebep olmuştu. Dolaptan geceliğini alıp giyinirken kardeşinin sesini duymaya ihtiyacı olduğuna karar verip saate baktı. Roma, New York’tan altı saat ilerideydi. Şu an bulunduğu yerde saat gece yarısını geçtiğine göre orada akşam olmak üzereydi.
Telefonunu eline alıp bir süre düşündü. Kardeşine ne anlatacak, nasıl anlatacaktı bilmiyordu. Fakat onun neşesine, motive edici sözlerine, en çok da sevgisini hissetmeye ihtiyacı vardı. Önce bulunduğu hastaneyi arayıp doktorundan bilgi aldı, uyanık olduğunu ve iyi olduğunu öğrenince kardeşini aradı.
‘’Ablacım, sanırım uyku tutmadı. Yoksa beni mi özledin?’’
‘’Benim seni özlemediğim gün mü var deli kız? Çok özledim, çok, çok. İyi misin, kendini nasıl hissediyorsun? Eğer istersen hemen yanına gelirim. Bak bana doğruyu söyle geleyim mi? Hmm, yanında olmam daha iyi olur…’’
‘’Abla, başladın yine… Yahu beni her aradığında bu seremoniyi yapmak zorunda mısın? Ben iyiyim, yalnız değilim. Burada bir sürü insan var ve hepsi etrafımda fır dönüyor. Sen sadece kendi hayatına odaklan. Tamam, beni de özle ama… Çok da evham yapma canım… Ben turp gibiyim, turp.’’ İşte duymak istediği, ihtiyaç duyduğu neşeli ses kulaklarında çınlıyordu. Onu ne çok özlemişti. Hâlbuki daha ayrılalı kaç gün olmuştu? İki, üç?
‘’Tamam, tamam sustum ama seni çok özledim. Ve seni düşünmediğimiz bir an yok. Bunu bil olur mu?’’ Toprak’ın kıs kıs güldüğünü duyunca kendisi de gülümsedi.
‘’Düşünmediğiniz… Hmm, çoğul konuşuluyor. Demek ki Âşıklar Şehrinin büyüsüne siz de kapıldınız. Alparslan abiciğim nasıl? İyidir inşallah.’’
‘’Toprak!’’ Diye çıkışmasıyla kardeşinin kahkahayı basması aynı anda olmuştu.
‘’Hadi anlat, anlat… Çatlarım meraktan nolur abla. Neler oluyor, aranızdaki ilişkiye bir isim koydunuz mu? Ayyy o yakışıklı, benim eniştem oldu mu?’’
‘’Toprak dedim!’’
‘’Aman sen de… Toprak, Toprak… Ne var canım, ne? Aranızdaki elektrik Ankara Büyükşehir Belediyesine yeter. Siz beni aptal ya da kör mü sanıyorsunuz allasen? Sürekli birbirinizin yanındasınız. İyi, kötü anlarda. Azıcık didişiyorsunuz, belki sevgili patronun seni sinir ediyor ama bunlar hep aşktan ablacım. Cilvesi yani…’’ Bergüzar gözlerini kapatıp derin bir soluk alırken yenilgiyi kabul etmişti.
‘’Aramızdaki elektriği…’’
‘’Heh işte ben de onu diyorum. Bak, erkekler bize göre daha dosdoğrudurlar. Yani sana bir şey hissetmese, sana da bana davrandığı gibi yani abi gibi davranırdı. Hatırlasana lisedeki platonik aşkım Bulut bana, benden hoşlanmadığını anlatmak için ‘bacım’ demişti.’’ Yaptığı bu benzetmeyle kendini tutamayan Bergüzar kahkahayı basarken
‘’Ah benim bacım…’’ diyordu.
‘’Abla ya… Dalga geçme…’’ Bir an yükselişe geçse de o ânı yeniden hatırlayan Toprak da gülmeye başlamıştı.
‘’Bacım nedir ya… Angara’nın yontulmamış odunu. Bacım nedir?’’ Bir süre buna gülerlerken keyifleri de yerine gelmişti. Ancak Toprak asıl konudan uzaklaşmadığını belli etmek ister gibi boğazını temizleyip, derin bir soluk aldıktan sonra
‘’Anlat bakalım, kafanda ne teoriler kurdun, moralini bozdun ve süper zekâmla sana akıl vereyim diye beni aradın. Anlat dinliyorum.’’ Onun havalanmasına bile tepki verecek hâli kalmayan Bergüzar, Ankara’ya döndüğünden beri olanların bir kısmını anlatmıştı. Tabii bu anlattıklarına Ender’le yaşananları ya da şirkete neden girdiğini dâhil etmemişti. Toprak, tedavi parası için yaptıklarını öğrensin istemiyordu. En azından şu an bunların hiçbirini öğrenmeyecekti. O iyileşince, ikisi de hazır olduklarında anlatacaktı. Yine kendi dünyasında karanlıklara dalmıştı ki
‘’Çok romantik… Alparslan abim de yere bakan yürek yakanmış yani.’’
‘’Toprak, olan biten her şeyi anlattım ve bana bu cevabı mı verdin? Gerçekten mi ablacım? Süper Zekâlı olduğuna emin misin? Ben öyle düşünmüyorum da!’’ derken odasının kapısının çalındığını duyarak sustu. Çok hafif, belli belirsiz bir sesti. O kadar ki bir an yanlış duyduğunu zannetmişti.
‘’Kapı çalıyor. Gece yarısı…’’
‘’Alparslan abi geldi. Vallahi geldi. Aç, aç kapıyı. Al içeri ve…’’ Onun çıldırmış gibi çığlık çığlığa bağırmasından eli ayağına dolanan Bergüzar telefon ve kapı arasında gözlerini gezdirirken
‘’Kapıyı açıp ne yapacağım? Ne diyeceğim? ‘Al içeri ve…’ ne? Toprak sen var ya, sen çok edepsiz oldun. Büyümek sana yaramadı ablacım. Terbiyesiz çocuk.’’ diye fısıldıyor ama sanki bir yandan bağırıyordu.
‘’Al içeri ve bir şeyler için diyecektim canım. Senin için fesatsa ben ne yapayım. Allah Allah, yine ihale bana patladı. Sen telefonda bana söylenmeyi bırak da kapıyı aç. Çünkü inanıyorum, kapının ardından ikiniz için de sonsuz mutluluk var. Hadi abla, bırak evham yapıp, kuruntularının içinde kaybolmayı. Kontrolü biraz bırak ve hayatın tadını çıkar. Bazen, hatta hiçbir zaman hayatı kontrol edemezsin. Sadece kontrol ettiğini zanneder ve bilinmezliğe karşı beynini kocaman bir yalana inandırırsın ki endişe içinde kaybolmayasın. Hayatının direksiyonunu aşka doğru kır ve ardına bakmadan gaza bas.’’ Duyduğu son sözler bunlar olmuş, telefon kapanmıştı. Bu sırada kapının bir kez daha çalmasıyla kendine gelip tedirgince adımladı. Bacakları kaskatı kesilmiş ancak titremeye de başlamıştı.
Bedeni, zihni, her hücresi olağandışı tepkiler verirken zar zor nefes alarak kapıyı araladı. Gecenin bu saatinde Alparslan dışında kimsenin gelmeyeceğini biliyordu, bu yüzden ‘kim o?’ sorunu bile sorma gereği duymamış, zaten yanılmamıştı da.
Kapı açıldığı anda karşısında gördüğü kadına bakıp sesli yutkunmasına engel olamayan Alparslan neden burada olduğunu bilmiyordu. Ya da biliyordu ama kendine bile itiraf edemiyordu. Vücudunun bir anda gerilmesine küfürler ederken onu yeniden süzmüştü. İncecik askıları olan, göğüslerinin yarısını ortada bırakan ve hemen kalçalarının altında biten mürdüm rengi bir gecelikle karşısında duruyordu.
”Alparslan Bey?” Gözleri, sütyen takmadığı hâlde dik duran dolgun göğüslerinde takılı kaldı. Zorla gözlerini o cehennemden ayırıp kıza baktı. İçeriye sormadan girip kapıyı kapattığı gibi kızı kendine çekip sırtını kapıya dayadı. Hızla inip kalkan yumuşak göğüsleri kendi sert göğsüne vurdukça içinde bir şeylerin koptuğunu hissetti.
“Seni ilk öpüşümü hatırlamıyorum ama bunu ve bundan sonrakileri unutmaya niyetim yok.” Kocaman açılmış, kendisine şaşkınlıkla bakan kahverengi harelere odaklanıp olabildiğince eğildi ama öpmedi. Dudaklarının titrediğini hissedecek mesafede öylece durup bekledi.
‘’Bergüzar’’ dedi çatlayan sesiyle. Ne diyeceğini, içinden geçenleri, hislerini, heyecanını, ona duyduğu arzuyu nasıl anlatacağını bilememişti. Dudaklarından bir tek adı dökülmüştü.
Aklında dönüp duranları bir kez daha düşünmeden ellerini geceliğinin altından sokup kalçalarını kavradı ve havaya kaldırdı. Kızın bacakları beline dolanırken elleri omuzlarını, gözleri gözlerini buldu. Tam karşısında duran göğüslerine burnunu sürttükten sonra kızın gözlerine bakarak dudaklarını birleştirdi. İlk başta öpücüğüne karşılık bulamasa da kalçalarını sıkmasıyla kızın ağzından bir inleme çıktı ve Alparslan bu boşluktan yararlanıp kızın ağzında hüküm sürmeye başladı. Ağzının içine inlerken bedenini ona bastırdı. Aynı anda da dudaklarından bir inleme yükselip onun ağzının içinde son buldu. Dudaklarını rahat bırakırken boynuna ilerledi, saçlarını çekmeye başlayan küçük eller, içinde büyüyen yangının daha da harlanmasına sebep olmuştu.
Boynunda ve omuzlarında uzun süre gezindikten sonra ince askıyı dişleriyle çekiştirip düşmesini sağladı. Diğer omzundaki askıyı da aynı şekilde düşürünce bedeni gözler önüne serilmişti. Kafasını kaldırıp kıza baktığında, kafasını duvara dayayıp, hafif yukarı kaldırmış şekilde buldu. Gözleri sımsıkı kapalıydı, dudaklarını dişliyordu. Onun bu hâline bakıp arzuyla titrerken
”Aç gözlerini.” dedi boğuk çıkan sesiyle. Bergüzar gözlerini zorla açıp yeşil gözlü, cüsseli adama baktı. Elleri kalçalarını ve bacaklarını, gözleri göğüslerini mesken tutmuşken bunu yapmak çok utanç verici geliyordu.
”Korkma” diye fısıldayıp göğsüne doğru bir öpücük kondurdu.
“Bana güveniyor musun?” Bergüzar nefesini toparlamaya çalışıp cevap vermek istedi ancak başaramadı. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bedeni resmen uyuşmuş, karıncalanmaya başlamıştı. Bir anda bu kadar yakın olmak, aralarındaki sınırların yok olması şaşkına dönmesine neden olurken, biraz daha aşağıya bir yere dokunan dudakları hissederek içindeki tüm nefesi verdi.
“Güveniyorum.” Son nefesiyle haykırdığı kelime Alparslan’ın uzun zamandır duyduğu en güzel kelimeydi. Güveniyorum demişti. İşte bu, her şeye değerdi.
”Güveniyorsun… Ben de sana güveniyorum.” Alınları birleşti, soluk soluğa durup birbirlerini dinlediler. Tek kelime etmiyorlardı belki ama bedenleri onların yerine konuşuyordu. Kelimelere gerek yoktu, insan denen varlığın en ilkel yanının dili çözülmüştü. Hem de karşılıklı olarak.
“Utanma benden.” Epey uzun gelen sessizliğin ardından yine Alparslan konuşmayı başaran taraf olmuştu.
“Dur dersen dururum ama demezsen -ki dememeni diliyorum. Çünkü bu unutulmaz günün gecesi de unutulmaz olsun istiyorum-” Bergüzar başını hafifçe çevirip güne başlarken gelen beyaz güllere baktı. Gün boyunca olanları düşündü, hatta zihninde birkaç ayın raporunu bile çıkardı. Evet bu adam asabiydi, asık suratlıydı, huysuzdu ama tüm bunlar çalışırken giydiği kostümün parçalarıydı. Gerçek Alparslan’la tanışmıştı. Kibar, anlayışlı, sabırlı, biraz inatçı, sinir bozucu, oyuncu tarafını görmüştü. Bir de kalbini görmüştü. Daha önce kimsede görmediği kalbini. Hep eksikliğini hissettiği şefkati, sevgiyi, ilgiyi, desteği veren, ‘seninle gurur duyuyorum’ diyen ve bunu hiç tereddütsüz, gerçekten gurur duyduğunu belli ederek söyleyen kalbini görmüştü.
Yaşlar dolan gözlerini Alparslan’a çevirdi, yüzünü sımsıkı kavrayıp dudaklarına yapıştı. Birini nasıl öpeceğine dair deneyimi falan yoktu ama içgüdüleri yolunu bulmasına yardımcı oluyordu. Sabırsızca sunduğu bu öpüşe karşılık bulurken dudaklarının üstüne fısıldanan adını duyarak iç çekti.
“Bergüzar…” Daha önce adını bu kadar güzel söyleyen kimse olmamıştı. Bir yakarış gibi, soluk alır gibi ‘Bergüzar’ dedikten sonra hissettiği şeyle sadece
“Alparslan!” diyebildi. Daha doğrusu tutkuya boğulmuş sesiyle haykırdı, o haykırışı odanın duvarlarında çınlayıp atmosfere karıştı. Göğüslerinde gezinen dudakları durdurmak için mi Alparslan’ın saçına sımsıkı asılıyordu yoksa daha fazlası için mi kendisi de bilmiyordu. Tek bildiği, şu an hissettiği duyguları daha önce hiç hissetmemişti.
Alparslan ise dudaklarını ondan ayırmadan gülümsedi. Kızın ağzından ikinci kez adını ek almadan duymanın keyfini yaşadı. Adını her söyleyişinde kalbi taklalar atacaksa işi zordu. Alnını tenine dayayıp daha da gülümsedikten sonra belini daha sıkı kavradığı gibi yatağa ilerledi.
Sırtı yatağın serin çarşaflarıyla buluşan Bergüzar gözlerini kapatıp ardı ardına nefesler alırken yüzünde gezen dudakları hissediyordu. Bedenine eğilmiş, tenini örten adama bakmak için gözlerini kırpıştırarak araladı. Soluğu kesildi sanki. Gözlerine bakan yemyeşil gözlerdi soluğunu kesen. Ne güzel bakıyordu. Hep böyle baksın istedi. Elini sıkıca tuttuğu çarşaftan ayırıp, sakalların sakladığı yanağını okşadı. Daha dokunduğu anda avcuna yaslanan yüzünü sevdi. Yüzünde oluşan tebessüm sayesinde beliren gamzesine dokundu, titreyen göz kapaklarını parmak uçlarıyla, ürkerek okşadı.
“Çok güzelsin. Şiir gibi…” fısıltısına gözlerini aralayan Alparslan, meraka ve tutkuya bulanmış ifadeyle bakarken
“Hangi şiir gibi?” sorusunu sorunca Bergüzar’ın yüzünde buruk bir tebessüm belirdi.
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.”
Atilla İlhan’ın o meşhur dizeleriyle sorusuna cevap bulurken sessizce güldü.
“Kişiliğinle uyuşmayan bir şiir oldu sanki. Sen, değil bana kimseye mecbur olmayacak kadar güçlü bir kadınsın. Ayakları yere basan, akıllı, kararlı, öngörüleri yüksek bir kadın. Güçlü bir kadın. Şimdi yollarımız ayrılsa, ardına bakmaz yoluna devam edersin. Bunu biliyorum. Fakat şunu da biliyorum; sen terk edip gitmez, ardında soru işaretleri bırakmazsın. Açıklamanı yapar, noktanı koyarsın. Belki kalbinde yaşanmışlığın ya da yaşanamayanın kırgınlığı kalır ama asla kendi yolundan vazgeçmezsin. Asi, hoyrat, inatçı ama bir o kadar naif ve kırılgansın. O yüzden sensin Esmerim. O yüzden seviyorum ya seni.” Alnını alnına dayayıp bu sözleri mırıldanırken kızın gözlerinden süzülen yaşları usulca sildi. Silerken de şiirin son dizelerini düşündü. Sonra yine aynı mırıldanır sesinden döküldü kelimeler.
“Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin”
Dudakları yavaşça kavuştu. Sakin ama uzun, uzun bir hasretten sonra kavuşmuş gibi öpüştüler. Alparslan’ın dudakları boynundan, omuzlarına, göğüslerinden karnına ilerlerken gecelik de onunla adım adım aşağı indi. Bedeninden geceliği çıkartıp attığında ise geri çekilip onu uzun uzun seyretti. Kızaran boynu ve göğüsleri, aralık dudakları, çarşafları sıkıca kavradığı için beyazlayan parmakları, derin nefes alışı yüzünden hızla inip kalkan göğüs kafesi… Ve sonra göbeğindeki piercingi fark etti. Kaşları yavaş ama derince çatıldı. Tıpkı sırtındaki dövmesi gibi dikkat çekici bu ayrıntı bedeninde çok güzel duruyordu. Gözlerini hızla gözlerine çevirirken bembeyaz yatak çarşafına saçılmış siyah saçlarını da izledi. Dibi zifiri karanlık görünen bir denizin usulca dalgalanışını andıran saçlarına uzanıp dokundu. Saçları o kadar gürdü ki çarşafı resmen örtmüştü.
Parmaklarına dolanan saçlarla bir süre sessizce oynarken kızın yanına uzandı. Sol dirseğini yatağa dayayıp, yumruk yaptığı eline de alnını yasladı. Kendisine doğru dönen Bergüzar ise çıt bile çıkarmıyordu ama parmak uçlarıyla gömleğin açıklığından görünen göğsüne kazınmış kartal dövmesine dokunuyordu. Muzip bakışlarla onu izlemeye devam ederken uzun zamandır merak ettiği bir şeyi öğrenmenin tam vakti olduğu aklına gelivermişti.
“Bana borçlusun.”
“Ne borçluyum?” Kendisi ne kadar rahat ve keyifliyse, Bergüzar da bir o kadar gergindi. Haksız da değildi. Şu an neredeyse çırılçıplak vaziyette yanında uzanıyor olmak onu pek rahat hissettirmiyordu. Şimdilik!
“Bana dövmenin hikâyesini anlatmadın. Hâlbuki ben sana anlatmıştım.” Diyen sitemli sesi duyunca istemsizce gülen Bergüzar, yemeğe gittikleri ve Semih’in dayak yemesiyle noktalanan o geceyi anımsadı. Semih’i anımsadığı andaysa istemsizce irkilip titredi. Gözlerindeki bakışı fark eden Alparslan onu kendine çekip, göğsüne bastırırken başının üstüne de öpücük kondurmuştu.
“Şşş, o şerefsizi hatırlamanın ne yeri, ne de zamanı. Ben buradayım ve seni merakla dinliyorum.” Onun daha rahat hissetmesi için ayakucunda duran örtüye uzanıp, sadece omuzları açık kalacak şekilde örttü. Yüzündeki gerginliğin biraz olsun azalışını izlerken, kıpkırmızı olan yanaklarından öpmemek için alt dudağını ısırmak zorunda kaldı.
“Düş kapanı, bir Kızıldereli inancıymış. Kötü rüyalardan korunmak için yapılan bu kapanın sırtımda olma sebebi de bu yüzden. İnanışa göre kötü rüyalar kapanın ağlarına takılacak, iyi rüyalar ise merkezden geçerek yolunu bulacakmış. Ben de bunu öğrenince kendime düş kapanı aldım ama işe yaramadı. Sonra aklıma dövmesini yaptırmak geldi. Belki bana yakın olursa, tenimde olursa işe yarar diye düşündüm.”
“İşe yaradı mı?” diye tereddütle sorarken, Bergüzar’ın hâlâ kartal dövmesiyle ilgilenir gibi yapışını izliyordu. İnce uzun parmakları tenine dokundukça geriliyor, bedeni kasılıyordu ama onu bölmek istemediği için kendisiyle savaş veriyordu.
“Hayır, maalesef hiçbir işe yaramadı ama onun orada olmasını seviyorum. Yine de iyi hissettiriyor.”
“Hâlâ kâbuslar mı görüyorsun?”
“Her gece istisnasız!” Boştaki elini kızın sırtına uzatıp, örtünün altına ilerletti ve dövmesinin üstünde boydan boya gezdirdi. Şu an dövmeyi görmüyordu ama nerede başlayıp nerede bittiğini aklına çoktan kazımıştı. Bunu da yeni fark ediyordu.
“Ne görüyorsun?” Diye sorarken alacağı cevabı az çok tahmin ediyordu ama yine de ondan duymak istiyordu. Bergüzar’ın yüzünün gerilişini, kaşlarının çatılışını anbean izlerken bu sefer içi acıyla kasılmıştı.
“Babamı görüyorum. İntihar edişini. Beyninin paramparça olduğu o ânı. Tabii bir de…” susup zorla yutkunurken gözünden birkaç damla yaş yuvarlanıp gitti.
“Bir de?”
“Bir de o geceye uyandığım ânı görüyorum.” Alparslan kafası karışmış hâlde ona bakmaya devam ederken, çenesini kavradı ve gözlerini buluşturdu.
“Anlatmadığım ayrıntılar var galiba…”
“Anlatması pek kolay değil. Bazı şeyleri anlatmak, açıklamak, üstüne konuşmak hiç kolay değil. İnan bana, kimse böyle bir çaresizliği yaşasın istemem. Çünkü bu ölümden beter, gerçeklerden daha yaralayıcı ve ağır bir durum. Tıpkı Ender’in yaptıklarını aylarca anlatamamam gibi.” Yattığı yerden yavaşça doğrulurken onu da kendisiyle beraber kaldırdı. Sırtını yatağın başlığına dayayıp, kızı da karşısına oturttu. Üstündeki örtüyü kollarının altına sıkıştırıp bedeninin önünü kapatsa da sırtı hâlâ açıktı. Arkasında duran boy aynasındaki yansımasında pürüzsüz sırtı ve beline kadar uzanan hafif dalgalı saçları vardı.
Öne doğru uzanıp kızın saçlarını topladı, omzundan atlatıp önüne getirdi. Şimdi dövmeyi kapatacak bir saç teli bile kalmamıştı. Hepsi sağ omzu üstünden göğsüne doğru dağılmış, kalçalarına kadar uzanmıştı.
“Anlatması zor olsa da ben dinlerim. Sabırsız adamın tekiyim ama sana değil… Sana sabrım var. Anlat bana Bergüzar, o gece nasıl uyandın? Olan biteni gördüğüne göre… Olay olmadan önce uyanmış olmalısın.” Dalgın gözlerle boşluğa bakan Bergüzar başını hafifçe sallarken dudakları aralandı.
“Evet, öncesinde uyandım. Daha doğrusu uyandırıldım. Babamın başıma dayadığı silahın soğukluğu yüzünden uyandım.” Gözleri fal taşı gibi açılan Alparslan, tabir yerindeyse bön bön bakıp kalmıştı.
“Ne?”
“Hani demiştim ya biri ardına bakmadan gitti, diğeri ardında bıraktıklarını düşünmeden intihar etti diye. Annem gitti ama babam bizi ardında bırakmamayı düşündü. Kendisi gitmeden önce bizi de öldürmeyi düşündü. Böylece ardında kimse kalmayacaktı.” Susup soluklanırken sanki göğüs kafesi hiç kıpırdamıyordu. Nefesi kesilmiş gibiydi ama nefes almaya devam ediyordu. Tek bir hücresi bile kıpırdamadan hem de.
“Babam alnıma silahı dayamış, tetiğe basacaktı ki evin kapısı kırılarak açıldı. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım gelenler polislerdi. Ev bir anda kalabalıklaşınca silahı kendine doğrultup bir an bile düşünmeden tetiğe bastı. Toprak o anda uyandı ama ben gördüm. Ne yapmayı planladığını, ne yaptığını anlayacak yaştaydım. Toprak sesten korkup ağlarken birileri onu kucakladığı gibi dışarı çıkardı. Bense yerde yatan babama bakıp kaldım. Kısa süre içinde beni de çıkarttılar. Ancak göreceğimi görmüştüm işte. Geçmişi silemeyiz, gördüklerimizi unutamayız. Maalesef… Keşke unutabilsek.”
Gözlerini boşluktan ayırıp Alparslan’ın donuk ifadesine bakarken, bedenini örten çarşafı falan umursamadan dizleri üstünde doğruldu. Ona ilerleyerek kollarının arasına girdi, boynuna sarıldı. Yanağını omzuna dayayıp, burnunu çenesiyle boynu arasına yerleştirirken tenini saran kollara, sırtında usul usul gezen sıcacık ellere şükür etti. Ne iyi gelmişti bu sarılma. Sanki bütün yaralarını iyileştiriyor gibiydi.
“Bunların hiçbirini yaşamamış olmanı isterdim. İnan bana çok isterdim ama… Elimden bir bok gelmiyor. Bu da beni deli ediyor Esmerim.”
“Şu an ne kadar iyi geldiğini tahmin bile edemezsin.” Dediğini duyup iç çekerken, omzunda yatan kızın alnına peşi sıra öpücükler kondurdu. Öptükçe, yaralarına şifa olabilirmiş gibi hissediyordu. Elinden gelen tek çaresi buydu, o da buna sarılıp sığınmıştı.
“Sen bana ödülsün. Bunca yıl, yaşadığım onca kâbusun ödülüsün. Yıllar boyunca hiç isyan etmeyip, hep mücadeleye devam edişimin ödülüsün. Belki de hayat, seni bana getirerek ‘biraz soluklan, biraz dinlen’ diyor. Umarım bundan sonrası da seninle olur ama vereceğim sınavlar bu kadar ağır olmaz. Ya da o sınavların hiçbiri birbirimize karşı olmaz. Hayat ne getirir bilemiyorum ama iyi ki geldin, iyi ki dinledin beni.” Alparslan, bu sözlerin ardından, boynuna dolalı kolların ulaşabildiği her noktasını öperken, gözlerinden yaşlar düştü düşecek gibiydi. Boğazı düğüm düğümdü. Hayatında ilk kez fevri davranmayıp aldığı karar ona sevdayı getirmişti. Öfkeyle kalkıp, zararla oturmamış, birinin dahası sevdiği kadının ‘iyi ki’ deme sebebi olmuştu.
Kendisi de ‘iyi ki’ diyordu. İyi ki geldin, hoş geldin. Acıyla harmanlanmış, üstü yosun bağlamış gönlünün derinlerinde hâlâ akan bir ırmak olduğunu keşfettirmişti bu kadın. Gelecek ne getirirse getirsin omuz omuza, yürek yüreğe mücadele edeceklerini söylüyordu. Gitmiyor, terk etmiyor, acıya boğmuyor, ışığını kesmiyordu. Aksine yanında durup, acısına merhem olup, ışıl ışıl doğuyordu gönlünün tam orta yerine. Bundan daha kıymetli ne olabilirdi? Hiçbir şey…
Hiçbir söz, hiçbir bakış, hiçbir öpüş, hiçbir dokunuş bu hisleri vermezdi. Biliyordu. Yeni yetme delikanlı değildi, hayatın tokadını yemiş, azıcık bile olsa görmüş geçirmişti. O favoriler boşuna aklanmamıştı başında. Ak düşen saçların sebebi vardı elbet.
“Ben… Benim hiç umudum kalmamıştı biliyor musun? Aşka, sevgiye, saygıya, birlikte verilen hayat mücadelesine karşı umudum kalmamıştı. Biri o umutlarımın hepsini derleyip toplayıp gittiği günden beri ben böyleydim. İlk tanıdığın Alparslan olmuştum. Belki bir gün, biriyle mantık evliliği yaparım, o da benim yaşlarımda biri olur diye düşünüyordum. Doğrusu bu düşünceyi geldiği gibi de kovuyordum. Ama sonra sen geldin. Bütün kırılan inancımı, umutlarımı yeşertiyorsun Bergüzar. Öyle büyük bir şey yapıyorsun ki… Bunu anlatacak kelime yok.”
Boynuna daha sıkı dolanan kolları hissederek o da kollarını kızın beline doladı. Şakağını, al al yanaklarını, omzunu, saçlarını öptü. Sonra da tıpkı onun gibi yaparak, yanağını kızın omzuna dayayıp yüzünü boynuna saklayarak öylece durdu. Dakikalar sanki ağırlaşmıştı. Zaman o kadar yavaştı ki onlara en büyük kıyağını geçiyor gibiydi.
‘’Hani demiş ya Nazım…
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını bastın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler’ Bu satırları tam da bizi anlatır gibi… Öyle bir geldin ki yüreğimi katıp karıştırdın. Şuramda bir şeyler oldu. Uzun süre anlamadım. Aklım kalbimle savaştı da ben o savaşı izledim sanki. Seni izlediğim her an aslında o savaşı izledim. Sonra…’’ durup kızın gözlerine baktı.
‘’Sonra savaş bitti. Güller açıldı gönül penceremde. Şifa getirecek bembeyaz, tertemiz güller… Sendin o… Güller sendin Bergüzar. Bembeyaz ve tertemizdin, hâlâ da tertemizsin.’’ Boğazına oturan yumru yüzünden susmuştu. Bergüzar ise kolları arasında hiç kıpırdamadan durmaya devam etse de aldığı soluklardan sessiz sessiz ağladığını anlıyordu. Bir süre daha öyle kalıp geri çekildiğinde yanaklarındaki ıslaklığı hızla silişini izledi. Yüzünde buruk ama huzurlu bir gülümsemeyle… Kendini toparlayıp, gözlerine pür dikkat bakan kahverengi harelerin sıcaklığı yüreğine ılık ılık akarken
“O zaman artık sıra sende. Biraz da sen anlat ki ben de sana şifa olayım. Yanında durayım. Tabii eğer istersen.” Diye fısıldamıştı. Tedirgin ve biraz da tereddütlüydü. Gözlerini gözlerine dikmiş dikkatle bakarken, Alparslan da zamanın geldiğini anladı. Artık kendi sır dolu yüreğini açacaktı. Yıllar sonra… Unutmak istediği ne varsa anlatacaktı.