13.BÖLÜM
“Ankara’ya taşındıktan kısa süre sonra Defne’yle tanıştık. Bir iş sebebiyle ortak çalışıyorduk. İşinde başarılı, zeki, hoş bir kadındı. Birbirimizden etkilenmemiz de birbirimize açılmamız da çok uzun sürmedi.” Bir an durup, bu kadar açık sözlü olmasının Bergüzar’ı rahatsız edip etmeyeceğini düşündü.
“Böyle pat diye girdim ama eğer rahatsız…” Sözünü kesip
“Rahatsız falan olmadım. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Benden öncesi için tribe girecek bir kadın değilim. Nasıl istiyorsan öyle anlatabilirsin.” deyince biraz şaşırdı. Onun yerinde başka biri olsa büyük ihtimalle kıskanır, suratını asardı. Kendinden biliyordu.
“Bunu nasıl başarıyorsun?” diye aynı şaşkınlıkla sorunca Bergüzar’ın yüzünde gülümseme belirdi. Elini uzatıp yanağını okşarken de gülüşü büyüdü.
“Geçmişte yaşadığın iyi kötü ne varsa bilmek istiyorum bu bir. Geçmişte yaşadıklarını yaşamamış olsaydın şu an sevdiğim adam olmazdın, acı tatlı her yaşanmışlığına minnettarım bu iki. Yersiz kıskançlıklardan hiç haz etmem bu da üç. Şimdi lütfen anlatmaya devam et.” Böylesi bir duruşu takdir etme isteğiyle ellerini sıkıca tutup, içlerini öptü. Usulca titrediğini fark edince de yine ayaklarının ucunda kalan örtüye uzanıp kızın omuzlarına örttü. Aslında titremesinin üşümeyle alâkası olmadığını biliyordu. Onu böyle titreten iki küçük öpücüktü. Ne güzel…
“İlişkimizin iki yılı geride kalmıştı ki Defne bir anda ayrılmak istediğini söyledi. Ortada hiçbir sebep yoktu, her şey yolundaydı. Ben, ilişkimizi evliliğe götürmeyi teklif etmek için yüzük bakarken o, yolları ayırma kararına varmıştı. Aslında kararını vermiş ve beni bilgilendirmişti. İlk başta ne olduğunu, neden olduğunu anlayamadım. Birkaç hafta bin tane düşünceyle, ihtimalle ve keşkeyle geçti. ‘Yeterince ilgi göstermedim mi? Şöyle mi, böyle mi?’ Derken ayrılık sebebini duydum.” Susup derin bir nefes aldı. Yatağın başlığına dayadığı sırtını usulca oynattı. Huzursuz, mutsuz ve kızgındı. Bu, gözlerinden belli oluyordu.
“Kansermiş… Meme kanseri.” Demesiyle Bergüzar’ın gözleri şaşkınlıktan açılmıştı.
“Bu yüzden mi ayrılmış?” Alparslan başını sallarken, Bergüzar bile kızın bu sebepten ayrılışına anlam vermekte zorlanmıştı. Ama herkes dünyaya bambaşka pencerelerden bakardı ve bambaşka şeyler görürdü. Kimileri sevgiyle, birlikte olacağı insanlarla, aileleriyle yan yana durarak hayat savaşında meydana çıkardı. Kimileri ise kendi savaşını tek başına vermek isterdi ve verirdi. Bunun için insanları yargılamak, ahkâm kesmek, akıl vermek, onları kötülemek Bergüzar’a doğru gelmiyordu. Yine de sessiz kalıp Alparslan’ı dinlemeye devam etti.
“Evet, bu yüzden ayrılmış. Bu yüzden ayrılmasına ilk başta kızdım. Çünkü iyi veya kötü ne yaşayacaksak birlikte yaşamalıyız diye düşünüyordum. Sonra belki de kendini böyle daha iyi hissedecek diye de düşünerek kararına saygı duydum. İyileşip geri geleceğine inandım. Onunla iletişimde kalmak için epey uğraştım. Beni yanında istemese de ‘git’ dese de ara ara ziyaret ettim. Her seferinde yanından kovuldum ama kızmadım. Hastalığın etkisi diye düşündüm. İyileşip eskisi gibi olacak dedim. Birkaç ay burada tedavi gördükten sonra yurtdışına gitti. Ailesinden öğrendiğim kadarıyla tedavi orada devam edecekti. Sonra çok ironik, filmlerde olur diyeceğimiz bir şey oldu.” Yine sustu. Bu sefer boşluğa bakan Alparslan, sabırla bekleyen Bergüzar’dı. Bekleme süresi uzayınca daha fazla dayanamayıp
“Ne oldu Alparslan?” diye sorunca kendine geldiğini, daldığı düşüncelerden ayrıldığını fark etti.
“Tedavisinde görev alan bir doktorla evlendi.” Az önce şaşırdığını sanan Bergüzar’ın ağzı bir karış açılırken, gözleri de ona eşlik etmişti. Sanki dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu. Zar zor
“Ne?” diyebildiğinde Alparslan, hafifçe omuzlarını silkti.
“Duyduğumda ben de inanamadım ve senin gibi kalakaldım. Beni yanında istemeyip kaçar gibi giden kadın, hayatı paylaşırım dediğim kadın gidip başka birisiyle evlendi. Evlendikten kısa süre sonra da vefat ettiği haberi geldi. Onunla ilgili duyduğum son iki haber bunlardı. Yıllardır düşünüp, kendimce mantıklı bir açıklama getirmeye çalışıyorum. Belki de arkasından yas tutmayayım diye, öfkeleneyim, hatta nefret edeyim diye böyle yaptı. Bilemiyorum. Tüm soruları ve cevapları alarak gitti. Aklımda tonla bilinmezlik bıraktı. Kalbimi, gururumu iki elinin arasına alıp kırıp attı. Kendimi işe yaramaz, bir yaraya merhem olamaz, aciz, acınası bir adam gibi hissetmeme sebep oldu. Sanki ben ona destek olamayacak kadar duygudan, empatiden, yürekten yoksundum da o, bunları başkasında aradı. Hissettiklerim bunlardı.” Bergüzar, onun yüzünde capcanlı duran hâlâ onunla yaşayan tüm bu duyguları görüyordu. Kahroluştu bu. Gerçekten yıkıldığı, gururunun kırıldığı, kendini hiç gibi hissettiği açıktı.
“Sen, az önce sıraladığın o sözlerin hiçbirini barındırmıyorsun. Böyle düşünmemelisin. Bu, onun tercihiymiş Alparslan. İnsanlar, bize doğru ya da yanlış gelen birçok tercih yaparlar. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin biz o tercihlere göre de yaşarız. Yaşamak zorunda kalırız. Annem, babam gitmek istediler ve gittiler. Veya o… Yani Defne, gitmek istemiş, gitmiş. Biz de onların ardında kalıp, yaşamak zorunda bıraktıkları hayatları yaşamışız. Hâlâ da izleriyle, yaralarıyla, kayıplarıyla, eksikleriyle, yokluklarıyla yaşıyoruz. Yaşamaya da devam edeceğiz. Daha iyi günleri umut ederek yaşayacağız. Belki tam da düşündüğün şeyleri düşündürmek, hissettiklerini hissettirmek için gitti, evlendi. Onu hasta olarak hatırlamanı istemedi. Bu savaşta yalnız olmayı istedi. Bilemeyiz. O, bütün cevaplarla birlikte gitmiş. Şimdi yaşıyor olsaydı karşılıklı oturup konuşurdunuz. Aklındaki her şeyi sorar, kalbindeki tüm kırgınlıkları önüne dökerdin o da kendi açısından anlatır, açıklardı. Fakat o maalesef yok. Keşke olsaydı da sen bunlarla tek başına mücadele etmeseydin ama yok. Bu yüzden kendine eziyet etmenin de manası yok. Anlıyor musun?” Alparslan’ın buğulanan gözlerinde beliren sıcacık ifadeye bakarken gülümsemeye çalıştı.
“Hem ne demiş Nazım… ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.’ Hâlâ yaşıyorken, nefes alıyorken ardına bakma, kendine kahır edip durma.”
“Arkama bakacak hiçbir sebebim yok. Ama önüme bakmamı sağlayan çok güzel gerçeğim var.” Durdu, alnını alnına dayadı.
“O gerçek sensin. Ve ben, seninle gerçekleşecek bir hayatı yaşamak istiyorum. ‘Yani bütün işin gücün yaşamak olacak’ diyen Nazım’a katılıyorum. Bütün işim gücüm seninle yaşamak olacak Esmerim.” Bergüzar yanağında, dudağının kenarında dolaşan dudaklara küçük bir öpücük kondurup azıcık geri çekildi. Yine göz gözelerdi.
“Toprak’ı hastanede gördüğünde… Yani o gece ve sonrasında bu yüzden mi destek oldun?” Alparslan’ın yüzünün gerildiğini fark edince telaşla, soluksuz şekilde sözlerine devam etti.
“Bunu, bize yardım etmene başka bir sebep bulmak için sormuyorum lütfen yanlış anlama. Sorma sebebim şu, Toprak’ın hasta olduğunu öğrenince, şefkatli yanını ilk kez göstermiştin. Ketum, soğuk adam gitmiş, yerine şimdi daha iyi tanıdığım bu adam gelmişti.”
“Yardım etmek istedim. Yanınızda olmak, destek olmak istedim. Belki bencilce gelecek ama yıllar evvel elimden alınan o imkânı gerçekten hak ettiğine inandığım sizinle paylaşmak istedim. Bu, seni kırdıysa özür dilerim Bergüzar ama işe yaramak, işe yarar hissetmek istedim.” Demesiyle yüzünü kavrayan elleri hissetmişti. Sonrasında hissettiği şey ise dudaklarına kapanan dudaklardı.
“Sen işe yaramaz bir adam değilsin Alparslan Yalın. Aksine birçok şeyi başarmamızı sağladın. Yanınızda oldun. Öğrendiğin gerçeklere rağmen susup anlayışla karşılamayı başardın. Daha önce de söylediğim gibi, böyle olacağını düşünmemiştim. Çok kızacağını, kıyameti koparacağını sanmıştım. Beni görmek istemeyeceğini, hayatından çıkaracağını düşündükçe de aslında yanında kalmak istediğimi fark edip ben de bencilce davrandım. Seni bütün gerçeklerden mahrum bıraktım. Özür dilerim.” Dudakları bu sözlerin ardından yeniden birleşirken odaya derin bir sessizlik hâkim oldu. Alparslan’ın elinin biri Bergüzar’ın ensesine dolanmış onu daha da kendine çekmişti. Diğer eli ise saçlarında geziyordu.
Bu sırada gömleğinin düğmelerinde usulca dolaşan parmakları hissederek gerildi ama onu durdurmadı. Bedenini keşfetmek, tenine dokunmak mı istiyordu? O zaman bunu gönlünce yapabilirdi. Ona sadece dudaklarıyla eşlik ederken soluk almak için başını geri çekti. Bergüzar ise soluğunu düzenlemeye çalışsa da gözlerini gömleğin düğmelerine dikmiş işine devam ediyordu.
Gömlek omuzlarından kayıp giderken kumaşın yerini alan sıcacık avuç içlerini hissedince dudaklarının arasından homurdandı. Sımsıkı kavradığı omuzlardan destek alıp dizleri üstünde doğrulmasıyla Bergüzar’ın üstündeki örtü, kuğu misali süzülerek Alparslan’ın kucağına düşmüştü. Başını hafifçe kaldırıp burnunun ucunu kızın göğüslerinin arasına sürterken elleri çoktan kalçalarını kavramıştı. Bergüzar yeniden kucağına otururken yine homurdandı ama bu seferki daha yüksek sesliydi. Gömleğin ardından sıra belindeki kemere geldi ve o da kısa sürede açılıp, sırasını savdı. Parmaklar karnının üstünden ağır ağır kayar gibi geçip pantolonun düğmesine geldiğinde
“Yeter artık… Resmen eziyet ediyorsun Esmerim.” demesiyle kızı altına alması aynı anda oldu. Dudakları aşağı inerken kopan bağırışa kıs kıs güldü. Galiba boynuna biraz fazla hoyrat davranmıştı. Alparslan’ın dokunuşlarıyla mantığını kaybetmiş gibi hisseden Bergüzar ise öylece kalmıştı. Bedeni ağırlaşmış, bütün kasları gerilmiş, tavandaki ışıkların varlığı bile gözlerine acı verir olmuştu. Gözlerini kapatıp istemsizce kıpırdandığı sırada bacaklarının içlerinde dolaşan dudakların varlığı soluğunu kesti. Dudakların bıraktığı ıslaklığı hissediyordu, bileğinde usulca dolaşıp yeniden yukarıya yöneldiğini de.
Saniyeler içinde kalçalarında devam eden istilayla bir kez daha inledi. Geceliğiyle takım olan iç çamaşırı da bedeninden ayrılmış ve odanın bir yanına uçup gitmişti. Gözü onu bile görmüyordu çünkü Alparslan’ın yaptığı her hamle dikkatini bin parçaya ayırıyordu. Aklı, kalbi, her gözeneğinden ter fışkıracakmış gibi hissettiği teni… Ortalık yangın yeri gibiydi. Belki Roma’yı Alparslan yakmamıştı ama kendisini yakacağını anlamıştı.
”Alparslan.” dedi yalvarır gibi. Alparslan ise bir an duraksayıp kızın tutkudan koyulaşmış göz bebeklerine baktı. Az önce ondan uzaklaşıp üstünde ne var ne yoksa çıkardığını bile fark etmemişti. Dizlerinin üstünde ilerleyip dudaklarına küçük bir öpücük bıraktı. Nabzının çok hızlı attığını hem görüyor, hem de sesini duyuyordu. Soluk soluğa olsa da kalbinin atışı dışarıdan duyuluyordu.
”Söyle bebeğim.” Bergüzar tek kelime bile edemeyince endişesi arttı.
“Şş, nefes al ve biraz sakinleş. Bu kadar hızlı nefes alman iyi değil.” Alnından minik minik damlalar hâlinde dökülen terler yüzünden saç dipleri ıslanmıştı. Usulca yüzüne düşen saçları geriye itip alnını öptü. Yatak odasındaki pencereyi açmak için ayaklandığında yerdeki kıyafetlere basıyor olmayı umursamamıştı. Pencereyi açtı, odanın ışıklarını en kısık seviyeye getirdi. Belki bu ona daha iyi gelecek diye düşünerek yatağa geri döndüğünde içeri giren temiz havanın ve ışığın az olmasının işe yaradığını anladı.
“İyi misin bebeğim?”
“Hıhıı…” cevabına gülerken, kolları arasına girip göğsüne sokulan kızı sarmıştı.
“Korkma… Korkma, dokunmayacağım tamam mı?” Bergüzar şimdi şimdi dinginleşen solukları arasında başını kaldırdı ve Alparslan’a ters ters baktı.
“Nasıl başlattıysan öyle bitireceksin. Korktuğum falan yok… Sadece… İyi geldi.” Duraksayarak da olsa cümlesini tamamladığı anda Alparslan’ın gözleri kocaman açılmıştı.
“Ne yani… Bu hâle gelmenin sebebi korkman değil miydi?”
“Hayır… Hünerlerini fazla iyi sergilemendi.” Kahkaha atarken yan döndü ve kızın burnunun dibinde durdu.
“Hünerlerimi…”
“Hmm, bakir hayatını terk ettikten sonra deneyimleyerek edindiğin hünerlerini bu kadar iyi sergilemen kalbimi biraz yordu.” Bir kez daha kahkaha atarken, cesaretine hayran kalmadan da edememişti.
“Hiç korkmuyorsun değil mi?”
“Senden mi?”
“Hiçbir şeyden. Aslında hiçbir şeyden korkmuyorsun.” Bergüzar ima dolu bir gülüşle ona bakarken
“Korkuyorum ama senden değil. Senden ya da yaşayacaklarımızdan korkmuyorum.” deyip bir anda bacağını Alparslan’a sardı ve yana yıkılmasına sebep oldu. Cüssesi kendisinden epey fazla olsa da bunu yapması zor olmamıştı.
“Bir tek senin hormonların çalışmıyor. O arzuyu bir tek sen hissetmiyorsun. Yani demem o ki…” dudaklarına eğildi, eğildi. Alparslan’ın şaşkınlıktan kesilen nefesi yüzünden gülmekle, gülmemek arasında kaldı. Biraz bekleyip kendini de toparladı ve kulağına yaklaştı. Bu sırada göğüslerini ona sürterken, oturduğu bedenin üstünde de yavaşça kıpırdandı.
“Aslanın dişisi de aslandır. Bunu sakın unutma Alparslan!” İşte bu söz, büyük bir meydan okumaydı. Artık Roma mı yanardı yoksa bu iki deli sevdalı mı, orası gün doğunca ortaya çıkacaktı.
”Ben sana geldim. Senin olmaya, sende kalıcı olmaya geldim Esmer kız…” diye mırıldanırken yine yer değiştirmişlerdi. Bergüzar bacaklarını beline dolayıp onu kendine var gücüyle bastırdı. Adamın hırıltısı kulağında dolanırken kendinin de ondan farkı yoktu.
“Benim de gitmeye niyetim yok… Gönlüne gönüllü geleni bırakıp gitmek olmaz.” Bacaklarının arasında yerini aldığını hissedince nefesi kesildi. Az evvel cesaret abidesi olan o dili lâl olmuştu. Duyguları, hisleri yine mantığının önüne geçerken bedenleri usulca birleşmeye başladı.
Alparslan baştan çıkarıcı bir dünyaya dalmış gibi hissettiği sırada alnını kızın alnına dayayıp kendini sakinleştirmeye çalıştı. Kızın canı zaten yanacaktı ama bu, onun sabırsızlığı yüzünden daha da kötü bir hâl almamalıydı. Dudaklarını dudaklarına sürterken gözlerini aralayıp gözlerine bakmak istedi ama kapalıydı.
”Aç gözlerini.” Sesini bir an için kontrol edememişti. Bu yüzden de sesi her zamanki gibi emredici çıkmıştı. Bergüzar ise bunu fark etmemişti bile. Gözlerini açıp baktı, devam etmesi için başını hafifçe salladı. Kısacık bir an sonra hissettiği acıyla çığlık attı. Ama adamın dudakları dudaklarına hızla kapandı.
”Geçti, sakin ol Esmerim. Bitti.” Alparslan, kızın yüzünün her noktasını öperken gözünden akan bir damla yaş dudaklarına değdi. Hissettiği şeyle içi titredi.
Sırtına geçen tırnakları da hissettiğinde ise biraz daha kasıldı. Yavaşça kızın içinde hareketlendi. Bergüzar’ın dudaklarından kopan acı dolu inlemeler bir süre sonra son bulduğunda, bu sefer yaşadığı zevk ve tutkudan dolayı inlemeye başlamıştı. Odada nefeslerinin ve tutamadıkları çığlıklarının sesleri vardı. Hareketleri hızlanıp durdurulamaz bir noktaya geldiğinde bedenleri kasılmaya başladı. Bergüzar çığlık çığlığa kendini bıraktığında Alparslan da onu takip etti. Hayatında kendisinden çıktığına inanamayacağı bir bağırışla kendini bıraktı.
Bir süre göğsünde soluklanıp yanına uzandı ve kızı göğsüne çekip yatırdı. Elleri sırtında gezerken kulağına mırıldandı.
”Esmerim?”
‘’Alparslan?” yüzünde görülmeye değer bir gülümseme oluşurken dudakları yine alnına dokunuyor, arada bir öpücük bırakıyordu.
“İyi misin?” diye sorduğu esnada Bergüzar yavaşça dönüp sırtını göğsüne dayamış, kolunun iç kısmına kıvrılmıştı.
“İyiyim ama çok uykum geldi.” Yarı uyur yarı uyanık sesinden dökülen sözlerle daha da gülerken biraz aşağı kaydı. Kolunun birini Bergüzar’ın belinin altından diğerini üstünden sarıp, yüzünü de sırtına dayadı. Burnunu pürüzsüz tenine sürtüp kokusunu içine çekerken
“Uyu bakalım Esmer kızım…” diye fısıldadı. Bütün günün yorgunluğu resmen üstlerine çökmüş, ikisi de uykuya dalmıştı. Bergüzar uykusunun içinde yatağa yüzüstü uzanınca Alparslan da farkında bile olmadan ona ayak uydurdu. Hareketlerine göre kendi uyuma şeklini de değiştiriyordu. Kızın saçlarını sırtından itti, uykulu uykulu homurdanırken sırtına yanağını yasladı. Bacağını kızın bacaklarının üstüne atıp hâlâ kolları arasındaki bedeni tutmaya ve uyumaya devam etti. Sanki yıllardır birbiriyle uyuyan, birbirini çok iyi tanıyan çiftler gibiydiler. Sabah ayazı pencereden sızıp odaya dolarken, günün ilk ışıkları da ona eşlik ediyordu.
Alparslan gözlerini zar zor açıp bir an nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Tenine dolanmış tenin kokusu her yanı sarmıştı. Yanağını yasladığı yerden kaldırırken yüzüne gözüne dolanan saçları yavaşça toparlayıp ittirdi. Yastığa sol yanağını dayamış derin bir uykuda olan kadına baktı.
Yüzü şişmiş, dudakları büzüşmüştü. Küçük burnu aldığı her solukla genişleyip sonrasında eski hâline dönüyordu. Saçları yüzünün bir kısmını örttüğü için epey bunalmış gibiydi. Yanakları kıpkırmızı olurken, alnı da ter damlalarıyla bezenmişti. İyice doğrulup kızın yüzündeki saçları çekti, alnını silmek içinse banyoya gidip havlu aradı. Havluyu biraz ıslatıp geri geldiğinde yatağa yavaşça çıktı, ona ilerledi. Alnını, yanaklarını sildi. Bezin serinliğiyle derin bir nefes alan Bergüzar ise memnuniyetle mırıldandı. Saçlarını öfkeyle sağa sola fırlatır gibi ittiğinde Alparslan gülmeden edememişti. Bezi bu sefer boynuna ve omuzlarına sürdü. Sıcak, nem ve saçların etkisinden gerçekten sıkıntılı bir gece geçirdiği belli oluyordu. Sağa sola bakınıp toka bulabilmek umuduyla ayaklanırken yeniden banyoya gitti. Aynanın önünde duran lastik tokayla geri dönerken göz ucuyla da saate bakmıştı. Daha toplantısının başlamasına birkaç saat vardı.
Yüzünde muzip bir gülüş oluşurken, zihninden geçenler bedenini etkilemekte hiç zaman kaybetmemişti. Bergüzar’ı yüzüstü çevirip saçlarını toplamaya başladı. Avuç içlerini dolduran siyah saçları zar zor zapt ederek tokayla bağladı. Biraz geri çekilip sırtından başlayarak bedenini uzun uzun izledi. Hafifçe eğilip ense köküne dudaklarını bastırdı. Nemli saçlarından ayrılıp omurgası hizasında aşağı inmeye devam ederken Bergüzar’ın dudaklarından dökülen yeni bir mırıltıyı duydu. Demek ki uyanması için bunu yapması gerekiyordu. Nemli bez ya da saçlarıyla verdiği savaşta bile uyanmayan kadın şimdi uyanıyordu öyle mi? Bu hoşuna gitmişti. Kıs kıs gülerken dudaklarını bel boşluğuna dokundurdu. O anlarda Bergüzar ise gözlerini açmaya zorlayan ıslak ve iç gıcıklatıcı dudaklara güldü. Sırtındaki dövmesinde gezinip beline inen dudakların sahibi, yüzündeki gülümsemeyi görünce bu sefer oyununun kurallarını değiştirdi. Artık tenini dudakları değil, dili arşınlıyordu ve Bergüzar yeni uyandığını belli eden sesine rağmen inliyordu.
”Alparslan…” demesiyle kalçalarını sıkıca saran elleri hissetti. Bir yere tutunma ihtiyacıyla tırnaklarını çarşafa geçirirken
”Tekrar söyle!” diyen boğuk sesi duydu ama neyi tekrar etmesini istediği anlayamadı. Her ‘Alparslan’ dediğinde adamın mest olduğunu, bundan zevk aldığını anlayamadığı gibi. O sırada saçlarını sıkıca tutan eli hissetti. Hissettiği diğer şeyse bacaklarını aralayan bacaklardı. Alparslan, Bergüzar’ın bacaklarının arasına girip üstüne eğilirken kızın başını geriye doğru çekti ve resmen
”Tekrar söyle Bergüzar!” diye bağırdı. Bergüzar derin nefesler almaya çalışarak
”Alparslan!” dediği anda yataktan ayrıldığını hissetti. Göğüslerini kavrayan ellere kısa bir an bakıp başını arkaya attı ve Alparslan’ın omzuna yaslandı.
“Günaydın bebeğim…” Haylaz ses tonunu duyup gülerken kalçalarını sıkıştıran dizlere tutundu ve
“Günaydın.” Dedi. Kuruyan boğazı yüzünden konuşmakta zorlanmıştı. Aldığı her solukta boğazı yanıyordu ama şu an sudan daha fazla istediği tek şey sevdiği adamdı. Daha uykunun sersemliğini atamayan zihnine rağmen bedeni çoktan uyanmıştı.
“Toplantıya geç kalacağız.”
“Hayır kalmayacağız. Çünkü toplantı saatine daha çok var.” Bergüzar odanın içinde gözlerini gezdirip saat aradı. Saatin kaç olduğunu anlamaya çalıştı. Fakat saat falan görecek, görse de anlayacak durumda değildi. Pes edip titrek bir nefes daha aldı.
“Sırf sevişebilmek için erken mi uyandık yani?”
“Hiç şikâyetçi gibi görünmüyorsun Bergüzar Hanım…”
“Değilim çünkü Alparslan Bey… Dün gece yorgunluktan sızmış olabilirim ama ne yaşadığımızı ve neler hissettiğimizi hatırlıyorum. Şu anda da sadece hatırlamak istemiyorum.” Alparslan ağzının içinden homurdanırken dudaklarını kızın boynuna geçiriverdi. Duyduğu bağırışa gülerken ise
“Ne istiyorsun?” diye sordu.
“Yeniden hissetmek…” Biraz agresif, biraz öfkeli ama tutku dolu cevaba memnun olmuştu.
***
Toplantı masasında derin bir sessizlik hâkimdi. Yanında oturan kadına göz ucuyla bakıp yeniden işe odaklanmaya çalışırken huysuzdu. Bir saat öncesine kadar odada yaşadıkları anları aklından çıkaramıyordu. Şu an çok şık bir gömlek ve etek giymiş olarak yanında oturan kadının gizlediği o güzelliği hayal etmek zorunda kalmak sinirini bozuyordu. Ne olurdu sanki toplantı olmasaydı da hâlâ o odada kalıp sevişmeye devam etselerdi. Sinirle kalemini çevirip öksürür gibi ses çıkartınca bütün gözler üstüne döndü.
“Eksik bütün evraklar, imzalar iki gün içinde tamamlansın. Hafta sonu Türkiye’ye dönmüş olacağız. Oradaki işlerin daha fazla aksamasını istemiyorum. Elinizi çabuk tutmanızı rica ediyorum. Toplantı bitmiştir.” Bir saat… Sadece bir saat dayanabilmiş ve hızla ayaklanırken Bergüzar’ı da önüne katarak odadan çıkmıştı.
“Toplantının daha uzun süreceğini zannetmiştim.”
“Aklımdan seni çıkarmayı başarsaydım daha uzun sürerdi.” Derken asansöre binmeleriyle kendini ona yapışık bulan Bergüzar kıpkırmızı kesiliverdi.
“Bu yüzden mi toplantıyı hemen bitirdin?”
“Sen ne sandın?” birkaç küçük adımla kızı asansör kabininin içine dayadı.
“Ben… Bilmem. Hiçbir şey. Yani bu sebepten kısa kestiğini anlamadım.”
“Daha önemli olan, ilgi göstermem gereken biri var ve ben, sadece onunla ilgilenmek istiyorum. İşler bir şekilde hallolacak. Birkaç imza kaldı hepsi bu.” Dudaklarını Bergüzar’ın boynunda gezdirirken soluk alışları değişmişti.
“Alparslan… Sen böyle yaparsan işimiz zor.”
“Hmm, zor. Evet. Çünkü tam olarak böyle yapmaya devam edeceğim. Bundan sonra şirketteki yatak odasının daha işlevsel olacağına zerre şüphem yok.” Koluna inen tokatla önce şaşırıp sonra kahkahayı basarken asansör durmuştu.
“Terbiyesiz, edepsiz adam. Orası bir iş yeri.”
“Özel hayat ve iş hayatını birbirine karıştırmamakta ben de en az senin kadar kararlıyım Esmerim ama bu o odayı kullanacağımız gerçeğini değiştirmiyor. Mesai saati bitimi diye bir gerçek de var çünkü.” Odadan içeri girerlerken Bergüzar gözlerini devirip, başını hafifçe sallamıştı.
“İki saat sonra gece vardiyasında çalışan personelle, akşamüstü de gündüz vardiyasında çalışan personelle toplantı yapacak ve durum hakkında açıklamalarda bulunacaksın. Şu an oteldeki herkes çok gergin. İnsanlar işlerini kaybetme korkusu yaşıyor. Onları rahatlatıp, işlerine devam edeceklerine dair bilgi vermelisin. Bu yüzden, her zamankinden daha güler yüzlü olsanız hiç fena olmaz Alparslan Bey.” Ceketini çıkartıp attıktan sonra Bergüzar’a yaklaştı ve burunlarını birbirine değdirdi.
“Peki… Sen öyle diyorsan.”
“Hıhıı, öyle diyorum ve söz dinlediğini görmekten memnun oluyorum.” Hoş bir gülümsemeyle Alparslan’a karşılık verirken beline dolanan kolları hissetti.
“O zaman… Önümüzdeki iki saati…” deyip kızı kucaklarken itiraz dolu bağırışlarına gülüyordu.
“Şu koltuğa uzanıp biraz dinlenecek, odaya bir şeyler söyleyip yemek yiyerek geçirelim diyecektim Esmerim. Aaa, sen de beni iyice şey yaptın…”
“Ne yaptım?” Koltuğa oturup onu da kucağına aldığında imalı imalı güldü.
“Sana çok düşkün, sana duyduğu arzularına karşı koyamayan bir adam.”
“Değilsin yani?”
“Değilim demedim.” Derken dudakları buluştu ama Alparslan kısa sürede geri çekilip kendini boydan boya koltuğa bıraktı. Üstünde uzanan kadına sarılırken
“Biraz dinlenmek benden çok sana iyi gelecektir. Uyu hadi.” Diye mırıldandı.
“Hiç fena fikir değil.” Gözlerini kapatıp uykuya dalarken saçlarında gezen parmakların şefkatine sığınmıştı.
O gün, tıpkı Alparslan’a bilgisini verdiği görüşmelerle geçtiğinden ikisi de epey yorulmuştu. Hafta sonuna kadar yapılan toplantılar, görüşmeler o kadar peş peşe, uzun ve yorucu geçiyordu ki yorgunluktan gözlerinin altlarında izler belirmişti. Tabii onca işe güce rağmen birbirlerine de vakit ayırıp, sabaha karşı uyuyup, birkaç saat sonra uyanmanın da bunda büyük etkisi vardı.
Ankara’ya dönüş yaptıkları ilk hafta burada yarım bıraktıkları işleri toparlamakla geçmişti. Birbirlerini sık gördükleri Roma, bir tatil anısı gibi kalmıştı. Dip dibe olsalar da ne Alparslan’ın kurları vardı, ne de Bergüzar’ın ona verdiği karşılıklar. Kısa bakışmalar, öpüşmeler dışında bir haftadır birbirlerine yaklaşmamışlardı. İş yerindeki resmiyeti yıkacak hiçbir şeye ikisi de hoş bakmıyordu. Zaten bu huylarını bildiklerinden aralarındaki uzaklığı da yanlış anlamamışlardı. Çocuk değillerdi, nerede, ne zaman ve ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. Ergence triplere girip birbirlerini yormuyor, üzmüyor ya da kırmıyorlardı. Her şey dozunda ve tam da olması gerektiği gibiydi.
Cuma gecesi şirketten çıkıp Bergüzar’ın evine geçtiklerinde hafta boyunca uzak kalmanın acısını çıkarmışlardı. Ertesi sabah uyanır uyanmaz mutfağa giren Bergüzar kahvaltı için bir şeyler hazırlamaya başladığında Alparslan hâlâ uyuyordu. Tezgâhta duran telefonunun çalmaya başlamasıyla ellerini yıkayıp hızla kuruladı ve Toprak’tan gelen görüntülü aramayı cevapladı.
“Günaydın ablacım.”
“İyi geceler bebeğim. Nasılsın, iyi misin?” Toprak’ın tedavisi başlayalı bir ay olmuştu bile ve her şey yolunda gidiyordu. Birkaç hafta sonra hastaneden ayrılacak ama Amerika’da kalmaya devam edecekti.
“Çok iyiyim yakında tedavinin ilk aşaması son bulacak ve ilaç tedavisine devam edilecek. Bu tedavi sürerken hastanede kalmak zorunda değilim. Buradan çıkmayı dört gözle bekliyorum.” Hastaneden ayrıldıktan sonra yaşayacağı evin hazır olduğunu dün gece Alparslan’dan öğrendiğinde duygusallaşıp uzun süre ağlamıştı. Her şeyi kendisinden önce düşünüyor ve gerçekleştiriyor olmasına hâlâ alışamamıştı. Ancak bundan rahatsız değildi. Aksine mutluydu, daha rahat, güvende ve huzurlu hissediyordu. Eskiden her şeyi kendisi düşünür, kendisi mücadele ederdi. Şimdi mücadele ettiği safta yanında duran adamın varlığına şükür ediyordu.
“Biliyorum, geçen gün doktorunla konuştum ve aldığım haberlere çok sevindim. Dün gece de Alparslan evinin hazır olduğunu söyledi. Ayrıca hastaneye de çok yakınmış. Zaten senin çıkış işlemlerin yapılırken yanında olacağım. Yani birkaç hafta sonra kavuşacağız.” Toprak’ın sevinç çığlıkları mutfakta yankılanırken Bergüzar ona hasretle bakıp gülümsemişti.
“Seni özledim deli kızım.”
“Ben de seni özledim ablam. Bu arada üstündeki geceliğe de bayıldım. Seni seksi şey…” kıs kıs gülüyor, kaşını gözünü oynatıyordu. Bergüzar domates doğradığı bıçağı kameraya doğrultup
“Ben yıllardır böyle gecelikler giyerim. Edepsiz, küçük cadı. Hemen o çeneni kapat.” Dese de bu tehdit Toprak’a işlememişti.
“Eskiden o evde ben vardım. Kusura bakma ablacım ama taş gibi bir hatun olsan da giydiklerin pek ilgi alanıma girmiyordu. Yani hemcinslerime karşı ilgim yok. Ama belli ki şu an sana epey ilgili bir adamla kahvaltı etmek için hazırlık yapıyorsun. Anladım, anladım tatlım.” Tam çemkirmek için ağzını açacaktı ki beline dolanan kolları ve omzuna yerleşen sakallı çeneyi hissetti. Alparslan’ın kokusu çoktan burnuna dolarken bir an gözlerini kapattı. Yanaklarını usulca birbirine sürterken
“Günaydın Esmerim…” diye fısıldamış,
“Günaydın hayatım.” cevabıyla mest olurken uykulu uykulu gülmüştü.
“Ayy geldi Jensen Ackles Ankara Şubesi… Romantik âşıklar sizi…” Onları dalgaya alıyor gibi davransa da Toprak sevinçten çıldırmak üzereydi. Bir ay önce ablasını yanında gelmemesi için ikna ettiğine o kadar mutluydu ki… Aralarında duygusal bir ilişki olacağını fark edip bu kararı verdiği için kendini tebriklere boğuyordu. Ekrandaki ikiliye şapşal şapşal gülümserken
“Ayy çok güzelsiniz, gözümle nazar etmeden kapatıyorum.” demesiyle ablasının bağırışlarını duymuş ama kahkahalar atmaya devam ederek aramayı sonlandırmıştı. Yatağına uzanıp gülerken
“Bakıyorum da keyfiniz yerinde Toprak Hanım. Ben de epey sıkılmış olacağınızı düşünüp size film getirmiştim.” diyen, son bir aydır sıkça duyduğu ve artık çok tanıdık gelen sesin sahibine baktı. Kapıya omzunu dayamış, elindeki filmi gösteriyor hüsranla dudak büküyordu.
“A ah… Meteor kalıntısı, sen mi geldin? Bugün gelmeyeceksin sanmıştım.” Arda, kendisine ‘meteor kalıntısı’ demesine kahkaha atarak odadan içeri girdi ve Toprak’ın yanına ilerledi. Yanağına küçük bir öpücük bırakıp, yataktaki boşluğa oturdu.
“Yoğun bir gündü o yüzden gelemedim ama şimdi buradayım ve bana, neye güldüğünü anlatmanı bekliyorum.”
“Aşk, entrika, ihtiras gördüm ve çöpçatan ruhumu ortaya koyup, iki aptal aşığın gözünü açtım. Ahh ben, ben harika bir şeyim. Allah’ım ne güzel yaratmışsın yarabbim. Tü tü maşallah. Elemtere fiş, kem gözlere şiş.” Arda ardı ardına kahkahalar atarken, onun bitmek bilmeyen neşesine de yeniden hayran oluyordu. Bir ay önce annesinin çalıştığı hastaneye gelen bu kıza göz kulak olmak için abisi Murat’tan kesin talimat almıştı. Alparslan Yalın’ın bir tanıdığı olduğunu bildiği kızla tanıştığı günden bu yana çok farklı hissediyordu. Bunun sebebiyse hoşlanma ya da benzeri duygular değildi. Bu duygulardan daha farklı, daha gerçek, daha hayattan şeylerdi hisleri.
Böylesi bir hastalıkla mücadele ederken ayakları üstünde durabilmesi, gülebilmesi, kahkahalarıyla yattığı servisin koridorlarını inletmesi, sadece kendine değil çevresindeki herkese enerji vermesi onu şaşırtmıştı. Hayranlık uyandırmıştı. Koridordaki kanser hastalarıyla kurduğu diyaloglar, doktor ve hemşireleriyle olan iletişimi o kadar içtendi ki… Bir an bile umutsuz değildi, hayata değil dört elle bütün benliğiyle sarılmıştı. Bunu yaparken de yanında fiziksel olarak kimse yoktu. Tüm desteği ablasından, birkaç kız arkadaşından, büyüdüğü yurdun müdiresinden ve Alparslan abisinden alıyordu. Hepsi uzaktaydı ama görünürde öyleydi. Toprak için onların fiziksel olarak yanında olmamalarının önemi yoktu. O, böyle daha mutlu ve daha iyi hissettiğini söyleyip, ‘onlar benim kalbimdeler ve bu yüzden her zaman yanımdalar. Burada olup bana bakmalarına, fiziksel acı çektiğimi görüp üzülmelerine, onların üzüldüğünü görüp modumu düşürmeye, üzülmeme gerek yok. Ben onların neşe dolu seslerini duymak istiyorum, bu benim için yeterli. Bana bakacak, beni gözetecek, iyi edecek tonla doktor, hemşire, hasta bakıcı burada var. Benim bilmem gereken, unutmamam gereken şey hayatın bu kapının ardında akmaya devam ettiği. Benim de hızla iyileşip o akışa yetişmem gerektiği. İşte sevdiğim tüm insanları o yüzden bu kapının ardında bıraktım. Bıraktım ki onlar için de zaman durmasın, onlar devam etsin, onların devam edişi de bana güç versin’ dediğinde Arda şok olmuştu.
Hayata hiç bakmadığı bir yerden bakmasını sağlayan kıza da hayranlığı o an başlamıştı. Hâlâ onun bu sözlerine şaşırıyordu ama onu tanıdıkça da normal diyordu. Toprak’tı işte. Deli dolu, enerjik, güler yüzlü, neşeli, umudunu kendi doğuran, o umudu herkese aşılayan, kimseye bel bağlamayan, birkaç kişiden oluşan hayatına rağmen kocaman bir sevgi yumağının içinde yaşayan, bu yaşına kadar yaşadıklarına isyan etmek yerine elindekilerin kıymetini bilen, tüm bu davranışlarıyla da gören gözlere, gönüllere tokat gibi bir cevap olan kızdı.
Arda da onu gören, yüreğiyle gören insanlardan biri olmuştu. Bu yaşına kadar maddi olarak hiçbir güçlük çekmemiş, annesi, babası ve dört çocuğun huzur içinde yaşadığı bir evde el bebek gül bebek büyümüştü. Annesiyle babasının yoğun iş hayatından dolayı hep ilgisiz kaldıklarını iddia ettiği her âna şimdi kızıyor, kendinden utanıyordu. Belki anne ve babasını çok görmemişti ama bir yerlerde yaşadıklarını hep bilmişti. Sağ olduklarını, sağlıklı olduklarını, telefonun ucunda olduklarını ve iş dönüşü yanlarında olacaklarını hep bilmişti. Bilmişlerdi.
Saçından iki tutam kestiremeyen, kuaför saçını azıcık fazla kesse kıyameti koparan, tırnağı kırılsa ağlayan, kirpiği kopsa feryat eden kadınlarla geçirdiği günlerini düşünüyor, sonra Toprak’a bakıyordu. Saçları, kaşları, kirpikleri dökülmüştü. Bazen hastane bahçesine çıkacak kadar enerjisi olursa güneşin daha az olduğu havaları tercih ediyor, yine de güneş gözlüğü takıyordu. Çünkü gözüne gelen ışıklarını, uçuşan tozları engelleyecek kirpikleri yoktu. Toz da, ışık da canını yakıyordu. Ya da alnından süzülen ter damlasının, su damlasının gözüne kaçmasını engelleyecek kaşları yoktu. Kaş, kirpik, saç… Aslında ne kadar önemliydi, bunu da görmüştü. Sağlık ne kadar değerliydi. En kıymetli olandı, anlamıştı. Toprak’la anlamıştı. Kendisinden sekiz yaş küçük olan bu kız, ona çok şey öğretmişti ve öğretmeye de devam edecekti.
Alparslan abisi ve ablasından neşeyle, heyecanla bahsedişini dinlerken onu sessizce izliyordu. Kullandığı jest ve mimiklerine gülerken, duraksayıp yüzüne dikkatle bakan kızın kızarmaya başlayan yanaklarına dokundu.
“Minik kız çocuğu… O aklın ne hinliklere çalışıyormuş. Bak sen…” derken usulca yaklaştı ve ilaçlar yüzünden kuruyan dudaklarının azıcık ötesinde durdu. Toprak, Arda geldiği andan beri ilk kez susmuş, kocaman kahverengi gözlerinin ardından Arda’nın griye çalan gözlerine bakıyordu.
“O çöpçatanlığı benim için de mi yapsan Toprak Hanım… Ya da boş ver yapma. Buna gerek olduğunu hiç sanmıyorum.” Dudaklarını buluşturduğu anda kızın irkildiğini hissederek güldü ama geri çekilmedi. Yüzünü iyice kavrayıp onu kendine çekerken öpmeye de devam etmişti. Ta ki nefesleri tükenene kadar.
ESMERİM LÂL – 14.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.