16.BÖLÜM
Konuşmak, anlaşmak, dertleşmek, duygudaş olmak, yoldaş olmak ne güzeldi. Aşk kıymetliydi, değerliydi ancak onu değerli yapan, onu destekleyen bu etkenler olmasa nereye kadar gider, ne kadar sürerdi?
Önce birbirini tanımak, anlamak, dost olmak, sırdaş olmak, birlikte ağlayıp, birlikte gülmek gerekirdi ki aşk sonsuz olsun. Sevda daima gönülde dursun. İlk günkü gibi…
İşte Bergüzar ve Alparslan da bu dengeyi sağlamış, Amerika’da birbirlerine daha sağlam duygularla bağlanmış olarak geri dönmüşlerdi. Bergüzar, Toprak’a ‘Yanında kalayım mı? Yanında kalabilirim.’ diye her zamanki gibi ısrarda bulunsa da Toprak peruğundaki saçları havalı havalı sallayıp ‘Siz iki âşık, derhal evimi terk edin.’ diye çıkışmıştı. Yanında kalacak olan hemşire ve yardımcıyla onlara el sallarken keyfi gayet yerinde görünüyordu.
Bergüzar ise gözlerinde yaşlarla onu ardında bırakıp, Alparslan’ın omzundan uzun süre ağlamış sonra da Toprak’a söylenmeye başlamıştı. ‘Gördün değil mi hâlini… Bir gram üzülmedi ya… Biraz üzülürsün, ağlarsın. Ablanım ben senin, ablan!’ O kendi kendine çemkirdikçe Alparslan kahkahalara boğulmuş, Bergüzar daha da sinirlenmişti.
İstanbul’a inmiş, daha sonrada Ankara’ya gidecek ilk uçakta yerlerini almışlardı. İkisi de yorgun argın Alparslan’ın evinden içeri girdiklerinde Bergüzar, ilk kez geldiği eve şöyle bir bakıp yatağa kendini bırakmıştı. Cuma gecesi geldikleri ve iki gün dinlendikleri hâlde Pazartesi günü hâlâ yorgundular. Tıpkı İtalya dönüşünde yaşadıkları koşturmacaları sil baştan yaşıyor, birbirlerini toplantılar dışında görmüyorlardı. Gün sonunda şirketten ayrı ayrı çıkıp, evlerin birinde buluşuyorlardı.
Yeni iş gününe hızlı bir tempoyla başladıkları hâlde Alparslan’ın aklı kardeşi Ertuğrul’daydı. Dubai’ye gitmiş, Ender’in de içinde bulunduğu bir ihaleye girmeye hazırlanıyordu. Babasının daha önce aralarında yaptığı görev dağılımına göre Atilla, uzaktan uzağa Ertuğrul’un peşinde olacak, kendisiyse Armağan’ı gözetecekti. Gerek olursa da hemen yanına gidecekti.
Bergüzar’ın ise bunların hiçbirinden haberi yoktu. Tedirgin olmasını, diken üstünde durmasını istemediği için tek kelime etmemişti. Eğer İstanbul’a gitmesi gerekirse de işi bahane etmeyi düşünüyordu. Kardeşinin Dubai’ye gidişinden bir hafta sonra İstanbul’dan gelen telefon, tüm düşüncelerini hayata geçirmesine sebep oldu. Bergüzar’a işi bahane ederek hızla İstanbul’a geçerken, bir yandan da Atilla’yla koordineli hareket ediyorlardı.
Armağan’ın şirkette ufak bir kaza geçirdiğini, ardından da şekerinin aniden yükseldiğini ve bu yüzden bayıldığını duymuştu. Hastane bahçesinin kuytu köşesine park edilen aracından inip içeri girmiş, doktorlardan bilgi almıştı. Kimseye kendisiyle görüştüklerini söylememesini tembihledikten sonra da yeniden aracına dönmüştü. Saatler ilerlerken hastanenin kapısından çıkan uzunca boylu, beline kadar sapsarı saçları olan kadını fark edip dikkatle baktı. Telefonunu eline alıp Atilla’nın gönderdiği iki fotoğraftan ilkine bakarken, hastaneden ayrılan kişinin Murat’ın kardeşi, Arda’nın ikizi, Armağan’ın ablası Aylin olduğunu anladı.
Diğer fotoğrafı açıp Cenk denen adama baktı. Gözlerini hastane kapısına dikti. Onun da dışarı çıkmasını bekledi ancak fotoğrafta gördüğü simaya benzeyen kimse hastaneden çıkmamıştı. Atilla’nın, Cenk’le ilgili uyarılarını bildiğinden hızla araçtan indi ve hastaneye girdi. Armağan’ın o adamla yalnız kalma ihtimali bile tüm sinirlerini geriyordu. Odanın bulunduğu koridora baktı, sonrasında korumalara döndü.
“Cenk nerede?”
“Az önce burada oturuyordu Alparslan Bey.” Aklına getirmek istemediği şey başına gelmişti. Anlamak için dâhi olmaya gerek yoktu. Koşarak Armağan’ın odasının önüne gelip kapı koluna bastırdı. Kapı kilitliydi. Öfke ve korkuyla gözleri büyürken omzunu var gücüyle kapıya geçirdi. Kilit kırılıp, kapı ardına kadar açıldığı sırada yanındaki korumanın belinden çıkardığı silahı gördü. Saniyeler içinde tetiğe basmıştı ancak silahın ucundaki susturucu sayesinde ses yayılıp gitmemişti. Hastanede her şey olması gerektiği gibi devam ediyordu.
Birkaç adımda, acı feryatlarla yerde debelenen Cenk’in başına gelip, yerdeki telefonu aldı. Ekranda kardeşi Ertuğrul’un kireç gibi olmuş yüzünü, korkuyla büyüyen gözlerini görünce canı acımıştı. Oğlu gibiydi Ertuğrul. Canıydı, kardeşiydi. Derken kardeşinin şaşkın ifadesi, yerini rahatlamaya bıraktı. Derin bir nefes alıp gözlerini kapattığını gördüğünde tebessüm etti.
“Kız benimle. Şu dallamayı hakla gel oğlum.” Derken kamera açısına giren Atilla’yı da gördü. Atilla’nın ellerinin, Ertuğrul’un omuzlarını sıkıca kavrayışını izledi.
“Abi…” İşte yüreği yine pamuk gibi oluvermişti. Onların bir ‘abi’ deyişi için dünyanın altını üstüne getirirdi. Atilla’nın eve ilk geldiği günü pek hatırlayamasa da Ertuğrul ve Tomris’in gelişini çok net hatırlıyordu. Hepsinin bebek kokusunu biliyordu. Abi olmanın baba yarısı olmak olduğunu küçük yaşta öğrenmişti. Yedi yaşındayken başlamıştı babasıyla rolleri değişmeye.
Babası işleri sebebiyle evden ayrılıp uzun süre gelmediğinde kardeşlerine hem abi, hem baba, annesine de kavalye olurdu. Annesini hiçbir sergisinde yalnız bırakmaz, takım elbisesini giyer, hatta nefret ettiği kravatını ya da papyonu bile takardı.
Atilla için az kavga etmemiş, Ertuğrul’u süreye sürüye sokaktan eve getirmemişti. Oğlanlarla kavga dövüş bir şekilde idare etmişti de Tomris. Ahh Tomris, evin cadısı. Onu büyütürken hasretle, yalnızlıkla, kırgınlıkla kaplı, griye bürünmüş olan evlerinin duvarlarını, pembeye boyamıştı sanki. Dışarıdaki insanların göremediği gri renklerle yaşamayı öğrendiğinden, kardeşinden başka kimsenin göremediği pembe renkleri var etmekte zorlanmamıştı.
Yalın ailesini kime sorarsanız herkes zenginliklerini, paralarını konuşurdu. Zenginin parası züğürdün ağzını yoruyordu da kimse gönüllerindeki, çocukluklarındaki yorgunluğu görmüyordu.
Bu düşüncelerle ürperip derin bir nefes alırken daha önce hiç fark etmediği bir şeyi de fark etmişti. Babasının gidişinin, çocuk kalbinde açtığı yarayı… Yıllar geçmiş olsa da bıraktığı izle ilk defa yüzleşmişti. Yüreğinde büyüyen sancıyı yutkunarak gidermeye çalışırken, sadece Defne’nin gidişinin yıkıma sebep olmadığını da anladı. Aslında bu korkusunun temelini babası atmış, Ertuğrul babasına küsüp evi terk ederek korkuyu inşa edip büyütmüş ve Defne yıkıp geçmişti.
İnsanlar hayatları boyunca binlerce olay yaşar, her birinden izler taşırlardı. Yaşadığı bu olayların izlerini hâlâ taşıdığını anlaması bu kadar geç olmamalıydı. Bir yerlerde yanlış yaptığını şimdi şimdi anlıyordu. Yaş aldıkça kendini işe vermiş, canı acıdıkça çalışmıştı. Hem de hiç durmadan, olan biteni düşünmeye bile fırsat vermeden, yarasını sarmak yerine üstünü örtmekle geçiştirmişti. Örtü kayıp yere düşünce de yaralar gün yüzüne çıkmıştı.
Ertuğrul’un kendisine söylediği sözleri duyarak gerçekliğe dönse de tam anlamıyla toparlanamamıştı. Armağan’ın yaralarını tedavi ettirip onu güvenli bir eve götürmüş, birkaç gün yanında beklemiş, ardından Dubai’den dönen kardeşleriyle buluşmuş, Cenk ve Ender’e neler olduğunu konuşmuşlardı ama iç dünyasında hâlâ sallanan bir tekne gibiydi. Dalgalar büyük ve kuvvetli, kendisiyse küçücük ve yaralıydı.
Aklı bu kadar karışmışken, kendisiyle ilk kez bu kadar baş başa kalmış, yüzleşiyorken Ankara’ya dönmek istemedi. Birkaç gün daha İstanbul’da kaldı ama Atilla ve Tomris’ten gelen bir telefon rotasını Bodrum’a çevirmesine neden oldu. Bodrum’daki yazlığın kapısında bekleyen Neşe ve Süleyman araçtan inen dört çocuğunun üçüne gülümseyerek bakarken, çocukları tıpkı küçükken olduğu gibi didişerek yanlarına geliyordu.
“Eskiden de yol boyunca birbirlerini yerlerdi.” Diyen Neşe’ye sıkıca sarılan Süleyman kıs kıs gülerken
“Zaten sırf didişip, özlem gidermek için karayoluyla geldiler ya Neşem.” Demiş ve gülüşü kaybolup giderken iç çekip eklemişti.
“Keşke Ertuğrul da gelseydi.”
“Gelecek… O da gelecek Süleyman.” Sözlerindeki umuda sığınıp, çocuklarına bakmaya devam etti. Kapıya yaklaşıp
“En üst kattaki oda benim.” diye bağıran Tomris’i ensesinden yakalayan Alparslan, havada patinaj çeker gibi debelenen ayaklarına bakıp gülmemek için kendini sıkarken, koşmaya hazırlanan Atilla’yı da yakaladı.
“İlk doğan benim, en büyük çocuk benim, abi olan benim. En büyük oda da benim. Siktirin gidin, sonradan gelmeler.” Tomris ve Atilla’nın bağırışlarına aldırmadan annesine ve babasına ilerleyip sarıldı.
“Hoş geldin aslanım…” diyen koca çınarın gözlerinin içindeki gülümsemeyi görüyordu. Tıpkı o gülüşün ardında saklamaya çalıştığı burukluğu gördüğü gibi.
“O da gelecek, üzülme babam.” Dedikten sonra annesine döndü ve anında küçük bir çocuk oluverdi. Annesinin koynuna sokulup, sırtını sarmaya yetmeyen kollarının arasına girdi. Vakti zamanında içinde büyüttüğü, koynunda uyuttuğu, kollarında taşıdığı ilk bebeğini şimdi saramamak, Neşe Hanım’ı da güldürmüştü. Buruk da olsa.
“Damsız almıyoruz Alparslan Bey. Yanınızda güzel bir hanımefendi görmeyi beklerdik.” Deyince bıyık altından güldü.
“Güzel hanımefendi benim yarım bıraktığım işlerle cebelleşiyor ve eminim ki şu an burnundan soluyup, bana küfürler ediyordur.” Neşe, oğlunun bu sözleriyle kahkahayı patlatırken, Süleyman ve kollarının arasına aldığı diğer iki çocuğu da gülmeye başlamıştı.
“Tanıdığımız Alparslan Yalın’a şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar denemeyiniz çünkü ben bu hâlini çok sevdim.” Diyen Atilla, abisinin sırtına atlayıp kollarını da boynuna doladı.
“Canım abim, biricik Alpoşum… Sen âşık mı oldun?”
“Lan Atillaaaa…” diye bağırsa da beline dolanan bacaklarını sıkıca tutup evden içeri girdiği gibi koşmaya başlamıştı. Koltuğa yığılmadan önce Atilla’nın Grup Vitamin’den söylediği
“‘Ov ov, çekilin yoldan, Vahşi Batı’dan geliyorlar
Amerikanlar eskidi, bunlar Turkish Kovboylar’” şarkısına annelerinin sesi karışmıştı.
“Bir kez daha koltuk takımımı kırarsanız, sizin kafanızı kırarım hergeleler… Kime diyorum ki, kime diyorum!”
“Evet sayın seyirciler, erkeklerin neden uzun yaşamadığını konu alan canlı belgeselimizin sonuna gelmiş bulunmaktayız… Ölen tüm beyin hücrelerinize Allah’tan rahmet, geride kalanlara da diğerlerinden daha uzun bir ömür dilerim.” Süleyman Bey, kızının söyledikleriyle kahkahayı basarken, Neşe Hanım üçüne birden terlik atmıştı.
“Anne… Ne zamandır üç ayaklısın?” Atilla, koltuğun ardından sadece gözleri görünecek kadar başını çıkarmış, annesine korkuyla bakıyordu.
“Ne diyorsun oğlum?”
“Anne, iki terlikle üçümüzü vuracak kadar teknik taktik mi çalışıyorsun? Yoksa üç ayağın mı var?” Süleyman, Tomris ve Alparslan renkten renge girmiş gülerken Neşe Hanım oğluna ciddiyetle bakmaya çalışıyordu.
“Dört çocuğumu iki terlikle haklamayı öğrenecek bolca zamanım oldu ortanca hergelem. Abinden sektirdiğim terlikle seni de vurdum. Anladın mı annecim?”
“Anlamaz olaydım.” Deyip koltuğun ardında kaybolmasıyla Alparslan onu ensesinden kavrayıp göğsüne çekmiş ve başının üstünü öperken
“Sen hiç büyüme ulan, manyak herif.” demişti.
***
Akşam mesai bittikten sonra eve geçen Bergüzar, kapısının önündeki korumaların sayısının yine arttığını fark edince, Alparslan’ın bir süre daha Ankara’da olmayacağını anladı. Koruma sayısı arttıkça Alparslan’ın dönüşünün gecikeceğini bir hafta önce anlamıştı. Televizyonlar Ender Açıktan’ın yol kenarında darp edilmiş bir hâlde, ağır yaralı olarak bulunduğunu söylediği geceden beri durum böyleydi. Korumalar artıyor, evi, şirketten kendisine tahsis edilen aracı daha fazla gözleniyordu.
Alparslan İstanbul’daki şirketle ilgili bir şeyler söyleyip gitmişti ama o sözlerin bir bahaneden ibaret olduğunu haberler ortaya çıkınca anlamıştı. Kendisine hiçbir şey söylemese de bunu anlaması zor değildi. Gideli uzun süre olmuştu, gün içerisinde iş için konuşuyorlardı. Akşam olunca da ‘nasılsın, iyi misin, seni özledim, seni seviyorum’ cümlelerinin geçtiği kısa bir görüşme daha yapıyorlardı. Hepsi bu kadardı. Zaten ne kendinden ne de Alparslan’dan uzun ve romantik telefon görüşmeleri yapmasını beklemiyordu. Liseli değillerdi.
Alparslan pek bahsetmese de şu an ailesiyle bir şeyleri yerli yerine oturttuklarını tahmin ediyordu. Bir süredir onlarla birlikte Bodrum’daydı. ‘Demek ki ailesiyle olmaya ihtiyacı var’ diye düşünse de onu özlüyordu. Huysuzluğunu bile özlemişti. Ayrıca ona hiç bahsetmese de Ankara’daki şirkette dedikodu kazanları kaynıyordu. Arkadaşı Ayten’den duyduğuna göre çalışanlar ikisi arasında bir şeyler olduğunu dillendiriyordu. Bunun dillendirilmesi umurunda değildi de sözlerin içine saklanırmış gibi yapılan imalar canını sıkıyordu.
Argo tabirle, kendisinin Alparslan Yalın’ı ‘kafaladığı’, para avcısı olduğu, yerini sağlama aldığı gibi sözleri duymak üzülmesine sebep olmuştu. Aralarındaki ilişkinin parayla, malla, mülkle hiç alâkası olmadığını kendisi biliyordu da insanların böyle söylemleri gururunu kırmıştı. Günlerdir üstüne kilitlenen bakışlardaki yersiz öfkeyi görüyor, dillerinin ucunu dokundurarak söyledikleri sözleri duyuyordu.
Alparslan burada olsaydı belki tüm bunlara dayanmak daha kolay olurdu diye düşünmekten kendini alamıyordu. En azından yanında olsaydı, göğsüne sokulur, gözlerini kapatır ve herkesi boş verirdi. Doğrusu o yanında olmasa da yanında olan arkadaşlarına çok şey borçluydu. Ayten sayesinde Dicle, Emel, Gül ve Sedef anne de şirkette olanları duymuştu. Bergüzar’ın moralini düzeltmek, biz hep yanındayız demek içinse şahane bir plan hazırlamışlardı. Angaralıların şanına yakışacak bu plan ise Bodrum’da bomba etkisi yaratacaktı.
İşten çıkıp Ayten’i de alarak kızların birlikte yaşadıkları eve geçtiğinde gördüğü manzarayla şok olmuştu.
“Oha, evi pavyona çevirmişsiniz.” Demesiyle karşısındaki dört kadının da kahkahalara boğuluşunu izledi.
“Angaranın neyi meşhur?” diye bağırarak soran Gül, Ankaragücü’nün Tribün Amigosu gibiydi.
“Pavyonu…” cevabıyla iyice coşan kızlar hâlâ kapıda şaşkın şaşkın duran Bergüzar’ı aralarına aldılar.
“Bak anacım, bu gece dibine kadar eğleneceğiz.” Diyen Dicle’yi
“Dağıtacağız…” diyen Emel ve
“İçeceğiz…” diyen Ayten takip etmişti. Kızlar sustuğu anda Gül daha da gaza gelerek bağırdı.
“Ey çeeeek…” Bergüzar onların bu hâline gülerken Angaralı damarı ortaya çıktı ve kahkahaları arasında
“Eyyyy…” diye bağırmaya başladı. Belli ki bu gece gerçekten unutulmaz olacaktı.
Yemek yerken Toprak’ı görüntülü arayıp, telefonu masanın ucuna koydular. Madem toplanmışlardı ve dibine kadar eğleneceklerdi kadro eksik olmamalıydı. Grubun altıncı ve en küçük üyesi uzaktan da olsa kendilerine eşlik ederken gırgır şamata artarak devam ediyordu ki korkulan oldu. Belindeki bir takım kaşığı silah çıkarır gibi çıkartan Gül hepsine sırıttı. Parmaklarının arasından geçirip avuç içlerine oturttuğu dört kaşığı birbirine vurduğu anda Ayten de zilleri gün yüzüne çıkardı. Kaşık sesi, zil sesine karışınca Ankaralılar için akan sular dururdu.
Bergüzar için de hayat derdi, kaygısı, korkuları tam o anda durdu. Kendine bir takım daha kaşık bulup, Dicle ve Emel’e de zil bulduktan sonrası salonun ortasına geçti.
“Işıklar!” dediği anda beyaz ışık söndü, kızların özenle hazırladığı kırmızı, yeşil ve sarı renklerin oluşturduğu led ışıklar yandı.
“Müzik!” Ses sisteminin tuşuna büyük bir gururla basan Emel son kurşunu da atmıştı. Bu sırada hâlâ görüntülü aramayla onları izleyip aklındaki bin bir tilkiyi çalıştıran Toprak ise harekete geçmişti. Ayten’e ortamın kısa bir videosunu çektirip kendisine göndermesini istediğinde Ayten hınzır bir gülüşle istediklerinin hepsini yaptı. Önce Toprak’a ardından da Toprak’tan Alparslan’a ulaşan videonun açıklamasında şunlar yazıyordu.
‘Ablamı âleme düşürecek ne yaptın merak ediyorum!’
Alparslan açıklamayı idrak edemeden videoya tıkladı. Videoda gördüğü kızları bir yerden tanıyordu ama… Gözleri önce kısıldı sonra kocaman açılırken ağzı da ‘o’ şeklini aldı.
“Lan!” Söyleyebildiği tek kelime de bu olmuştu. Elindeki kaşıkları ustaca çalarak oynayan Bergüzar’ı izlerken soluğu kesilmişti. Böyle de oynanmazdı be zalımın kızı… Ritme uygun küçük adımlarla ilerleyen ayakları, omuzlarını hareket ettirişi ve kıvrılan kalçaları sabrının son noktası olmuştu.
“Lan bu ne? Pavyona mı gitmişler?” diye bağırdığı anda sağ ve sol omuzu üstünde beliren Atilla’yla Tomris’in kafalarının arasında sıkışmıştı.
“Oha ortama bak çok iyi. Bergüzar’la kanka olmalıyım.” Diyen Tomris’in kafasına sağlam bir tokat indirirken, Tomris’in olaya yaklaşımına kahkaha atan Atilla’nın gözlerini kapatmaya çalışıyordu.
“Ne bakıyorsun lan, bakma…”
“Ama abicim sinirlenmeden önce kızların hakkını teslim etmek lazım… Çok iyi oynuyorlar.”
“Atilla!” bağırışıyla bahçe inlerken Atilla çoktan tüymüştü. Tomris de göz önünden gidince yalnız kalıp derin bir nefes aldı. İşte tam o sırada da kızları bir güzel oynatan şarkının sözlerini duydu.
‘Gelene Roma’yı, gidene kınayı
Sana Ankara’yı yakarım
Seçtin parayı, açtın arayı
Başkasına abayı yakarım’
“Roma, kına, aba… Ulan yanana da yakana da… Neyi yakıyorsun sen… Roma’yı ben yaktım. Kınayı anam yakcak… Abayı da…” Kendi kendine bağırırken Tomris’in sesini duydu.
“Evladım sen…”
“Ben mi?” diye cevap veren ise Atilla’ydı. Bu diyaloğun sonunun nereye gideceğini bilerek gözlerini sıkıca kapatıp, dişlerini sıkıp bekledi.
“Evet sen… Roma’yı kim yaktı?” Atilla,
“Valla ben yakmadım.” deyip tıpkı Kemal Sunal’ın İnek Şaban tiplemesi gibi güldüğü anda sinirleri boşalmış ve kendisi de gülmeye başlamıştı.
“Yakcam ben Roma’yı… Yakcam… Görüşücez sizinle…” deyip ayaklandı ve arabasına ilerlemeye başladı. Atilla’nın keyifle
“Tribin olurum, düşünür düşünür sıkıntıya girersin…” diye şarkı söylemesinin devamını dinlemek bile istemiyordu. Direksiyona geçip aracı çalıştırdı ve bahçeden çıktı. Dikiz aynasından en son gördüğü manzaraysa karşılıklı göbek atan kardeşleriydi.
Gecenin bir vakti Ankara’ya varıp korumalardan öğrendiği adrese geldiğinde, önünde durduğu apartmana buz gibi gözlerle bakıyordu. Videoyu ilk kez gördüğünde kızları gerçekten pavyonda zannetmişti ancak korumanın attığı konum bilgisi işin aslını gün yüzüne çıkarmıştı. Apartmanın aralık kapısından gözlerini ayırıp, az ilerideki aracın yanında duran adamlara baktı.
“Kapının açık olduğunun farkındasınız değil mi? İsteyen istediği gibi girip çıkabilir!” dişlerini sıka sıka apartmana girdi, hızlı adımlarla merdivenleri çıktı ve kızların dairesinin önünde durdu. İçeriden hâlâ sesleri geliyordu ama müzik sesi yoktu. Saatin epey geç olduğunun bilincinde olduklarına göre şuurlarını o kadar da kaybetmemişler demek ki diyerek zile ardı ardına bastı.
“Hayırdır ulan, alacaklı gibi…” Gül’ün sözleri yarıda kesilirken yüzü de donuklaşmıştı. Kızların en dik kafalı, en agresif olanı bile şu an Alparslan’ın surat ifadesinden ürkerek dilini tutmayı tercih etmişti.
“O Esmer güzelini çağır ve kapıyı kapatıp kitle.” Gül ağzını açıp ‘emir veremezsin’ falan demeyi istedi ama sadece istemekle kaldı. Ağzını aynen kapatıp içeri girmesiyle Bergüzar’ın kapıya gelmesi bir olmuştu.
“Hayırdır Alparslan Bey, ne zamandır bize ahkâm keser oldunuz? Bu nasıl bir konuşma tarzıdır? Gelmiyorum. Bu gece kızlarla kalacağım.” Kapıyı kapatmak için hamle ettiği anda kapıya geçen avuç içinin çıkardığı sesi dinledi.
“Zaten seni özledim, gerçekten pavyondasın zannettim, sinirim tepeme çıktı. Ayrıca bu kadar güzel oynadığını görmek aklıma hiç de edepli şeyler getirmedi. Şimdi uslu uslu benimle gel, yok gelmem diyorsan da…”
“Gelmiyorum…”
“İyi, peki… Ben seni her türlü götürürüm Esmerim.” Kızı belinden kavrayıp omzuna attığı gibi merdivenlerden inmeye başlamıştı.
“Sen günlerce gelme, doğru düzgün arama sorma… Sonra kapıya dayanıp beni kaçır… Oldu be!” belinden yukarısı Alparslan’ın omzundan aşağı sarkarken bile bu kadar konuşabilmesi normal değildi. Ne çene vardı yahu…
“Oldu işte bebeğim, bak… Gayet güzel oldu.”
“İndir beni, yoksa kusarım. Gerçekten kusarım Alparslan…” tüm itirazlarına rağmen kendini arabada bulduğunda midesinin allak bullak olduğunu da hissetmişti. Onca yemek, içki… Hepsi karışmış gibi hissediyordu.
Eve kadar ağzını bile açmadan zar zor dayanmıştı ama evden içeri girmesiyle banyoya koşması bir olmuştu. Midesinde ne var ne yoksa çıkartıp, bir yandan da salya sümük ağlarken, nasıl göründüğünü düşünmek bile istemiyordu. Saçlarını arkaya doğru toplayan elleri hissedince daha çok ağlamaya başladı. Artık midesi bulanmıyordu ama ağlama krizini de durduramıyordu. Aslında bu hâlinin sebebi Alparslan’dan ilk kez bu kadar ayrı kalmış olmasıydı. Yoksa yapılan onca dedikoduya kulak tıkamayı bilecek bir kadındı. Elini yüzünü yıkayıp, lavabonun önüne oturdu ve banyo dolaplarına dayanıp ağlamaya devam etti.
“Seni küçük ayyaş… Gel buraya gel… Ben seni çok özledim bebeğim.” Diyerek açılan kolların arasına girip resmen kucağına tırmanmıştı.
“Niye gelmedin? Neden bu kadar uzun sürdü?”
“Uzun sürdü çünkü bana dediğin şeyi yaptım.”
“Neyi, ne söyledim ki?” diye soran, sorarken de yaşların dökülmeye devam ettiği gözlerine bakıp gülümsedi.
“Öfkemi öldürdüm. Sana, gönlüme sevgi tohumları ekesin diye yer açtık Esmerim.” Demesiyle Bergüzar mümkünmüş gibi daha çok ağlamaya başladı.
“Bir de seni izledim… Uzaktan uzağa izledim. Neden bana söylemedin? Konuşmuş, anlaşmıştık. Bir şey olursa söyleyecektik. Neden şirkette olanlardan bahsetmedin? Günlerdir sen söyle diye bekliyorum.” Bergüzar geri çekildi, yüzüne ters ters baktı. Daha doğrusu bakmaya çalıştı. Çünkü ağlamaktan kızaran yüzü, şişen gözleriyle pek de öfkeli bakamıyordu. Suratı resmen küçük bir domatese benzemişti. Alparslan bu düşünceyle gülmemek için dudaklarını kemirirken, onun yüzünü kuruluyordu.
“Ne yani biliyor muydun?”
“Ben, kulağı kesiklerdenim Bergüzar Hanım. Bedenen şirkette olmasam da olan biten her şeyi duyarım, bilirim. Hele de konu seninle ilgiliyse. Atağıma, karşı atak yaparak konuyu değiştiremezsin. Söyle bakalım, neden anlatmadın?”
‘’Bu olanlar, canımı tehlikeye atmıyordu. Seni arayıp, ispiyoncu çocuklar gibi olanları anlatmak istemedim. İstemediğim için de anlatmadım. Amacım gizlemek değildi.’’
‘’Bunun ispiyonculukla alakası yok Esmerim. Önce bunu anla. Sonra da bana olan biteni sen anlat. Lütfen.’’ Bergüzar başını önüne eğip, parmaklarıyla oynadı. Ne diyeceğini, dedikoduları nasıl anlatacağımı bilemiyordu. İnsanlar konuşmaktan utanmıyordu da o, konuşulanları anlatmaktan utanıyordu. Dedikodunun temelinin para, statü gibi etkenler olduğunu açıkça dile getirmek onun için kolay değildi. Alparslan da bunu biliyordu ama yine de ondan duymak istiyordu. Ne hissediyor, ne düşünüyor tahmin etse de onu gerçekten anlaması için bu gerekliydi.
“Aramızda ilişki olduğundan ama bu ilişkinin…” sustu, yutkunmaya çalıştı. Az evvel duran gözyaşları yeniden yanaklarına dökülünce, Alparslan’ın kalbi acımıştı. Kızın çenesini kavrayıp, devam et der gibi başını salladı.
“… Para için olduğundan bahsediyorlar. Seninle paran için ilişki yaşadığımı söylüyorlar.” Duymak istemişti ama yüksek sesle söylendiğinde de bu kadar yıkıcı olacağını düşünememişti. Aldığı her solukta, bu sözleri söyleyenlere öfke doluyordu. En masum ve gerçek duygularla yaşadıkları aşk için böyle sözler söyleyip, yakıştırmalar yapmalarına öfke doluyordu.
Derin derin nefes alıp Bergüzar’a odaklanmaya çalıştı. Uzun süredir tüm bu saçmalıklarla tek başına mücadelesini, insanların daha ne kadar çirkinleşebileceğini izlemişti. Sevdiği kadın ise bütün çirkinliklerin arasında bembeyaz bir gül gibi, dimdik durmuştu. Onunla gurur duyuyordu. Kaçıp gitmediğini, herkese ve her şeye kulak tıkayıp işine baktığını görmek son tereddüt kırıntılarını da yok etmişti.
“Hepsiyle ilgileneceğim ama sen de kendini daha fazla üzmeyeceksin. Anlaştık mı?” Aldığı cevap ise sessiz bir baş sallamaydı. Yerden kalkıp, onu da beraberinde kaldırdı ve yatak odasına geçtiler. Üstlerini değiştirip yatağa uzandıklarında
“Eee, ben yokken başka neler oldu?” sorusuyla Bergüzar biraz heyecanlanır gibi olmuş ve doğrulmuştu.
“Bir şey daha oldu. Bunu sana böyle söylemek istemiyordum ama biraz daha söylemezsem çatlayacağım.” Alparslan da doğrulup, merakla gözlerine bakınca derin bir nefes aldı.
“Yüksek Lisans için yaptığım başvurum kabul edildi. Geçen hafta da sözlü mülâkatı tam puanla geçtim ve eğitime kabul edildim.” Dediği anda Alparslan’ın heyecanla bedenine doladığı kollarını hissetti.
“Sen ciddi misin? Gerçekten mi?” diye sorarken bir yandan da yüzünün her yerini seviyor, öpüyordu.
“Evet…” Sevinç ve heyecan dolu kahkahalarla birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
“Hayallerini gerçekleştiriyorsun öyle mi Esmerim?”
“Galiba hayallerini gerçekleştirme sırası bana geldi.” Dediğinde Alparslan’ın içi bir hoş olup hüzünlense de bu duygu, ne sevincine ne de duyduğu gurura gölge düşürememişti.
“Seninle gurur duyuyorum. Bitmeyen, tükenmeyen umudun, hırsın, çalışkanlığın, inadınla gurur duyuyorum. Bu daha başlangıç biliyorum. Yakın gelecekte çok başarılı bir akademisyen olacaksın. Hayallerindeki kadar büyük başarılara imza atacaksın. O yüzden sakın hayal etmeyi ve hayallerin uğruna çalışmayı bırakma. İnsan, hayalleriyle yaşadığı gibi, hayallerini de yaşar. Hayalin ne kadar büyükse gerçeğin de o kadar büyük olur. Sen zirveyi hayal et, bunun için çalışmaya devam et. İnan bana, günün birinde zirveden aşağıya bakacaksın. Fakat bu bakış egoyla sarmalanmış, kendini beğenmiş bir bakış olmayacak. Sen, zirveden aşağıya bakarken, zorluklarla geçtiğin yolları görecek, öğrencilerin o zorlukları yaşamasın diye önlerini açacak ve ardından gelenlere ışık tutacaksın. Gerçek öğretmenler gibi… Sen de gerçek bir öğretmen olacaksın. Hayalindeki gibi…”
“Hayalimi gerçekleştirmem için istifa etmem gerekse de böyle düşünür müsün?” Muhabbetin sonunu, taa başından tahmin edecek kadar kıvrak zekâlıydı Alparslan. Yüksek lisans dediği anda artık eğitimine odaklanacağını anlamayacak değildi ya… Bu durumdan memnun olmasa da başını hafifçe salladı.
“Yapacak bir şey yok kadınım. Önceliklerin değişiyor ve bana da saygı duymak düşüyor. Aklıma yatmayan tek şey, işten çıkarsan nasıl para kazanacaksın?’’ Adı gibi biliyordu ki yardım etmek istese, Bergüzar böyle bir yardımı asla kabul etmezdi.
‘’Yeni bir iş bulurum. Yani bulurum herhâlde…’’
‘’Yeniden iş bulmak yerine, şirketteki çalışma alanını değiştirelim desem, bunca laftan sonra kuzumu çakalların arasına bırakamam.” Deyip onu göğsüne bastırıp alnını defalarca öpmüştü. ‘Kuzum’ diye sevilmekse Bergüzar’ın pek hoşuna gitmişti.
Şöyle bir gerçek vardı ki baba sevgisi, şefkati eksik olan kız çocukları, çoğunlukla o sevgi ve şefkati kendilerinden yaşça büyük ve daha olgun erkeklerde ararlardı. Bu gizli gizli süren duygusal arayışın sonucu Bergüzar gibi yaşı biraz daha ilerlemiş genç kadınlarda yanlış tercih yapma oranını düşürebilirdi belki. Ancak kızların yaşları gençse, hataya düşüp, şefkat sevgi arayalım derken kötü emelleri olan erkeklere de kurban gitme oranını artırıyordu. İnsan denilen varlık, cinsiyeti ne olursa olsun hep sevgiyi arıyordu. Bulamazsa da yanlış yollara sapıyordu. Hem de körü körüne.
Bu yüzden okumak önemli, kendini geliştirebilmek kıymetliydi. O zaman kızların ayakları yere sağlam basardı. O zaman iki aşkım lafına, bir çiçeğe kanmazlardı. Akıl ve mantık devreye girip, karşısındakini ölçüp tartar, yolunu dosdoğru çizerdi. Ekonomik özgürlük, sosyal hayatta ben de varım deme… Bunları gerçekleştirmenin iki yolu vardı. Okumak ve daima çalışmak. Yılmadan, usanmadan, yetinmeden, oldum demeden çalışmak.
Gelişen ve değişen dünyada kadının daha fazla yer almasını isteyen Bergüzar’ın da en büyük dileği kız çocuklarını aktif olarak bu eğitimin içine katabilmek, onların yanında durabilmekti. Onlar benlikleriyle, kendi kimlikleriyle var olduğunda değişecekti dünya. Kimseye sırtlarını dayamadan yürüdüklerinde gelişecekti.
Daldığı düşüncelerden ufak bir öpücükle uzaklaştığında Alparslan’ın sorduğu soruyu düşünmeye başlamıştı.
“Daldın gittin…”
“Hıhıı… Daldım, galiba biraz da dağıldım. Tek kelimeyle bana ayna tuttun. Farkına bile varmadan yaptın bunu.” Dediğinde Alparslan kaşlarını hafifçe çatmış düşünüyordu. Ne demişti de sevdiği kadını böylesi derin düşüncelere daldırmıştı?
“Kuzum…”
“Ne?”
“Kuzum dedin ya… Bir baba gibi… Fazla masum, şefkat dolu bir kelime. İçinde hepimizin tadamadığı bir şeyler saklı sanki.” susup yutkundu, dudaklarının içini kemirirken gözlerini gözlerinden kaçırdı. Alınları birbirine dayanırken Alparslan’ı da darmadağın ettiğinin farkındaydı ama kendine engel olamamış ve hislerini açık etmişti.
“Çocukların çok şanslı olacaklar Alparslan… Güzel kalpli, sevmeyi bilen bir babaları olacak.”
“Çocukların değil Esmerim… Çocuklarımız… Allah’ın işine bak ki birden fazla olacaklarının mesajını veriyor.” Sözlerine kahkaha atarken sakallarla kaplı yanaklarını kavrayıp, yeni fark ettiği gözyaşlarını sildi.
“İş mevzusuna geri dönecek olursak… Ne olacağını ben de bilmiyorum.” Deyip kendini geriye doğru bıraktı ve yatağa kollarını iki yana açmış hâlde düştü.
“Gel… Sarılıp uyuyalım.” Demesiyle Alparslan’ın
“Ben başka şeyler yaparız diye umuyordum.” dediğini duyunca bir kez daha güldü.
“Regliyim. İnşallah bir hafta sürer de sen de beni özleyip özleyip özleminden kararıp kalırsın.”
“Böyle dua mı olur Esmerim? Bir hafta mı? Yuh! Ayrıca sanki bir tek ben özlüyorum. Hani nerede aslanın dişisi de aslandır diyen hatun?” Bergüzar katıla katıla gülerken, Alparslan çocuk gibi koynuna sokulmuş homurdanıyordu.
“Bir hafta mı? Valla mı kız?”
“Valla!”