11.BÖLÜM
Odasına geçtiğinde hâlâ durmak bilmiyor, düşünmeye devam ediyordu. Tarım Projesi için ilk adımı atmıştı. Şimdi sıra aklındaki diğer projeleri hayata geçirmek için adımlar atmaya gelmişti. Masasının üstünde duran telefonu eline alıp Akdağ ili Başsavcısı’nı aramaya başladı. Telefon ikinci çalışında cevaplandığında soluk almadan konuştu.
“Sayın Başsavcı’m, Vali Nazenin Tuna. İyi Pazarlar. Bir saat sonra valiliğe gelmenizi rica ediyorum. Bekliyorum.”
Bir saat sonra odasının açık olan kapısında beliren Başsavcı’yı karşılayan Nazenin, adamın meraklı bakışlarına tebessüm ederek karşısındaki koltuğa oturmuş ve birkaç soru sormuştu. Sorduğu soruların cevapları tam da umut ettiği gibi olunca onu uğurlayıp yine telefonuna sarıldı. Ama bu sefer aradığı kişi oldukça tanıdık bir kişiydi. Bir dost, bir kardeşti onun için.
“Sinem Savcı’m, iyi günler. Nasılsınız?” Telefonun ardından gelen hışırtıyı duyuyordu. Muhtemelen Sinem her Pazar günü olduğu gibi yine yatağında keyif yapmakla meşguldü ve Nazenin, bu keyfi bozmuştu.
“Nazo… Pardon. Sayın Vali’m,” diyerek hemen toparlayan arkadaşına gülmemek için dudaklarını kemirdi.
“İyiyim teşekkür ederim. Siz nasılsınız?”
“Sağ olun, ben de iyiyim. Sizinle görüşürsem ve istediğim cevapları alırsam daha da iyi olacağıma şüphem yok.” Saniyeler sonra kişisel telefonu çalmaya başlayan Nazenin, ekrandaki ismi görünce neredeyse kahkaha atacak olmuştu. Kişisel telefonunu da diğer kulağına dayayıp, “Efendim Sinemciğim,” dediği anda tiz bir çığlık sesi karşıladı kendisini.
“Nazo ne yapıyorsun ya? Pazar günü Vali olarak aramak nedir?” Kahkahasını bastırmak için dudağını kemirmeyi kesip soluklandı.
“Ben senin gibi aylak mıyım kızım! İşimin başındayım. Kes goyguyu, kapat telefonu. Diğer telefona dön,” dedikten sonraysa şahsi telefonundaki aramayı sonlandırıp hiçbir şey yokmuş gibi resmi telefonunda konuşmayı sürdürdü.
“Cuma günü Ankara’da olacağım. Öğle molasında sizinle görüşmek istiyorum. Lütfen programınızı ona göre ayarlayın.” Sinem kısa süre sessiz kalıp ardından tedirginlikle, “Tabii ki Sayın Vali’m,” dedi.
Nazenin, gecikmeden cevap verdi. “Cuma günü görüşürüz.” Telefonu kapattıktan kısa süre sonra kişisel telefonuna gelen ileti sesini duyunca göz ucuyla ekrana baktı. Neler oluyor anlamadım ama hadi hayırlısı! Mesajına gülümsedi. Derin bir iç çekip, “Hadi hayırlısı,” derken toparlanmaya başlamıştı. Günün birçoğunu burada geçirmişti ve artık eve dönüp biraz dinlenmek istiyordu. Yarın gün yeniden doğana kadar paydos verecekti.
Merdivenlerden inmeye başladığı sırada aklına gelen şeyle yüzü kaskatı kesilirken, telefonunu yeniden eline aldı.
“Merhaba Figen, nasılsın?”
“Teşekkür ederim Nazenin Hanım, iyiyim. Siz nasılsınız?” Basamakları ağır ağır inmeye devam ediyor, bir yandan da yüzünü sıvazlıyordu.
“Teşekkür ederim. Senden bir şey rica etmek için aramıştım,” dediğinde, Figen hemen söze girmişti. “Tabii buyurun.”
Sonuna geldiği basamakların ucuna oturup derin bir soluk daha alırken aklından geçenleri nasıl dile getireceğini düşünüyordu. Dahası dile getireceği şeyi kendisi yapmak istiyordu ancak bunu yapamayacağını da biliyordu.
“En son operasyonda Metehan Binbaşı’nın kolunu kurşun sıyırmıştı. Yarasına bakıp bana haber verir misin?” Telefonun ucunda kısa bir sessizlik olduğunda Nazenin sabırla beklemişti. Boğazını temizler gibi birkaç kez öksüren Figen, “Yarasına müdahale etmemi kabul eder mi bilmiyorum ama elimden geleni yapar, sizi de haberdar ederim,” dediğinde usulca başını salladı. Sanki Figen bu yaptığını görebilecekmiş gibi.
“Teşekkür ederim. Haber bekliyorum,” deyip duraksadıktan sonra hızlı hızlı konuştu. “Ama lütfen senden bunu rica ettiğimden haberi olmasın.” Figen kısık bir sesle gülerken Nazenin’in de yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu. Telefonu kapatıp oturduğu yerden yavaşça doğruldu ve ana girişe ilerlemeye devam etti.
Bu sırada biriken ev işleriyle uğraşan Metehan ise evin her köşesinde Nazenin’e ait anılar görmekten yorulmuştu. Az evvel yatağın altını süpürürken, süpürge başlığını tıkayan şeye bakıp birkaç saniye donup kalmıştı. Çünkü başlığı tıkayan o şey, Nazenin’le yaşadığı en mahrem anıları zihninde canlandıran bir külottu. Çamaşırın ne ara yatağın altına girdiğine dair en ufak fikri bile yoktu.
Süpürgeyi kapatıp olduğu gibi yerde bıraktı. Evden kaçarcasına hızla çıkmak isterken aniden Figen’le burun buruna geldi.
“Metehan abi…”
“Figen?” Figen sıkıntıyla kıpırdanıp, “Kolundan yaralanmışsın. Müsaade edersen bakabilir miyim?” diye sorunca, Metehan’ın kaşları önce şaşkınlıkla havalandı, ardından da çatıldı.
“Söyle bakalım sen bunu kimden öğrendin?” Sorusuna cevap vermeyen Figen’e daha dikkatli bakıp, “Figen!” dedi uyarır gibi.
“Bunu Albay’dan ya da timden duyamayacağına göre geriye sadece tek bir isim kalıyor. Evimin anahtarını verdiğin isim!” Sözleriyle Figen hepten kızarmış, gözlerini kaçırıp başını yere eğmişti.
“Senin için endişe ediyor. Onu endişe içinde bırakma ya da bana yalan söyletme abi. İzin ver bakayım.” Metehan imalı ve hüzünlü bir ifadeyle gülüp usul usul başını sallarken, “Çok merak ediyorsa gelsin kendisi baksın!” demekten kendini alamamıştı. Figen’in utançla kızaran yüzünü gördüğünde ise gerginliğini bastırmaya çalışarak genç kadının omzunu hafifçe sıktı.
“Sen üstüne alınma bizim kız. Ve lütfen aramıza girmeyin. Aramızda kalırsınız. Ne ben, ne de meraklı hanımzade bunu istemeyiz.”
Figen hüsranla başını sallayıp, “Peki o zaman,” diyerek giderken, Metehan da apartmandan çıkmıştı. Tempolu bir yürüyüş tutturup aklındakilerden kurtulmaya çalışsa da başaramıyordu. Evde aklına gelenler yetmezmiş gibi bir de az önce yaşanan olay kafasına takılıyordu. Demek ki Nazenin onu merak etmişti. Bu düşünceyle kendi kendine gülüp soluklanmak için durdu ve derin derin nefesler aldı.
“Ne gidebiliyorsun, ne de kalabiliyorsun. İkimizi de arafta bırakıyorsun, Vali Hanım.”
Evine girip Nazenin’i arayan Figen, ise ona nasıl bir açıklama yapacağını düşünüyor ve renkten renge giriyordu. Telefon üçüncü çalışında açılıp kadının sesini duyduğunda, “Nazenin Hanım…” deyip duraksadı.
“Söyle Figenciğim.” Figen olduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp iç çektiğinde, karşı taraftan gelen hafif gülme sesini ve ardından da ima dolu soruyu duydu.
“Ne dedi?” Nokta atışı soru karşısında ne diyeceğini hiç bilemeyen Figen kem küm etmeye başladı.
“Şey… Yarana bakayım dedim ama izin vermedi.”
“Ne dedi Figen?” Israrla gelen aynı soruyla derin bir nefes alıp fısıldadı.
“Çok merak ediyorsa gelsin kendisi baksın dedi Nazenin abla.” Figen’in bir anda resmiyetten uzaklaşıp tıpkı bir kız kardeş edasına bürünmesiyle Nazenin gülümsemişti.
“Tamam canım. Ben anlayacağımı anladım. Sen sıkma canını. Teşekkür ederim.”
“Rica ederim, ne yaptım ki. Keşke yardımcı olabilseydim,” diyerek telefonu kapatan Figen’in mahcup olmasına sebep olduğu için kendine kızarken eve geldiklerini fark edip araçtan indi.
Evine girip üstündeki kıyafetleri çıkarmak için uğraşırken bir yandan da söyleniyordu.
“Küstah! Gelsin kendisi baksınmış!” Üstünden çıkardıklarını kirli sepetine atıp hızla odasına girdi. Bir tişört alıp başından geçirirken yine söylenmeye başladı.
“Sanki gidip baksam gösterecek!” Altına da eşofmanını giydiği sırada nefes almadan Metehan’a, Metehan’ın duymadığı sözler söylemeye devam ediyordu.
Mutfağa geçip kahve yapacaktı ki, dışarıdan gelen kapı sesini duyarak duraksadı. Kapıya yaklaşıp delikten baktığında Metehan’ın eve girdiğini görmüştü. Gördüklerini yok sayıp mutfağa ilerlemeyi başardı. Eğer bunu başaramasaydı kapıyı açıp adamın gözlerine baka baka çemkirecekti. Biliyordu.
Dişlerini sıkıp gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı. Sakinleşmeyi umut ettiği birkaç soluk alarak kahvesini hazırlarken sinirinden eli bile titriyordu. Tamam yaklaşmasın, konuşmasın ama iyi olduğunu bari söylesin istiyordu. Ne kadar kızmış, kırılmış olsa da kendisini böyle cezalandırmasını içine sindiremiyordu.
Eline aldığı kahve bardağını öfkeyle tezgâha bırakıp, ok misali fırlayarak önce mutfaktan sonra da evinden çıktı. Evin kapısını bile kapatma gereği duymayarak karşı daireye ilerledi. Yumruk yaptığı elini dakikalar sonra açıp, avuç içiyle kapıya peş peşe vurmaya başladı. Üçüncü ya da dördüncü vuruşunda resmen savrularak açılan kapının yerini Metehan alırken, Nazenin’in eli de havada asılı kalmıştı.
Adamın sinirli gözlerine birkaç saniye baktı. Kendi gözlerinde nasıl bir öfke pırıltısı varsa Metehan’ın sinirini bile bastırmış, adamın gözlerindeki ifade meraka bürünmüştü.
“Vali Han…” Hanım diyemeden omuz darbesiyle Metehan’ı sarsarak eve girdi. Onu pantolonunun belinden kavrayıp içeri çekti, kapıyı kapattı ve adamın sırtını kapıyla birleştirene kadar üstüne yürüdü. Göğüsleri birbirine yapışmış, solukları yine birbirine karışmaya başlamıştı.
Bu evde, bu kapıya sırtı en son dayanan kendisiydi. Ve o andan sonra neler yaşadıklarını da çok iyi hatırlıyordu. Şu an yaşadıkları sahneyle aklına dolan görüntülerden kurtulmak için başını hafifçe salladığında, Metehan’ın gözleri kısılmış, yüzünde silik ve imalı bir gülüş belirmişti. Aynı şeyi hatırlıyor ve düşünüyordu.
“Ne o, yanakların kızardı. Böyle durunca aklına bir şey mi geldi? Bu sahne sana bir şey mi hatırlattı?” Nazenin onun soğuk ve mesafeli ses tonuna mı sinir olsa, yüzündeki küstah ifadeye mi yoksa sözlerine mi bilemiyordu. Bildiği tek şey Metehan böyle bir adam değildi ama istediği zaman böyle biriymiş gibi görünmeyi ve davranmayı çok iyi başarıyordu.
Avuç içlerini adamın iki yanından kapıya dayayıp onu kolları arasına hapsederken, yüzüne iyice sokulmuştu. Dudaklarının bir milim ötesinde durup usul usul konuşmaya başladı.
“Yanaklarım sana sinirimden kızardı bu bir… Çok merak ediyor ama dillendiremiyorsan ben açık açık söyleyeyim, evet bu sahne bana ilk seviştiğimiz günü hatırlattı bu iki…” Metehan’ın kaşı şaşkınlıkla havalanırken, bu kez küstah bir ifadeyle gülümseyen taraf Nazenin’di.
“Beni cezalandırabilmek adına, senin canın için endişelendiğim ve bilgi almak istediğim anları kullanma bu da üç…” Bir adım geri çekilip, “Şimdi üstünü çıkar!” dediğinde Metehan bir şok hâli daha yaşamaya başlamıştı ki, tişörtünün eteğini kavrayan ve yukarı doğru çekiştiren eli hissederek irkildi. Yıllarca kendi kendine baş ettiği hormonları, arzuları bu dokunuşla, bu yakınlıkla bile uyanmıştı. Nazenin’le birlikte tattığı her duyguyu, her zevki iliklerine kadar hatırlıyordu ve bu durum şu an kendisine hiç yaramıyordu.
Tişörtü tutan eli yakalayıp kadını kendine ne ara çektiğini ya da ona daha yakın olmak adına ne ara başını eğip dudaklarına sokulduğunu bilmiyordu. Bildiği ve farkında olduğu tek bir şey vardı ki o da Nazenin’in soluğunun sıcaklığı, vücudundan yayılan kendine has kokusuydu.
Sıkıca tuttuğu eli bırakmadan diğer eliyle kadının belini kavradı ve saniyeler içinde dönerek onu kapıya dayadı. Hem de bedenini kucağına alıp, bedenleri arasında azıcık bile boşluk kalmayacak şekilde yaptı bunu. Kasıklarının üstüne yerleşen kadına istemsizce kendini sürtüp bastırdığında, ikisi de soluk soluğa kalıp inlemişti. Alınları birleşirken, “Neden merak ediyorsun ki? Aramızdaki duyguların mesleğime olan bağlılığımı zayıflattığını söyleyerek kesip attıktan sonra, git demedin mi?” diye fısıldamış ve birkaç saniye durup devam etmişti.
“Ben de gittim… Şimdi neden merak ediyorsun?” Nazenin tutunduğu omuzları sıkarken, “O güne dair hatırladığın tek şey bu mu?” diye fısıldamıştı, tıpkı Metehan gibi.
“Bu! Bir de cevapsız kalan sorularım.” Nazenin pürdikkat adamın gözlerine bakıp duyduğu sözleri sindirmeye çalıştı. Ardından ise hapsolduğu bedenden kurtulmak isteyerek onu itti.
“Bırak!” dediğinde, Metehan’ın kolları arasından çıkıp ayakları üstüne basması aynı anda olmuştu. Sanki bunu bekliyor gibi hiç tereddüt etmeden ve teklemeden bedenini bırakmıştı.
Nazenin kapıyı açıp hızla evden çıktığında, Metehan öylece ardından baktı. Ne durdurdu onu, ne de tek kelime etti. Sadece bıraktı. Tıpkı söylediği gibi.
Yaklaşık otuz saniyeyi karşı dairenin kapısına bakarak geçirdikten sonra evinin kapısını kapatıp salona ilerledi ve koltuğa kendini bıraktı. Aralarındaki bu soğuk savaş daha ne kadar devam edecek ya da nereye varacaktı? Bilmiyordu. Tahmin dahi edemiyordu. Sıkıntıyla iç çekip yüzünü ovalarken telefonunun sesini duydu. Sehpada duran telefonu eline alıp ekrana baktığında ise yüzünde buruk bir tebessüm oluşmuştu.
“Can kardeşinin canı sıkıldı sen de bunu hissettin galiba,” dediğinde, Andaç’ın homurtulu gülüşü ilişti kulağına.
“Birbirinizi öldürmediğinize emin olmak istedim.”
“Şimdiye kadar kan akmadı. Görünürde yani!” Andaç iç çekip, “Ama yüreğimiz kan ağlıyor mu diyorsun?” diye sorduğunda bu kez Metehan iç çekmişti.
“Kan ağlayacak yürek bile kalmadı galiba diyorum.”
“Ben de her ayrılığın bir kavuşması olur demek istiyorum.” Sözlerine Metehan güler gibi bir tepki verse de aslında yüzünde mimik kıpırdamadı.
“Olur mu gerçekten?” Sorusunu mırıldandıktan sonra aralarında kısa bir sessizlik oluştu. Ne Metehan tek kelime etti, ne de Andaç.
“Ne oldu anlat bakayım?” diyen dostuna son yaşananları anlatmaya başlamadan önce derin bir soluk almış, aldığı solukla resmen yüreği titremişti. Ama bunu bastırmayı başarıp, “Bir abiye kardeşiyle yaşadıklarımı anlatmam çok saçma değil mi ulan? Adamın biri arayıp Elif’le olanları anlatsa… Garip olurdu,” dedi. Andaç homurdanarak güldü.
“Sen adamın biri değilsin. Sen can kardeşimsin. Sen en gözde damat adayımsın. Ben de bu ilişkiyi kurtaracak olan hayırlı insan, mükemmel abiyim. Şimdi uzatma da anlat. Eve döndüğünde ne oldu?”
Metehan, Nazenin’in yaptığı ayrılık konuşmasını zaten önceden anlatmıştı. Son yaşananları da fazla ayrıntı vermeden anlatırken ve onun düşüncelerini dinlerken saat usulca akıp geçti. Telefonu kapatmadan önceyse şu sözleri mırıldandı.
“Sevdi ama hemdem olmadı, dert verdi hemdert olmadı. Bu kadın bana ne oldu, ne olmadı…”
***
Nazenin haftanın ilk günü Belediye Başkanı’yla görüşmekten memnun olmasa da aklındakileri hayata geçirebilmek için bunu yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Siyah ceket, pantolon ve gömlekten oluşan takımını giyip ayağına da aynı renkte topuklu ayakkabılarını geçirdi. Son kez kendine bakıp evinden çıktı.
Aklını karıştıracak, kalbini yoracak her şeyi bir kenara koyup, sadece işine odaklandı. Başkan’la yaptığı görüşmenin gündem maddesi, şehir merkezinde oluşturulmasını istediği Halk Eğitim Merkezleri’ydi.
Önceliği çocuklardı. Çocuklar için kısa vadede planladığı şey, yaz tatillerini daha verimli geçirmeleriydi. Uzun vadede ise çocukların yetenek ve ilgi alanlarını keşfedip, onları doğru yönlendirmenin peşindeydi. Her çocuk, bu ülkenin geleceği demekti ve o geleceğin elleri arasından uçup gitmesini istemiyordu.
Çocuklardan sonraki odağı ise kadınlardı. El sanatları, aşçılık, kuaförlük, güzellik uzmanlığı gibi alanlarda eğitim vererek kadınları iş hayatına dâhil etmek istiyor, istihdam sağlarken ilk olarak onlara yol açmayı hedefliyordu.
Başkan, bu fikri gerçekçi bulmadığını alenen söylediğinde Nazenin’in tepesini attırmıştı. Tüm bu girişimi gerçekçi bulmama sebebini, “Çocuklar ve kadınlar yazın mevsimlik işçi olarak çevre illere gider. Kursa gelecek insan bulamazsınız,” diyerek açıklasa da asıl düşünceleri bir sonraki sözlerinde ortaya çıkmıştı.
“Ayrıca buralarda kadın kısmı böyle şeyler yapmaz.” dediği anda, Nazenin hışımla ayaklanıp masaya öyle bir yumruk indirdi ki, ceviz ağacından yapılan görkemli masanın bacakları titredi. Odayı kaplayan ses kapı önündeki Rezzan Hanım’a ulaşmış, o bile oturduğu yerde irkilmişti.
“Bana bak Başkan… Allah şahit, seni doğuran kadın ananı bile aşağılayan bir kelime daha edersen olacaklardan sorumlu değilim. Kadın kısmımla rezil ederim seni.” Bir hayli yüksek sesle söylediği sözler odanın tavanına çarpıp uğultuya dönüştüğü esnada, Başkan oturduğu koltukta huzursuzca kıpırdanıp ayaklandı.
“Ben olacakları söylüyorum. Kimse kızını, karısını kursa göndermez,” diye hâlâ çıkışmaya devam eden adama buz gibi gözlerle bakarken, yumruklarını masaya bastırıyordu.
“Tabii… İnsan değil çünkü bu kadınlar. Ya birinin kızı ya da karısı olarak etiketleniyorlar. Son nefeslerine kadar da bu etiketle yaşamaya mahkûm ediliyorlar.” Başkan da bu sözlerin ardından ayaklanmış ve ikisi gözlerindeki nefreti gizleme gereği duymadan birbirlerine bir süre öylece bakmıştı.
“O merkezleri açacağız Başkan. Hoşuna gitsin ya da gitmesin, sen benden, ben senden hiç hoşlanmasam da hiçbir şeyi kişiselleştirmeyeceğiz ve bu şehir için birlikte çalışacağız.” Bir an durup ellerini masadan çektikten sonra iyice doğruldu.
“Sen bu şehre yatırım yapmak isteyen bir şirketle görüşmemi istedin, ben de bu görüşmeyi kabul ettim değil mi?” Başkan bu sözlerle irkilip yutkundu. O teklifi kendisine getirmesini isteyenleri düşünürken rengi usulca beyaza döndü.
“Evet, kabul ettiniz. Zaten yakında görüşme gerçekleşecek.” Nazenin başını hafifçe sallarken, “Ben, sırf senin işine taş koymak amacıyla bu görüşmeyi reddedebilirdim değil mi?” diye sordu. Başkan ise sadece başını sallamakla yetinmişti.
“Ancak getirdiğin teklife kişisel bakmadım. Bakamam da. Ben o teklifi bu şehrin valisi olarak değerlendirecek ve bir karara varacağım. Sen de benim teklifimi sırf bana kıllık olsun diye reddetmeyecek ve o eğitim merkezlerinin açılmasında görev alacaksın,” dedi ve duraksayıp soluklanırken ona doğru ilerledi. Aralarında duran masa artık arkasında kalmıştı ve Başkan’la olan mesafesi de epey kapanmıştı.
“Dersen ki inadım inat, kabul etmeyip ayak diretiyor ve işini zorlaştırıyorum… O zaman ben de Atlantik Kimya’nın görüşme talebini geri çeviriyorum. Tıpkı seni örnek alarak yapıyorum bunu!” Başkan’ın gözleri açılıp kocaman olmuş, adam zar zor yutkunmaya çalışmıştı.
“Yok Vali Hanım, siz beni yanlış anladınız. Ben sizin bu fikrinizi reddetmiyor ya da ayak diretmiyorum. Sadece kursiyer sayısı düşündüğünüzden az olur demeye çalışıyorum.” Nazenin, adamın panik içinde söylediği sözlere neredeyse kahkaha atacaktı. Resmen tedirginlikten beti benzi atmış, eli ayağına dolanmıştı.
“Baktık ki kursiyer sayısı istediğimiz noktada değil, o zaman seni bile ilgin dâhilindeki bir alana kaydederiz Başkan. Sen de bir hobi sahibi olursun işte fena mı?” Durdu ve kıs kıs gülmemek için derin bir nefes aldı. Başkan’ın şok geçirdiğini belli eden gözlerine bakmayı sürdürürken konuşmasına da devam etti: “İnsanların tepesini attırmak dışında bir hobi demek istedim…” Kaşlarını usulca oynatırken yüzündeki imalı gülüşü artık daha fazla saklayamamıştı.
“Şimdi, bu merkezi kurabileceğimiz bir yer bulmanı istiyorum. Cuma günü öğlene kadar bana bu haberle gel, Başkan.”
“Tabii ki Sayın Vali’m,” dediğinde tokalaştılar ve Başkan resmen koşar adım odadan çıkıp gitti.
Nazenin bu gidişe kahkaha atmamak için kendini sıkarken kapıda beliren Yusuf Yüzbaşı’yı gördü. Yüzbaşı’nın suratındaki şaşkın ifade, az evvel gerçekleşen konuşmaları duyduğunu belli ediyordu. Usulca yutkunup başıyla selam veren genç adama eliyle gel işareti yaptı.
“Sayın Vali’m, eğer müsait değilseniz ben gideyim.”
“Gel Yüzbaşı, gel. Müsaitim.” Adam tedirginlikle içeri adım atıp karşısına geçti ve el sıkıştılar.
“Sayın Vali’m, sorması ayıp olmasın ama… Siz az önce Başkan’ı tehdit mi ettiniz yoksa bana mı öyle geldi?” Nazenin yeşil harelerini daha da ortaya çıkaracak şekilde gözlerini açıp, “Aaa, ne tehdidi canım. O da nereden çıktı Yüzbaşı? Ben sadece, olacak olanlarla ilgili ön bilgilendirme yaptım, hepsi bu. Gerçekleri dile getirdim yani,” derken o kadar rahat ve sakindi ki, Yusuf gülmemek için dudaklarını kemiriyordu.
“Söyle bakalım Yüzbaşı, sebebi ziyaretin nedir?” Yusuf buraya geliş sebebini hatırlayıp anında toparlandı ve cevap verdi.
“Kutluhan Komutanım sizi akşam yemeğine davet etti. Beni de bu daveti iletmem için bizzat görevlendirdi.”
“Albay’a teşekkürlerimi ilet ve de ki, yoğun programım yüzünden bu nazik davetini geri çevirmek zorundayım. Başka bir zaman bu davetine katılacağım.” Yusuf, Nazenin’e temkinli bir bakış atarken bir adım da geri atmıştı.
“Albayım dedi ki, bir daveti iki kez geri çevirmek büyük ayıp olurmuş.” Albay Kutluhan zeki bir adamdı. Bu kısacık mesajıyla Nazenin’e kaçacak yer bırakmamaya kararlıydı. Vali Hanım’ın bu sözleri yok sayamayacağını biliyordu. Ve tam da düşündüğü gibi olmuş, Nazenin yenilgiyi kabul edip sadece, “Akşam karavanınızda ne varsa sizlere eşlik etmekten gurur duyarım,” diyebilmişti. Yusuf yeniden başını sallayıp selam verdikten sonra gitti. Nazenin ise olduğu yerde durmaya ve akşamki sürprizli yemeğe kendini hazırlamaya çalıştı.
Dün akşam kavga ettiği adamla karşılaşacak, hiçbir şey olmamış gibi yemek yiyecek ve belki de dikkat çekmemek için sohbet etmek zorunda kalacaktı. Bu düşüncelerle gerim gerim gerilirken nefes almakta zorlanmıştı.
“Görmek için can atıyorum ama görmeye dayanamıyorum…” diye mırıldanarak koltuğa oturdu ve başını ellerinin arasına alıp şakaklarını ovmaya başladı.
Nazenin kendi içindeki ikilemde boğulmamak için çabalayıp saate bakarken, Yusuf da askeriyeye geri dönüp doğruca Albay’ın odasına gitti. Ancak odanın kapısında nöbet tutan asker Albay’ın odada olmadığını, Pençe Timi’ne ait olan özel dinlenme alanına gittiğini söylemişti.
Yusuf bu sefer hızlı adımlarla oraya yönelip, beş dakika sonra kendi mekânları kabul ettikleri yerden içeri girdiğinde Albay’a ilerledi.
“Komutanım, Vali Hanım akşam bizlerle yemekte olacak,” dediğinde Metehan Binbaşı kendisine donuk vaziyette bakarken, Albay ise bıyık altından gülerek başını sallamıştı.
“Daveti hemen kabul etti mi yoksa önce geri çevirip sonra kabul etmek zorunda mı kaldı?”
“Önce teşekkür edip daveti geri çevirdi. Ancak sizin mesajınızı duyunca kabul etmek durumunda kaldı komutanım.” Yusuf sessizleşince Albay’ın kıs kıs gülen sesi içeriyi doldurmuştu. Metehan, komutana şüpheyle bakıp, “Ne mesajı komutanım?” diye sordu. Kutluhan Kutalmış ise istifini hiç bozmadan kahvesini yudumlamaya devam ediyordu. Kahvesinden peş peşe iki yudum aldıktan sonra suyundan da bir yudum içip, koltukta gerinerek oturdu.
“Bir daveti iki kez reddetmenin çok ayıp olduğunu söylemiş olabilirim.” Nazenin şehre ilk geldiğinde de yemeğe davet edilmiş ama bunu kibarca geri çevirmişti. Metehan o günlere dönüp, kadına ne kadar gıcık olduğunu hatırlayınca neredeyse kahkaha atacak olmuştu. Fakat bu isteğini Yusuf’un sözleri bastırmıştı.
“Ben gittiğimde Başkan oradaydı.” Kutluhan Albay fincanı sehpaya bırakıp hızla doğrulurken, Metehan da tıpkı onun gibi doğruldu ve dikkatle Yusuf’a baktı.
“Neden oradaymış? Bilgi var mı? Şu yemek için tarih mi belirlenmiş?” Metehan soruları ardı ardına sıralayınca, Kutluhan Albay homurdanarak, “Küstüm ama hâlâ seviyorum!” dedi. O anda ortamda kısa bir sessizlik oluşmuş, Metehan dışında herkes başını eğip gözlerini kaçırmıştı. Ayrıca gülmemek için de kendileriyle savaşıyorlardı.
“Bu şehir bir valisini daha kaybetmesin diye uğraşıyoruz komutanım.”
“Hıhı, evet. Doğru,” diyen Albay sabır çekerek tekrar Yusuf’a odaklandı.
“Anlat Yüzbaşı. Seni dinliyoruz.”
“Orada olma sebebi o yatırımcılarla ya da yemek tarihiyle ilgili değildi komutanım. Yani ben duyduklarımdan öyle anladım,” deyip soluklandı ve vakit kaybetmeden devam etti. Bekleme alanındayken duyduğu her şeyi heyecanla anlatmaya başladı.
“Vali Hanım, çocukların ve kadınların eğitim alabileceği bir kurs merkezinden bahsediyordu. Başkan ise ayak diretiyordu. Sonra Başkan, Vali Hanım’a ‘Kadın kısmı böyle şeyler yapmaz,’ dedi.” Duyduklarıyla herkesin kaşları havalanmış, engel olamadıkları bir uğultu içeriyi sarmıştı. Metehan bu tepkilere bıyık altından gülerken, “Tam Vali Hanım’ın bayıldığı sözler!” demekten kendini alamadı. Uzun zaman sonra yüzünde beliren gülüş ve sesindeki neşeli tını ise kimsenin gözünden kaçmamıştı.
“Vali Hanım ne dedi bu sözlere?” sorusu Albay’dan gelirken sessizlik sağlanmıştı. Yusuf heyecanına yenik düşüp elini yumruk yaptı ve havada gelişigüzel salladı.
“Yumruğunu masaya indirdi. Görmedim ama sesi ortalığı inletti valla. Sonra bir güzel verip veriştirdi. Baktı ki Başkan hâlâ dik dik konuşuyor bu sefer de alttan alttan tehdit etti.” İşte bu sözlerle ooo nidaları yükselmişti. Metehan sessiz kahkahalarını göğsüne sıkıştırırken, böylesi bir ânı nasıl kaçırdığına yanıyordu. Ama aklındaki asıl düşünce ve merak başkaydı.
“Nasıl tehdit etti?” Yusuf, soruyu soran Binbaşı’ya bakıp bıyık altından gülerek anlatmayı sürdürdü.
“Ben senin getirdiğin yatırım teklifiyle ilgili görüşmeyi kabul ettim. Sen de benim projemi destekleyecek, işime ket vurmayacaksın demeye getirdi. Yoksa kimyacılarla görüşmeyi iptal edeceğini açıkça söyledi. Başkan bozuldu tabii. Kursiyer sayısı yetersiz olur falan diyerek kıvırmaya kalkınca, Nazenin Hanım demesin mi ‘O zaman seni kursa kaydederiz Başkan.’ diye”
Anlık sessizliğin ardından kopan kahkahalar birbirine karışırken, dinlenme alanı cümbüş yerine dönmüştü. Vali Hanım’a alkış tutanı mı arasınız yoksa övgüler yağdıranı mı? Resmen tribündeki gibi uğultu ve bağırışlar her yandaydı.
“Ben Vali Hanım için bir Ankara Havası oynarım komutanım,” diye ayaklanan Uygur’un bu sözleriyle Kutluhan Albay sarsıla sarsıla gülerken elini şöyle bir salladı.
“Oynayın ulan. Bu kız, kimsenin cesaret bile edemediklerini yapıyor. Oynayın.” Metehan ve Albay dışında herkes ayaklanıp, arkaya da Ankara misket açıp oynamaya başladıklarında neşeleri hepten yerine gelmişti. Yanında oturan Binbaşı’nın yüzündeki buruk ama gerçek gülümsemeyi gören Albay elini uzatıp, onun dizini kavradı ve usulca sıktı.
“Aslan parçası, bazen cesaret edilmeyeni yapabilmek için en sevdiğimize sırtımızı dönmek zorunda kalırız. Çünkü ateşe yürürken, onu da peşimizden sürükleyip yanmasına sebep olmak istemeyiz.” Metehan duyduğu bu sözlerle başını ağır ağır sallarken, “Ben onunla değil ateşe, cehennemin dibine yürürdüm komutanım. Ama o, bunu bir türlü anlayamamış olmalı ki beni ardında bıraktı,” diye fısıldamıştı.
Saatler beşi gösterip mesai bitince ayaklanan Nazenin ceketini giydi, klasörleri yerleştirdiği siyah deri çantasını eline aldı ve vilayetten çıktı. O yola çıkarken Pençe Timi’nin kopardığı cümbüşten de neşelerinden de bir haberdi. Eğer tüm bunları bilseydi belki yüzü biraz olsun gülerdi. Aracına geçip yemeğe davetli olduğunu söylediğinde, Emre yola koyulmuştu.
Kısa süre sonra askeriye sınırından içeri girip alay binasının önünde durduklarında Albay, Metehan ve birkaç rütbeli asker daha onları kapıda bekliyordu. Levent’in kapısını açmasını beklemeden dışarı çıkıp doğruca Albay’a ilerledi ve tokalaştılar.
“Hoş geldiniz Sayın Vali’m.”
“Hoş bulduk Albay,” deyip diğerlerine döndü ve hepsiyle tek tek tokalaşıp en son Metehan’a elini uzattığında birbirine değen ellerinden resmen bir akım geçmiş ve ikisi de bariz şekilde irkilmişti. Bu ânın şaşkınlığıyla buluşan gözleri kısacık bir an da olsa kırgınlık ve kızgınlıktan arınmış şekilde baktı birbirine. İkisinin de yüreği resmen duvarlarını dövdü tek bir atışta. Sanki bulundukları yerden çıkıp, birbirlerine kavuşmak ister gibi çarpıyordu.
Nazenin nerede olduğunu hatırlayıp gözlerini kaçırdı ve ellerini hızla ayırıp Albay’a döndü. Kutluhan Albay’ın gözlerindeki muzip parıltıları gördüğündeyse başını hafifçe eğmeden edemedi. Çünkü yanaklarına hücum eden kan akışını hissediyordu. Yanakları ayan beyan kızarmıştı.
“Buyurun,” diyerek kendisini yönlendirdiğinde yan yana yürümeye başladılar. Arkalarından gelen Metehan Binbaşı ve diğerlerinin adım seslerini rahatlıkla duyabiliyordu ama bunu düşünmemeye çalıştı.
“Davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” Nazenin göz ucuyla Albaya bakıp imalı bir gülüşle iç çekti.
“Başka şans bırakmadığınız düşünülürse…” dediğinde, Albay’ın da yüzünde tıpkı kendisininkine benzeyen bir gülüş belirmişti. Yemekhaneye girdikleri anda esas duruşa geçen askerlere şöyle bir baktı Nazenin. Hepsi çakı gibiydi. İçi gururla dolarken masaya yaklaşıp bekledi. Yemek duası okutan Metehan Binbaşı, Albay’a dönüp “Afiyet olsun.” demesini beklerken, Albay Nazenin’e dönmüştü. Başıyla hafifçe selam verdiğinde Nazenin yapması gerekeni bilerek Albay’a ve duayı okutan Metehan’a baktı. Ardından da gür ve anlaşılır bir sesle, “Afiyet olsun!” dedi.
“Sağ ol!” Ardından herkes oturmaya başlamış, çatal kaşık sesleri yemekhaneyi sarmıştı. Vali Hanım sandalyesine oturup tam kaşığına uzanıyordu ki, sol yanındaki sandalyeye Metehan’ın oturduğunu gördü.
Boş kalan tek sandalye oydu ve adamın oraya oturması şaşırtıcı olmamalıydı. Onun varlığını göz ardı etmeye çalışarak kaşığını eline aldı ve çorbaya daldırdı. İlk yudumunu alır almaz sol elini önündeki tuzluğa uzattı. Aynı anda, aynı tuzluğa uzanan Metehan’la dirsekleri ve elleri birbirine değdi.
Yine irkilerek elini hızla geri çekerken, Metehan’ın havada donup kalan elini görüyordu. Bu el, bundan bir buçuk ay önce eline, yüzüne, saçına, bedenine dokunan o sıcacık eldi. Kendisine notlar yazan, sevgisini ve kırgınlıklarını anlatan eldi. Şimdi ise bir yabancıya ait gibi donuk, soğuk ve temkinliydi.
Boğazı düğüm düğüm olurken gözlerini yemeğine çevirmiş, başını önüne eğmiş ve zorla yutkunmuştu. Boğazında öyle bir acı, sızı ve yanma vardı ki hayatında hiç böylesi bir hisle tanışmamıştı. Ne yutkunabiliyor, ne soluk alabiliyordu. Göğsünün altında canhıraş çarpan kalbini de hissediyordu. Elini kalbinin üstüne koyup dur durduğun yerde dememek için dişlerini sıkıyordu.
Çorbasından bir yudum daha almaya zorladı kendini ancak midesi bulanmaya başlamıştı. Yorgunluk, gerginlik, üzüntü hem başına, hem de midesine vuruyordu sanki. Tek yudum daha alamayacağını bilerek önündeki yemekleri dürtmeye başladı.
Yanında sakin sakin sohbet eden Albay ve diğer komutanların sohbetini dinlemeye çalışsa da pek başarılı olduğu söylenemezdi. Gözleri dalgın ve yorgun, yüz ifadesi gergindi. Kendini biraz olsun toparlamak isteyerek soluk alıp başını kaldırdığında tam karşısında oturan Pençe Timi’ni gördü. Tim üyeleri göz ucuyla kendisine bakıyordu. Hatta hem kendisine hem de komutanlarına.
Onların dikkatli bakışlarından kaçma dürtüsüyle başını çevirdiğinde yine Metehan görüş alanına girmişti. Onun da yemeğinden yemediğini ve yemeğiyle oynayıp durduğunu fark etti. Bir an için yüzüne bakıp hemen başını diğer yana çevirdi. Tıpkı kendisi gibi üzgün ve gergin olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktu.
Birlikte öyle bir cehenneme düşmüşlerdi ki ne oradan çıkabiliyor ne de o ateşi söndürebiliyorlardı. Resmen ıstırap çekiyorlardı. Ne acı ama…
“Yemeğinize dokunmamışsınız,” diyen sesle kendine gelen Nazenin sağ yanında oturan Albay’a mahcup bir ifadeyle baktı. Ancak adamın gözlerinin Metehan’ın tabldotuna iliştiğini gördü. Yüz ifadesi sertleşirken gözleri ikisine de kınar gibi bakıyordu. Yavaşça onlara yaklaştı. “Babalarınızın emaneti ve çocuğum gibi sevdiğim size, baba gibi konuşayım…” diye fısıldadı ve durup derin bir nefes aldı. Şimdi az evvelkine göre daha da ters bakıyordu.
“Çocuk musunuz siz? Şu hâlinize bakın. Utanmıyorsunuz da yahu!” diyerek ayaklanmasıyla diğer askerin ayaklanması aynı anda olmuştu. Albay yemekhaneden çıkıp giderken bazı askerler de tabldotlarını bulaşıklar için ayrılan bölüme bırakıp dışarı çıkmaya başladılar. Yarım saat sonra yemekhanede kimse kalmamış, tüm masalar toplanıp temizlenmiş, bulaşıklar bulaşıkhaneye taşınmış ve çalışanlar bile gözden kaybolmuştu.
Koca salonda, önlerindeki yemekle öylece oturanlar Nazenin ve Metehan’dı. Ne kadın kalkıp gitmişti ne de adam. İkisi de kırık dökük olsalar da yan yana durmaya devam ediyorlardı. Dakikalar sessizce geçip giderken bu duruma daha fazla dayanamayan Nazenin ayağa kalktı. Tabldotu sağ eline aldı ve bulaşık bölümüne ilerledi. Dokunmadığı yemeğine vicdanı sızlayarak bakıp bıraktı. Bu yemeği yiyemeyen insanlar vardı; o ise yemeği israf ediyordu. Yine kızdı kendine. Zaten bu aralar durmaksızın kendine kızıyordu. Bu yeni bir şey değildi.
Salonun çıkışına yönelip bir kez daha ardına bakmaksızın ilerledi. Binadan dışarı çıktığında bahçede volta atan Albayı görerek yanına usulca yaklaştı.
“Yemek davetiniz için çok teşekkür ederim.” Kutluhan Albay gözlerine bakıp başını hafifçe sallarken, “Afiyet olsun,” dese de sesindeki imayı gizleyememişti. Nazenin, bu ima dolu sese tebessüm ederek karanlığın örttüğü göğe baktıktan sonra yürümeye devam edip gözden kayboldu. Albay ise üzgün ve düşünceli bir şekilde Nazenin’in gözden kaybolduğu o noktaya bakıyordu.
“Ne olacak sizin bu hâliniz?” diye kendi kendine sorarken arkasından gelen, “Vali Hanım nasıl istediyse öyle olacak.” cevabını duyarak homurdandı.
“O susacak, sen de susacaksın yani. O gidecek, sen de bakacaksın yani.”
“Herkese laf yetiştiren o ağzını açıp da hiçbir şey anlatmadığı sürece evet, dediğiniz gibi olacak komutanım,” deyip başıyla selam veren Metehan bu gece nöbetçi olduğu için binaya geri dönerken Albay bu kez onun ardından bakakalmıştı.
Odasına geçip masasının önündeki deri koltuğa oturan Metehan başındaki beresini çıkarıp ensesini ovdu. Önünde duran sehpanın üstüne koyduğu beresine bakarken aklına gelen, “Sana o bereyi renk katsınlar diye mi taktılar?” sözleriyle yüzünü asmak istese de başaramadı ve boğuk kahkahası odada yankılandı.
Cebinden çıkardığı telefonunun ekranına bir süre sadece bakıp bir aydan uzun süredir girmediği galeri bölümüne tıkladı. Fotoğraflar önüne serilirken nefesi kesilir gibi oldu. Çünkü en son çektiği fotoğraflar birlikte geçirdikleri hafta sonuna aitti.
Yatağında uyuyan kadının, yüzünü fotoğraflamıştı. Tabii sonrasında bu fotoğrafı ona da göstermiş, yatağımda uyuyan bir meleği fotoğrafladım, demişti. O an Nazenin’in nasıl gülümsediğini ve utanıp kızardığını hâlâ hatırlıyordu. Aklındaki düşünceleri bir an için durdurup yeniden fotoğrafa baktı. Kadının dalgalı, uzun saçları yastığına dağılmış, yanakları pembemsi bir kızarıklıkla taçlanmış, dudakları ise büzüşmüş hâldeydi.
Öyle güzel, öyle eşsiz görünüyordu ki, Metehan bu güzellik karşısında soluklarını düzenleyemiyordu. Onu böylesine masum ve göz alıcı şekilde uyurken bir tek kendisi görmüştü. Koynunda yattığı her gece aldığı her nefesi dinleyen, çiçek kokularını anımsatan kokusunu içine çeken, yumuşacık tenine dokunan, uyanmak üzereyken çıkardığı mırıltıları duyan, kirpiklerinin usulca kırpışmasını izleyen ve yeni bir güne açılan yemyeşil harelerini ilk gören de kendisiydi.
İçini yakıp geçen tüm bu ayrıntıları düşünürken parmak uçlarıyla ekrana dokunup, hayalinde sevdi Nazenin’i. O an bile yüzünde tebessüm oluşmasına engel olamadı.
“Yüreğine dert ettiğin derdini de severdim ben senin. Hemdert olurduk,” diye fısıldadı. “Derdi tek başına yüklenip de gitmek oldu mu? Gidince, bu anılar, yaşanan onca güzellik gitmiyormuş değil mi? Sen de anladın. Elimi sıkarken titremenden, gözüme uzun süre bakamamandan belli ki anladın. İkimize de yaşayarak öğrettin.” Sıkıntıyla iç çekip başka bir fotoğrafa geçti.
Nazenin kucağına oturmuştu ancak öyle güzel kıvrılıp küçücük olmuştu ki resmen bedenine sığınmış, başını da göğsüne yaslamıştı. Yüzleri gülüyor, gözlerinin içi bile parlıyordu. Metehan bir süre zaman içinde donup kalmış gibi yüzüne şaşkın şaşkın baktı.
Gülerken üst dişlerinin bir kısmı görünüyordu, gözaltlarındaki torbalar ve gözlerinin yanındaki kaz ayakları belirginleşmişti. Böyle gülebildiğini bilmiyordu. Çünkü daha önce hiç böylesine güldüğü bir an hatırlamıyordu. Hâliyle fotoğrafı da yoktu. Yabancı birine bakar gibi baktı kendine.
Nazenin’leyken böyle mi görünüyordu gerçekten? İnsanlar, böyle göründüğünü bildikleri için mi aralarında ters giden şeyler olduğunu anlamışlardı?
Fotoğrafı hızlıca geçip haberinin bile olmadığı gerçek gülüşünü unutmak istedi. Telefon ekranını kilitleyip sehpaya koydu ve başını koltuğa yasladı. Nöbet süresi sona erene kadar bir daha telefona elini sürmedi.
O bütün gece gözünü kırpmadan kendi iç sesiyle ve duygularıyla savaşırken, Nazenin de aynı savaşı veriyordu. Birbirlerinden habersiz aynı duygular için savaşmak en zoru, en yorucusuydu.
Metehan ile kavgalarını, yükselen seslerini, ya da sessizlik içinde birbirlerini görmezden gelir gibi çabalamalarını yani aralarında olan biten her şeyi, sakinlikle ve sükûnetle karşılamayı zor da olsa başaran Nazenin, bu başarısının sebebini acıdan kaskatı kesilen kalbi olarak görüyordu. Öyle çok canı yanmıştı ki, artık canı acısa da tepki veremiyor, o yangını hissedemiyordu sanki.
Çünkü ne akıtacak gözyaşı kalmıştı gözpınarlarında, ne de acıyı hissedecek bir kalbi. Sanki sol göğsünün altında kocaman bir boşluk vardı. Dipsiz bir kuyu gibi karanlık, uçsuz bucaksız, bomboş ve ürkütücü bir boşluk.
İşte bu boşluk hissiyle ve vicdan azabıyla uyanıyordu her güne. Ve her gün daha büyük bir azimle kalkıyordu yataktan. O büyük azimi içinde bulamasa, asla ayağa kalkamaz ve yoluna devam edemezdi.
Şu an Nazenin’i aldığı her soluğa ve bu şehre bağlayan tek şey işiydi. O yüzden durmaksızın çalışıyor, her zamankinden uzun süre mesai yapıyordu. Hatta sık sık makam odasında sabahlıyordu.
Beden gücü tükenmek için uğraşırken Nazenin inadıyla o tükenişe bile kafa tutuyordu. Bedeninde stres dolayısıyla çıkan yaralara, dökülen saçına, kaşına, kirpiğine, eskisinden daha sık ziyaretçisi olan migren ataklarına, tansiyon yükselmelerine ve peşi sıra gelen burun kanamalarına, her gün biraz daha kanlanıp görmez olan gözlerine, yok olan iştahına, hızla verdiği kilolara kafa tutuyordu.
Bu aralar, her gün çevresinde olan ve endişeyle bu kötü gidişatı izleyen insanların tek korkusu, genç kadının vücudunun iflas etme noktasına gelmesiydi. Ve bu korkularında haksız olmadıklarını da yine her gün görüyorlardı. Nazenin resmen gözlerinin önünde eriyordu. Sanki buzdan bir kütle misali…
Yatağından kalkıp giyinen Nazenin, giydiği pantolonun bel kısmındaki boşluğa hüzünle baktı. Baktıkça üzüntüsü arttı. Çünkü öyle bir noktaya gelmişti ki artık kendi bedenine bile ihanet ediyor gibi hissediyordu. Hiçbir şey üstüne olmuyor, hepsi bir çuval gibi bol geliyordu. Kemeri beline dolayıp en son deliğine kemer tokasını taksa da hâlâ geniş bir boşluk olduğu gibi duruyordu.
İçinde büyüyen o yırtıcı hissi, öfke nöbetinin yaklaşmaya başladığını anlatan o hissi bastırmak için derin bir soluk aldı.
“Şimdi değil… Şimdi hiç sırası değil,” daha fazla kendine bakmaya tahammül edemeyip evinden koşar adım çıktı. Kapıyı çekip kilitlemek üzereyken karşı dairenin kapısı bir anda açıldı. Ve duyduğu bu sesle donup kaldı.
Evinin kapı eşiğinde donup kalan diğer kişi ise Metehan’dı. İkisi de bir an için ne yapacağını şaşırıp duraksadıysa da çabucak toparlandılar. Nazenin kapısını kilitlemeyi başarırken, Metehan da kapısını kilitleyip anahtarı cebine koymuştu. Merdivenlere yönelen kadına bakmamak için başını hafifçe eğdi. Bu sırada yaptığı bu hareketi gören Nazenin ise daha fazla dayanamamış ve olduğu yerde durmuştu. Ona hiç bakmadan sadece, “Eğme başını!” dedi buz gibi bir sesle. Metehan bu sözlerin şaşkınlığını atlatamadan da konuşmaya devam etti.
“Biliyorum, göresin yok beni. Biliyorum, elinde olsa bir kaşık suda boğarsın beni. Biliyorum ama… Sen yine de eğme başını. Hele ki üniforman üstündeyken yapma bunu,” deyip yürümeye devam edecekti ki, Metehan’dan yükselen alay dolu gülüşü duydu.
“Vali Hanım’dan inciler…” dedi en soğuk ve acıtan ses tonuyla. İğnelemek deyimi bile bu sözlerini anlatmaya yetmezdi. Binbaşı iğnelemiyor, resmen tam kalbine saplıyordu keskin sözlerini. Tıpkı bir hançer gibi.
“Peki siz ne yapardınız Vali Hanım… Benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?” Sesi az evvelkine göre yüksek çıkmış, Nazenin ise apartmanın içinde yankılanan bu sesle istemsizce irkilmişti. Onun olduğu yerde sıçradığını gören Metehan sesinin ayarsızlığına içinden söverken, “Seninle aynı şeyi…” cevabını duydu önce. Ardından da diğer sözlerini işitmeye devam etti.
“Gözlerimi görmemek için başımı yerden kaldırmazdım. Ki zaten bu aralar pek aynaya baktığım söylenemez. Kızardım… Küserdim… Kalbim kırılırdı… Gönlüm yorulurdu. Tıpkı senin gibi yani…” Merdivenlerden hızla inip apartmanı terk eden kadının ardından bakıp kaldı. Aşağıdan gelen araç sesini duydu kısa süre sonra. Vali Hanım yine son sözü söyleyen olmuş ve ardından da kaçmanın bir yolunu bulup gitmişti.
***
Mesainin bitmesiyle toparlanıp odasından çıkan Nazenin doğruca evine gitmeyi ve dinlenmeyi düşünüyordu. Ancak bu fikir arabaya binip eve doğru yola çıkana kadar böyleydi. Aklına gelen yeni fikirle gözleri parlarken Emre’ye bakıp, “Şu meşhur mahalle var ya, oraya sür bakalım,” dedi. Emre dikiz aynası aracılığıyla Nazenin’e bakarken, Levent başını döndürmüş şaşkın şaşkın bakıyordu. İkisinin de gözlerinde şüphe vardı.
“Hangi mahalleden bahsediyorsunuz Sayın Vali’m?”
“Gecekondu mahallesinden bahsediyorum.”
Levent, “Ama oraya tek başımıza gitmemiz riskli Sayın Vali’m,” dese de, Nazenin sadece gülümsemiş ve ardından, “Hadi gidelim,” demişti. Emre tedirginlikle Levent’e bakınca Nazenin bıkkınlıkla soluk verdi.
“Tamam, kimi çağıracaksanız çağırın. Bana bir şey olmaz demeyeceğim ama pek korktuğum da söylenemez. Tek endişem size bir şey olması.” Levent kulaklığından Demir’e girecekleri yeri söylerken bir yandan da güvenlik önlemlerini alıyordu. Demir’in içinde olduğu araç harekete geçince Emre de hareket etti ve yola koyuldular.
Nazenin araçta oluşan gerilimi yok etmek için, “Emre…” dedi bir anda ve aklına gelen şeyi söylemeye devam etti: “Senin düğünün yaklaşmadı mı? Sen niye hâlâ izine ayrılmadın?” Emre yoldaki gözlerini bir an için dikiz aynasına çevirip Nazenin’in gözlerine baktı ve tekrar yola odaklandı.
“Daha iki hafta var. Ben, bir hafta kala gideceğim ki iznimin bir kısmını da balayı için kullanabileyim.”
“İyi düşünmüşsün. Gelin Hanım hepimizi ipe dizmeden seni gönderelim,” dediğinde usulca gülüştüler.
“Her şey hazır. Bana sadece damat olmak kaldı anlayacağınız. Annem, kayınvalidem ve nişanlım her şeyi halletti.”
“Sen de git artık yahu. İlla ki ihtiyaçları vardır sana da. Hem gelinler bu evrede gergin oluyorlar Emreciğim. Yalnız bırakma gelin hanımı. Haftaya cuma gününden itibaren izinlisin.” Emre, Vali Hanım’ın itiraz kabul etmeyen bakışlarını dikiz aynasında görmüştü. “Emredersiniz Sayın Vali’m,”
Bir dakikalık sessizliğin ardından Emre yeniden ayna aracılığıyla Nazenin’e bakıp, “Sayın Vali’m, nikâh şahidim siz olur musunuz?” sorusunu sormuştu. Duyduğu soruyla önce kaşları çatılmış ardından da yüzünde hoş bir gülümseme oluşmuştu. Nazenin ona aynadan bakıp, “Eğer bir aksilik olmaz da gelebilirsem seve seve şahidiniz olurum. Gurur duyarım,” dediğinde, Emre de gülümseyip derin bir nefes aldı.
Bu sırada meşhur mahalleye giren koruma aracını takip etmeyi sürdürdüler. Tek katlı köhne yapıların önünde oturan kadınlar, sokakta oyun oynaya çocuklar pürdikkat araçlara bakıyordu. Az ilerideki kıraathanede oturan erkekler ise ayaklanıp tıpkı diğerleri gibi araca bakmaya başlamıştı.
Araçlar usul usul ilerlerken arkalarına emniyete ait zırhlı bir araç daha katılmıştı ve bu durum Nazenin’i çok rahatsız etmişti. Suratını asmıştı.
“Yahu kimi kimden koruyoruz. Bu nasıl bir saçmalık. Ben buradayım çünkü işim bu insanlara hizmet etmek. Ama önüm arkam zırhlı araç. Hatta içinde olduğum araç bile zırhlı. Yanıma yaklaşılmasın diye kaç adamla geziyorum. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu. Şimdi söveceğim, o zaman da küfretti oluyor.”
“Sizi koruyamazsak siz işinizi nasıl yapacaksınız Sayın Vali’m?” diye soran Levent’e baktı.
“Ulan azıcık mantıklı olun. Delirtmeyin beni. Ben böyle gezersem kim gelsin yanıma, kim dert anlatsın. İnsanlar ulaşılmaz gördükleri birinden yardım ister mi Levent? Onların gözünde ben onları anlamayan sadece giyinip süslenip makam aracında gezerek şov yapan biriyim şu an.”
“Belki öyle ama burası da epey mimli bir mahalle. Sizi nasıl yalnız bırakalım?”
“Bak aynen şöyle…” deyip durdu ve aniden, “Emre durdur arabayı,” dedi. Emre frene basıp aracı durdurduğunda ise vakit kaybetmeden aşağı indi. Kendisiyle birlikte araçlarını terk eden özel harekâtçılara, Levent ve Demir’e kısa süre bakıp onları da anlamaya çalışırken aracın bagajını açıp spor ayakkabılarını aldı.
Etraftaki insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan az ilerideki evin girişine ilerledi. Dış boyası bile olmayan ve kiremitleri görünen evin önündeki beton basamağa otururken, “Selamünaleyküm,” demişti. Ayağındaki topuklu ayakkabıları çıkarıp spor ayakkabıları giydi.
“Aleykümselam.” Cevap usul usul ve parça parça geldi kulağına.
“Eee, bir çayınız varsa içerim hanımlar,” dediği anda yanındaki orta yaşlı kadın hemen ayaklanmıştı.
“Hemen getireyim Hanım abla.” Sözlerini garipseyip kaşlarını çatarken, “Hanım abla mı?” demekten kendini alamadı.
“Ee pek bir güzel, pek bir bakımlı, alımlısın. Giyimin kuşamın pabuçların, saçın başın tam hanım işi. Televizyondakiler gibi. Zaten seni de arada bir televizyonda görürüz,” diyen kendi yaşlarında olduğunu tahmin ettiği kadına dikkatle baktı. Üstünde yıpranmış bir bluz, onun üstünde el örmesi bir hırka, ayağında basma etek, başında ise yazması vardı. Elleri kurumuş, yıpranmış, yer yer nasır bağlamıştı. Yaşı gençti ama yüzünde görmüş geçirmiş olduğunu belirten izler vardı ve onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Tam yurdum insanı, Anadolu kadınıydı.
Usulca kadının elini tutup okşarken, “Burada benim gördüğüm hanım sensin, sizlersiniz. Çünkü hanımlık kılıkla kıyafetle olmaz kardeşim. Elindeki nasırla olur, hayatın yüzünde bıraktığı o çizgilerle olur. Yokluğun içinde yaşayıp, sesini duyuramazken çocuklarına elindekini avucundakini vermektir hanımlık,” deyip kadının eteğine yapışan küçük kızı kucakladı ve bacaklarının üstüne oturttu.
Nazenin’in sözleriyle gözleri dolu dolu olan kadın başını mahcubiyetle eğerken, “Kaldır başını. Burada başını eğecek biri varsa o da benim,” dedi gayet net bir şekilde. Sonra kucağındaki kıza odaklandı.
“Merhaba, senin adın ne?” Küçük kız kapkara saçlarının dağınıklığının arasından kapkara gözleriyle kendisine bakıyor ve kendince onu ölçüp tartıyordu.
“Havva,” diye mırıldanıp saçlarını geriye doğru ittikten sonra küçük ellerini usulca ama tedirginlikle Nazenin’e uzatıp göz kapaklarına dokundu.
“Boya sürmüşsün,” diyen şaşkın sesiyle gülen Nazenin, etrafında gittikçe kalabalıklaşan kadınların da kısık sesli gülüşlerini duyuyordu. Ve hepsi gülerken yüzlerini yazmalarının arkasına gizliyordu. Ne yazık ki gülüşlerini duyurmak, göstermek ayıptı. Kimilerine göre!
İçi parçalanır mıydı insanın? Nazenin bu gerçeklerle nerede ve ne zaman karşılaşsa içi paramparça oluyordu. Az ileride duran genç bir kızın duruşuna baktı göz ucuyla. Kız hamileydi belli ki. Üstüne kat kat giydiği bol kıyafetlerle karnını gizliyordu ama duruşu gebeliğini ele veriyordu. Onu incitmeden, kırmadan, baktığını bile fark ettirmeden yüzüne baktı. Kendinden en az on yaş küçüktü. Tıpkı aylar önce tanıştığı Leyla gibi o da çok erken yaşta evlendirilmişti belli ki.
Bu düşünceyle aklına Leyla geldi. Doğumdan sonra genç kız devlet korumasına alınmıştı. Bebek de kendisi de gayet iyi ve sağlıklıydı. Hatta Leyla yeni eğitim öğretim yılında yarım kalan eğitimini tamamlamak için yeniden öğrenci olacaktı. Kocası olacak herif ise kaçakçılık yaptığı kanıtlanarak hapse atılmıştı. Yakın zamanda boşanma davaları görülecekti.
“Benim de gözümü boyayalım mı?” diyen Havva’nın heyecanlı sesiyle kendine gelen Nazenin, “Göz boyamaya doymayanlara inat boyayalım güzelim,” diye mırıldandı. Az ileride durmuş olup biten her şeyi izleyen korumalarına, polislere baktı ve en son Emre’ye odaklanıp aracı işaret etti.
“Emre Bey, çantamı getirir misiniz?” Emre başını hafifçe sallayıp hemen çantayı alırken kızın annesi araya girdi.
“Kızım çok ayıptır. Rahat bırak Hanım’ı. Hiç öyle şey istenir mi? Gel bakayım buraya.”
“Aaa, hanımlar bizim keyfimiz yerinde. Lütfen siz de rahat olun. Hem nerede benim çayım?” diye gayet keyifli sorduğu soruyla kadınlar yine kıkırdamış ve evin içinden cevap gelmişti.
“Geldi geldi çayın Hanım ablam.” Yanına koşar adım gelen kadın çayını uzatınca, “Teşekkür ederim. Eline sağlık,” demiş ve bardağı almıştı. Tam o sırada, oturduğu basamağa konan tabağı gördü.
“Zahmet etmişsiniz buna ne gerek vardı,” dediyse de kadınlar hep bir ağızdan itiraz edince kıpkırmızı kesildi.
“Sabah ettiydik bu katmeri hanımım. Sana da nasipmiş. Yiyesin. Afiyet olsun.” Kadın az ileriye gidip kenara oturduğu sırada yaşlı bir kadın söze girdi.
“Anam sen hiç ekmek yemez misin? Kuş gibisin ya sen. Uçup gidiverecen bir esintide.” Yaşlı kadının sözlerine gülerek katmerinden kopardı. Birazını Havva’ya verdi, birazını da kendi ağzına attı.
“Elinize sağlık pek güzelmiş anacım bu,” derken biraz daha yemişti.
“Aaa yiyor da. E o zaman nasıl bu kadar zayıfsın anam sen? Yohsam kara sevdaya düştün de yürek yangınından mı böyle eriyip süzülüp gittin?” Kadının sözleriyle lokmasını yutamayıp öksürmeye başladığında etrafındaki kadınlar yine kıkırdamaya başlamıştı. Yanında duran çayından yudumlamak istediği sırada başını kaldırmasıyla öksürüğü daha da arttı.
Tam karşısında durmuş gözlerine bakan adamın yüzünde gördüğü şey imalı bir tebessüm müydü? Emin olamadı çünkü o ifade hızla silinip gitti. Metehan ne zaman buraya gelmişti ve ne zamandır kendisini izliyordu bilmiyordu ama onu gördüğü anda eli ayağı buz gibi olmuştu. Gözlerini kaçırıp lokmasını sonunda yuttu ve telaşla, “Yok anacığım sen de beni mecnun ettin iyice,” diye mırıldandı.
“Senden mecnun olmaz anam, sen bu güzellikle oğlanın birini Mecnun eden Leyla olursun anca. Adam senin uğruna dağları da deler, denizleri de aşar. Peşinden koşup yanıp kül bile olur.” Nazenin zar zor yutkunup başını eğerken, “Kimse benim için yanıp kül olmasın anacığım. Herkes yerinde sağ olsun bana yeter,” diye mırıldanırken, Emre çantasını uzatıp gitmişti. Bunu fırsat bilip çantasında bulduğu malzemeleri çıkardı ve yanına dizdi. Havva’ya makyaj yapmaya başladı. Belli belirsiz ama onun gönlünü hoş edecek renkleri kullanıp önce göz kapaklarını boyadı. Ardından kirpiklerine maskara sürdü. En son dudaklarına hafif pembelik katacak parlatıcıyı da sürünce küçük aynasını açıp kıza doğrulttu.
“Bak bakalım beğenecek misin?” Küçük kız heyecanla kendine bakıp parmaklarıyla göz kapaklarına dokunurken, “Ayyy…” dediğinde hepsi yeniden gülmeye başlamıştı. Havva ise Nazenin’in boynuna atılmıştı. Yanaklarını sulu sulu öpüp bir de kokusunu uzun uzun içine çekti. Az evvel öptüğü yanaklarını küçük elleriyle sardı, okşadı tüy misali.
“Teşekkür ederim,” deyip gözlerine ışıl ışıl bakarken, Nazenin’in yüreğine huzur dolu bir soluk oldu Havva. Uzun zaman sonra gerçekten gülümsedi, ama gülümserken bile gözlerine yaşlar birikti.
“Rica ederim. Çok keyif aldım.” Küçük kız, makyajını herkese göstermek için kucağından inip koşturmaya başlarken ardından öylece bakıyordu ki gözünden düşen bir damla yaş yanağına kondu. Hızlıca o yaşı silmek için elini yüzüne getiremeden, yanına sokulan yaşlı kadın yazmasının ucuyla sildi gözyaşını.
“Aha şu arkamda duran dalyan gibi oğlan sana pek bir güzel bakıyor hanım kız. O oğlan mı seni böyle yakıp kavuran?” Kadının sözleriyle bir an duraksamış ancak sorusunu sormaktan kendini alamamıştı. “Güzel mi bakıyor gerçekten?” Çünkü hâlâ her şeye rağmen Metehan kendisine güzel baksın istiyordu. Bencillikti belki ama gerçek buydu.
“Hem de nasıl güzel bakıyor bir görsen. Böyle sanki şey gibi… Sana bakarken yüreğini görüyor gibi bakıyor. İçini delip geçmek istiyor sanki de başaramayınca kara gözlerine acı çöküyor, gözleri bulutlanıyor, bakışları gölgeleniveriyor gibi oluyor.”
Kadından gözlerini ayırıp gayriihtiyari şekilde Metehan’a baktı. Tıpkı onun tarif ettiği gibi bakıyordu. Gözlerinde oynaşan gölgeleri görerek ürperirken gözlerini kaçırdı yine. Ve kadına odaklanmaya çalıştı. İçini kemiren merakla dudaklarını kemirip solukladı.
“Sen bunu nasıl anladın anacığım?” Sorusuna usulca gülen kadın, Nazenin’in birbirine kenetlediği ellerini ellerinin arasına alıp belli belirsiz sıktı.
“Yaşım yetmiş oldu, kocadım ama… Zamanında ben de gençtim hanım kızım. Ben de sevdalandım. Sevda nedir, adamı ne hale koyar bilirim. O adam, geldiğinden beri gözünü bile kırpmadan sana bakıyor. Sanki burada soluk alan, yaşayan bir tek sen varmışsın gibi, bir tek seni görüyor. Senden başka hiçbir şeye bakmıyor.”
Nazenin başını eğip kızaran yanaklarını gizlemeye çalışırken çevrelerindeki diğer kadınların bu konuşmayı duyup duymadığını düşünerek tedirgin olmuştu. Eğdiği başını kaldırıp sağına soluna baktığında kadınların kendi aralarında sohbet ettiklerini görünce biraz olsun rahatladı. Kimse bir şey duymamıştı belli ki.
Kadının elini okşadıktan sonra ona başıyla selam verip yavaşça ayaklandı. Tam aracına doğru yürüyecekti ki kadın yeniden bileğini tuttu. Onun bu hareketini görüp hareketlenen ise Metehan’dı. Hızla birkaç adım atmıştı ancak Nazenin elini kaldırarak onu durdurdu. Ardından kadına baktı.
“Yaklaş,” dedi kadın usulca. Nazenin de dediğini yapıp ona doğru eğildi.
“Ben birini sevdiydim. Çok öncelerdi tabii. O da beni seviyordu ama ne o, ne de ben cesaret edip de seviyorum diyemediydik. Onu başkasıyla, beni başkasıyla baş göz ettiler. Ama sevdamız hiç bitmedi. Geçen sene o göçüp gidene kadar hep uzaktan uzağa sevdik birbirimizi. O gitti, ben onun sevdasıyla kaldım bu dünyada. Yaşayamadığım sevdasıyla kaldım. Bir de ‘Yaşasaydım nasıl olurdu acep?’ sorusu ve düşler kaldı elimde. Şimdi zamanı geri getirseler öleceğimi bilsem de yaşardım onun sevdasını. Benden geçti artık ama senin daha vaktin var. Vaktini boşa harcama. Giden her dakika ömürden ve sevdiğinden gidiyor hanım kızım. Bunu böyle bilesin ve ona göre yaşayasın olur mu? Bu yaşlı kadının sana bir nasihati olsun sözlerim. Yolun açık olsun. Ayağına taş, gözüne yaş, gönlüne sevda yanığı değmesin.”
Nazenin gözlerinden akmak üzere olan yaşlarla savaşırken kadına sokulup, başının yanını yazmasının üstünden usulca öptü.
“Allah razı olsun anacığım. Sağ olasın, sağlıcakla kalasın,” deyip yeniden ayaklandı ve attığı ilk adımda gözyaşı düştü yanağına. Fakat umursamadan yürümeye devam edip Metehan’ın yanından, meraklı ve biraz telaşlı bakışlarının altından geçti.
“Eve dönelim,” dediğinde, Emre derhal aracın direksiyonuna geçmiş, Nazenin de çoktan aracına binmişti. Kısa süreli yolculuğun sonunda evinin bulunduğu apartmanın önünde duran aracından inip sakin bir sesle, “İyi akşamlar,” demiş ve yine sakin adımlarla binaya gitmişti. Ardından gelen adım seslerini duysa da hiç tepki vermeden merdivenleri çıkarken hâlâ kadının söylediği o sözleri düşünüyordu. Yaşlı kadın ve sözlerinden epey etkilenmişti.
Zihninde dönüp duran sesini, hayat tarafından kırılmış bakışlarını düşünmemek için bir anlık da olsa gözlerini kapattı. Olduğu yerde durup, derinlerde bir yerde zonklamaya başlayan başının ağrısını gidermek istercesine ensesini kavrayıp sıktı.
“İlacın var mı?” Tam arkasından ve oldukça yakınından gelen soruyla gözlerini aralayıp başını hafifçe salladı. İstemsizce yaptığı bu hareketle şakaklarına bıçak saplanmış gibi hissetmişti. Dişlerini sıkıp başını eğerken ensesindeki eli de alnını kavramıştı.
“Kahretsin…” diye fısıldayarak gözlerini aralayıp adım atmak istedi ama bir anda pili tükenmişti sanki. Ayağını kaldırıp bir sonraki basamağa koymak bile zulüm geliyordu. Olduğu yerde dönerek Metehan’la yüz yüze geldi ama yüzüne bakmamaya çalışarak tekrar oturdu. Başını dizlerine dayarken, karnına doğru çektiği bacaklarını da kollarıyla sardı.
Şimdi başını kaldırsa, o kadının sözlerinden cesaret alıp çok pişmanım diye haykırsa. Görev değişimini senin ve timinin iyiliği için yaptım ama çok pişmanım, dese, Metehan yine sarıp sarmalar mıydı bedenini, ruhunu, kalbini? Göğsünü milim milim delen o ağrı geçer miydi sarılınca?
Bilmiyordu ama denemek, ömür boyu pişman olmaktan daha iyiydi. Gözleriyle görmüştü. O kadının gözlerinde görmüştü. Sevda dediğin öyle çıkarılıp atılmazmış, bir kenara konup da sen bekle burada denmezmiş; yaşayarak anlamıştı.
Derin bir nefes aldı. Kalbini dolduran cesaretine sırt dayayıp başını kaldırdı. Metehan’ın gözlerine baktı ve tam ağzını açıp özür dileyecek, pişmanım diyecek, olanları anlatacaktı ki, “Demir, Vali Hanım’ın migreni tuttu. Kendisini hastaneye götürün. Doktoru görsün,” dediğini duydu. Birkaç saniye gecikmeli de olsa kulağına dayadığı telefonu gördü. Önce ufak çaplı bir şok yaşadı, ardından şokun yerini bambaşka bir duygu aldı. Tarif edemediği ancak kalbini resmen söken bir duyguyla sarsıldıktan sonra güldü. Ayan beyan güldü hem de. Adamın gözlerinin içine baka baka yaptı bunu.
Merdivenin tırabzanını sol eliyle kavrayıp bedenini basamaktan hızlıca ayırdığında dünya döndü sanki. Bir an için öne arkaya sallanırken kendisine uzanan elleri hayal meyal gördü. O ellerden kaçmak için geri adımlarken ayağını bir üst basamağa koymakta zorlanıp yeniden sendeledi. Ama pes etmedi. Sağ elini hızla kaldırıp, “Dokunma!” dedi telaşla.
“Dokunma. Sen bana dokunma.” Arkasını dönüp evinin kapısına ilerlerken, gözyaşları birbiriyle yarışır hızda yanaklarına dökülmeye başlamıştı. Dudaklarından firar eden iç çekiş apartman boşluğunda yankılanmıştı. Ancak Nazenin ne gözyaşlarının görülmesine, ne de sesinin duyulmasına aldırmıştı. Titreyen ellerine hâkim olmaya çalışıp kapının kilidini zar zor açtı ve içeri girip kapıyı var gücüyle çarptı.
Merdivenlerde öylece kalan Metehan ise onun ardında bıraktığı boşlukta öylece kalmış, kendi kendine küfür etmeye başlamıştı. İçinden bir canavar çıkmıştı sanki. Durmaksızın Nazenin’e saldıran, acısını canını acıtandan çıkarmaya çalışan bir canavar. Ne o vahşi yanını durdurabiliyordu, ne de sevdiği kadını sarıp sarmalayabiliyordu.
Merdivenlerden inip kendini dışarı attığında derin bir nefes aldı. Bu sırada yanına yaklaşan Demir’e ters ters bakmaktan da kendini alamadı. Kendisinin yerine bu lavuk koruyordu ya Nazenin’i, bütün derdi buydu.
“Binbaşı’m, Vali Hanım’ı hastaneye…”
“Gitmeyecekmiş. Evine girdi,” diye resmen bağırıp yürümeye başlamıştı ki durdu ve omzunun üstünden Demir’e baktı.
“Siz yine de ayrılmayın buradan. Ne olur ne olmaz. Tetikte olun.” Yürümeye devam ederken ardında bıraktığı üç adamın da şaşkın bir halde kendisine baktığını hissetse de umursamadı.
Metehan kapı önünde esip gürlerken Nazenin ise salondaki koltuğa boş bir çuval misali oturmuş, öylece duvara bakıyordu. Gözlerinden akan yaşların yanaklarına bıraktığı ıslaklığı hissediyordu sadece. El yordamıyla çantasını bulup içinden telefonunu alıp abisini aramaya başladı. Telefon ikinci çalışında açılınca yaptığı tek şey derin derin iç çekip, “Abi…” demek olmuştu. Duyduğu sesle irkilen Andaç ise kaşlarını çatıp tedirginlikle, “Güzelim…” dedi. O anda Nazenin daha çok ağlamaya başladı. Andaç ise hiç ses etmeyip dakikalarca bu krizin dinmesini beklemiş, bir ara kendini dizginlemeye çalışan Nazenin’e, “Ağla… Ağla rahatlarsın bir tanem,” demişti. Yaklaşık on beş dakika süren ağlama krizinin hafiflemesiyle iç çeken Andaç usulca, “Ne yaptı da ağlattı seni bu kadar?” sorusunu sorarken yüzünde buruk bir gülümseme vardı. İkisi de canıydı ve ikisine de kızamıyordu. Metehan’ın yerinde başkası olsa çoktan yerinden kalkmış, yola çıkmış ve o adamı dövmeye hazırlanmış olurdu. Ancak Metehan’a böyle bir şey yapmazdı.
Ayrıca olanları ondan dinlemişti ve her şeyden haberi vardı. Nazenin’in durduk yere neden sevdiği adamı yarı yolda bıraktığını anlayamıyordu. Bunun bir sebebi olduğunu biliyordu elbet. Ama o sebep neydi? İşte onu bilmiyordu.
“Kem kem bakıyor yüzüme. Laf sokup duruyor. Dili düğüm olasıca.” Nazenin’den tam da kendine yakışır bir cevap gelince hüznün yerini kahkahaları almıştı.
“Dili düğüm olsa üzülürsün ama.” Abisinin imalı sesiyle gözlerindeki yaşlar durdu ve sinirle soludu.
“Ne üzüleceğim o kaknem suratlıya.” Andaç bir kahkaha daha atarken, “Can kardeşim taş gibi adamdır. Hakkını yedirmem Vali bacım.”
“Abi… Sen benim abimsin. Benden taraf olup beni sakinleştirmen gerekmiyor mu?” Derin birkaç soluk alarak kahkahalarını dindiren Andaç iç çekti. “Sen kardeşimsin. O da can kardeşim. Eğer o canını canıma siper etmeseydi, bugün burada olamazdım.”
Nazenin sessizleşip usulca burnunu çekti.
“Doğru…”
“Doğru, doğru da… Can kardeşimin kalbini dilberin birinden koruyamadım! Kardeşimi de kendinden koruyamadım. Ona ne diyeceksin?” Nazenin sessiz kalmaya devam edince, Andaç da sözlerine devam etti: “Metehan’ın en kötü huyu nedir biliyor musun Nazenin?”
“Nedir?” diye fısıldayan kız kardeşi göremese de acı acı gülümsedi.
“Canı yanınca, canını yakanın canını yakar. Kim olduğuna bakmaz. Yandığı kadar yakar, acımaz. Göze göz, kana kan der yani!” Durdu ama yine devam etti sözlerine.
“Söylediğin söze cevap olarak yakıyor canını. Çünkü öyle bir yakmışsın ki Metehan’ı o da aynı ateşle koşuyor üstüne. Bırak koşsun, bırak yaksın. Hem sen de yana yana anla hatanı. Demir misali yan, onun sözleriyle dövülsün yüreğin. Böylece şekil al bakalım biraz. Bu yaşadıkların bundan sonra söyleyeceğin her sözü, atacağın her adımı tekrar tekrar düşünmene yardımcı olur.” Nazenin hem iç çekiyor hem de homurdanıp duruyordu.
“Ama demiri ateşte dövüp suya sokup soğutur şekil aldırırlar. Ben yanıyorum yanmasına da beni soğutacak su yok.”
Andaç sessizce gülümsedi.
“Sen ise eğilmeyen, bükülmeyen bir demirdin. Bugüne kadar seni eğip büken olmamıştı. Şimdi o demiri döverek yola getirecek bir usta buldun. İşte o yüzden akıyor gözyaşların. Tüm bunlara sebep neyse o sebebi biliyordun, üzülmem, kırılmam dedin, onu da günü gelince iyi ederim dedin kendince. Ama hesabın Metehan’a uymadı. Çünkü onun bu kadar acımasız olmasını beklemiyordun. Beni soğutacak su yok diyorsun ama yanılıyorsun. Ateşi sönünce su olur o deli. Yani ateş de o, su da.”
Nazenin yüzünü silip yine soluklanırken duyduğu sözleri düşündü. Ve ardından, “Abi…” diye fısıldadı.
“Söyle başımın tatlı belası söyle.”
“Seni seviyorum. İyi ki varsın.” Andaç bu sözlerle dolan gözlerini tavana dikip, “Konuşmanın devamını yüz yüze yapacağız. Şimdi topla kendini. Ağlamayı bırak. Hem o deli, bu ağlak kıza değil, yürüyünce yeri göğü inleten kadına âşık oldu unutma. Ve şunu da unutma… Seni çok seviyorum bebeğim. İyi ki varsın,” diyerek telefonu kapattı.
Kapanan telefona boş gözlerle bakan Nazenin, abisinin dediklerini uzun uzun düşündü. Metehan’ın en sert, en acımasız tarafıyla karşı karşıya olduğunu yaşadıklarından biliyordu. Ancak abisinin sözleri bunu onaylamıştı. Demek Binbaşı ne kadar üzülürse, o kadar üzüyordu.
Bu düşünceyle sıktı dişlerini. Çenesi kaskatı olurken onun ne kadar üzgün ve kırılmış olduğunu kendinden pay biçerek bir kez daha anladı. Hem de hissede hissede anladı.
Oturduğu koltuktan kalkıp odasına girdi ve üstünü çıkardı ağır hareketlerle. Sonra duşa girip biraz olsun rahatlamak ve başındaki ağrıyı unutmak istedi. Duştan çıkıp eşofmanlarını giyerken birkaç saat içinde koltukta sızıp kalacağını düşünüyordu. Ta ki evinin kapısı usulca çalana kadar. Kapıya ilerleyip dürbünden baktığında Albay’ın büyük kızı Hüma’yı gördü. Ankara’daki düğünden bu yana tanışıklıkları ilerlemiş ve Hüma da tıpkı Leyla gibi ona kız kardeş olmuştu. Kapıyı açıp, “Hüma…” demeye kalmamıştı ki kızın gözlerinden düşen yaşları görerek şaşkına döndü.
“Ne oldu sana?” Telaşlı sorusuyla kızın gözyaşları da artmıştı sanki.
“Nazenin abla, eğer müsaitsen…”
“Geç, geç içeriye,” diyerek kızın kolunu yavaşça kavradı ve eve girmesini sağladı. Üstündeki hırkayı alıp askıya asarken bir yandan da salona geçmesini söylüyordu. Onun ardından salona geçip karşılıklı oturdular. Hüma yanaklarını ıslatan yaşları silmeye çalışsa da yerlerine yenileri geliyordu.
“Hümacığım, ne oldu canım? Hadi anlat,” demesiyle Hüma dudaklarını araladı ama konuşamadı.
“Sana biraz su getirmemi ister misin?” Cevabını beklemeden ayaklanmış ve mutfağa geçip bir bardak su alarak geri dönmüştü. Sudan birkaç yudum alan genç kız yaklaşık beş dakika sonra biraz daha toparlanmıştı. Nazenin onun titreyen ellerini avuçlarının arasına alıp okşarken sakince konuştu.
“Neler oluyor bilmiyorum ama ne zaman anlatmak, konuşmak istersen ben buradayım.” Hüma başını yavaşça sallayıp iç çekti. Bir dakikalık bekleyişin ardından, “Babamla tartıştık,” diyerek söze başladı. Nazenin ise Hüma’yı bu kadar üzen tartışmanın ne olduğunu merak etmiş ama hiçbir şey sormamıştı. Yine kendi anlatsın diye beklemişti.
“Bir erkek arkadaşım olduğunu duydu.” Fısıltıyla gelen bu itirafla tebessüm eden Nazenin aynı anda, “Şimdi anlaşıldı,” dediğinde Hüma ilk kez gülümsemişti.
“Kızmakta haksız değil ama ne yapayım yani? Sevdiğim adam onun askeri diye…” Nazenin yerinden sıçradı. “Ne?”
Oldukça yüksek sesle tepki verince, Hüma yine ağlamaya başlayacaktı ki Nazenin kahkahayı patlattı. “Neden şaşırıyorsam… Sanki burada başka bir şansımız varmış gibi!” Hüma utangaç bir tavırla gülümseyip başını eğerken mırıldanıyordu.
“Yani… Her yerde babamın emrindeki askerler var. Şaşırılacak şey değil ama babam bu durumdan hiç hoşlanmadı. Esti gürledi. Kıyameti kopardı.”
“Eee, kim bu çok şanslı asker?” Genç kız hepten kızarıp oturduğu yerde resmen kıvransa da, “Hamdi!” dediğinde gözlerindeki parıltıyı da heyecanı da gizleyememişti. Nazenin duyduğu isimle düşecek gibi olan çenesini zar zor toplayıp kısa bir soluk aldı.
“Pençe Timi’nin çaylağı Hamdi’den mi bahsediyoruz?”
“Evet.” Nazenin hoş kahkahasıyla evi inletirken bir yandan da Hüma’ya sarılmış sırtını sıvazlıyordu.
“Ee oğlan yakışıklı, kızımız güzel. İkiniz de aklı başında insanlarsınız. Çocuk değilsiniz ki. Birbirinize ilgi duymanız çok normal.”
“Öyle ama bunu babama anlatamıyorum.”
“Gel kahve yapalım. Sen de o sırada her şeyi başından anlat bakayım. Bu ilişki nasıl başladı merak ettim,” diyerek ayaklanan Nazenin onu kolunun altına alıp mutfağa ilerledi.
“Andaç abiyle Birce ablanın düğününde fark ettik birbirimizi.” Bu cevapla bir kahkaha daha atan Nazenin, “Düğünler tehlikeli organizasyonlardır. Bir kez daha tescillemiş olduk,” dedi. Hüma da güldü.
“Ee yani, dalyan gibi adamı takım elbiseyle görünce…” İkisi de kahkahalarıyla evi inletirken Nazenin, Hüma’yı usulca dürttü.
“Bak sen… İçinde Leyla Kutalmış esintileri varmış da haberimiz yokmuş. Biz de diyoruz ki Leyla ne kadar deliyse, Hüma o kadar sakin ve ağır başlı. Demek sen yere bakıp yürek yakan cinstensin.”
“Aman abla ya… Ben o deliye yetişemem de genetik bir şeyler bende de varmış demek ki. Ayrıca yere bakan yürek yakan sana denir. Metehan abi gibi bir adamı mum ettin mum.” İşte bu sözlerle Nazenin’in yüzünü hüzünlü bir tebessüm kaplamıştı.
“Doğru, önce mum ettim, sonra da yaka yaka erittim.” Fincanları almak için tezgâh üstü dolaba ilerliyordu ki, Hüma usulca kolunu tuttu.
“Hâlâ küs müsünüz?” Bir an durup yüzünü buruşturan genç kız telaşla sözlerine devam etti: “Benimki de soru. Yüzlerinize bakınca hâlâ küs olduğunuz belli oluyor.”
“Nasıl belli oluyor?” Sorusunu sorarken bir yandan da kahveleri yapmak için tekrar harekete geçmişti.
“Nazenin abla, bizlerde göz var. Bakıyor ve görüyoruz. Bunun farkındasın değil mi?”
“Bak sen…”
“Abla ikinizin de yüzü beş karış. Gözleriniz ruh gibi bakıyor. Metehan abiyi küçüklüğümden beri tanırım ve onu hiç böyle görmedim. Mutsuzluğu yüzünden okunur şekilde yani! Ee, sen de ondan farklı değilsin. Ne olursa olsun gülen o kadın yok oldu sanki. Ve sizi bu hâlde görüp hiçbir şey yapmamak çok üzücü.”
Hüma’nın tüm bu sözlerini sessizce ve başı önde dinleyen Nazenin, gözlerine dolmak isteyen yaşlarla savaşırken, “Sen bırak şimdi bizi de sizi anlat,” demişti. Hüma da onun üzüntüsünü fark edip daha fazla üstüne gitmemek için başladı Hamdi’yle olan ilişkisini anlatmaya. İki saate yakın sohbet ettikten sonra Hüma biraz daha toparlanmış ve evine dönmek için ayaklanmıştı.
“Babanı da anlamaya çalış ve müsaade et bu duruma alışsın.”
“Çok teşekkür ederim. Konuşmak iyi geldi. Senin de başını ağrıttım lütfen kusuruma bakma.”
“Saçmalama ve gidip biraz uyu. Yoksa yarın gözlerin davul gibi uyanacaksın.” Birbirlerine sıkıca sarılıp destek oldular ve Hüma evden çıkmak için kapıyı açtı. Tam o anda kapıyı çalmak üzere olan Leyla ve Nuran Hoca’yla burun buruna geldiler.
“İyi akşamlar Nazeninciğim. İçeri girmemizde bir sorun yoktur inşallah,” demesiyle içeri girmesi bir olan kadına bakakaldılar. Onun ardından merdivenlerden yükselen, “Nurancığım, biraz konuşsaydık,” diyen sesi duydular. Albay soluk soluğa kalmış hâlde evin önüne geldiğinde durdu ve önce Nazenin’e sonra da kızlarına baktı. Gözleri büyük kızı Hüma’nın üstünde biraz fazla oyalanmıştı çünkü o gözlerdeki kızarıklığı görmüştü. Ağladığını anlayarak yüzünü buruşturdu.
“Babacığım bence anneme sakinleşmesi için biraz zaman vermelisin. Yoksa annem çıldırıp seni balkondan falan atabilir,” deyip saçını savurarak içeri giren Leyla da gözden kaybolmuştu.
“Hayır olsun Albay?” Soruyla kendine gelen adam mahcup bir ifadeyle Nazenin’e bakıp omuzlarını silkti.
“Nuran Hanım’ı biraz sinirlendirdim galiba.”
“Biraz?” Aynı anda aynı tepkiyi veren Nazenin ve Hüma’ya iç çekerek bakıp homurdandı.
“Tamam, birazdan fazla da olabilir.”
“Gel komutanım gel. Bu kızlar seni suya götürüp susuz getirir. Bunların gözleri göz, bakışları bakış değil. Sen gel bana, iki kadeh bir şeyler içelim. O sırada Nuran abla da biraz sakinleşir,” diyerek muhabbete katılan Metehan, sesinden birkaç saniye sonra ortaya çıkmıştı. Merdivenleri usulca çıkan Binbaşı evinin kapısını açtı. Albay’a girmesini işaret ederken, Hüma’ya bakıp başını hafifçe salladı.
“Seninle sonra görüşeceğiz küçük hanım.”
O anda Nazenin içinde yükselen sinire engel olamadı. “Hayırdır ya, böyle tehdit vari, gözdağı verir gibi hareketler? Ne oluyor, ne olmuş yani, gençler birbirini sevmişse? Bize gözleri göz değil diyorsun ama seninki de hiç normal değil.” Resmen bağırarak söylediği bu sözleri duyunca tepesi atan Metehan dişlerini sıkarken, Nazenin kaşını usulca kaldırmış duruyordu.
Albay ve Hüma ise karşılıklı evlerin kapısında öylece donup kalmış onları izlerken, Metehan iğnelermiş gibi, “Vali Hanım!” dedi.
“Binbaşı…”
“Bula bula bizim timin çaylağını mı buldun kızım? Babanın emrindeki bir adamı mı buldun?” Metehan tüm odağını Hüma’ya çevirip, sinirini ondan çıkartır gibi bir hâle bürününce, Nazenin iyice sinirlendi. Bu sinirle de dilinin ayarı bozuldu, ne dediğini bilmez olup açtı ağzını.
“Dedi, emrinde görev aldığı Paşa’nın kızını bulan adam!” Metehan yanında duran ayakkabı dolabına gelişigüzel bir yumruk sallamış ve yumruğuyla ahşabın sert temasından dolayı ortaya çıkan ses apartmanı sarsmıştı.
“Hüma… Sen Nazenin ablanın ne dediğini, ne de yaptığını yapma abiciğim tamam mı? Çünkü Nazenin ablan burnu düşse yerden almaz, özür dilemek nedir bilmez. Ukala, küstah, kendini beğenmiş, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, sevdiğini iddia ettiği insanların duygularını inciten, gururlarını kıran biridir.”
Nazenin bu sözlerle tokat yemiş gibi sarsılmıştı. Albay, Metehan’ın koluna yapışıp onu içeri çekmeye çalışıyordu ama geç kalmıştı. Düşünmeden söylenen sözler yıkılmayan ya da kırılmayan ne kaldıysa hepsini yıkmış, kırıp atmıştı.
“Metehan, kes sesini içeri gir. Kes artık,” diyerek kolunu çekiştiren komutanına karşı koymaya çalışırken, Nazenin elini usulca kaldırdı.
“Bırak Albay, bırak. İçinde ne varsa, ne kaldıysa döksün. Döksün de rahatlasın.” Öyle sakin ama öyle buruk bir sesle dile getirmişti ki bu sözleri, Metehan kendi sözlerinin onda yarattığı ilk etkiyi daha o an görmüştü. Ama onun kırgın bakan gözlerine inanmakta zorlanıyordu. Çünkü her şeyi bırakıp giden oydu. İlk kıran, ilk yaralayan oydu. Şimdi bu kadar üzgün oluşuna inanamıyordu. O yüzden de Metehan canı yandıkça, can yakıyordu.
“Komutanım, Hüma… Bize biraz müsaade edin,” derken Nazenin’in burnunun dibine girdi, gözlerini gözlerine kilitledi.
“Metehan… Pişman olacağın şeyler yapıyorsun. Yapma!” diye gürleyen Albay’ın uyarı dolu sesiyle tüm sabrı tükendi ve resmen patladı.
“Neye pişman olacağım komutanım? Niye pişman olacağım? Kim için pişman olacağım? Beni bırakıp giden… Pardon ya… Bana git diyen, gözüme bak baka git diyen oydu.” Bağırırken aralarında açılan mesafeyi yeniden kapatıp, “Sen pişman mısın Nazenin?” diye fısıldadı.
“Hayır!” Cevabıyla bu kez sarsılan Metehan olmuştu. Bir umutla evet duymak isterken aldığı cevap öfke dolu bedenindeki kanı daha da kaynattı.
“Ben pişmanım ama… İnan ki pişmanım. Çünkü senin bana yaptığını ben sana yapsaydım, bana şerefsiz derlerdi,” derken açık açık bedenini süzmüştü. Bu sözleriyle birlikte oldukları gerçeğine dokundurma yapıyordu. Sözlerinin nereye vardığını o bakışla anlayan Nazenin, gözlerine dolmak için uğraşan yaşlara engel olamayınca başını eğdi.
“Bitti mi?”
“Bitti!” Bağırışı kulağında çınlarken başını usulca salladı. Sonra kafasının içinde abisinin sesi yankılandı. Onun söylediği birkaç sözü hatırlayıp istemsizce gülümserken başını kaldırdı ve daha da gülerek baktı Metehan’a. Yüzündeki gülümsemenin aksine gözlerinde akmak için çırpınan yaşlara aldırmadan nefeslendi.
“Git dediğim yerden, bitti dediğin yerden yeniden başlayacağız. Ne sen benden gidebilirsin, ne de ben senden. İkimiz de bunu biliyoruz,” dediğinde, Metehan olduğu yerde sarsılmış, şaşkın şaşkın Nazenin’e bakmaya başlamıştı. Ancak Nazenin onun bu şaşkınlığına aldırmayıp sözlerine devam etmişti.
“O yüzden sırf canını yaktığım kadar canımı yakmak için söylediğin sözlerinin hesabını daha sonra soracağım. Şimdi o ayarsız ağzını kapat. Gidip birkaç kadeh iç ve rahatla. Yok, ben saçmalamaya devam edeceğim der de tekrar konuşmaya başlarsan…” deyip adamı yakasından yakaladığı gibi kendine çekti. Burunları birbirine değiyor, dudakları arasından çıkan öfkeli soluklar birbirine karışıyordu.
“Yemin ederim yumruğumla tanışırsın Mete!”
Ne demişti o? Yumruğumla tanışırsın mı? Duyduğu sözlerin üstünde bıraktığı şaşkınlıkla öylece kalırken arkasından gelen homurtulu gülüşü duyarak silkelendi. Albay’ın ve Hüma’nın varlığını hatırladığı gibi, apartmanın içinde olduklarını da hatırlamıştı. Muhtemelen bağırışlarını duyan diğer komşular da kapı aralığından kendilerini dinliyordu. Pençe Timi’nin diline düşeceği kesindi.
Bu düşünceyle suratını buruştururken bir eliyle yakasını tutan eli kavradı, diğeriyleyse Nazenin’in belini. Kızın ayaklarını yerden kesip burnunun dibine girerken, burnuna dolan kokuyla resmen kaskatı kesilmiş, kalp atışı değişmişti. Özlediği bu kokuyla çılgına dönen kalbini görmezden gelip, Nazenin’e dikkatle baktı, baktı ve bedenini bir anda bıraktı.
Ayakları yerle buluşurken öne arkaya salınan bedenini tutmak istese de bunu yapmamak için yumruklarını sıktı. Ona tepeden tepeden ve en sinir bozucu gülümsemesiyle bakıp, “Boyun yetmez,” dedi. Şaşırma sırası Nazenin’e geçmişti. Şaşkınlıktan açılan ağzını hızla kapatıp kendi evinin ve Metehan’ın evinin kapısına göz attı. Kutluhan Albay da Hüma da gitmiş ve onları baş başa bırakmıştı.
Baş başa kalmış olmalarının huzuruyla iç çekip, en can alıcı tebessümüyle Metehan’ın gözlerine baktı. Kaşı meydan okurcasına havalanırken onu ağır ağır baştan aşağı süzdü. Öyle ki, bakışlarına maruz kalan adam huzursuzca ve hızla soluk alıp olduğu yerde kıpırdanmıştı.
Bu tepkisine daha da gülerken başını tekrar kaldırıp gözlerini yeniden buluşturdu. Sağ elini uzatıp adamın belini saran palaskasına işaret ve ortaparmağını kanca gibi geçirdi ve onu hızla kendine çekti. Parmak uçlarında yükselip dudaklarına yaklaşırken, gözlerini bir an bile ayırmadı. Metehan’ın kapkara olmuş o gözlerinin ardında saklamaya çalıştığı özlemi görüp içinden şükrederken, sokulduğu dudaklara değme pahasına mırıldandı.
“Bu boyla neler yapabildiğimi göstermiştim oysa.” Metehan’ın gözleri kocaman açılmış, gülmemek için kendini olabildiğince sıkıyordu. Ancak Nazenin konuşmaya devam etti.
“Yumruk atabildiğimi, dayak atabildiğimi, silah tutabildiğimi, göbek atabildiğimi, buz pateni yapabildiğimi göstermiştim. Bu boyla!” dediğinde ona şöyle bir bakıp bıyık altından gülerek geri çekildi. Ama çok da uzaklaşmadı. Sadece Metehan rahat nefes alabilsin diye aralarına mesafe koydu. Çünkü kendisi fark etmese de bir dakikaya yakın zamandır nefesini tutuyor ve her saniye ten rengi biraz daha kızarıyordu.
“Buz pateni demişken… Aklıma geldi de. O gün, göle gittiğimiz gün, ben şu soruyu sormuştum. ‘Ya sonu, başı kadar heyecanlı ve umutlu olmazsa?’ Sen, bu soruma cevap olarak ne demiştin hatırlıyor musun?” Bir an için durdu ve Metehan ağzını açamadan devam etti.
“Ben söyleyeyim. Demiştin ki ‘Sen Vali Hanım, ben ise Binbaşı olarak kalırız ve hayatlarımıza devam ederiz.’ Şimdi görüyorum ki bu sözünü tutamıyor ve her fırsatta bana saldırıyorsun. Canımı mı yakmak istiyorsun? Yak. Elinden geleni ardına koyma. Ama unutma, yaktığım cana, yaktığın cana geri döneceğiz. Yani demem o ki, yakarken kül etme. Kül etme ki geri dönüp saracak, sevecek canımız kalsın.”
“Bunu, bir ömür bana ait olacağına söz verip, sonra da çekip giden kadın mı söylüyor?” diyen hırıltılı ve öfkeli sese tebessüm edip arkasını döndü. Evinin kapısına ilerleyip içeri girdi. Tam kapıyı kapatmak üzereyken omzunun üstünden Metehan’a baktığında, dudaklarının sol kenarı yukarı doğru kıvrılmıştı.
“Ben gitmedim. Git dedim.”
HEMDERT – 12.Bölüm’ü Okumaya Devam Et.