12.BÖLÜM

“Ben gitmedim. Git, dedim.”

Metehan kapanan kapıya bakarken bu sözleri sayıklıyordu. Ne demekti bu şimdi? Nazenin git, demişti, kendisi de gitmişti. Gittiği için suçlu mu olmuştu? Bu ne anlama geliyordu?

Öfkeyle soluklanıp, yüzünü ovuştururken sabır diye sayıklıyordu ki evinin kapısında beliren Kutluhan Albay’ı gördü. Adam başıyla içeriyi işaret edip, “Geç!” dediğinde sesindeki gergin tınıyı duyarak daha çok gerilmişti. Eve girip kapıyı kapadı ve onu takip ederek mutfağa geçti. Karşılıklı oturup birer sigara yaktılar.

“Oğlum, sen niye böyle ayarsızsın, ulan? Niye dilinin ayarı yok?”

“Onun var mı komutanım? Hmm? Onun ayarı var mı? O da paldır küldür konuşuyor.”

“Bok mu yarıştırıyorsun?” diye homurdanan komutanına bakıp tek kelime etmedi. “Bu işin altında başka bir iş var, diye hiç mi düşünmüyorsun? Aklına hiç gelmiyor mu? Bu kadın gardını indirip sana geldi. Sonra niye sana git, dedi? Düşünsene bir, aslanım.”

Metehan yüzünü yeniden ovuşturup, “Düşünüyorum, Kutluhan baba, düşünüyorum da cevabı bulamıyorum,” dedi.

Albay başını hafifçe sağa sola sallayıp, iç çekerken, “Çıkar rakıyı,” dedi. Metehan usulca ayaklanıp dolaptan bir yüzlük çıkardı, yanına da peynir ve kavun servis etti. Ardından odasına geçerek üstünü değiştirdi. Şimdi ikisi de sivil hayata dönmüş şekilde karşılıklı oturmuş, kadehlerindeki rakıyı yudumluyordu.

“Senin aklına ne geliyor da bana bu soruları soruyorsun, komutanım?” dediğinde, Albay buruk bir ifadeyle gülümsedi.

“Oğlum, bu kız geldiğinden beri neler yaşadı, bir düşünsene. Kendisine yöneltilen ve ateşlenen silahlar, evine bırakılan tehdit mesajları, geçirdiği kaza… Bunların hepsi ona yönelikti ama başkaları da bu olanlardan hep etkilendi. Hastane baskınında rehin alınan onca insan, kaza yaptıklarında yaralanan şoförü ve koruması, ev kurşunlandığında yanında olan sen. Sadece kendisi hedef olmaktan çıkıyordu ki babasının geçmişte yaşadığı kaybın iç yüzünü öğrendi. Derken Savcı şehit edildi. Onu gördü, onun başında gözyaşı akıtan, feryat eden, yas tutan karısını gördü. Çocuk yaşında gördüğü Kerem Alacalı’yı da sayarsam… Gelen ölümün sadece kendisine gelmeyeceğini anladı.”

Metehan aylar sonra ilk kez sakin sakin bunları düşünürken biraz olsun Nazenin’i anladığını hissediyordu. Gözlerinde beliren hüznü saklamadan, Albay’a bakıp, “Bana bir şey olur diye böyle yaptı,” diye fısıldadı. “Kendisi gidemedi ama bana git, dedi. Gerçekten bu yüzden mi bunca acıyı çekiyoruz, Kutluhan baba?”

Albay bu sözlerle yeniden gülümsedi. “Hem evet hem de hayır,” deyip soluklandı. “Evet, sana ve yanında olan, onu koruyan kimseye zarar gelmesin diye seni ve timi buradan uzaklaştırdı. Ve hayır, tek sebebi bu değildi. Eğer kendisine bir şey olur da sen ardında kalırsan diye de yaptı bunu. Seni öyle bir acıyla bırakmak istemedi. Çünkü onu kaybetme ihtimaliyle bile delirip mantığını kaybettiğini gördü. Babasını gördü, Savcı’nın eşini gördü ve yıllarca Kerem’in acısına tanık oldu. Anladı ki bu acı geçip gitmiyor. Sana git, dedi. Sen git, hayatına kırık bir kalple devam et ama yaşamaya da devam et. Ben ise hiçbir yere gitmiyorum ve hâlâ seni seven o kadın olarak burada durmaya devam ediyorum, demek istedi. Seni gönderdi ama kendisi hiç gitmedi.” Metehan keskin bir soluk alıp saçlarını karıştırdı.

“Bence sebep bu, aslanım. Zaten en başından beri de belli.”

Metehan ayaklanıp mutfakta ileri geri yürümeye başladı. “Ben gitmedim. Git, dedim,” diye sayıklayıp, dururken kolunu kavrayan adama baktı boş gözlerle.

“Vali Hanım’ın dediğini yap. O, zeki bir kadın ve inan bana bu yaptıklarının, söylediklerinin mantıklı bir yanı var. Üstüne gitme, konuşturacağım diye kırma. Her ne oluyorsa olay çözüldüğünde sana geri dönecektir. Sabret ve bekle.”

“Nasıl sabredeyim? Nasıl bekleyeyim, Kutluhan baba?” dediğinde, Albay kadehindeki rakıyı bitirip, kadehi de bir güzel masaya vurarak ayaklandı.

“Bekle diyorsam bekle, ulan! Bu bir emirdir. Zaten çakallar sarmış her yanımızı, zaten kadının derdi başından aşkın, bir de sen dert olup durma. Tut o çeneni, bekle.”

Evden çıkıp, giden adamın arkasından bakarken aklında durmaksızın aynı düşünceler dönüyordu. Nazenin, başıma bir şey gelir de onu ardımda yarım bırakırım korkusuyla böyle davranmış olabilir miydi? Bu ihtimal imkânsız değildi. Hatta tam Nazenin’in yapacağı bir hareket sayılabilirdi.

Dişlerini var gücüyle sıkarken bir yandan da çenesini ovuşturuyordu.

“Eğer sebebi buysa… Ulan, eğer sebebi buysa bizim kız… Sen var ya sen, kaçacak delik ara. Çünkü bunca kırgınlığın, acının, özlemin acısını senden fena çıkarırım.”

***

Nazenin peşine düştüğü tarım projesiyle ilgili yeni bilgileri almak için toplantıya girmişti. Yorgun, uykusuz ve biraz hasta gibiydi. Başı ağrıdan çatlamak üzereydi ama toplantı mühimdi. Ziraat mühendislerinin hazırladığı dosyayı inceleyip hepsine dikkatle baktı ve daha fazla dayanamayıp tebessüm etti.

“Olabilir yani? Bu tarlalarda aktif tarım yapılabilir. Pamuk, tütün, arpa, buğday, yulaf, mercimek gibi ürünler ekilebilir, öyle mi?” Mühendisler aynı anda başlarını salladığında heyecanla soluklandı. “Madem yapılabiliyordu, bunca zaman kimse neden bunun üstüne düşmedi?” Masanın en yaşlı mühendisi acı acı güldüğünde, Nazenin cevabını sözsüz olarak aldı. Az evvel gülen yüzü resmen solarken yerini bariz bir öfke almıştı. “Çünkü birleri bunun olmasını istemedi. Çünkü bu olursa şehir kalkınacak, insanlar kendi işlerini yapacak ve kendi paralarını kazanacaktı.”

“Aynen öyle, Sayın Vali’m. Birileri istemedi.”

“Dışarıdan düşmana gerek yok çok şükür. Düşmanın en büyükleri kendi içimizde,” deyip ayaklandı. Odanın içinde birkaç tur atıp, güzel habere odaklanmaya çalışırken hevesle, “Anlatın, dinliyorum,” dedi.

“Eğer devlet desteği, yani ödenek alabilirsek ekim ve kasım aylarında arpa, buğday, yulaf ve mercimek ekebiliriz. Hububat dediğimiz arpa, buğday ve yulaf sonbaharda ekilir ama bahar ayında toprağın yüzeyine çıkmaya başlar. Üstüne kar yağması bir yandan iyidir çünkü karlar erirken oluşan su, bunları besler.”

Mühendisler de Nazenin gibi heveslenmiş, yapabilecekleri her şeyi anlatmaya başlamıştı. İhtiyaç listelerini, neyin nasıl ve ne zaman olacağını uzun uzun anlattıkları toplantı son bulduğunda akşam olmuştu. Saatine bakıp ayaklandı. “Anlattığınız her şeyi rapor olarak düzenleyip perşembe akşamına kadar bana teslim etmenizi istiyorum. Sonrasında dosyayı yetkili birimlere göndereceğim,” dediğinde mühendisler de ayaklanmıştı. Elini hafifçe kaldırarak onları durdurdu. “Bu proje onay alana kadar kimseye tek kelime etmek yok. Anlaşıldı mı?”

Mühendisler önce ona, daha sonra birbirlerine baktılar ve aynı anda, “Anlaşıldı, Sayın Vali’m,” diyerek odadan ayrıldılar. Nazenin de eve geçmek için toparlanırken Rezzan Hanım’a seslendi. Bu sırada dosyalarını topladığı çantasını kapamış, ceketini giymeye çalışıyordu.

“Buyurun, Sayın Vali’m.”

“Belediye Başkanı yarın sabah saat dokuzda burada olsun.”

Rezzan başını sallayıp, “Hemen haber veriyorum,” diyerek, odadan çıkarken kendisi de çıktı ve kadına usulca gülümsedi.

“Yarın görüşürüz, Rezzan Hanım.”

“Hayırlı akşamlar, Vali Hanım.”

“Sağ olasın,” deyip merdivenleri indi ve dışarıya çıktığında derin bir nefes aldı. Gün boyunca odasından dışarı adım atmamıştı. Temiz havayla buluşan ciğerleri resmen sancıyordu. Ana kapıya uzanan basamaklara oturdu. Çantasından bir sigara çıkarırken aracının yakınlarında tur atan Demir’i fark etti. Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Ardından kısa ama güçlü bir nefes çekti.

Çıkan ıslık sesiyle kendisine dönen gözlere aldırmadan Demir’e baktı ve sağ eliyle gel işareti yaptı. Genç adam hızla yanına doğru yürümeye başladı. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıp karşısında durduğunda, “Otursana,” dedi usulca. Demir bir an duraksadı ancak sözünü ikiletmeyip az ilerisine oturdu.

 

“Cansel’den haber var mı?” diye sordu. Bu sırada yüzündeki o tebessüm kaybolmuştu.

“Size o dosyayı verdikten sonra resmen ortadan kayboldu. Her yerde arıyoruz ancak hâlâ bir iz yok.”

“Hastanedekiler onu hâlâ ücretsiz izne ayrıldı sanıyor yani?”

Demir yavaşça soluklanıp, “Evet,” dedi.

Nazenin,

“Sence o kim?” diye yeni bir soru yöneltti. “Kime, ne için çalışıyor?”

“Bu soruları ona soracağız. Size söz, onu bulacağız ve tüm soruları soracağız,” diyen Demir, başıyla vilayet binası önüne yaklaşan askeri aracı gösterdi.

Cansel muhabbetini kapatıp zihninin gerilerine iten Nazenin, “Hayır olsun diyeceğim ama bu geliş pek hayıra benzemiyor,” dedi. Araçtan inen Metehan bir an durup ikisine de dikkatle bakmış ve ardından merdiven basamaklarını hızla çıkmaya başlamıştı.

“Sayın Vali’m,” diyerek selam veren adamdan gözünü ayırmadan ayaklanan Nazenin de aynı şekilde karşılık verdi.

“Binbaşı.”

Kısa bir baş selamının ardından el sıkıştılar. İkisinin de gözleri birleşen ellerine ilişmiş ama ikisi de çabuk toparlamış ve ayrılmıştı.

“Gecekondu mahallesinde kargaşa çıkmış. Düşman olduğu iddia edilen iki aile birbirine girmiş. Mahalledeki olayları yatıştırmak ve güvenlik önlemi almak için Kolluk Kuvvetleri, Çevik Kuvvet, Polis Özel Harekât, Jandarma Özel Harekât ve bizler görevlendirildik. Emniyet Müdürü, Jandarma Albay ve Kutalmış Albay’ım size bilgi vermemi istedi.”

Nazenin birkaç saniye sessiz kalıp, duyduklarını düşünürken Metehan da sessizleşmiş, ona bakıyordu. Birkaç saniye sonra Nazenin, “Demir Bey, Levent’e bilgi verin, mahalleye gideceğiz,” dedi. “Ancak Emre gelmeyecek. Aracı sen kullan ya da Levent kullansın.”

“Emredersiniz, Sayın Vali’m.”

Demir yanlarından uzaklaşırken Metehan da aracın yanında duran askerlerden birine bakmış ve sadece bakışıyla bir şeyler anlatmıştı. Asker, aracın içinden aldığı şeyi koşar adım getirip teslim ettiğinde Metehan, “Bunu giymeniz gerekiyor,” diyerek, kendisine çelik yelek uzatınca, Nazenin şaşırıp bir an için ona dikkatle baktı. Daha önce çelik yelek giymemiş hatta eline bile almamıştı. Yeleği iki eliyle kavrayıp, ağırlığını hissedince şaşırdı. Binaya girmek için ona arkasını dönmüştü ki duraksadı.

Omzunun üstünden bakarak, “Önce eve gidelim,” dedi. “Bu kıyafetin altına yeleği giyemem. Ayrıca… Polis memurlarından birini çağırır mısın? Kadın bir polis memuru.” Sözleriyle Metehan’ın bir kaşının kalktığını görerek daha açık konuştu. “Her gün çelik yelek giymiyorum, Binbaşı.”

Metehan onun ne demek istediğini bu sözlerle anlarken gayriihtiyari kıyafetinin sırtına baktı. Bel boşluğundan ensesinin alt kısmına kadar uzanan fermuarı inceledi. Üstüne giydiği tulumu çıkarıp çelik yeleği giymesi ve tulumu yeniden giymesi bile tek başına zor olacaktı.

“Tamam,” diyerek araçlara bindiler. On dakika içinde lojmana geldiklerinde Nazenin aracından inip koşar adım binaya girmiş, Metehan da onu takip etmişti. Evinin kilidini açıp içeri adım attı. Ancak birkaç adım ardında duran adamın da tek bir hamleyle aradaki mesafeyi kapatıp peşinden eve girdiğini gördü. Tek kaşını kaldırıp, ona sorgular gibi bakarken kapanan kapının sesiyle kalp atışlarının sesi birbirine karıştı sanki.

“Ne yapıyorsun?” Sorusuna aldırmayıp omuzlarını kavrayan eller sayesinde olduğu yerde yüz seksen derece döndü. “O ağzını açıp cevap verecek misin? Ne yapıyorsun dedim?”

Metehan, omzunun üstünden kendisine biraz şaşkın, biraz öfkeli bakan kadına aldırmamaya devam ederek, “Kal böyle,” diye mırıldandı. Ensesinin aşağısında duran fermuara uzanıp usulca tuttuktan sonra fermuarı aşağı doğru çekmeye başladı. Tenini örten kumaş ikiye ayrılıp, sırtını gözler önüne sererken Metehan soluk almakta zorlanıyor, önündeki manzaraya bakmamak için gözlerini kaçırıyordu ki tulumun üst kısmı Nazenin’in omuzlarından süzülerek iniverdi. Ve kendisine kaçacak, gözlerini kaçıracak hiçbir alan bırakmadı.

Şu an bakmamak için savaş verdiği bu bedenin her zerresini tanıyordu. Dokunmuştu bu tene. Dudakları bu pürüzsüz sırtta defalarca gezinmişti. Bazen öpücüklere boğmuş, bazen diliyle tahrik edici işkenceler yapmış ve bazen de dişleriyle acıtıp öpücükleriyle o acıyı dindirmişti. Tüm bunları yaparken Nazenin’in dudaklarından dökülen mırıltıları, çığlıkları, keskin ve kesik kesik solukları hatırlıyordu. Mete’m, diyen o arzu dolu ses hâlâ kulaklarında çınlıyordu sanki. Hatırladığı anılarla boğazı düğümlenirken gözlerini kapadı. Soluklanarak anılarından uzaklaşmaya çalıştı.

Gözlerini yeniden araladığında ise Nazenin’in de gerildiğini ve hatta usulca titrediğini fark ederek kahroldu. Eve gelirken kadın polis memuru çağırmadığına pişman olsa da iş işten geçmişti. Ayrıca onun tenini kadın bile olsa başka birinin görmesine dayanamayacağını bildiğinden kimseyi çağırmamıştı. Şu an sesli olarak itiraf edemese de gerçek buydu.

“Gidebilirsin… Odana!”

Sözleriyle aralarındaki gergin sessizlik uzarken son kez sırtından beline doğru baktı. Üstüne iç çamaşırı giymediği için yüzünü buruşturmamaya çalışırken dişlerini sıktı. Oysa onu bu konuda uyarmıştı. Tabii o zaman sevgililerdi. Şimdi ise iki yabacıydılar. Birbirini çok iyi tanıyan iki yabancı.

Onun arkasında durmaya devam ederken az evvelki sözlerine Nazenin’in vereceği tepkiyi merakla bekliyordu ki imalı, gür kahkahasını duyarak irkildi. Başını hafifçe geri atıp, resmen şakıyan kadın hışımla koridorda ilerlemeye başlarken, bir yandan da bacaklarından kayıp yere düşmeye çalışan tulumunu itekliyordu. Tulumu yerle buluşunca, sanki gözleri önünde neredeyse çırılçıplak değilmiş gibi bir özgüvenle eğilip kıyafeti yerden aldı.

Poposunu saran dantelli iç çamaşırının ve onun dışında hiçbir kumaş parçasının örtmediği bedeninin muazzam manzarasıyla soluğu kesilen Metehan, gözlerini kaçırmaya fırsat bulamadan yüzüne çarpan şeyle geriye doğru sendeledi.

“Bana böyle saçma espriler yapınca zekândan şüphe etmeme neden oluyorsun,” diye bağıran sesle birlikte gözlerini araladığında, önce Nazenin’in koyulaşmış ve alev saçan gözlerini gördü. Ardından gördüğü şey ise tam bir sanat eseri niteliğindeydi. Kumral saçları omuzlarından aşağı salınıp çıplak göğüslerini örtüyordu. Saç uçlarının, diplerine nazaran daha açık bir kumral renge döndüğünü o an fark etti. “Dik dik bakıp durma. Dön arkanı!”

Bağırışıyla birlikte Metehan’ın yüzünde imalı ve küstah bir gülümseme oluşurken sol kaşı ahenkle yukarı kalktı. “Önümde soyunan, üstüne üstlük kıyafetini suratıma atan sensin, Sayın Vali’m,” dedi. “Ben sadece tüm bu olanlara yakından tanık oluyorum.” Rahat, sakin ve umursamaz olması yetmiyormuş gibi bir de ellerini kamuflaj pantolonunun ceplerine sokup omuz silkmişti. Nazenin ise bu duruş ve davranış karşısında sinirinden kıpkırmızı olarak arkasını dönüp, ayaklarını yere vura vura odasına girdi. Metehan onun gözden kaybolmasıyla derin bir soluk alıp yüzünde belirmek üzere olan halinden memnun gülümsemeyi gizlemek için altdudağını usulca dişledi.

“Ağzıma sıçıyorsun ama şu gönül dediğim hâlâ deli divane sana koşuyor ya… Ben de böyle işin ortasına sıçayım, ulan.”

Beş dakika gibi bir sürenin sonunda odasından çıkan Nazenin, koyu mavi kot pantolonunun üstüne beyaz bir tişört giymişti. Metehan, kendisine yaklaşırken birkaç hamlede başının üstünde topladığı saçlarını topuz yapışını izledi. Bunu bu kadar hızlı ve güzel yapmayı nasıl başardığını hâlâ çözemese de üstüne düşünmemeye gayret etti.

Yeniden önünde duran kadının başından çelik yeleği geçirip, koltuk altlarındaki bağları bağlayarak yeleği bedenine iyice oturttuktan sonra sakince, “Tamamdır,” demekle yetindi. Birkaç adım geri çekilip aralarındaki mesafeyi açmasıyla kendisine dönen kadının gözlerine baktı.

“Ya kafama sıkarlarsa?”

Metehan bu soruyu duyarak irkildi. Yüzü kararıp kahverengi harelerinde bulutlar kol gezmeye başladığı sırada dişlerinin arasından mırıldanır gibi ama gayet net bir şekilde, “Böyle bir şey olmasına izin vermeyiz,” dedi. “Sürekli sizi izleyen keskin nişancılar olacak. Herhangi bir tehlike sezersek sizi güvenli bölgeye alacağız.”

Sağ yanındaki askıda duran birkaç cekete göz gezdirdi. Deri ceketi alıp, Nazenin’in arkasına geçerek ceketi havada tuttu ve giymesini bekledi. Nazenin, bu hareket karşısında bir an bocalayıp şaşırsa da çabuk toparlanmış ve ceketi giymişti. Ancak Metehan bu kez önüne gelip dibinde durdu.

Binbaşı hafifçe eğilip, Nazenin’e iyice yaklaşırken soluk almayı bırakmıştı. Çünkü şu an alacağı tüm soluklarına onun kokusunun karışacağını ve aklını karıştıracağını biliyordu. Parmaklarının arasındaki ten rengi kulaklığı kulak içine yerleştirdi. “Jandarma, Polis Özel Harekât, Çevik Kuvvet ve bizlerin yaptığı tüm konuşmaları buradan duyacaksınız. Her hareketimizden, alınan her karardan haberdar olacaksınız,” dedikten sonra başını geri çektiğinde gözleri buluştu. Kadının az evvel ustaca topladığı saçlarından bir tutam alıp, cihazı yerleştirdiği kulağını saçlarının ardına gizlerken gözlerine bakmamaya çalışıyordu.

Bir yandan da dişlerini sıkıp ortaya çıkan gıcırtıya aldırmadan bunu yapmaya devam etti. Ancak sonunda kendine engel olamayıp içinde verdiği savaşı kaybetti ve Nazenin’in çenesini kavradı. Başını hafifçe eğerek alnını alnına yaklaştırdı.

Gözlerini kırpmadan ona bakmayı sürdürürken kasılan çenesi birkaç kez daha seğirmişti. Dudakları aralanıp, “Terslik olacak olursa önceliğimiz senin güvenliğin, o yüzden ne dersek onu yap, olur mu?” diye fısıldarken parmaklarının ucuyla tuttuğu çenesini okşuyordu.

Nazenin, Metehan’ın tedirgin bakan gözlerine bakıp, belli belirsiz tebessüm ederken, çenesine dokunan parmakların şefkatiyle sarmalandığını hissederek usulca titredi. “Sizi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmam,” dedi. Sözlerinin altındaki anlamın büyüklüğünü rahatlıkla anlayan ve parmaklarının ucundaki usul usul titreyişi hisseden Metehan, başını hafifçe sağa sola salladı. Onu sarıp sarmalamamak için yine dişlerini sıkmıştı.

“Kendini de tehlikeye atma. Sadece bizi düşünme, kendini de düşün, Vali Hanım,” deyip geri çekilse de elini kadının çenesinden çekmemişti. “Bizi korumaya çalışmak dışında da bir şey var. Ama anlatmıyorsun. Dilerim, düğüm ettiğin o dilin çözüldüğünde bugünlerin acısının karşılığını verecek kadar mantıklı şeyler söyler. Ve dilerim, kırdığın kalbime şifa olur.”

Elini çekip arkasını döndüğü gibi evden çıktığında, Nazenin onun ardından bir kez daha bakıp kalmıştı. Yüreğinde usul usul yanan o ateşi dindirmek ister gibi elini göğsüne bastırmak istedi. Ancak çelik yelek buna müsaade etmedi. Yeleği hissettiğinde, bedeninde oluşturduğu ağırlığı da böylece hatırlayıp huzursuzca kıpırdandı.

Son on beş dakikada yaşadıkları her şeyi aklının gerilerine gönderip, derin bir soluk alarak evden çıktı. Kendisini bekleyen araca binip mahalleye vardıklarında Emniyet Müdürü, Jandarma Albay ve Kutluhan Albay tarafından karşılanmıştı.

“Mevzu nedir? Neden birbirlerine girmişler?”

Emniyet Müdürü, “Mahallenin en nüfuslu iki ailesi kız kaçırma sebebiyle önce sözlü kavgaya tutuşuyor,” dedi. “Daha sonra kavgaya taşlar ve sopalar dahil oluyor. Kaçırıldığı iddia edilen kızın abisi, kardeşini kaçıran oğlanı, yani adamı bacağından vuruyor. Tabii olaylar da bu noktaya kadar geliyor.”

Nazenin duyduklarını idrak etmeye çalışarak, “Adam derken?” diye sorunca karşısında duran üç adam da homurtulu sesler eşliğinde küfretti.

“Kızı kaçıran dallama kırk yaşındaymış. Üstelik evliymiş ve dört çocuğu varmış.”

Duyduklarıyla çenesi şaşkınlıktan resmen yere düşecek gibi olan Nazenin, şöyle bir silkelenip, “Pardon, anlayamadım!” demekten kendini alamamıştı.

“İlla konuşturacaksın bizi, bizim kız. Anla işte, yahu. İt herif, genç hanım istiyormuş,” diyen Kutluhan Albay’ın sinirden mosmor olmuş yüzüne bakarken resmen gürledi.

“Kız kaç yaşında?”

“On sekiz!”

Bir şok daha yaşarken çevresini saran Pençe Timi’ne göz ucuyla baktı ve yeniden Kutluhan Albay’a odaklandı. “Affedersiniz ama siktirsin oradan!” dedi. Anlık sessizlik oluşurken herkesin başı önüne eğilmişti. Çünkü hepsi bu yürekten küfrü, en içten dilekleriyle destekliyordu. Homurdanarak, kahkahalarını bastırmaya çalışan adamların haline başını hafifçe sallayıp, “Ya Rabbi’m, sabır,” derken Metehan’ı gördü. Az ileride, sol yanında duruyordu. Başı diğerleri gibi öne eğilmişti ve var gücüyle burnunun kemerini sıkarak kahkahasını tutmaya çalışıyordu. Dudaklarının kenarındaki tebessüme bakıp, usulca iç çekerken telefonu çalmaya başladı. Kot pantolonunun arka cebindeki telefonunu çıkarıp ekrandaki yazıyı okuduğunda kaşları çatıldı.

Bu numara kendi kişisel numarasıydı ve gizli numaradan aranıyordu. İşte bu durum hoşuna gitmemişti. Sıkıntıyla iç çekip gözlerini üstüne dikmiş adamlardan birkaç adım uzaklaştı ve aramayı cevapladı.

“Efendim,” dedi ancak karşı taraftan cevap gelmeyince, kulağına dayadığı telefonu çekip ekrana bir kez daha baktı. Arama süresi ilerliyordu, yani telefon hâlâ açıktı. Yeniden, “Efendim,” dediğinde karşı taraftan kısık sesli bir gülüş gelip kulağına ilişti.

“Efendin olduğumuzu kabul ediyorsun yani?”

Nazenin bir an afallasa da sinirle koyulaşan gözlerini karanlık bir noktaya dikip, dişlerini sıkarak, “Saçmalamayı kes de ne söyleyeceksen söyle!” dedi. Kahkaha sesi artarken Nazenin’in de sinir kat sayısı artıyordu sanki.

“Tamam, yahu. Kızma. Bu şehirde olay çıkarmamızın ne kadar kolay olduğunu gösterdiğimizi düşünüyoruz da. Sen de buna tanık olurken bizimle hemfikir misin diye sormak istedik. Hepsi bu!”

Nazenin kalabalıktan biraz daha uzaklaşırken arkasındakileri daha da şüphelendirdiğini biliyordu.

“Bana bak, Cansel… Bu yaptıklarının bir bedeli olacak. Bunu yaz bir kenara. O efendine de benden selam söyle. Beni o dosyayla korkutamazsınız. Sizinle bir bok yapmam. Hayal kurmayı bırakın da bu gerçeği bir an evvel kabul edin.”

“O yüzden mi sevgilinden ayrıldın? Korkmadığın için mi?”

Gevşek gevşek ve zevk alır gibi sorduğu bu sorular yüzünden Nazenin yumruğunu sıkarken dişlerinin arasından, “Seni parçalarım, kaltak,” dedi. “Duydun mu beni? Seni paramparça ederim!”

“Sen bana bir bok yapamazsın, Vali Hanım!”

Gözlerinden alev çıkabilseydi, işte tam da bu anda çıkardı o alevler.

“Sen de bana hiçbir şey yapamazsın, kaltak. Ancak ortalığı karıştırırsınız. Hadi, siktir git şimdi!” deyip telefonu kapatacaktı ki Cansel’in yeniden konuşmaya başladığını duyarak dikkat kesildi.

“Üstündeki o çelik yeleği de bizden korkmadığın için mi giydin, Nazeninciğim? O yelek üst bedenini korur ama bacaklarını, kollarını, kafanı korumaz. Bil isterim!”

“Sen kimsin, necisin, bilmiyorum ama az kaldı. Az kaldı, bulacağım. İşte o zaman kork benden. Kork bizden.”

Telefonu hışımla kapatıp, arka cebine geri koyarken sinirden kızaran yüzünü ovuşturdu. Üstünde ağırlığını hissettiği yeleğe dokunup Cansel’in sözlerini düşünmeye çalıştı. Üstünde yelek olduğunu bile biliyorlardı. Nasıl oluyordu da bunu biliyorlardı? Aklı almıyordu. Artık düşünmekten, komplo teorileri oluşturmaktan, birileri için korkmaktan yorulmuştu.

Sağ elini yanında durduğu makam aracına uzatıp avcunu dayadı ve ayakta sakince durabilmek için kendi bedeniyle savaştı. Aniden sinirlendiği ve gerildiği için yine tansiyonu yükselmişti. Hissediyordu.

Aracın kapısını açıp son zamanlarda yanına almayı alışkanlık edindiği suluğuna uzandı. Limonlu suyundan biraz içip, soluklanırken, omzuna dokunan eli hissederek arkasına baktı. Albay, endişeyle kendisine bakıyordu.

“Nazenin Hanım, iyi misin?”

“İyiyim, Albay. İyiyim, sağ ol,” derken gözü arkadaki kalabalığa ilişti. Hepsi endişeli, hepsi gergin ve diken üstündeydi. Gözleri en son Metehan’ı bulduğunda yüzündeki karanlık ve belirsiz ifade tüylerini diken diken etti. Dudaklarını usulca kıpırdatarak, “Yok bir şey,” dedi. Metehan bu sözlerine bir gram bile inanmasa da öyle demesi gerekiyordu. “Albay… Ben burada sizin de hayatınızı riske atıyorum. Malum, benim düşmanım çok fazla. Ben vilayete döneyim ve gelişmeleri oradan takip edeyim,” deyip aracına yöneldi. Metehan’la aralarındaki mesafe de epey açılmıştı ki Albay kolunu tutup durmasını sağladı.

“Bizim kız… Sen bu yaptıklarını boşa yapmıyorsun. Seni kim tehdit ediyor?” Nazenin bu soruyla anlık bir şok yaşarken gözleri Albay ve Metehan arasında gidip geldi. Albay onun nereye ve kime baktığını gayet iyi bilerek, hüzünle iç çekerken en babacan ses tonuyla, “Yorulmadın mı be kızım?” dediği anda, Nazenin’in gözleri doluverdi. Titreyen dudaklarını birbirine bastırıp boğazındaki yumruyu gidermek için peş peşe yutkundu.

“Yoruldum, Kutluhan baba. Çok yoruldum.”

Fısıltıyla çıkan bu sözlerle, dimdik duruyor, dediği kadının öne düşen başının ve acıyla titreyen dudaklarının görüntüsüyle Albay’ın yüreği dağlandı sanki.

“Savcı şehit edildikten sonra Ankara’ya gittin. Tahminimde yanılmıyorsam da babanla ve Cihan Başkan’la görüştün,” dediği anda gözleri panikle açılan kadının bu ifadesinden, yapbozun parçalarını doğru yerleştirdiğini anlayarak devam etti. “Sonra geri geldin ve Metehan’la ilişkini bitirdin.” Nazenin bu sözlerle yeniden Metehan’a bakıp, huzursuzlanınca, Albay aracın kapısını açıp binmesini işaret etti. Nazenin, hiç itiraz etmeden araca geçti ve kapıyı kapadı. Albay da diğer tarafa geçip onun yanına oturduğunda, aracın içinde sessizlik oluştu. Bir süre ikisi de konuşmadı ancak bu sessizliği ilk sonlandıran Albay oldu. “Seni Metehan’la mı tehdit ediyorlar? O Zait şerefsizi mi yapıyor bunu?”

Nazenin, filmli camların kendilerini gizlediğini bilerek, doya doya Metehan’a bakarken gözünden bir damla yaş yuvarlanıverdi. Bıkmıştı artık susmaktan. Susmayı, sessiz kalmayı, olan biteni gizlemeyi kendisi istemişti ama bunun bu kadar zor olacağını ve canını yakacağını hesap edememişti. Yorgun bir nefes alıp, başını sağa sola sallarken, “Kim yapıyor, bilmiyoruz,” diye mırıldandı. “Ama beni sadece onunla değil, hepinizle tehdit ediyorlar. Hatta kendi canımla, onu bensiz bırakmakla tehdit ediyorlar. Bırakın, şimdi bensiz kalsın. Bir ömür bensiz kalıp kahrolmasından iyidir, Albay.” Durup, soluklanırken gözünden bir damla daha düştü. “Mantığını kaybediyordu. Mesleğindeki önceliklerini unutuyor, yalnızca beni korumaya odaklanıyordu. Kendini ve silah arkadaşlarını değil, beni. Bu onun yapacağı şeyler değildi, Albay’ım. Metehan Binbaşı, bir yere ilk giren ve en son çıkan olur, silah arkadaşlarını korumak için mücadele ederdi. Ama ben sözkonusu olunca… Yollarımızı ayırmamın ilk sebebi buydu.” Sustu ve soluklandı. Ardından zar zor devam etti sözlerine. “Babam gibi olmasın. Savcı’nın karısı gibi olmasın. Kerem gibi ve annesi Neriman anne gibi olmasın. Bir ömür geçmeyecek, dinmeyecek bir yarayla yaşamasın. Ömrü boyunca için için, en mutlu olunması gereken anlarda bile gözlerinin derininde, gönlünün bir köşesinde yas tutmasın istedim. İkinci sebebim buydu. Yani anlayacağın, bana kızsın, öfke duysun, basıp gitsin istedim. Ama ne o gerçekten gidebildi ne de ben gidebildim. Planlarımın hiçbiri tutmadı. Yüreğime, yüreğimize dolandı.”

Başını önüne eğip yanağına düşen yaşları silmek için hamle yapacaktı ki Albay’ın elini, ellerinin üstünde hissetti.

“Nazenin…” dedi. “Metehan asker. O her zaman risk altında. Her zaman ölümle burun buruna. Onu korumak için…”

“Tek derdim onu korumak değil ki Kutluhan baba. Eğer direkt olarak Metehan üstünden tehdit edilseydim size gelirdim, açık açık söylerdim. Ben mesleğinizin risklerini zaten biliyorum. Bunlarla büyüdüm. Metehan gittiği her görevde yaralanabilir, şehit olabilir. Bunu zaten biliyorum. Benim derdim kendi aklımı korumak. Onu kendimden korumak. Ve tabii onun aklını da korumak,” deyip, duraksarken bir soluk daha aldı. “Az evvel de dedim ya, sözkonusu ben olduğumda mantığını, iradesini, soğukkanlılığını kaybediyor. Kaza yaptığımız geceyi hatırla. Beni sağlık çalışanlarına bile vermemişti. Evlerimize kurşun yağarken üstüme kapandı, camlar üstüne isabet etti ve yaralandı. Beni korumak için canını ortaya koyuyor ama ya ona bir şey olsa? Benim yüzümden bir şey olsa? Ben o azapla nasıl yaşarım? Şimdi tehdit edildiğimi duysa gözü dönüp de onların peşine düşeceğini hepimiz biliyoruz. Şimdi biri benim kafama sıksa ve şurada ölsem… Ömrünün geri kalanını kendine zindan eder. Bunu da biliyorum.” Yine durup bu kez Albay’a döndü ve gözlerine yorgunluğunu gizlemeden baktı. “Her şeyi bir kenara koyalım, bu adam bugüne kadar bir emre karşı gelmemişken sırf benden ayrılmamak için emre karşı gelmeyi kafasına koymuştu. Eğer o gün buna göz yumsaydım… Mesleğinin alacağı zararı düşünebiliyorsun, değil mi? Yaptığı davranışın sebebi her ne olursa olsun bunun sonucunda da mesleğinde yaşadığı sıkıntılarla mutsuz olacağını…”

Albay usulca başını sallamakla yetinirken Nazenin devam etti.

“Ben, daha buraya geldiğim ilk gün tanıdığım o cesur, mert ve mesleğine bağlı Binbaşı’yı, Binbaşı mesleğini, Türk Ordusu ise böyle bir askerini kaybetmesin diye… İşte bu yüzden ona git, dedim. Ben bu cehennemin içinden tek parça çıkana kadar gitsin. Uzak dursun. Bir de onun için endişe etmeyeyim istedim. Ayrıca böyle güzel bir adamı, onca kötü gözün gölgesinde, ölümün ensemde gezdiği bugünlerde sevmek istemedim. Doya doya sevmek için… Korkmadan sevmek için şu pisliklerden arınmam lazımdı.”

“Kafan karmakarışık olmuş, bizim kız,” diyen adamın sözlerine yorgun argın ve usulca güldü.

“Kendimi korumaya çalışıyorum. Babamı sakinleştirmeye çalışıyorum. Hayatımda ilk kez abimden bir şeyler gizlemeye çalışıyorum. Annemin son olanlardan, yani Ankara’daki gizli ziyaretten haberi yok ve olmasın diye uğraşıyorum. İşimi yapmaya çalışıyorum. Metehan’ı korumama gerek yok ya da bu çabam faydasız, biliyorum ama yüreğim el vermiyor, onu da korumaya çalışıyorum. Gözünün içine baka baka yalan söylemek için uğraşıyorum ve inan ki bu beni mahvediyor. Aklımı korumaya çalışıyorum. Sakin kalıp Metehan’ın öfkesini anlayışla karşılamaya çalışıyorum. Fakat hiçbirini tam olarak yapamıyorum, yine de ayakta durmaya çalışıyorum.”

Başını dışarı çevirip bir süre karanlığa gömülü mahalleye baktı. Bu sırada onun sessizliğine eşlik eden Albay, gözünü kırpmadan araca bakan Binbaşı’ya bakıyor, bu öğrendiklerini ondan nasıl gizleyeceğini düşünüyordu. Çünkü araçtan indiği anda Metehan’ın sorularla kendisini sıkıştıracağını biliyordu.

“Az önce arayan Zait iti olamaz. O, işini maşalarına yaptırıp her şeyi geriden izler. Başkan ya da yardakçıları olamaz çünkü daha teklifini bile görüşmedin. Sana şimdilik muhtaç olduğundan kalkıp da seni tehdit etmez. Bunları elediğimde başka bir seçenek bulamıyorum. Çünkü o seçeneği bilmiyorum. Ben bilmiyorum, tim bilmiyor. Ama Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan biliyor. Demir o yüzden seninle birlikte. Hatta belki de Emniyet Müdürü bile biliyor. O yüzden PÖH tarafından korunuyorsun.”

Nazenin kıvrak zekâsına, olayları tahlil edişine, parçaları birleştirme başarısına gülümseyip, iç çekerken, “Yetki sınırlarım içindeki kolluk kuvvetleri mensupları tarafından korunmam çok normal, Albay,” dediğinde, Albay bıkkınlıkla başını salladı.

“Demir neden burada o zaman?”

“Babamın pimpirikliliğinden.”

“Bu yalana beş yaşındaki çocuğu bile inandıramazsın, Vali Hanım. O kimdi? Bunu bir Albay olarak soruyorum. Seni koruyabilmek için bu bilgiye ihtiyacım var.”

Usulca Albay’a dönüp samimiyetle tebessüm etti. Adamın elini tutup, hafifçe sıkarken, “Vakti gelince her şeyi öğreneceksiniz, Albay ama şimdi vakti değil,” deyip yine duraksadı ve soluklanıp devam etti. “Bunca tehditten sağlam çıkmayacağımı biliyorum. Birinden biri illaki tetiğe basacak. Sadece bunun nerede, ne zaman olacağını bilmiyorum. Ama tek dileğim onlar tetiğe bastıklarında Metehan’ın yanımda olmaması. Bunu görmemesi.” Sözleriyle irkilen adam öyle bir şey olmayacak, diyemeden elini cebine atan Nazenin ona bir kâğıt uzattı. “Bunu ona ver. Eğer olur da ölürsem bunu ona ver. Senden bunu istiyorum ve bir de bu konuşmaları asla Metehan’a söylememeni. Lütfen Kutluhan baba, itiraz etme ve dediğimi yap.” Albay, itiraz etmek için ağzını açıyordu ki elini havaya kaldırıp onu susturdu ve net bir şekilde, “Bu bir emirdir!” dedi. Albay düğümlenen boğazını temizlemek için yutkunmaya çalışırken buz gibi olmuş elleriyle kâğıdı kavradı. Titreme isteğini bastırmaya çalışarak, alıp cebine koydu. Tek kelime daha etmeden, araçtan inecekti ki içi içine sığmayıp durdu.

“Pişman mısın?” dedi. “Hani Metehan sorduğunda kendinden emin bir şekilde hayır, dedin ya… Bana da diyebilecek misin?”

Nazenin bu soruya sesle gülüp başını hafifçe salladı. Sonra yüzündeki sahte gülüşün yerini durağan bir ifade aldı.

“Yapmam gerekeni yaptığım için pişman değilim, Albay. Vali olan Nazenin olarak pişman değilim. Ama…”

“Ama?”

“Mete’nin Naz’ı olarak çok pişmanım. Onun gözlerinde öfke gördükçe, kırgınlığını gördükçe daha da pişman oluyorum. Ama başka çarem yoktu.”

Albay, söyleyecek hiçbir söz bulamayınca araçtan indi. Kapıyı kapatan elinin içindeki kâğıdı parkasının iç cebine koyarken üstüne kilitlenen gözlerin ağırlığını hissediyor ama aldırış etmemeye çalışıyordu. Metehan’ın soru dolu bakışlarının ağırlığından kaçmak çok zordu ancak emir, demiri kesiyordu.

“Levent ve Demir, Vali Hanım’ı vilayete götürüyorsunuz. Olayları oradan takip edecek,” demesiyle Levent ve Demir’in araca geçmesi aynı anda olmuştu. Olan biteni sessizce izlemeye dayanamayan Metehan ise yanından öylece geçmek üzere olan Albay’ın dibinde bitip tüm kararlılığıyla gözlerinin içine baktı.

“Ne oluyor, komutanım? Böyle bir durumda burayı bırakıp gitmez. Ne oldu? Kim aramış? Neden gidiyor?”

“İşine bak, Binbaşı!” diyen gür ve buz gibi sesle kaşları daha da çatılan Metehan dişlerini sıktı, sıktı ama dayanamayıp isyan bayrağını çekti.

“Komutanım, yüzü bembeyaz oldu. Telefonu çalınca resmen afalladı. Yahu, benimki de göz. Görüyorum ve bilmek istiyorum. Neler oluyor?”

Albay sinirle soluklanıp Metehan’a belki de ilk kez bu kadar sert ve donuk baktı. Parkasının cebindeki mektubun ağırlığıyla eziliyordu. “Bir daha sözümü ikiletirsen… Bir daha Vali Hanım’la kırıcı diyaloglara girersen… Bir daha özel hayatınla iş hayatını karıştırır, kendine hâkim olamazsan yemin ederim, kendini askeri mahkemede bulursun,” dedi ve arkasını dönüp gitti. Orada öylece kalan Metehan ise duyduğu sözlerin ilk şokunu atlatıp mahalleden ayrılan makam aracına bakıyordu.

Ne olmuştu da Kutluhan Albay, Kutluhan baba, dediği o adam kendisine bu kadar sert ve keskin bir tepki vermişti? Bu, normal bir tepki değildi. Kutluhan Albay’ın vereceği bir tepki ise hiç değildi. Kafası iyice karışmış, aklı allak bullak olmuş, endişe ve tedirginlik kanına daha fazla karışmaya başlamıştı. Fakat Albay’ın sözleriyle elinin kolunun bağlandığını biliyor, susup görevine odaklanmak için çabalıyordu.

İki gün boyunca gecekondu mahallesindeki gerginliği sonlandırmak için uğraşan kolluk kuvvetleri, sonunda başarılı olup, mahallede birkaç ekip bırakarak geri çekildiğinde, Nazenin de gönül rahatlığıyla şehirden sessizce ayrılmıştı.

Bir buçuk saatlik uçak yolculuğunun ardından Ankara’ya ayak bastığında biraz daha iyi hissediyordu. Bu şehri, bu şehirde yaşadıklarını ve yaşayanları seviyordu. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle sokaklarda yürüyüp, aklında dönüp duran planları, projeleri düşündü. İşine odaklıydı çünkü iş düşünmeyi bıraktığı anda aklı hemen Metehan’a kayıyordu. Son yaşananların ardından birbirlerini görmemişlerdi. Kendisi geç saatlere kadar vilayette kalırken Metehan’ın da mahallede görev başında olduğunu duymuştu.

Onu düşündüğü her an daha çok yoruluyor, daha da bitkin düşüyor, panik ve korku hali mantığını ele geçiriyordu. Sözleriyle, davranışlarıyla kırıp dökse de kendisinden uzak olmasına şükrediyordu. Gönlündeki kırgınlığa ise kızıyor, bunu sen istedin, diyordu. Evet, bunu kendisi istemişti. Metehan uzak olsun, aralarına gözle görülür bir mesafe girsin istemişti. Bunu istemekle ilgili de çok haklı sebepleri vardı. O bilmese de vardı.

Bir gün o sebepler gün yüzüne çıktığında, Metehan’ın öfkesinin dinmesini umut ediyordu sadece. İşte tüm bu düşüncelerle Ankara’nın kalabalık ve gürültülü caddelerinde adımlayıp Sinem’le buluşacağı restorana geldi. Kendisini yakın takipte olan Demir, kapıda kalmıştı.

Cam kenarı bir masada oturan arkadaşına yaklaşırken, Sinem de onu görerek ayaklandı. İkisi de tüm ciddiyetleriyle tokalaştıktan sonra karşılıklı oturdular.

“Sayın Savcı’m, buluşma talebimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.”

“Rica ederim. Buluşma sebebimizi duymak için sabırsızlanıyorum doğrusu,” diyen Sinem’e tebessüm eden Nazenin, masaya yaklaşan garsonu tek bir el hareketiyle durdurdu. “Biz çağırana kadar lütfen gelmeyin.”

Sinem iyice gerilmişti. Garson ufak bir baş selamıyla geri geri gittiğinde, “Neler oluyor?” diye sormaktan kendini alamayıp kıpırdandı.

“Lafı uzatmayacağım, Sinem Savcı’m. Çünkü buraya geliş sebebimi söyleyip mesleki kimliğimi bir kenara bırakmak ve dostumla hasret gidermek istiyorum.”

“Sizi dinliyorum, Sayın Vali’m.”

Nazenin derin bir nefes alıp ona doğru eğildi ve gözlerine dikkatle bakarken, “Çevremde güvendiğim, bana kazık atmayacağını, kuyumu kazmayacağını bildiğim insanlara ihtiyacım var,” deyip sustu.

Sinem yalnızca başını sallayıp, “Evet,” dedi. Bu sözü devam et, der gibi söylemişti.

“Sana şunu sormak için buradayım. Adli tatile girmeden önce düşünmeni istiyorum.”

“Neyi?” diye fısıldayan Sinem’e bir süre sessizce bakıp dilinin ucundaki baklayı çıkardı.

“Akdağ Adliyesi’nde savcı açığı var. Tayin isteyip Akdağ’a gelir misin? Orada görev alır mısın?” Sinem duyduğu bu sözlerle şok olup, birkaç saniye öylece kaldıktan sonra kendini bir şeyler söylemek zorunda hissederek ağzını açacaktı ki Nazenin ona engel oldu. “Düşün. İyice düşün ve kararını öyle ver. Bir hafta sonra yine burada olacağım. Kararını o zaman bildir. Ve unutma ki ben sana böyle bir şey sormadım. Sonuçta valiler adliye ve askeriye bünyesinde söz hakkına sahip değildir. Görev tanımında sizler yoksunuz. O yüzden ben sana böyle bir teklifle gelemem. Ben, olsa olsa birkaç evrak işi için uçağa atlayıp Ankara’ya gelmişimdir ve bir dostumla karşılaşıp öğle yemeği yiyorumdur. Kamuya açık bir yerde, gayet sıradan bir buluşma ve yemek,” demesiyle az ilerideki garsona işaret etmesi aynı anda olmuştu. Onun bu soğukkanlı işgüzarlığı ise Sinem’e kahkaha attırmıştı.

“Nazo… Sen çok fenasın.”

Sinem’e göz ucuyla bakıp, gülerken sipariş almaya gelen garsona isteklerini sıralamaya başladı. Yemek boyunca sohbet edip hasret gideren kızlar, ayrılık vakti geldiğinde sıkıca kucaklaşmıştı.

“Haftaya görüşürüz.”

“Görüşürüz, Vali Hanım. Kendine dikkat et.”

Sinem’le vedalaştıktan sonra restoranın kapısında bekleyen sivil araca geçti. Demir’e, “Tarım ve Orman Bakanlığı’na gidiyoruz,” dedi ve yanında duran siyah deri çantaya tebessümle baktı. Dosyaları içi kıpır kıpır olarak, büyük umutlarla yetkililere teslim edip akşam uçağıyla Akdağ’a döndüğünde gün içinde yaptığı iki yolculuk yüzünden bitik haldeydi.

Yorgunluktan ağrıyan, yolculuklar boyunca da epey şişen ayaklarını sürümemek için direnirken, evinin kapısını açıp kendini içeri attı. Şimdi tek amacı hafta sonunu dinlenerek geçirmek ve haftaya dinç başlamaktı.

Bu doğrultuda hafta sonunu evin kapısını bile açmadan geçirmişti. Ne dışarı çıkmış ne evine birileri gelmişti. İki günlük bu mola, uzun zamandır yapmadığı ve artık ihtiyaç duyduğu bir şeydi. O yüzden ne yorgun bedeniyle ne de aklıyla savaşmıştı.

Pazartesi sabahı evden çıkıp, apartmanın önünde duran arabasına ilerlerken çevresine bakındı. Ama Metehan’ı göremedi. Artık kendisini koruma görevinde olmadığı için de yokluğuna şaşırmadı. Salı günü sabahı yine çevresine bakındı. Ama Metehan yine yoktu. Akşam eve döndüğünde adamın kapısına şüpheyle baktı. Kapı önünde ne bir ayakkabı ne de evde olduğuna dair başka bir işaret görebildi.

Çarşamba sabahı yine kapıya bakıp, hiçbir değişiklik görmeyince alt kat komşusu olan Yusuf Yüzbaşı ve birkaç bekâr teğmenin kapısını usulca çaldı. Merak ediyordu. Göreve mi gitmişti yoksa askeri binadaki odasında mı yatıp kalkıyordu? Bunu sormak için çaldığı kapı aralandığında, kendisini gören Yusuf Yüzbaşı, “Sayın Vali’m,” dedi.

“Günaydın, Yüzbaşı. Rahatsız ettim, kusuruma bakmayın ama…” Durup soluklandı. Bir an için gözlerini kaçırıp sözlerinin devamını nasıl getireceğini düşünmüştü.

Onun sessizleşmesiyle durumu anlayan Yusuf Yüzbaşı başını hafifçe sallayıp durgun bir sesle, “Gitti,” derken gözlerinde beliren suçlayıcı bakışı yok edememişti. Nazenin ise hem bu bakış sebebiyle hem de gitti sözünün ne anlama geldiğini bilmemenin paniğiyle baktı ona. Kuruyan boğazındaki acıyı yok saymaya çalışarak fısıldadı sadece.

“Nereye gitti? Göreve mi?”

Yusuf sol ayağına vermiş olduğu ağırlığını değiştirip, kıpırdanırken alnını ovuşturuyordu. “Bunu size söyleyemem. Kusura bakmayın,” dedi. Sesi hiç olmadığı kadar sert ve sinirini belli eden bir tınıdaydı.

Nazenin, onun konuşmayacağını anlayıp, başını ağır ağır sallayarak geri adımladı ve arkasını dönmeden önce, “Rahatsız ettiğim için kusura bakma,” diye mırıldandı. Kadının bembeyaz olan yüzünü, düşen omuzlarını gören Yusuf, bu duruma üzülse de tavrını bozmadı ya da geri adım atmadı. Merdiven basamaklarını ağır ağır inen Nazenin aracına geçtiğinde kafasında tek bir soru vardı:

Metehan, nerede?

Önce vilayete geçip birkaç görüşme yaptı, daha sonra Belediye Başkanı’yla birlikte Halk Eğitim Kursu için bulunan binayı gezdi. Binanın eğitim için uygun olduğunu söyleyip yapılacakları not aldırmaya başladı. Burayı bir okul ortamına dönüştürecek neye ihtiyaçları varsa hepsini tek tek yazdılar. Badanayı yapacak ustadan marangoza ve sucuya kadar herkesle birebir konuşup isteklerini anlattı. Oluşan ihtiyaç listesini fiyatlandırıp ödenek başvurusu için resmi yazı haline getirilmesini istedikten sonra evine döndü ama gözünü Metehan’ın evinin kapısından ayıramıyordu.

Evine girmeden, gerisin geri apartmandan çıkıp lojmanların bulunduğu alanda yürümeye başladı. Nuran Hoca ve Kutluhan Albay’ın oturduğu binaya varıp içeri girdiği gibi onların dairesinin bulunduğu kata çıktı. Bir anlık duraksamanın ardından kapıyı çalıp beklemeye başladı. Kapı açıldığında karşısında duran Albay, onun neden orada olduğunu anlayıp başını sallamış ve sakin sakin, “İçeri buyur, bizim kız,” demişti.

Nazenin mahcubiyetle kızaran yanaklarını saklamak için başını eğerken, “Sağ ol, Kutluhan baba ama girmeyeyim,” diye mırıldandı. “Ben şeyi soracaktım.”

“Neyi soracaksın? Daha doğrusu kimi soracaksın? Bizim deli oğlanı mı?”

Nazenin birkaç saniye önce eğdiği başını kaldırıp, hüznünü gizlemeden adamın gözlerine baktı. “Göreve mi gitti?” Sorusu fısıltıyla çıkmıştı ağzından. Endişesi, üzüntüsü yüzünün her zerresinden okunuyordu.

“Sen onu, o seni soruyor. Güzin abla bellediniz beni iyice,” deyip, homurdanan Albay derin bir soluk alıp konuşmaya devam etti. “Göreve gitmedi. İzne ayrıldı.”

Nazenin’in yüzünde önce bir rahatlama belirdi, ardından teni daha da solgunlaştı. Metehan’ın kolay kolay izne ayrılmayacağını, görevini ve silah arkadaşlarını bırakıp gitmeyeceğini biliyordu. Gittiyse hem de bunların hiçbirini düşünmeden gittiyse gerçekten uzaklaşmaya, kendini dinlemeye ihtiyacı var demekti.

“Teşekkür ederim. İyi akşamlar,” demeyi zar zor başarıp hızla oradan uzaklaştı. Nazenin’in ardından bakan Albay sıkıntıyla ensesini ovuştururken karısı yanında belirivermişti.

“Ne oldu, Kutluhan? Kimmiş gelen?”

“Nazenin. Metehan’ı sordu,” derken, kapıyı kapatıp kolunu sıkıca karısının omzuna sardı ve salona yöneldi. “Ne olacak bu çocukların hali, bilmiyorum. İkisi de bir ateşin içinde ayrı ayrı yanıyor. Kendilerince ikisi de haklı. Ve ikisi de sevdalı.”

Kocasının üzüntüsünü anbean gören Nuran Hanım onun göğsünü usulca okşayıp, bedenine daha da sokularak teselli vermeye çalıştı.

“Düzelirler elbet, canımın içi. Sen sıkma canını. Birbirlerini bu kadar severken ayrılığa dayanamazlar.”

“İnşallah, güzelim. İnşallah dediğin gibi olur,” diyen Albay, karısını bırakmadan koltuğa oturmasını sağladı. İkisi de birbirine sıkı sıkı sarılıp, uzun süre sessiz kalarak geleceğin ne gibi sürprizlerle gelebileceğini düşündü. Gelecekle ilgili tek duaları, bu iki gencin yeniden bir araya gelebilmesiydi.

***

 

Birkaç Gün Önce – Marmaris / Muğla

Aracından inip, omzuna astığı çantayı sıkıca tutarak küçük ahşap evine yürüyen Metehan, gözlerini kamaştıran güneş ışığından sakladığı bakışlarını masmavi sulara çevirdi. Pırıl pırıl, ışıl ışıldı memleketinin mavi suları. En son ne zaman izne ayrılmıştı, hatırlamıyordu. Herkesten, her şeyden uzaklaşmak için kullandığı bu eve ne zaman gelmişti, onu da hatırlamıyordu.

Derin bir nefes alıp, tertemiz havayı içine çekerken Akdağ’dan uzaklaşmakla ne kadar iyi bir karar verdiğini düşündü. Memleketinin havası aylardır süren gerginliğini, üzüntüsünü alıp götürmüştü sanki. Küçük ahşap evin kapısını açıp, başını hafifçe eğerek içeri girdi ve çantasını kenara bıraktı. Evin pencerelerini açıp temiz havanın içeri girmesini sağladıktan sonra doğruca duşa ilerledi.

Üstündeki tişörtü çıkarıp duşakabine girecekti ki ani bir kararla bundan vazgeçip yatağının karşısında duran iki kapılı dolaba yöneldi. Kapaklardan birini açıp içinden deniz şortunu çıkardı. Nem ve sıcakla bacaklarına yapışan pantolonundan kurtulup, şortunu giydiği gibi evden çıkıp sahile ilerledi.

Metrelerce yüksekliğe varan ağaçlarla çevrili bu koyda evi bile ağaçların arasında kalıyor ve kamufle oluyordu. Sahil deseniz on adımda son buluyordu. Sarp ve engebeli bir yoldan geçip de gelinmesi gereken bu yere kimse gelmez, kimse burada bir koy olduğunu bile bilmezdi. Gözlerden uzak olmak için mükemmel bir yerdi.

Çıplak ayaklarını güneşin kavurduğu kumlara basan Metehan, ayak tabanlarının yanmasına tebessüm ederken, gözlüğünü çıkarıp kenara koydu. Birkaç adım attı ve denizin epey sıcak, tuzlu suyuna ulaştı. Hiç beklemeden, oldukça estetik bir şekilde balıklama atlayarak suyun dibine indiğinde, su onu huzur vermek ister gibi sarmıştı sanki.

Enerjisi tükenene kadar yüzerek bir saatten fazla süreyi suda geçirdi. Dışarı çıktığında artık yatıp dinlenmesi gerektiğini biliyordu. Başı ağrıdan resmen zonkluyor, bedenindeki her kas acıyla geriliyordu. Gözlüğünü yeniden takıp, ayağına terliklerini giyerek ağaçlık alana ilerledi. Evinin önüne geldiğinde, dışarıya yaptığı duş alanına geçip suyu açtı. Vücudundaki tuzlu sudan ve ayaklarındaki kumlardan arınıp ıslak şortunu çıkarmış ve veranda gibi bir yerdeki çamaşır ipine asmıştı.

Etrafta kimse olmadığı ve olamayacağı için boxer’ıyla kalması hiç problem değildi. Belki de dünya üzerinde en rahat, insanlardan en uzak olduğu yerdi burası. O yüzden bu evi çok seviyordu. Evine girip çantasından aldığı temiz çamaşırı giydiği gibi yatağına uzanmış, zihnindeki her şeyi gerilere atarak gözlerini kapamıştı.

Günler geçiyor, Metehan ise geçen o günlerin bu kadar uzun olduğunu çalışırken nasıl fark etmediğini düşünüyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp kahvaltı ediyor, daha sonra iki saate yakın süre sarp arazide yürüyüşe çıkıyordu. Evine dönmesi öğleni buluyordu. Temiz havanın etkisiyle iştahı açılmıştı. Günde üç öğün yemek yiyemezken şimdi dört öğünle doymakta zorlanıyor gibi hissediyordu.

Öğle yemeğini özenle hazırlayıp yedikten sonra sofrayı topluyordu ki şişen karnına bakıp, istemsizce gülerken buldu kendini. Ailesi ve Nazenin’le kahvaltı ettikleri o sabahı düşünüp, daha da gülümserken, “Nazenin bu halimi görse söylenir, alay ederdi,” diye mırıldandı. Bulaşıkları yıkamak için musluğu açtı ama kendi kendine söylediği sözlerle dikkati dağılmış, gülen yüzü solmuştu.

İçi içini yese de kalbi kırık olsa da bazen öfkesine hâkim olamasa da tek gerçek vardı: Özlemişti onu. Şimdi burada yanında olsa burayı seveceğine o kadar emindi ki… Heyecanla etrafa bakınıp, yerinde duramayarak yaramaz çocuklar gibi bu küçücük evin bile altını üstüne getireceğinden o kadar emindi ki… Gözlerinin önüne geliyordu her hareketi, her mimiği. Kulaklarında çınlıyordu neşeli sesi. Hasretle kavruluyordu yüreği usul usul.

Git, dediğin yerden, bitti, dediğim yerden yeniden başlayacağımıza o kadar eminsin madem ne ben senden gidebiliyorum ne de sen benden gidebiliyorsun.” Durup etrafına bakınırken derin bir soluk aldı. “Dilerim, yeniden başlayabiliriz, Nazenin Tuna. Dilerim, dediğin gibi olur, Vali Hanım,” diyerek bulaşıkları bıraktı ve az ilerideki koltuğa oturdu.

Koltuğun kenarındaki sehpanın üstünde duran defterine uzandı eli. Bir şeyler yazmak, içindeki bu hasret yanığını kelimelere dökmek istiyordu. Defterin sayfalarını yavaşça çevirip en son yazdığı yazıya geldi. Nazenin’le ayrıldıkları o günün gecesi yazmıştı bu satırları. Bir an gözlerini yazının üstünde gezdirdi ve gördüğü şeyle duraksadı. Defteri kendine yaklaştırıp gördüğü o ayrıntıya daha yakından baktı. Bakarken kalp atışı da değişmeye başladı.

Birkaç kelimenin üstüne su damlamış ve kalemin mürekkebini akıtmıştı. Duraksayıp başını kaldırdı hafifçe. Dışarıda usulca esen rüzgârda oynaşan ağaç dallarına, yapraklara baktı. O gece ağlamamıştı. Bu satırları yazarken gözlerine yaşlar birikmişti ama hiçbiri gözünden düşüp de kâğıda iz bırakmamıştı. Bu damlalar…

“Nazenin’in gözyaşları…” diye fısıldamasıyla ayaklanması aynı anda olmuştu. Evin içini resmen tavaf ediyor, sayfaya bakmayı sürdürüyordu.

“Okumuş. Ağlamış…” Mırıldanmaya devam ederken sayfayı çevirdi ve aklından geçen düşünceleri kanıtlayacak o ayrıntıyı gördü. Arkadaki sayfa koparılmıştı ama birazı defterin içinde kalmıştı. Bir şey yazmış ama sonradan sayfayı koparmıştı.

Metehan hızla geçmişe dönüp zihnini taramaya başladı. Çok geçmeden de her ne yazdıysa bunu ne zaman yazmış olabileceğini buldu. “Görevden döndüğüm gece evime girmişti. Ağlamaktan gözleri şiş ve kızarıktı.” Durup alnını ovuşturdu. “Bunları okurken mi ağladın? Yoksa bana not yazarken mi? Ya da o notu defterimden koparırken mi?” Düşünüyor, düşünüyor ve aklındaki tüm parçaları birleştirmeye çalışıyordu. Aklına gelen fikirle heyecanlanıp koltuğun ucuna oturdu ve defterini bacağına koydu. Eline siyah kurşunkalemlerinden birini alıp kopan o yaprağın altında kalan sayfayı karalamaya başladı. Yan tuttuğu kalemi boş sayfaya sürdükçe, Nazenin’in yazıyı yazarken kullandığı kalemin baskısıyla alt sayfaya bıraktığı izler gün yüzüne çıkıyordu. O izler gün yüzüne çıktıkça Metehan’ın kalbi duvarlarını dövüyordu. Sanki gün doğuyor, umut yeniden yeşeriyordu onsuz kalan kurak topraklarda.

Kâğıtta beliren izleri ışığa tutup dikkatle ne yazdığını anlamaya çalıştı. Bir süre uzun uzun baktı ilk beliren o izlere. Sonra tane tane ve yavaşça okumak için uğraştı.

Biliyorum, kalbin kırık bana…

İşte, okumayı başardığı ilk kelimeler bunlar olmuş, göğsüne ağır bir darbe yemiş gibi hissetmişti. Yıllar önce kalbinin altına giren kurşundan daha acı verici tek his, şu an hissettiği bu sancıydı sanki. Keskin bir soluk alıp devamını okumaya çalıştı. Ancak devamı başı kadar net görünmüyordu.

Dakikalar boyunca sayfayı kalemle koyulaştırıp yazıları açığa çıkarmaya çalışsa da pek başarılı olamadı. Ta ki en sondaki birkaç kelimeye varıncaya kadar… Nazenin yazısını bitirmeden önce ona aynen şu kelimelerle seslenmişti:

Sevdiğim… Erkeğim… Mete’m…

Seni çok seviyorum…

Metehan bu sözlerle bir kez daha sarsılırken, “Kadınım…” diye fısıldadı. “Naz… Ah be güzelim…” Gözlerini kapatıp ağrılar giren başını koltuğa yasladı ve öylece kaldı. Artık hiç şüphe yoktu ki Kutluhan Albay teorisinde haklıydı. Nazenin hâlâ kendisini seviyordu ama kendisiyle olmanın ona zarar vereceğini düşündüğünden kaçıyordu.

“Ah, saf kız… Sen şimdi gitsen benden geriye bir şey kalır mı sanıyorsun? Senin saçının teline zarar gelse ben bu dünyayı yakmaz mıyım kadınım? Benden kaçtığında, aşkımdan da kaçabileceğini sanarak yanıldın. Yanıldığını da anladın ama… Azıcık geç kaldın.”

Bir anda başını kaldırıp doğruldu. Aklına gelen görüntüyle kanı resmen vücudundan çekilmiş, beti benzi atmıştı. Mahalledeki olayların başladığı o gece Albay, Nazenin’in makam aracından indiği esnada parkasının iç cebine bir kâğıt koymuştu. Albay’ın cebine koyduğu kâğıdı düşünürken geride ufak tefek parçaları kalan defterine baktı.

“O kâğıt…” diyerek bir anda ayaklandı. Etrafa saçtığı kıyafetlerini dakikalar içinde toplayıp evini kapadı ve koşar adım dışarı çıkıp aracına bindi. Evini ardında bırakıp, arazi tipi aracıyla sarp araziyi son sürat çıkarken telefonunu kulağına dayamıştı.

“Yusuf…”

“Abi… Sen neredesin, abi? Günlerdir aklımız sende.”

“İyiyim ben. Biraz kafa dinlemek istedim. Sen bir dur da soruma cevap ver.”

“Buyur, abiciğim.”

Derin bir soluk alan Metehan, “Vali Hanım’ı gördün mü?” diye sorunca aralarında kısa bir sessizlik oluştu. “Yusuf!”

Uyarı dolu ve cevap beklediğini belli eden bu tınıyla Yusuf, “Gördüm, abi,” dedi. “Bu sabah geldi, seni sordu.”

Metehan, kıs kıs gülerek keyifle iç çekti ve anayola çıkıp havaalanına giden en kısa yolu hesaplamaya başladı. Bir yandan da hâlâ Yusuf’a laf yetiştirmenin derdindeydi.

“Ne bok yedin de sesin götünden çıkıyor, ulan? Ters bir şey mi söyledin?”

“Yok, abi, ters bir şey söylemedim de…”

“Ee?”

“Hiçbir şey söylemedim. O da tüm nezaketiyle teşekkür edip gitti. Giderken çok üzgündü. Onu daha önce böyle gördüğümü hatırlamıyorum.”

Metehan usulca başını sallayıp, “Üzmeyin, Vali Hanım’ı,” dedi. “Zaten derdi başından aşkın. Bir de siz üzmeyin. Ben yoldayım, geliyorum. Akşama görüşürüz,” dedikten sonra telefonu kapatıp gazı sonuna kadar kökledi.

“Şimdi kaç bakalım, Naz Hanım. Şimdi kaç, şimdi sus da göreyim. Bekle, geliyorum.”

***

Nazenin, Albay’ın evinin kapısından döndükten sonra gözünü bile kırpmayıp sabahı sabah etmişti. Metehan’ın nerede ve ne halde olduğunu düşünmekten bitap düşmüştü. Kolu kanadı kırılmıştı zaten de şimdi onun bu gidişiyle kalbi de yerinden sökülüp gitmişti sanki. Gece boyunca yattığı koltuktan doğrulup saate baktı. Giyinip hazırlanmalı ve işinin başına dönmeliydi.

Tarım projesi yetkilere sunuldu mu diye sormak için telefon görüşmeleri yapacak, daha sonra açmayı planladığı kurs yerine gidip işleri denetleyecekti.

“Çok işin var, kızım. Senden anca bu kadar aşk kadını oluyor işte. Şimdi iş kadını olmaya dönme vakti,” diye mırıldanıp doğruca odasına geçti ve hazırlandı. Evinden çıkıp, karşı dairenin kapısına bakmamaya çalışarak binayı resmen terk etti. Asık ve yorgun yüzünü düzeltmeye gayret ederek, etrafındaki insanlara günaydın, deyip tam aracına binecekti ki görüş alanına giren başka bir makam aracını görerek duraksadı. Aracına binmeyip diğer araçtan kimin ineceğini beklemeye başladı. Araç durdu, önde oturan koruma indi ve arka kapıyı açtı.

Açılan kapıdan ilk olarak siyah, uzun burunlu rugan ayakkabılar göründü. Ardından tam olarak  üzerine göre dikilmiş özel takım elbisesinin içinde dimdik duran adam.

Çatık kaşları düzleşti, yüzündeki tüm mimikler silindi Nazenin’in. Ancak gözlerinde beliren şaşkınlığı gizlemeye fırsat bulamadı. Araçtan inip el yordamıyla üstünü düzelten adam, bir de kumral saçlarının epey gür olan ön kısmını düzeltti. Başını kaldırdığında göz göze geldiler.

Bu sırada apartmandan çıkıp kendilerine pürdikkat bakan Pençe Timi’nin üyelerini göz ucuyla gören Nazenin sıkıntıyla soluklanmıştı. Karşısında duran adam eğer hâlâ küstah ve patavatsızsa az sonra söyleyebileceği sözleri herkesin duymasını isteyecekti. Bu düşünceyle yüzünü buruşturmamaya çalışırken davetsiz misafir yanına doğru yaklaşmış ve herkesin duyabileceği bir sesle konuşmaya başlamıştı.

“Eski bir dostu karşılar gibi mi karşılayacaksın beni yoksa Vali Hanım olarak mı?”

Sorduğu soruyla Nazenin’in kaşı havalandı. Bir süre adamın yüzüne öylece bakıp tıpkı onun gibi gür bir sesle ve net bir şekilde, “Benim dostlarım eskimez,” dedi. “Zaten sen de dostum değildin. Hiçbir zaman!”

Aralarındaki gerilim dolu bu diyalogları duyan herkes gözlerini onların üstüne dikmişti. Kimdi bu kılıksız adam? Ve böyle rahat rahat konuşma cesaretini hangi samimiyete dayanarak buluyordu?

El sıkışıp, birbirlerine bakarken Nazenin’in bakışları ters ve mesafeli, adamın bakışları ise küstahtı. Tıpkı duruşu gibi ve Nazenin’in elini sıkışı gibi küstah.

“Doğru, dostun değildim. Sevgilindim.

Herkesin gözleri yuvasından çıkacak gibi olurken sol taraflarından yükselen gürültüyü duydular. Bütün başlar sol tarafa döndüğünde, aracından inen Metehan’ın öfkeyle kısılmış gözlerini görmüşlerdi. Saniyeler önce yükselen ses ise belli ki araç kapısını çarparak kapamasından kaynaklanmıştı.

Nazenin, yaklaşık bir hafta sonra gördüğü adama bakarken geri dönmek için en olmayacak zamanı bulmasına içinden küfrediyordu. Gözlerini zar zor Metehan’ın öfkeli ve soru dolu gözlerinden ayırıp elini sıkan adama döndü. Adamın rahatlıkla dile getirdiği bu sözlerden rahatsızlığını belirtmek ister gibi asıldı koluna. Böylece onu kendisine doğru çekmiş ve yüzlerini belli bir oranda yaklaştırmıştı.

“Boş muhabbet yapma, Doğu. Burada ne geziyorsun, onu söyle.”

Adam, Nazenin’in yüzüne uzun uzun bakıp güldü. Ama bu gülüş huzurlu, hoş bir gülüş değildi. Rahatsız edici, kinayeli bir gülüştü.

Savcı Bey, diyecektin de yanlışlıkla Doğu, dedin galiba, Vali Hanım,” diye mırıldanır gibi konuştu. Elini hızla geri çekerek Nazenin’in uyguladığı baskıdan kurtuldu. Yeniden üstünü düzeltip öksürür gibi boğazını temizledi. “Akdağ iline, şu arapsaçına dönen meşhur dosyanın soruşturmasını yürütecek savcı olarak atandım,” demesiyle Nazenin’in ifadesinde kısa bir an şaşkınlık belirmiş ama hemen kaybolmuştu.

“Benimle saçma sapan muhabbetler çevireceğine, git de işini yap o zaman, Doğu!” Adamın yanından geçip, gidecekken, ağzını açacağını fark edince durdu ve sağ elinin işaretparmağını havaya kaldırıp tehditkâr bir şekilde yavaşça salladı. “Karşıma şov yapmak için değil, işini yapmak için çıkarsan yani karşıma savcı olarak gelirsen sana Savcı Bey, diye hitap ettiğimi duyarsın. Hayırlı görevler. Dosyaları kısa sürede okuyup işine adapte olacağını düşünüyorum.” Ardından aracına binip Levent’e bakmadan, “Gidelim,” dedi. Araç askeriye sınırlarından çıkıp, şehrin içine karışırken Nazenin hâlâ uzun süre yakasından düşsün diye uğraştığı eski sevgilisini karşısında görmenin şaşkınlığını yaşıyordu.

Üniversitede ikinci sınıfken o zamanlar dördüncü sınıfta olan Doğu’yla kısa bir süre görüşmüş, sonrasında onun hal ve hareketlerinden hoşlanmayıp ayrılmıştı. Kendisi ayrılmıştı ayrılmasına da Doğu mezun olana kadar peşinden ayrılmamış, o eğitim öğretim yılını Nazenin’e resmen zehir etmişti. Bu yaşadıklarından sonra da kimseyle görüşmek dahi istememişti. Sadece derslerine, ardından da işine gücüne bakmıştı.

On yıldan sonra da hayatına Metehan girmişti. Ama ne girmek… Kalbi, aklı, bedeni ve ruhuyla… Her şeyiyle ilk kez sevgiyi hissetmişti. İlk kez yarım değil de bir bütün olmuştu Nazenin.

Sonra… Sonrası yine hüsrandı. Acıydı. Akıtamadığı gözyaşlarıydı. Kalbindeki kocaman ağrı, ruhundaki parçalanış, bedeninde onun gidişiyle oluşan ve hiç geçmeyen soğukluktu.

Aklında beliren bu düşüncelerle nefesi kesildi. Acısı katlandı, sanki mümkünmüş gibi. Elini kalbinin üstüne koyup derin bir soluk aldı.

Yıllar sonra ne demeye çıkmıştı bu adam karşısına? Memlekette başka savcı mı kalmamıştı sanki?

Şakaklarını ovuşturup, sakinleşmeye çalışırken bu kez aklına Metehan’ın öfke saçan gözleri geldi. Huzursuzluk, merak ve kıskançlık vardı o gözlerde, görmüştü. Ve gördükleri zaten olmayan huzurunu hepten yerle bir etmişti.

Sıkıntı üstüne sıkıntı, dert üstüne dert ekleniyordu. Sanki bir oyunun içindeydi ama bir bölüm bitmeden diğerine geçiyor, bütün düşmanlarla aynı anda mücadele etmeye çalışıyordu. Bu mücadeleyi ne zamana kadar sürdürebileceğini kendisi de artık bilmiyordu.

Nazenin’in makam aracı hareket edip, gözden kaybolurken, Metehan gözünü kırpmadan Doğu denen adama bakmayı sürdürüyordu. Sevdiği kadının eski sevgilisi… Bu eski sevgili, aylar önce okul ziyareti sırasında bahsi geçen eski sevgili miydi bilmiyordu. Ancak adamdan zerre kadar hoşlanmamıştı. Bir adım atıp ona doğru ilerleyeceği sırada, “Komutanım, hoş geldin,” diyen sesle kendine geldi. Sağ yanında duran Yusuf kaşını gözünü oynatarak durmasını işaret ediyordu.

“Hoş buldum, Yüzbaşı’m demek isterdim ama…” Sinirle soluyup saçlarını hırsla karıştırdı. Bu sırada aracına binen Savcı’nın da gidişini izledi. “Kim ulan bu kılığı bozuk?”

“Bilmiyoruz ki abi. Biz de ilk kez gördük. Yeni gelmiş. Rahmetli Giray Savcı’nın görevine atanmış,” dediğinde, Metehan iyice huzursuzlanıp homurdanmaya başladı.

“Yani eski Vali’den şimdiki Vali’ye kadar yaşanan her olayı bu cins araştıracak, öyle mi?” Sorunun cevabını bildiğinden ayrıca cevap almaya uğraşmayıp aracına yöneldi. Aracın içinden aldığı defteri sıkıca tutup kapıyı kapadı ve yürüdü. “Kutluhan Albay alay binasında mı?”

“Evet, komutanım.”

İşte, duymak istediği cevap buydu. Adımlarını hızlandırıp koşar gibi bir hızla ilerlemeyi sürdürdü. Yaklaşık on dakika sonra Albay’ın postasına onu görmek istediğini iletip kapıda beklemeye başlamıştı ki içeriden çıkan asker, “Albay’ım sizi bekliyor, Binbaşı’m,” dedi. Metehan odaya girip kapıyı kapadı ve masanın önüne ilerleyip selam durdu.

“Binbaşı Metehan Kılıçarslan.”

Gür sesi odada yankılanırken, Albay ona hafif bir baş selamı verip tebessüm etti. Kırgın ayrılmışlardı belki ama özlemişti bu deli adamı.

“Hoş geldin, Aslan… Kılıçarslan,” deyip, oturmasını işaret etse de Metehan oturmayıp öylece durmayı sürdürdü.

“Pek hoş gelmedim, komutanım. Şu an üniformasız, sivil olarak, bir evladınız olarak buradayım. Size sevgim, saygım tartışılmaz ama…” derken elindeki defteri gösterdi. “Bu defterin içinde olması gereken fakat sizin cebinizde olan kâğıdı istiyorum.”

Albay dönüp, dolaşıp aynı yere gelmiş olmalarından sıkıldığını belli edermiş gibi güçlü bir soluk verip ayaklandı.

“Metehan!”

“Kutluhan baba!” diyen net ve gür sesle duraksayan Albay, dikkatle ona bakmayı sürdürdü. Metehan’ın artık sabrının kalmadığını, patlama noktasına geldiğini gözlerinde görüyordu. O yüzden sustu ve onun konuşmasını, derdini ortaya sermesini bekledi. “İstersen şikâyet et beni. İstersen askeri mahkemeye ver. İsterseniz rütbemi düşürün ya da rütbe durdurma verin. Yemin ederim, hiçbiri umurumda değil. O kâğıdı göreceğim. O kâğıtta ne yazıyorsa onlar bana yazıldı ve bana ait. Bakın, bende sabır falan kalmadı. Delireceğim artık. Beni daha fazla zorlama, Kutluhan baba. Ver şu kâğıdı, çenem kapansın. Düşeyim yakandan. Yoksa gitmem buradan. Buradan kov, kapında yatarım. Kapından kov, evinin kapısına gelirim. Nezarete at, o demirleri eğip büker, yine buraya gelirim. Yine isterim o kâğıdı. Ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Bu kızın derdi ne? Hâlâ beni seviyor, biliyorum. Derdini de bilmek istiyorum. Kaçmasının çözüm olmadığını öğrenmesi için benim neler olduğunu öğrenmem lazım.”

Kutluhan Albay odanın içinde birkaç tur atıp dudaklarının arasından anlamsız homurtular çıkardıktan sonra Metehan’ın önüne geldi ve gözlerinin içine baka baka, “Ulan, bundan birkaç ay önce ağzından laf alacağım diye göbeğim çatlardı,” dedi. “Konuşmuyorsun diye söverdim. Şimdi sus diye söveceğim. Ve bu hale geleceğimiz ölsem aklıma gelmezdi. Bir sus, ulan. Bir sus. Motorun soğusun,” diye bağırarak sözlerini bitirdiğinde odada birkaç tur daha atıp yeniden Metehan’ın önüne geçti. “Evet, Vali Hanım bana bir kâğıt emanet etti, bunu zaten görmüşsün. Ama sana vermemem için emir verdi.” Şimdi daha çok bağırıyordu. O bağırdıkça Metehan’ın gözlerinde çaresizlik yer ediyor, rengi küle dönüyordu.

“Yapma, Kutluhan baba…”

Sesi titreyip, başı önüne düşerken, Albay bıkkınlıkla soluk alıp onun omzuna sağlam bir yumruk indirdi.

“Yüzüme bak, ulan. Ama yavru köpekler gibi bakma. Deli Binbaşı gibi bak. Ayrıca…” deyip bir süre sessiz kaldı, enine boyuna düşündü ve elini parkasının cebine daldırdı. “Vali Hanım emir verirken şunu atladı. Ben onun yetki sınırının dışındayım. Bana emir veremez.” Bıyık altından gülerek, kâğıdı gün yüzüne çıkarıp ona uzattı ve usulca, “Kaybol gözümün önünden,” dedi. Metehan bir an için yaşananların gerçekliğini idrak etmekte zorlanarak, donup kaldı. “Alsana oğlum!” diyen gür sesle kendine geldi. Kâğıdı hızla alıp odadan çıkmaya yeltendi. Aklına gelen şeyle durup yeniden Albay’a döndü ve ona sımsıkı sarıldı.

“Sağ ol, Kutluhan baba. Sağ ol.”

Kutluhan Albay onun sırtını sıvazlayıp bir yandan da, “Kaybol dedim, ulan,” deyince ikisi de homurdanır gibi gülmüştü. Metehan telaşlı adımlarla odadan çıkıp kendi odasına girdiğinde, kapıyı kilitledi. Masasının önündeki deri koltuğa oturup elinde tuttuğu kâğıdı sehpaya koydu ve bekledi. Kâğıdı açıp içinde yazanlarla yüzleşmeye hazır olacağı anı sabırla bekledi. Yaklaşık bir saat kâğıtla bakıştıktan sonra derin bir nefes alıp kenarı kopuk sayfayı açtı. Ve daha ilk kelimeleri okumasıyla gözlerine yaşlar birikmeye başladı.

Biliyorum, kalbin kırık bana…

Biliyorum, dargınsın…

Ve biliyorum, affetmeni istesem… Yine arkanı dönüp gidersin.

Ama sen de şunu bil, sevdiğim…

İlk vazgeçtiğim sen değilsin.

Ben, ilk kendimden vazgeçtim de sana git, dedim.

Sana git, diyen dilimi koparıp atmak istedim. Kalbim beni bırakma, gitme, derken bu yalanı söylemek çok zordu. Çok canım acıdı, inan…

Sonra bağırdım ardından…

Gitme, dedim bu kez.

İnan ki tüm kalbimle diledim bunu.

Ama duymadın sesimi. Sensiz bir sessizliğe seslendim sadece.

Kırdığım kalbini onarmak, hatamı düzeltmek öyle tek kelimeyle olacak şey değilmiş. Anladım. Yaptığım yanlışı geç fark ettim. Döndüm o yoldan ama döndüğümde seni bulamadım. Çünkü sen, çoktan gitmiştin.

Oysa şimdi ayaklarına kapanır, gözlerinde gördüğüm o aşk için dilenirim. Yeniden bana aşkla bak, bana yeniden inan, güven diye. Eğer istediğin buysa inan ki yaparım.

Ama sen gözlerime bile bakmıyorken aşkın için yalvarmamın bir anlamı olur mu? İşte ben de bunu bilmiyorum.

Tek bildiğim, kalbini kırdığım. Ve yine tek bildiğim, o kalbi çok sevdiğim. Ömrüm boyunca da seveceğim.

Sevdiğim… Erkeğim… Mete’m…

Seni çok seviyorum…

Keşke yeniden baksan gözlerime. Yeniden baksan ve ben, hasret kaldığım o sıcacık kahve harelerine kavuşsam.

 

HEMDERT – 13.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et

error: Content is protected !!