2.BÖLÜM

 

Ne hükümran kalır ne zulüm ne de kin

Öz değil dostlar öz değil bu biçim

Kulların kullara ettiğini

Etmiyor en zalim harın ateşi

Yaşananların üstünden kaç gün geçmişti? Kardeşi rezil bir oyuna kurban gideli kaç gün olmuştu? Kaç gündür bu hâldeydi? Kaç gündür bu odadan çıkmamıştı? Neşe Hanım, Tomris ve doktorlar dışında kimseyi görmeyeli, derin bir nefes almayalı kaç gün olmuştu? Gözünü bile kırpmadığı bir gece daha güne dönerken aklında da bu sorular dönüyordu. Ancak cevabını bilmiyordu. Midesinde dalga dalga yükselen bulantıyla eli karnına doğru gitti. Orada bir can vardı. Canıyla büyüyen, canı her yandığında aklına gelen bir can. Vakti zamanında kardeşi için dik duran o kız çocuğu şimdi büyümüş ve genç bir kadın olmuştu. Fıtratı biraz değişmişti belki ama kan aynı kandı. ‘Kalk’ diyordu. Bergüzar şöyle bir doğrulmak istiyor ancak daha doğrulamadan yeniden yıkılıyordu. ‘Kalk’ diyordu içindeki inatçı kız çocuğu… Bergüzar bir adım atmak istiyordu ama bacakları tutmuyordu. Toprak’ın gittiği o andan itibaren sanki gücü tükenmiş, kanı çekilmiş, bütün bedeni işlevsizleşmişti. Oturmak, konuşmak, yürümek zor geliyordu. Yapamıyordu.

Günlerdir tavanı izliyor, pencerenin ardından bahçeye bakıyor sonra gözlerini kapatıp dünyayla ilişiğini kesiyordu. Sesi, soluğu, canı ve cananı gitmişti. Hayatında ilk kez ‘galiba bu sefer bittim’ demişti. Yenilgiyi gönlü kabul ediyordu da kahrolası aklı kabul etmiyordu. Bir de evine misafir olduğu insanlar kabul etmiyordu bitmişliğini. Neşe Hanım ve kızı Tomris, etrafında dört dönüyordu. Yeniden ayaklansın, toparlansın diye ellerinden ne gelirse yapıyorlardı. Süleyman Bey, kapıdan bakıp kendisini kontrol ediyor ama rahatsızlık vermemek için içeriye girmiyordu. Atilla ve Ertuğrul da günde birkaç kez aynı şeyi yapıyordu. Seslerini duysa da kimsenin yüzüne bakmıyordu. Çünkü yüzlerine bakacak yüzü yoktu. Böyle hissediyordu. Her an tekrar tekrar kendine kızıyordu. ‘Eğer Alparslan’a söyleseydim’ dediği yerde boğazı düğüm oluveriyordu. Alparslan… Gözlerine buzullardan şato yapan, sert ve donuk sesiyle herkese emirler yağdıran, burnu düşse yerden almayacak olan adam… Kendisine âşık, kendisine sevdalı… Sesiyle, sözüyle, teniyle ve yüreğiyle Esmerim diyen adam. Kendisine kızgın, kendisine öfkeli… Yaşananlardan sonra bir kez bile yanına gelmeyen, yüzüne bakmayan, hak ettiğini düşündüğü muameleyi yaşatan adam. Kapalı gözlerinin ardına sızan anılarla birlikte yanaklarına da yaşlar süzülürken, derin bir iç çekti. Ne güzel sevmişlerdi birbirlerini. Ne güzel yaşamışlardı aşklarını. Herkese ve her şeye rağmen… Bunca yaşanan acıdan sonra ne olurdu, olursa nasıl olurdu bilmiyordu. Kuruyan dudakları aralandı ve zihninde dönüp duran şarkının sözleri, çatallı sesine rağmen odanın içinde duyuldu.

Bugün dua ettim hepimiz için

Yüce Tanrı bizleri affetsin

Yaptığı, yapamadığı her şey için af diliyordu. Önce kardeşinden, sonra kendinden… Kalbini ve güvenini kırdığı adamdan, sevdiğinden… Ve bir de canında can bulan bebeğinden… Herkesten af diliyordu bir şarkıyla. Asıl suçlular, asıl günahkârlar ortadan kaybolup giderken, hayatlarına devam ederken o, af diliyordu. Belki de hiç kabul edilmeyeceğini bile bile…

Pencerenin önündeki koltuğa uzanıp, dışarıyı görecek şekilde döndü. Dizlerini büküp karnına doğru çekti, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Bir çocuğun ana rahmindeki pozisyonunu almıştı. Karnındaki çocuğu gibi onunla aynı şekle bürünürken dışarıyı izlemeye devam etti. Odaya birileri girdi, çıktı, girdi ve çıktı. Fakat Bergüzar hiçbirine bakmadı, hiçbiriyle konuşmadı. Sessizdi, dili lâl olmuş kadar sessizdi.

Siz, sessizliğin çığlığını duydunuz mu? Aslında çok güçlüdür. Öyle güçlüdür ki yürek dayanmaz. Çünkü o sessiz çığlığı duyan tek şey yürektir. Parçalanıverir o çığlığın, feryadın içinde.

Siz, sevgisiz kaldınız mı? Başınız okşansın diye annenizin, babanızın gözünün içine baktınız mı? Siz, kardeşinizi, canınızı, yol arkadaşınızı kaybettiniz mi? Gözünüzden sakınarak büyüttüğünüz, çocuğunuz gibi olan o canın parçalara ayrılışını, cayır cayır yanışını gördünüz mü?

Sessiz bir çığlığın sahibi olmadıysanız, sevgiye yoksun kalmadıysanız, görmediğiniz sevginizle kardeş büyütmediyseniz ve onu gözlerinizin önünde kaybetmediyseniz… Bergüzar’ı anlayamazsınız. Çünkü acılar paylaşılmaz demişti ya Armağan, acılar paylaşılmazdı. Doğruydu. İnsanlar, sizin acınıza olsa olsa üzülür beş dakika sonra da hayatlarına kaldığı yerden devam ederdi. Ancak siz, o acıyla bir ömür, her nefeste yaşardınız.

Alparslan odanın kapısını açmak üzereyken, Bergüzar’ın yorgun ama hâlâ yüreğini hoplatan sesinden dökülen şarkı sözlerini duymuştu. Gözlerine biriken yaşlara lanet edip zar zor soluklanmaya çalıştı. Dişlerini sıkmaktan ağzının içi uyuşmak üzereydi. Kendi canı bu kadar yandıysa ve yanıyorsa Bergüzar’ın acısını, yasını hayal bile edemiyordu. Ancak içindeki kör olası inada da söz geçiremiyordu. Gidip sarılmak, teselli etmek istediği her an aklına gelen o sahne, adımlarını kesiveriyor, aklında şu sözler diriliyordu. ‘Söyleseydi böyle olmazdı. Belki olmazdı.’

Bekleyenim olursa yolumu bulur dönerim demişti. Aylar önceki bu diyalog saklandığı yerden çıkarken, ilişkilerinin en çetrefilli ve zor sınavlarından birini ya verecek ya da o sınavdan kalacaklarını anlamıştı. Ne demişti Süleyman Yalın “Sevda dediğin biraz cennet, biraz cehennem gibidir. Yaşanacak iyi kötü her şeyle mücadele ise sırat köprüsünden geçmeye benzer. Köprünün ucu cennet, altı cehennem… Köprüyü geçersen cennetine varırsın. Yok geçemezsen, cehenneme düşersin.” Sözlerinin anlamını, doğruluğunu şimdi idrak ediyordu. Ya köprüyü geçip aşkla, sevgiyle kucaklaşacak ya da cehenneme düşüp, bir ömür sevda ateşinde yanacaklardı. Birlikte sonsuza dek cayır cayır yanmak da sevdaya dâhil miydi? Aklı bu düşüncelerle doluyken sırtına dokunan eli hissedip irkildi.

“Aylar önce Ankara’ya seni görmeye geldiğimde Bergüzar’dan, ilişkinizden konuşmuştuk. Hatırlıyor musun abi?” Tomris’e doğru dönmedi ama başını salladı.

“Bana Bergüzar’ı anlatırken ‘Dünyada cenneti bulmak gibi’ demiştin.” Yine başını salladı. Kardeşine o gün söylediği bu sözleri hatırlıyordu.

“Sen cenneti yaşarken o cehennemi yaşıyor, kendi cehenneminde sana cenneti yaşatıyordu.” Tomris abisini kendine doğru çevirdi ve gözlerini gözlerine dikti.

“Bunu yaşayan, yaşatan bir kadın, kaçıp giden, saklanan bir adamdan daha fazlasını hak ediyor. Ona hak ettiğini vermek zorundasın. Yani bence öyle. Ve o kadın, çocuğunuz için direnip, yaşamaya devam ederken arkanı dönüp gidemezsin. Benim bildiğim Alparslan, benim tanıdığım, abim ama babam gibi olan bu adam bırakıp gitmez. Öfkelense de kırılsa da kızsa da sevdiği kadını ve çocuğunu bırakmaz. Çözüm arar, o çözümü bulur. Bulamıyorsa yaratır. Ama asla gitmez.” Kollarını abisine dolayıp yanağından uzunca öptü.

“İkiniz için de çok zor biliyorum. Ama sevdayı paylaştığınız gibi acıyı da paylaşmayı öğrenme vakti. Hadi abi… Hadi benim abim, hadi baba yarım, hadi… Sana ihtiyacı var. Tut elini. O seni, sen onu tut.” Alparslan, en küçük kardeşinden duymayı beklemediği bu sözlerle sarsılırken eğildi ve alnını onun omzuna dayadı. O sırada öyle bir iç çekti ki Tomris’in soluğu kesildi sanki. Elinde olsa acısını yüreğinden söküp alır, kendi yüreğine koyardı. Ama elden bu kadarı geliyordu. Kırılmış, solmuş, yorulmuş bir çiçeği sever gibi dokundu abisinin saçlarına. Sırtını sıvazladı, şakağını defalarca öptü, kokusunu içine çekti ve bir adım geri çekildi. Alparslan da toparlanıp yeniden kapıya yönelirken gözlerine umutla baktı. Kapı yavaşça aralandı ve abisi gözden kayboldu.

Daha içeri girdiği anda burnuna dolan kokuyla gözlerini kapatıp öylece bekledi. Bu koku, Bergüzar’ın kokusu, sevdanın kokusu… Tüylerini diken diken eden, yüreğini ağza getiren, kalbinin ritmini alt üst eden bu kokuydu. Gözlerini aralayıp yatağa baktığında boş olduğunu fark ederek birkaç adım attı. Sırt kısmı kapıya dönük koltukta kıvrılıp uyuya kalan Esmerini de ancak o zaman gördü.

Parmak uçlarında ilerleyerek koltuğun önünde duran orta sehpanın ucuna oturdu. Bergüzar, bir soluk uzağında, kokusuysa daha yakındaydı. Parmakları simsiyah saçlarına dokunmak isterken ellerini yumruk yaptı. Bu yaptığı kendine hâkim olmasına yetmeyecek gibi hissedince bacaklarının arasına sıkıştırdı. Dakikalar boyu onu izledi. Uyuyor muydu, yoksa uyuyor gibi mi yapıyordu anlayamadı. Anlayacak şuura da sahip olmadığını bildiğinden üstünde durup düşünmedi. Gözlerini açacağı ânı sessizce bekledi.

Kahvenin en güzel tonunu taşıyan hareler titrek bir hareketle aralanırken, keskin soluğunu ciğerlerine hapsetmişti. Günler sonra göz göze geldiklerinde ikisi de birbirini ilk kez görüyor gibi baktı. Çok zaman olmamıştı görüşmeyeli ancak çok şey değişmiş, eksilmişti. Toprak eksilmişti hayatlarından ve akabinde acı yüzlerinde yosun tutmuştu sanki. Kilo vermiş, gözaltları çökmüş, morluklar gün yüzüne çıkmıştı. Alparslan’ın grileştiğini iddia ettiği saçlarında şimdi gerçekten aklar vardı. Sakalları uzamış, güzel yüzünü kaplayıp asi bir görüntü oluşturmuştu. Ancak asıl isyan ve asilik yemyeşil gözlerini mesken tutmuştu. O bakışlarını silemiyor, Bergüzar’a öylece bakıyordu.

Bergüzar’ın kara gibi görünen gözlerindeyse tarifi imkânsız bir ifade vardı. Acısına isyanı, isyanına öfkesi, öfkesine yası karışmış gibiydi. Karmakarışık ama hüzün doluydu. Her zaman ufacık bile olsa umudu sırtlanan o gözlerde ilk kez karamsarlığı gören Alparslan, ruhunun çekildiğini hissederek gözlerini kaçırdı. Dayanamamıştı. Bakmaya dayanamamıştı. Usulca boğazını temizledi, soluk aldı ve kendinden emin tutmaya çalıştığı sesiyle

“Yarın benim evime geçeceğiz. Sabah gelir seni alırım.” Dedi. Sesi buz gibiydi ama Bergüzar’ı ürpertmemişti. Hiçbir şey söylemeden, yüzünde en ufak bir değişim bile olmadan ona bakıp başını salladı. Odasından çıkıp gittiğini kapının sesinden anladı ve gözlerini yeniden kapadı. Gözlerini kaparsa yaşadığı azap da biraz olsun diner diye ümit etti.

Atilla ve Aylin’in düğünü zaten bir kez ertelenmişti. Yeniden ertelemek istediklerindeyse aileleri engel olmuştu. Tüm o üzüntüye, acıya, kayba rağmen düğün yapılırken, Tomris ev ve düğün yeri arasında mekik dokumuştu. Eve gelip Bergüzar’ı kolaçan ediyor sonrasında içi acımıyormuş gibi gülücükler saçarak misafirlerle ilgileniyordu.

Düğünün ertesi sabahı Alparslan dediğini yapıp Bergüzar’ı almaya geldiğinde babasının ve annesinin dikkatli bakışlarıyla karşılaştı.

“Yaşananlara bu kadar yakından tanık olmanız bana göre doğru değil. Düzeleceksek de dağılacaksak da bunu birlikteyken ve baş başayken yapacağız. Bize biraz müsaade edin. Lütfen!” itiraz kabul etmeyeceğini belli eden sesi ve sözlerinin ardından merdivenlere yönelmişti ki Bergüzar’ı gördü. Günler sonra ayaklanmıştı. Merdivenin trabzanını sımsıkı kavrayıp küçük ama temkinli adımlarla basamaklardan indi. Karşılıklı durduklarında

“Hazırsan gidelim.” Diyen Alparslan’a değil de onun ardındaki Süleyman ve Neşe’ye bakıyordu. Dudaklarında ufacık bir tebessüm belirip kaybolurken, teşekkür maiyetinde başını salladı. Neşe Hanım’ın şefkatli, Süleyman Bey’in baba sıcaklığı taşıyan gözlerinden kaçmak için arkasını döndüğü gibi evden çıkmıştı. Yol boyunca yine o sağır eden sessizlik aralarında kol gezdi ama ikisi de sessizliği bölmedi. Bergüzar yemin etmiş gibi sessiz, Alparslan ise ne düşüneceğini, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemeyecek kadar karışıktı.

Evin kapısından girerken Alparslan istemsizce Bergüzar’ın sırtına dokundu. Hiçbir şey düşünmeden yaptığı bu hareketle şaşırıp parmaklarını geri çekemeden Bergüzar irkilerek kendisinden uzaklaşmıştı. Onun can havliyle kendisinden uzaklaştığını anlayacak kadar zeki bir adamdı. Ancak böylesi bir tepkiye şaşırıp, donup kalmadan da edemedi. Ayakları yere çivilenmiş gibi kapı girişinde dururken, gözlerindeki şaşkın ifadeyi yok etmeye çalıştı. Bergüzar sırtı dönük hâlde merdivenlerin başında durdu.

Bu evden son çıkışını düşünmeden edemedi. Titreyen elleriyle duvara tutunup soluk almaya çalıştı. Kapattığı gözlerinden yanaklarına süzülen yaşların sıcağını hissetti. Puslu bakan gözlerine aldırmadan üst kata çıkıp karşısında uzanan koridora baktı. Sol taraftaki ilk kapı Alparslan’la birlikte kullandıkları yatak odasına aitti. O kapıyı es geçip ilerledi. Şimdi Toprak’ın kaldığı odanın önündeydi. Kapıyı aralayıp içeriyi koklamak istedi. Acaba hâlâ kardeşi gibi kokuyor muydu? Alacağı tek bir solukta daha onun kokusunu duyar mıydı? Bilemedi, zaten cesaret de edemedi. Yürüdü, sağ taraftaki misafir yatak odalarından birinin kapısını araladı. Koridorun başında durmuş, dikkatle onu izleyen Alparslan ise misafir yatak odasına girmesiyle gözlerini kapatmış, zar zor soluklanmıştı. Birlikte kullandıkları yatak odasının önünden geçerken duraksamamıştı bile. Bu durum ise canını düşündüğünden daha çok yakmıştı.

“Oğlum hoş geldiniz.” Diyen sesle silkelenip kendine geldi. Gözlerini koridorun sonundaki odanın kapısından ayırıp, yıllarıdır tanıdığı o yüze baktı.

“Hoş bulduk Emine abla.” Emine Hanım, yıllar boyunca ev işlerinde Neşe Hanım’a yardım etmiş birkaç kadından biriydi. Tıpkı Ertuğrul’un Ayşe ablası gibi Emine de bu koca adamın bebekliğini bilirdi. Olan biteni Neşe Hanımdan duymuş ve çocuğu gibi olan Alparslan’ın ev işlerine yardıma gelmişti.

“Sen de hoş geldin.” Deyip ona döndü ve omzuna sarıldı.

“Hoş buldum evladım. Nasılsın?” Nasılsın sorusuna acı bir şekilde gülümseyip başını salladı.

“Ben üstümü değiştireyim. Sen de Bergüzar’a çorba götürüver Emine abla.” Diyerek soruyu geçiştirince Emine abla başını usulca salladı.

“Tamam oğlum, sen arayınca çorbayı yapmıştım. Servis edeyim.”

“Sağ ol.” Deyip odasına girdi. Odada hâlâ Bergüzar’ın kokusu vardı. Günlerdir burada değillerdi ama vardı işte. Soluduğu anda duyumsamıştı kokusunu. Yatağın kenarına oturup, dirseklerini dizlerine koydu, saçlarını karıştırdı, çekiştirdi. Ona adım atmak istiyordu ama bu düşünceyle bile ayakları birbirine dolanıyor gibi hissediyordu. Her göz göze gelişlerinde ‘Neden söylemedin?’ diye sorma dürtüsüne engel olmak zordu. Alacağı cevabı, neden söylemediğini bildiği hâlde bunu yok sayamıyordu.

İkisi de kendi dünyalarında sıkışıp kalmış, çıkacak yol bulamıyor gibi hissederken aynı evin içinde iki yabancıyı oynadıkları günler başladı. Alparslan sabahı ilk ışıklarıyla duş almış, takım elbisesini giymiş, işe gitmeye hazırlanmıştı. Odasından çıkıp merdivenlere yönelmeden önce gözleri Bergüzar’ın kaldığı odanın kapısına ilişti. Gözleri ilişti ama ayakları gitmedi. Boğazındaki düğümü yok sayıp merdivenlerden aşağı indi.

‘’Emine abla, ben şirkete geçiyorum. Ev sana emanet.’’ Bergüzar sana emanet diyememişti. Kızgın da olsa, kırgın da olsa, sevdiğini başkasına emanet etmeye ne dili, ne de gönlü varmıştı. Emine abla onu şöyle bir süzüp, başını usulca sallayarak

‘’Göz kulak olurum. Aklın kalmasın evladım.’’ Dediğinde o da başını sallamakla yetindi. Evden çıkıp şirkete geçtiğinde önünde yığılı olan dosyalarla uğraşmaya başlamıştı. Her zamankinden çok çalışıyor, olanları unutmak için insanüstü bir çaba harcıyordu. Sabahın köründe çıktığı eve, gecenin bir vakti dönüyordu. Bergüzar ise odasından hiç çıkmıyordu. Eve geldiği günden sonra bir kez bile karşılaşmamışlardı. Aralarındaki tek iletişim kanalı Emine ablaydı. Gün içerisinde evi arayıp ‘Yemeğini yedi mi?’ ya da ‘iyi mi?’ diye sormak dışında hiçbir şey yapmıyordu.

Alparslan kısacık da olsa sorular soruyordu ancak Bergüzar’ın ağzını bıçak açmıyordu. Odasına girip çıkan, her gelişinde de eli yemeklerle dolu olan Emine ablanın sorularını duymazdan geliyor, değil ona cevap vermek, göz kontağı bile kurmuyordu. Tek yaptığı pencerenin önündeki koltuğa uzanıp, dışarıyı izlemekti. Bomboş gözlerle, yapayalnız kaldığı dünyaya bakıyordu sanki.

Neredeyse bir ay böyle geçip giderken Alparslan daha fazla dayanamamış, kardeşi Tomris’i Bergüzar’ın yanına göndermişti. Sonuç ise değişmemişti. Bergüzar, Tomris’le de konuşmamıştı. Durumu öğrenen Neşe Hanım da şansını denemiş, yine aynı sonuca varılmıştı. Bergüzar, dilini yutmuş gibi, canını o patlamada vermiş gibiydi. Ki zaten canını vermişti. Bu, yalan değildi.

Annesi Emine’yle konuşurken onunla birlikte eve gelen babası, sessizce yanında otursa da, o sessizliğin altında kopmayı bekleyen kıyameti hissediyordu. Gözlerini yerdeki halının desenine dikmişken

‘’Sen gidip görsene, konuşmaya, konuşturmaya çalışsana diyeceksin biliyorum.’’ Demesiyle Süleyman Bey oturuşunu dikleştirdi.

‘’Bildiğin şeyleri tekrar etmeyeyim o zaman. Biliyor ve yapmıyorsan, söylenip durmanın da anlamı yok. Nasılsa anlamıyorsun, yine anlamayacaksın. Katır inadın tuttu ya bir kere… Gözün körleşti, gönlün alev alev yansa da inadına söndürmeye çalışıyorsun ya… Ne söylesem faydasız. Çünkü sen acınla öfkenin yolunu ayırmadan, onu anlaman mümkün değil. Yanına gitsen de daha çok canını yakacaksın. Bari böyle boş boş oturmaya devam et. Kızın da canını daha fazla yakmamış olursun.’’ Bir anda ayaklanıp, salona girmek üzere olan karısını önüne katıp evin kapısına ilerledi.

‘’Acılar, yaralar, şifacısı olmadan iyileşmez Alparslan. Kırıldığın, kızdığın her şeyi anlıyorum. Hepimiz anlıyoruz. Fakat hiçbir şey yapmayışını anlayamıyorum. Seviyorum derken destek olmayışını, hatalarına ya da zorunda kalarak yaptıklarına bu kadar acımasız oluşunu anlayamıyorum. Kimse hatasız değildir oğlum. O, hata yaptı belki ama bedelini en ağır şekilde ödedi. Şimdi sen hata yapıyorsun. Dikkat et, sen de aynı bedelleri ödemeyesin. Dilerim, ödeyeceğin bedel, onunki kadar ağır olmaz. Çünkü her şeye rağmen üzülürüm. Kahrolurum. Babayım, canımdan cansın. Bergüzar kızıma üzüldüğüm, yandığım gibi sana da üzülür, sana da yanarım.’’ Başını hafifçe çevirip, oğlunun yemyeşil gözlerine içi yanarak baktı.

‘’Baba olunca, evladını kucağına alınca, ne demek istediğimi anlarsın.’’ Bu sözlerle Alparslan’ın boğazı düğüm olmuş, çenesi titremiş, dudaklarını dişlemişti. Babası arkasını dönüp giderken, yüreğine öyle bir yük bırakmıştı ki yukunamamış, unutamamıştı.

İşte bu sözlerden sonra ilk kez o odadan içeri girme cesareti göstermişti. Yatağın içine kıvrılıp, kaybolmuş kadına uzaktan uzağa baktı. Bir süre yaklaşamadı ama verdiği kilolarla küçücük kalan bedenindeki o değişimi fark etti. İncelen bileklerine, çöken yüzüne, kemiklerin yapıştığı sırtına inat, karnındaki şişliği görünce bacakları titredi. Bildiği ancak ilk kez gördüğü o şişlik, kendi canıydı. Çocuğuydu. Titreyen bacaklarına inat adımlayıp, Bergüzar’a yaklaştı. Uyuduğunu düşünerek usulca, yatağın kenarına oturdu. Gözlerini karnına sabitlemiş öylece bakıyor, derin soluklar alıyordu. Bergüzar ise onun sandığının aksine uyumuyordu. Odaya girdiği andan beri kokusuyla hasret gideriyordu. Ne çok isterdi doğrulup, boynuna sarılmayı. ‘Seni özledim be adam’ diye haykırmayı, ne çok isterdi. Ancak takati yoktu. Kapalı olan gözleri dolarken, hissettiği şeyle önce dondu sonra yandı.

Zamanında saçlarını, yüzünü, yanağındaki gamzesini şefkatle okşayan o el, bebeğinin üstündeydi. Alparslan korka korka avucunu şişliğe dayamıştı. Daha o anda soluğu kesilirken, peş peşe keskin soluklar alarak, feryat etmek için aralanan ağzını kapadı.

‘’Bana kızıyorsun değil mi? Annen üzülürken yanında olamadığım, o cesareti gösteremediğim, o yüreğe sahip olmadığım için bana kızıyorsun.’’ Sustu, elini usulca oynatıp onu sevmenin mutluluğunu yaşadı. Değişik bir heyecan, değişik bir mutluluktu. Çocuğuna ilk kez dokunuyor, onunla hasret gideriyordu. Bergüzar’a hasretti, bunu hissediyordu ama çocuğuna da hasret olduğunu şimdi anlıyordu. İşte şimdi şimdi o öfke, kırgınlık yön değiştiriyor, oklar kendine dönüyordu. Nasıl yapmıştı? Öfkesine yenik düşüp, sevdiği kadından ve çocuğundan nasıl kaçmıştı? Çocuğu karşısına dikilip hesabını sorsa ne derdi? Babasının kapıdan çıkarken söylediği sözler beyninde yankılanıyordu. Baba olunca anlarsın demişti. O ise çocuğuna dokunduğu an anlamıştı. Kardeşlerine bile baba gibi sahip çıkan adam mı anlamayacaktı.

‘’Biz…’’ dedi usulca. Sesi hırıltılıydı. Boğazındaki o yük aslında yüreğindeydi. Baba yüreğinde. Babasından gördüğü koşulsuz ve sonsuz sevgiyi, kendi evladına verecek olan yüreğinde. İlk kez gerçekten korktuğunu hissederek çocuğunu okşamaya devam etti.

‘’…Biz seni, aşkın sıcacık kollarında yaptık. Ama buralar o kadar soğudu ki… Acı o kadar büyüktü ki… Aşkımızın sıcağı söndü de ayazı üstümüze çöktü sanki. Buz tuttuk… Acıyla kavrulurken, yanarken, oluk oluk kanarken donduk ve koptuk.’’ Bir anda yataktan kalkıp dizlerinin üstüne çöktü. Dudaklarını Bergüzar’ın karnına doğru yaklaştırdı.

‘’Ben, ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmiyorum ama şunu biliyorum.’’ Bergüzar’ın karnını örten incecik tişörtün kumaşına dudaklarını dayadı.

‘’Anneni çok seviyorum. Hâlâ… Çok seviyorum.’’ Zar zor ayaklanıp, Bergüzar’a baktı. Eli usulca saçlarına uzandı ama dokunacak cesareti bulamayıp geri çekti ve hızla odayı terk etti. Söylediği her şeyi duyan sevdiğini, gözyaşları içinde bıraktığını bilmeden gitti. Eğer o yaşları görseydi gitmezdi belki. Kalır ve sarılırdı. Ama görmemişti.

Bergüzar az önce Alparslan’ın dudaklarının değdiği yeri okşayıp iç çekerken günler sonra ilk kez tebessüm eder gibi oldu. ‘Hâlâ çok seviyorum’ demişti ya, cehennemine kar yağdırmıştı sanki. Yüreğini yakan pişmanlık alevlerinin harı sönmüş, nefes almış, yüreğine ferahlık dolmuştu. Sevgi iyileştirir, birleştirirdi. Yeniden birleşir, iyileşirler miydi? Kendini affedip, onun yüzüne bakabilir miydi? Bilmiyordu.

İkisi de kendi düşüncelerine dalıp, sabahı sabah ettiklerinde Alparslan işe gitmek için hazırlanıp evden çıkıyordu ki duyduğu sesle duraksadı. Ses, Bergüzar’ın odasından gelmişti. Bir şeyin düşüp kırıldığını anlayınca hızla merdivenleri çıkıp odaya koştu ve içeri girdi.

‘’Bergüzar…’’ Oda boştu ama banyodan ses geliyordu. Başucundaki bardağın yere dağılan kırıklarına bakarken banyonun kapısına ilerledi. Sabahları mide bulantısının çok fazla olduğunu biliyordu fakat ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Banyoya girip girmemek arasında kalıp, kapıya boş boş baktıktan sonra

‘’Bergüzar… İyi misin?’’ diye seslendi. Cevap vermesini bekliyor, bir umut konuşur diyordu ki kapı açıldı. Kadının esmer teni bembeyaz olmuş, gözleri yaşlarla dolmuştu. İyi görünmüyordu. Yanından sessizce geçip gitti ve yerdeki kırıkları toplamak için eğildi.

‘’Dur elini keser…’’ demesine kalmadan olan olmuş, cam parçalarından biri parmağını kesmiş, kanı parkeye damlamaya başlamıştı. Birkaç adımda yanına ilerledi, yerden kalkması için kolunu tutmak istedi ama Bergüzar hiç beklemediği bir şey yaptı. Kendisinden kaçar gibi uzaklaştı. Dokunmasını istemediğini böyle bir hareketle anlatması Alparslan’ın yüreğine kocaman bir yara açmıştı. Dehşete düşmüş gibi açılan gözlerinin ardından ona bakmayı kesip hemen odadan çıktı.

‘’Bardak kırılmış.’’ Diyerek kapıda duran Emine ablanın yanından uzaklaştı. Neden kendine dokundurtmadığını, neden tek kelime bile konuşmadığını anlayamıyordu. Onun yaptığı hareketlerin hepsini kendine yoruyordu ama bakış açısı yanlıştı. Aslında Bergüzar, kendini cezalandırıyordu. İnsanlardan gelecek olan ilgiyi, sevgiyi, şefkati kendine hak görmüyordu. Hatalarının diyetini kendini yalnızlaştırarak ödüyordu. O yüzden Ankara’dan gelen kız arkadaşlarını ve Sedef anneyi bile geri çeviriyor, kimsenin yüzüne bakmıyordu. Hepsi ‘senin suçun yok’ diyecekti. Biliyordu. Suçu olduğunu, suçlu olduğunu bildiği gibi biliyordu. Kardeşinin bedeni bile bulunamazken, sevgi görmek, sarıp sarmalanmak haksızlık gibi geliyordu.

Ağır geliyordu. Bundan birkaç ay önce sorsanız, dünyanın en ağır yükünün ‘yalan söylemek, hırsızlık yapmak’ olduğunu söylerdi. Şimdi ise o sorunun cevabı bambaşkaydı. ‘Suçluluk duymak. Bir insanın hayatını kaybetmesine sebep olmak’ derdi. Onu yıkan da ayakta tutan da bu suçluluktu. Kardeşini kaybetmenin suçluluğuyla, bebeğini de kaybetmemek için verdiği mücadele birbirine dolanmıştı. Onu yaşatmak için var olan umuda sarılmıştı. Bebeğinin sağlıkla dünyaya gelmesini istiyordu. Eğer ki onu da kaybederse dayanamazdı. Onu düşünerek güç arıyor, güç buluyor, hayata sarılmaya çalışıyordu.

O gün, o odada yaşananlardan sonra Alparslan bir daha yanına gelmemişti. ‘Madem dokunmama bile tahammülü yok, karşısına çıkmayayım.’ Demiş, kendince son noktayı koymuştu. Kardeşleri bile söz geçirememiş ‘yanlış anlamışsındır abi’ dediklerinde hepsine patlamış, ortalığı birbirine katmıştı. Atilla, Ertuğrul ve Tomris de geri çekilmek zorunda kalınca, Süleyman Bey son kozunu oynamak için harekete geçmişti.

Ne para ne pul ne iktidar ne de güç
Bu değil gerçek bu değil gerçek

Bu kavga bir hayırsız düş
Uyanır neslim uyanır elbet

 

ESMERİM – ABRE / 3.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!