13. BÖLÜM
Usulca titreyen ellerinin arasında tuttuğu kâğıda bakarken, gözünden bir damla yaş süzülüp Nazenin’in gözyaşlarının yanına bir iz bırakmıştı. Dakikalar boyunca tekrar tekrar okudu mektubu. Ve okurken şunu fark etti.
Hüma’yı sebep göstererek tutuştukları kavga esnasında Nazenin, o güne dair hatırladığın tek şey bu mu, diye sormuştu. O zaman anlamamıştı ne demek istediğini ama şimdi anlıyordu.
“Gitme dedin ama ben duymadım. Bir an bile durmadım, sormadım, sorgulamadım ve gittim.”
Omuzlarına yüklenen bu ağırlıkla bedenini öne eğerken başını ellerinin arasına aldı. Uzun süre öylece durup sakinleşmeyi, kafasını toparlamayı bekledi. Saatler geçip, gün bitip de akşam olunca kaldırdı başını. Odasından çıkıp doğruca lojmana gitmek için harekete geçti. Yanından geçen, kendisine selam veren insanları fark etmedi bile. Çünkü aklında onlarca soruyla cebelleşmekten yorgun düşmüştü. Askeri binadan çıkıyordu ki ardından, “Komutanım!” diyen sesle durdu. Omzunun üstünden arkasına baktığında koşarak yanına gelen Yusuf Yüzbaşı’yı gördü.
“Komutanım, seslendim ama sesimi duyuramadım. İyi misiniz?” Düşünmeye bile gerek duymadan gelişigüzel başını salladı. Yusuf onun yorgun ve kanlanmış gözlerini fark etmişti. Ancak hiç ses etmeyip görmezlikten geldi. “Kutluhan Albay, yeni gelen Savcı’yla tanışmak için yemek organize edilmiş, Metehan’a söyleyin, hazırlanıp mekâna gelsin, dedi, komutanım,” dediğinde Metehan’ın yüzü memnuniyetsizce buruştu.
“Bir bu eksikti,” diye söylenip, başını sallayarak yürümeye devam etti. O sırada Yusuf da binaya geri dönmüştü.
Metehan’la eşzamanlı olarak Vali Hanım’a da tanışma adı altındaki organizasyonun haberi gitmişti. Ve Nazenin de tıpkı Metehan gibi homurdanarak tamam, demişti. Birkaç saat daha valilik binasında kalıp, zaman geçirdikten sonra direkt olarak söylenen mekâna geçti. İçeri girdiğinde tüm gözler üstüne dönmüş, oturanlar ayaklanmış, önü açık ceketlerin düğmeleri iliklenmişti. Saniyeler içinde toparlanıp kendisini karşılayan asker, polis, hâkim ve savcılara ilerleyip tek tek el sıkışmaya başladı.
İlk olarak Kutluhan Albay, Jandarma Albay ve Emniyet Müdürü’yle tokalaşıp iyi akşamlar, diledi. Ardından doğruca Başsavcı’ya yaklaşıp tokalaşmak için elini uzattı. El sıkışırken aralarındaki mesafeyi en aza ve en dikkat çekmeyecek seviyeye indirdi. “Başsavcı’m, kadroda hâlâ açık var, değil mi?” dedi.
Başsavcı usulca başını salladı. “Doğu Savcı, rahmetli Giray Savcı’mızın görevini devraldı ama kadromuzda hâlâ açık var, Sayın Vali’m,” dedi.
Cevabına belli belirsiz tebessüm eden Nazenin, ellerini ayırıp yönünü Metehan’a çevirdi. “Binbaşı,” derken başını kaldırdı ve Metehan’ın koyu kahvenin sıcacık tonunun can verdiği gözlerini gördü.
“Vali Hanım,” diyerek elini sıkıca saran elin dokunuşuyla sırtında yükselen ürpertiyi hissetmişti. En ufak bir bakış, bir dokunuş bile ruhunu, kalbini sarıyordu sanki. Hissettiği bu duyguları kontrol edebilmek için dudaklarını birbirine bastırıp, belli belirsiz soluk alırken ellerini ayırdı. Bu esnada Metehan’ın o sıcacık harelerinde beliriveren soğukluğu görerek sol tarafına döndü ve Doğu’yu gördü.
Tepeden ve soğuk bakışlarla kendisini baştan aşağı süzen adama odaklanmış, bakışlarına aynı şekilde karşılık veriyordu ki, “Cumhuriyet Savcısı Doğu Engerek,” dediğini duydu. Adını ve makamını söylediği halde elini uzatmakta gecikmiş, küstahlığına açık açık devam etmeyi sürdürmüştü. Nazenin önce kendisine geç ve imalı uzanan ele, ardından Doğu Savcı’nın yüzüne baktı. Bir anda yanında sessiz sessiz duran kadına dönüp elini uzattı.
“Vali Nazenin Tuna. Hoş geldiniz.”
Savcı’nın eli öylece havada kalmış, gözleri önce şaşkınlıkla büyümüş, ardından öfkeyle kısılmıştı. Nazenin bunu görmezlikten gelmeyi başarıp, karşısındaki kadına odaklanırken ardında duran kocaman bedenin öne doğru geldiğini hissetti. Omzunun üstünden usulca Metehan’a göz attığında, gözlerinde gördüğü ifadeyle irkilmemek için dişlerini sıkmak durumunda kaldı. Çünkü Metehan, adama boğazını sıkıverecekmiş gibi bakıyor, onu resmen bakışlarıyla boğuyordu.
Boşta duran sol elini arkasına yavaşça uzatıp, gelişigüzel bir şekilde Metehan’a dokunmaya çalışırken eli, eline değdi. Yakaladığı parmağını kavrayıp, hafifçe sıkarken Savcı’nın yanında duran kadın da kendisine uzattığı elini sıkıyordu.
“Hoş bulduk, Vali Hanım,” deyip mahcup ve biraz ürkek şekilde elini çekmeye hazırlanan kadına baktı. İstemsizce onu süzerken gördüğü ayrıntıyla kaşları çatılmasın, yüzü değişmesin diye epey uğraştı.
“Size hitap edebilmek için adınızı öğrensem?” diye mırıldanarak gözlerini yeniden kadının gözlerine çevirdiğinde, yüzüne dikkatle bakıyordu.
“Doğru ya, adımı söylemeyi unuttum. Kusura bakmayın.” Kadın yine o mahcup ifadesiyle başını eğmiş, Nazenin ise onu rahatlatmak adına gülümsemeye çalışmıştı. Bu konuda ne kadar başarılı olduğu tartışılırdı tabii. “Seher. Adım, Seher.”
“Tanıştığıma memnun oldum, Seher Hanım,” deyip aralarında geçen bu kısa diyaloğu noktalayan Nazenin, yeniden Savcı’ya döndü. “Yeni görevinizde başarılar diliyorum,” derken elini uzatmamıştı. Nazenin’in bu tavrını fark eden herkes göz ucuyla birbirine bakıp, neler olduğunu çözmeye çalışırken Doğu Savcı ancak konuşabilmiş, çok kısa, iki kelimelik bir cevapla, “Sağ olun,” demişti.
Dik dik ve oldukça rahatsız edici bir ifadeyle Nazenin’e kilitlenen gözlerini görüp olduğu yerde kıpırdanan Metehan, ellerini yumruk yapmış, sıkıyordu. Onu görmese de huzursuz kıpırdanışlarını hisseden ve öfkeyle aldığı nefesi duyan Nazenin, bir adım geri gidip, Metehan’a çarpmış gibi yapıp telaşla ona döndü.
“Aa, kusura bakmayın, Binbaşı,” deyip sanki özrünün samimiyetini belli etmek ister gibi kolunu tuttu ve usulca sıktı. Dış gözler için bu hareket tamamen olağan bir davranıştı. Samimiyetini gösteriyor, içtenlikle özür diliyordu. Ancak bu hareketin iç yüzünü Metehan anlamıştı. Dur, diyordu Nazenin. Sakin ol ve dur.
“Sorun yok,” diyen adamın gözlerine bakmayı sürdürüp, tebessüm ederken onu Doğu’dan uzaklaştıracak bir sebep bulmak adına hızla düşünmeye başladı. Saniyeler içinde aklına gelen fikirle tebessümü gülümsemeye dönüştü.
“Pençe Timi de buradaymış. Onlara da merhaba, demek isterim. Bana eşlik ederseniz çok sevinirim, Binbaşı.”
Metehan’ın yanına geçmiş ve onu sırtından hafifçe iterek yürümeye zorlamıştı. Metehan bu isteği başıyla onaylayıp sağ kolunu Nazenin’in beline doğru uzattı. Kolunu beline sarmadı ya da parmaklarıyla tenine dokunmadı ama iri bedeniyle onu kendi bölgesine çekip koruması altına aldığını sessizce belli etti.
Yan yana ve sakin adımlarla oradan uzaklaşırlarken Nazenin’in kaşları çatılmış, yüzünü düşünceli bir hal almıştı. Gözünün ucuyla hâlâ Seher Hanım’ı süzmekten de geri duramıyordu.
“Aklınızdan ne geçiyor, Sayın Vali’m?”
İrkilip ana dönen Nazenin, başını hafifçe çevirip ona baktı. “Bu kadın…” dedi. “Seher Hanım. Savcı’nın karısı mı?”
Metehan bu soru karşısında donuklaşıp, kaşlarını çatarken göğsünün orta yerinde yükselen kıskançlık duygusuyla baş etmek için uğraşıyordu. Neden sormuştu bunu şimdi? Kadına neden dikkatli bir şekilde bakıp duruyordu? Anlam veremediği ve kendisini tedirgin eden bu davranış karşısında teni buz gibi olurken yüreği kavruluyordu sanki.
“Neden sordun?”
Sorusunu gayriihtiyari, içini kemiren kıskançlıkla sorunca bu sefer yüzü donuklaşan ve sinirlenen Nazenin olmuştu. Ters ters ona bakıp adımlarını sonlandırdı ve tam olarak yüz yüze gelecekleri şekilde döndü. Metehan’a olabildiğince sokulup, kulağına yaklaşırken gözleri çakmak çakmak parlıyordu.
“Sence neden sordum, Binbaşı?”
“Ne bileyim? Cevabını bilsem soruyu sormazdım, Vali Hanım.”
Nazenin öfkeyle soludu. Arkasını dönüp, gitmeye hazırlanırken, Binbaşı buna müsaade etmeyip kolunu belli belirsiz tuttu.
“Bu adam… Bana daha önce bahsettiğin, takıntılı eski sevgilin değil mi?”
“Cevabını bildiğin soruları sormadığını sanıyordum, Binbaşı!”
İşte bu cevapla Metehan’ın yüzü katran karasına dönmüş, gözbebekleri daha da koyulaşmıştı. Birbirine kenetlediği dişlerini ayırmadan, “Nazenin Hanım…” derken Nazenin de ona başkaldırıyor, aynı gergin ifadeyle gözlerine bakıyordu.
“Böylesi sohbetlerin ne yeri ne de zamanı, Binbaşı!” diyerek geri geri adımlayan Nazenin, aralarındaki sohbeti sonlandırdı ve Pençe Timi’ne doğru ilerlemeye devam etti.
Metehan birkaç saat önce okuduğu o mektubu yazan kadınla, şu an tartıştığı kadının aynı kişi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Yaşadığı duygusal ve psikolojik değişimlerden dolayı dağılmanın eşiğine gelmişti. Nazenin’i kolundan tutup, buradan çıkararak her şeyi anlatması için baş başa olacakları bir yere götürme isteğine karşı koymaya çalışıyordu. Nazenin ise sanki tüm o gerginlik yaşanmamış gibi davete katılanların arasına karışıp sohbet etmeyi sürdürdü.
Bu durum, bu yok sayış, belirsizlik, karmaşa, her şeyin flu oluşu, onu bir türlü çözememek, derdini anlayamamak, olan bitenin üstünü kapatma şekli canını sıkıyordu Metehan’ın. O da bu sıkıntıya katlanabilmek adına ya yumruklarını ya da dişlerini sıkıyordu. Ama gözünü bir an olsun Nazenin’in üstünden ayırmıyordu. Onu dikkatle izlediği süre boyunca gözlerinin hangi yöne döndüğünü, kime gülümseyip kime tahammül etmeye çalıştığına bakıyordu. Bu esnada yine dikkatini çeken şey ise Nazenin’in sık sık Savcı’nın karısı Seher’i hedef alan gözleriydi. Neredeyse birkaç dakika arayla kadını bulan gözleri, gözlerinde beliren karmaşık ifade Metehan’ın gönlünde dindirmeye çalıştığı endişeyi azgın dalgalara döndürüyor, kıskançlığını kamçılıyordu.
Evet, mektupta da okumuştu. Nazenin hâlâ kendisini seviyordu ama bunu bilmek, şu an onu kıskanmasına ya da Savcı’nın karısına diktiği bakışlarını kıskanmasına engel olamıyordu.
Neden bakıp duruyor bu kadına? Kadınsı bir merakla mı bakıyor yoksa Savcı’nın eski sevgilisi olarak duyduğu merakla mı bakıyor?
Kıskançlık, coşkun dalgalar misali kanına karışırken aklına dolan bu sorulara engel olamıyordu. Derin bir soluk alıp az ilerideki bar bölümüne ilerledi ve su alıp içti. Biraz olsun sakinleşmeyi başarınca mekânı dolduran insanları uzaktan uzağa izlemeyi sürdürdü. Nazenin, Belediye Başkanı’yla zoraki sohbetini sonlandırıp Figen Hemşire, Yeliz Öğretmen ve Nuran Öğretmen’in bulunduğu masaya ilerledi.
Onların yanında, diğer insanların yanında olduğundan daha rahat ve samimiydi. Bu, duruşundan, bakışından belli oluyordu. Onları ailesiymiş gibi kabul ediyor, içten sahipleniyordu. Kızlarla sohbete dalıp gülümsemeye başladığında, Metehan da biraz olsun gevşemiş ve onu izlemeye ara vermişti. Vali Hanım, güvenli bölgedeydi en nihayetinde. Saatler bu karmaşık duygular içinde ilerlerken davet sona ermeye ve misafirler bir bir mekândan ayrılmaya başlıyordu.
O anda, “Komutanım, onlar tartışıyorlar mı?” diye soran sesle kendine gelen Metehan, yanında duran Yusuf’a anlamsızca baktı.
“Kim?”
Yusuf’un gözleriyle işaret ettiği noktaya döndüğünde ise Nazenin ve Doğu Savcı’nın sessiz ama hiddetli bir tartışma içinde olduklarını görerek onlara dikkat kesildi. Her ne konuşuyor ya da tartışıyorlarsa Nazenin’in öfkesi kendilerine kadar ulaşıyordu sanki. O ne kadar öfkeli görünüyorsa konuştuğu kişi, yani Doğu Savcı ise o kadar sakin görünüyordu.
Metehan’ın çevresini saran dokuz adam da tıpkı Metehan gibi neler olduğunu anlayamamış ve birbirlerine bakmıştı. Gözleriyle sorular sorup, bir cevap ararken Nazenin hızla bulundukları yere doğru yürümeye başladı. Her ne olduysa davetin sonuna kadar durmaktan bile vazgeçmişti belli ki.
Yanlarından rüzgâr misali geçip giden kadına göz ucuyla bakan Pençe Timi, onun öfkesini ve yeri deler gibi attığı adımları görmüştü. Ancak Metehan’ın gördüğü bu değildi. Kadının yüzündeki gerginliği, stresli ifadeyi, ellerinin usulca titremesine sebep olan öfkeyi görmüştü. Sürekli gözlerini kırpıştırdığını ve gözlerini kırparken bile yüzünü acıyla buruşturduğunu fark ettiğinde, “Uygur!” dedi.
“Emredin, komutanım.”
“Figen’i ara. Nazenin Hanım’ın migren atağı tuttu sanırım.” Çevresindeki adamların hiçbiri bunu nasıl anladığını anlayamamıştı ama ses de çıkarmamıştı. Nazenin, makam aracına binip, giderken Uygur kendisine denileni yapmak için harekete geçmişti.
***
Davetin son bulmasıyla Albay’ın yanına giden Metehan, az evvel Savcı’yla Nazenin arasında ne gibi bir diyalog geçmiş olabileceğini sorgulamıştı. Ancak bu sorularına kimsenin bir cevap vereceği yoktu. Bu yüzden de orada vakit kaybetmek yerine lojmana dönmüştü. Kendi dairesinin olduğu kata varınca bir an için Nazenin’in evinin kapısına baktı. Nasıl olduğunu merak ediyor, engel olamadığı endişesi ise içini kurt gibi kemiriyordu.
Üst kat merdivenlerini hızla çıktı. Uygur ve Figen’in kapısını çalıp bir süre bekledi. Kapı açıldığında kısa süre önce evine gelen Üsteğmen’le göz göze geldiler. Uygur onu başıyla selamlayıp, içeri doğru seslenerek karısını çağırdıktan sonra kapıdan uzaklaştı. Komutanı tek kelime etmese bile derdini anlaması normaldi. Çünkü onun derdini hepsi biliyordu. Figen kapıya gelip hüzünlü gözlerle gözlerine baktığında, Metehan iyice gerildiğini hissetti.
“Figen, Vali Hanım iyi mi?”
Figen omuzlarını hafifçe silkip, “Evinde sağlam tek bir eşya bırakmadığını düşünmemiz dışında hiçbir şey bilmiyoruz çünkü kapıyı açmıyor,” demesiyle gözlerini kapatıp zorla soluklandı. Bir öfke nöbeti daha geçirmişti belli ki.
Nedeni ne bu öfkenin? Öfkesi kime? Savcı’yla ne konuştu? Öfkesinin sebebi Savcı mı? O adam Nazenin’e ne dedi? Yine dengesizce konuşmuş hatta ona asılmış olabilir mi?
Aklına gelen son soruyla rengi resmen mora dönerken, “Sağ ol, Figen,” diyerek yeniden aşağı indi. Nazenin’in kapısına yaklaştı ve birkaç kez zile bastı. Ancak kapı tabii ki açılmadı. Bu sefer kapıya sertçe vurdu.
“Vali Hanım!”
Açılmadı.
“Nazenin!”
Yine açılmadı. Kapı açılmadıkça Metehan’ın öfkesi de endişesi de harlanıyordu sanki. Ya düşüp bayıldıysa? Ya yine burnu oluk oluk kanadıysa ve o anda baygınlık geçirdiyse? Bu düşüncelerle hepten dellenip yumruğunu kapıya indirdi.
“Nazenin, aç kapıyı! Aç yoksa kırarım!”
Kısa süre sonra kapının kilitlerinin açıldığını duyarak iç çekti. Kapı aralandığında ise gözleri yarı açık, yarı kapalı halde kendisine bakmaya çalışan ama başaramayan kadına şaşkınlıkla bakakaldı. Omzunu kapı kirişine dayamış, ayakta durmaya çalışırken, dili dolanarak, “Kalbin gibi mi? Yoksa kalbim gibi mi?” diye sordu. Metehan hiçbir şey anlamamıştı. Çünkü sorduğu soruya değil, gördüğü manzaraya anlam vermeye çalışıyordu.
“Ne?” Nazenin kıkırdayarak, gülmeye başlarken elini telaşla ağzına kapadı ama hıçkırığını saklayamadı. Metehan kocaman açtığı gözleriyle ona bakıp, “Ne diyorsun sen? Sarhoş musun?” dedi şaşkın şaşkın. Ne kadar içti de bu hale geldi? Onun alkolle olan yakınlığını düşününce kısa sürede bu hale gelmesi için epey sert ve çok alkol tükettiğini anlamak zor olmamıştı.
“Kıracakmışsın ya… Benim senin kalbini kırdığım gibi mi yoksa senin benim kalbimi kırdığın gibi mi kıracaksın?” Geriye doğru dengesini kaybeden kadına doğru atılıp belini kavradığı sırada göğsüne dayanan ellerin yersiz çabasını hissediyordu. Nazenin kendini geriye doğru itmeye çalışıyor, ondan kurtulmak istiyordu ama nafileydi. Gücü yetmiyordu. “Sarhoş değilim ben! Sarhoş olacak kadar içmem bir kere. Nerede duracağımı bilirim.”
İtirazlarına iç çekip, gözlerini devirirken, “Belli belli,” diye homurdandı. “Bilirsin. Bu sefer pek bilememişsin gibi görünüyor ama.” Eve girip kapıyı kapadı. Kadının yüzünü kavrayıp, gözlerini buluşturarak durumun ne kadar vahim olduğunu anlamaya çalıştı. “Bir sarhoş olmadığın kalmıştı! Aferin ya,” diye söylenmeye başladı.
“Gel, dedim mi sana? Kapıma dayanmanı mı söyledim? Evime izinsiz girmene izin mi verdim? Ne demeye ayar vermeye kalkıyorsun? Laf yapacaksan…” derken, elini havalandırıp şöyle bir salladı. “Siktir git!”
Metehan yine kocaman açtığı gözleriyle ona bakarken, havadaki elini yakalayıp bir anda çevirdi ve sırtına yapıştırdı. Nazenin, sırtına mıhlanan kolunu, bel boşluğuna oturan elini ondan kurtarmak için çırpınmaya başladı. Ama sonuç yine hüsrandı.
“Bırak!”
“Her şey bir kelimeyle bu hale geldi. Ve sen, hâlâ bana o kelimeyi söylüyorsun. Hem de başına küfür koyarak öyle mi?” Kadının diğer elini de yakaladı ve aynı şeyi yaparak sırtına yerleştirdi. Bileklerini beline bastırırken tek eliyle kavramış, sıkıca tutuyordu. Boştaki eliyle de kadının önce ensesini, daha sonra saçlarını tuttu. “Yürek mi yedin sen, kadın? He? Yürek mi yedin? Ulan, bu adam delirir mi ya da sabrı taşar mı diye hiç düşünmüyor musun?”
Nazenin debelenmeyi kesip derin bakışlarla onu sessizce süzdü.
“Düşünüyorum. Düşünüyorum da korkmuyorum.”
Metehan öfkeyle dişlerini sıkacaktı ki Nazenin’in yeniden kıkırdamaya başlaması buna engel oldu. Ondan yayılan anason kokusunu usulca koklayıp, yüzünü ekşitirken, “Madem korkmuyorsun gel sen, gel,” diyerek onu omzuna attığı gibi banyoya ilerlemeye başladı.
“Kusarım. İndir beni yoksa kusarım.”
Bağırışlarına aldırmadan yürümeye devam ediyordu ki omzunda baş aşağı duran kadının kıkırtılarının kahkahalara döndüğünü duyarak kendisi de istemsizce gülmeye başladı. “Gül sen, gül. Az sonra sen ağlarken ben güleceğim,” dese de bu sözleri yalandı. O ağlarken gülemezdi ki. Kıyamazdı.
“Yalan söylüyorsun. Kıyamazsın ki.”
Aklından, kalbinden geçen düşüncelerin söze dökülmüş halini Nazenin’den duyunca, kendini tutamayıp kahkaha attı. Nasılsa sarhoş Nazenin yarın bu kahkahayı hatırlamayacaktı. Ayrıca nasıl da biliyordu ona kıyamayacağını. Ve bunu bilerek, hem de sarhoş kafayla bile bilerek bugün bu halde olmalarına sebep olmuştu.
Gözlerini kapatıp yüzündeki siniri ve kırgınlığı gidermeye çalıştı. Banyonun ışığını yakmasıyla omzunda oldukça çekici duran popoyu gördü. Bir an düşünmeden sağ avuçiçini o sıkı ve aklına olmadık anılarını getiren popoya indirdi. O sırada, “Sen öyle zannet!” diyerek de homurdanmıştı.
Tam omzundan indirecekti ki zorla nefes alıp, “Yalan söyleme, kıyamazsın,” dediğini duyarak durdu.
Şüpheyle, “Yalan söylediğimi nereden çıkardın?” diye sorup cevabı merakla beklemeye başladı.
Kısa bekleyişinin ardından Nazenin oflaya poflaya, “Bir yerden çıkarmadım, yalan söylediğini biliyorum,” diye mırıldandığında gözlerini devirmeden edemedi.
“Nereden biliyormuşsun?”
“Biliyorum çünkü aynısını yaptım. Bir ilişkiye bir yalancı yeter! Sen yalan söyleme.”
Aniden gelen bu itirafla yaşadığı şaşkınlık, donup kalmasına sebep olsa da çabuk toparlandı. Onu omzundan indirip, belinin iki yanından sıkıca tutarken gözlerine dikkatle bakıyordu. İşte şimdi karşısında duran kadın, o mektubu yazan kadındı. Sarhoştu ve dili usul usul gerçekleri fısıldıyordu.
“Yani sen bana yalan söyledin, öyle mi?”
Birkaç dakikadır baş aşağı duran Nazenin, aniden ayakları üstünde durmaya başlayınca odağını kaybetmişti. Çünkü başı feci halde dönüyor, ağrıyor hatta zonkluyordu. Avuçiçleriyle başına baskı yaparken yüzünü acıyla buruşturdu.
“Sarhoşluğumdan faydalanıp ağzımdan laf almaya çalışma. Konuşmayacağım.”
Nazenin’in çocuk gibi ayağını yere vurarak söylediği sözlere gülmemek için altdudağını dişleyen Metehan, başını usul usul salladı.
“Hani sarhoş değildin sen? Hatta sarhoş olmazdın! Bakıyorum da şimdi kabul ediyorsun sarhoş olduğunu. Bir yalanın daha ortaya çıktı.”
“Evine gitsene sen. Ne demeye geldin ki zaten anlamadım.”
“Seni ayıltayım, gideceğim.”
Nazenin kendini göstererek, kıkırdarken, “Beni ayıltacaksın…” dedi. “Nasıl olacakmış o? Çok merak ettim,” derken ayakları yine yerden kesiliverdi.
“O zaman merakını gidereyim, güzelim.”
Metehan’ın boğuk sesi kulağına ulaştığında istemsizce titremiş ve dudaklarını kapamaya fırsat bulamadan kısık bir sesle inlemişti bile. Kadının dudaklarından firar eden sesle neye uğradığını şaşıran Metehan, birkaç saniye duraksasa da onu duşa sokmuştu. Duşakabinin ortasında, gözleri kapalı vaziyette habersizce başına gelecekleri bekleyen kadını süzdü doya doya.
Her an sabrını daha fazla zorlayan, bedenindeki kan akışını değiştiren, hormonlarını altüst eden ve saniyeler içinde belinin aşağısındaki uzvunu yönetmeye başlayan bu kadınla nasıl baş edecekti, bilmiyordu. Az evvel söylediklerinin tam olarak ne anlama geldiğini bilmediği gibi onunla mücadele etmeyi de bilmiyordu.
Derin bir nefes alıp, gürültüyle verdiği sırada gözlerini açarak neler olduğunu anlamaya çalışan Nazenin, başından aşağı boşalan soğuk suyu hissetmesiyle çığlığı bastı.
“Nasıl ayılacağını şimdi anladın mı?”
Nazenin, gülen adama ters bir bakış atıp, titreyen çenesini sıkarak, “Ağzına sıçayım! Dondum!” diye söylenirken duştan çıkmak istedi ama Metehan buna engel oldu. “Dondum diyorum! Çok soğuk!”
“Don. Don da aklın başına gelsin.”
“Donmamam için saatlerce uğraşan adam mı söylüyor bunu?” deyip, kahkaha atarken, sırtını duvara dayayarak usulca yere doğru kaydı ve oturdu. Sırtı soğuk fayansa yaslıydı. Üstünden buz gibi su akıyordu. Bacaklarını kendine doğru çekip, kollarıyla sardıktan sonra alnını da dizlerine dayayıp yüzünü sakladı. Bedeninin her yerini ıslatan damlaların arasında usulca soluklanırken Metehan da öylece durmuş, onu izliyordu.
Bir dakika kadar öylece durduktan sonra dizlerinin üstüne çöküp kendini dış dünyaya kapatmış gibi görünen kadının kollarını tuttu ve onu kendine doğru çekti. Zor da olsa başını kaldırıp, gözlerine bakarken, “Bana o yazıyı yazan, aşkını korkusuzca ve canı gönülden söyleyen kadını görmek istiyorum, onunla konuşmak istiyorum,” dedi ve kesilen soluklarıyla sızlayan ciğerlerine derin derin nefes çekti. “Bana onca şeyi yazıp aşkını, sevgini bağıra çağıra söylemişsin. O zaman neden git, dedin? Neden, Nazenin? Şimdi söyle bana, neden yalnız bıraktın beni?”
Sonunda aklındaki soruları sormuştu. Ancak Nazenin ağzını açıp da tek kelime bile etmedi. Bir sorusuna bile cevap vermedi. Yalnızca gözlerine biriken ve yanaklarına dökülmek üzere olan yaşları usulca sildi. Metehan, onun gözlerinden akmaya hazırlanan yaşları gördükçe, yanına sokulup bedenini kolları arasına hapsetme ve soğuyan bedenini ısıtma isteğini bastırmaya çalışıp geriye doğru adımladı. “Temiz kıyafet getireyim,” diyerek, banyodan çıkıp, derin bir nefes alırken eli kalbinin üstüne gitmiş ve orayı usulca ovmuştu. Sanki bunu yaparsa yüreğindeki yangını biraz olsun dindirebilecek gibi hissetmişti ama hiçbir şey değişmemişti. Göğsünün sol yanı cayır cayır yanıyor, içini titreten o kadına koşmak istiyordu.
Bu düşünceyi aklından çıkarmak ister gibi başını sağa sola sallayıp hızlıca banyodan uzaklaşacağı sırada duyduğu sesle durdu. Sesin güzelliğiyle donup, kalırken ağzı şaşkınlıkla açıldı.
“Sen gittiğinde gözüm arkada kaldı,
Canım sıkıldı, çabuk gel.
Tadım kalmadı, hemen gel…”
Pürüzsüz, kadife gibi sesi banyodan taşıyor ve kulağına ulaşıyordu. Daha önce Nazenin’i şarkı söylerken, duyup duymadığını düşündü. Ancak hiçbir şey anımsayamadı. Hayır, duymamıştı. Eğer duysaydı böyle güzel bir sesi asla unutmazdı.
Bu kadının güzel yapmadığı bir şey var mı acaba?
Metehan küçük adımlarla yeniden banyonun kapısına geldi ve çaktırmadan ona baktı. Duşun altındaki oturuşunu değiştirmiş, kabinin camına başını yaslamış, gözlerini ise kapamıştı. Metehan, onun kendisinden bihaber olduğunu anlayınca, gülümsemeden edemedi. Bu sırada Nazenin ise şarkının ilk sözlerini tekrar ediyordu.
“Sen gittiğinde gözüm arkada kaldı,
Canım sıkıldı, çabuk gel.
Tadım kalmadı, hemen gel
Birkaç gün içinde dön, ne olur…
Bıraktığın gibi burdayım,
Yalnız değilsin, canındayım.
Tut elimi tut, yanındayım,
Yalnız değilsin, canındayım.”
Şarkıyı söyleyen kadının sesi miydi Metehan’ı darmadağın eden yoksa şarkının sözleri miydi bilmiyordu. Ama dağıldığı bir gerçekti. Sanki Nazenin bu şarkıyla söyleyemediklerini söylüyor, kendisine gel, diyordu.
Soğuk yüzünden titrediğini gördüğünde kendine gelip ayaklandı ve doğruca Nazenin’in yatak odasına ilerleyip içeri girdi. Odanın ışığını yaktığı anda gözlerinin önüne gelen düşüncelerle soluğu kesilmiş, boğazı kurumuş ve kupkuru boğazından bir inilti yükselmişti. Cumayı cumartesiye bağlayan o gece, bu eve duş almak için geldikten sonra odada yaşadıkları anlar anlatamayacağı kadar güzel, tutkulu ve baştan çıkarıcıydı.
Az evvel omzunda duran ve tokat attığı o poponun bu odada nasıl salındığını tüm ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Boğazındaki yangını söndürmek istiyormuş gibi eliyle boğazını sarıp nefeslenmek istedi ama uğraşı boşaydı. O gece gözünün önünden gitmiyordu. Kendisine, aklından çıkaramadığı anlara, o anları yaşadığı kadına duyduğu öfkeyle arkasını dönüp odadan çıkacaktı ki kapıda yağmurdan ıslanmış bir kedi yavrusu gibi duran kadını gördü. Görmez olaydı.
Nazenin de öylece kalmış, önce yatağa, daha sonra yatağın karşısındaki aynaya bakıyordu. Bakışları eşyalar arasında hızla gidip, gelirken, kıpkırmızı olan yanaklarını hissederek başını eğdiğinde, Metehan gözlerini onun üstünde gezdirip, anlamsızca homurdanmadan edemedi.
Odada yaşadıkları mahrem anıları yetmezmiş gibi bir de karşısında sırılsıklam duran kadının cazibesine karşı koymak ve onu yok saymak zordu. Islanan kıyafetleri bedenine yapışıp, tenini ikinci bir deri gibi sararken hayal gücüne hiçbir şey bırakmamıştı. Çünkü her kıvrımı göz önündeydi. Beyaz tişörtü üst bedenine öyle bir yapışmıştı ki resmen teni görünüyordu. Göğüslerinin şekli zaten belirginken, bir de soğuk yüzünden küçücük olup sertleşen göğüs uçları gözüne gözüne batıyordu.
Gözlerini o küçücük ama içini yakıp geçen ve tüm arzularını hortlatan ayrıntıdan kaçırıp, Nazenin’e dokunmamaya çalışarak kapıdan geçecekti ki kolunu tutan el buna engel oldu
“Ne o? Yoksa kaçıyor musun? Bu odaya bakınca aklına bir şey mi geldi? Sana bir şey mi hatırlattı?”
Metehan’ın bir süre önce kendi evinde söylediği sözler, bugün yönünü değiştirip kendisine saplanmıştı. Sabırlı olmaya çalışarak, nefes alıp gözlerini Nazenin’e çevirdiğinde, kadının yüzündeki meydan okuyan o gülümsemeyi gördü. Oldukça cezbedici, akıl karıştırıcı, hatırladığı tüm anıları yeniden yaşamak istemesine sebep olan imalı bir bakış ve gülüştü bu.
Onun bu küstahlığına mı sinirlense yoksa cesaretine mi hayran kalsa bilemeyerek, başını sallarken, “Evet,” dedi. Nazenin sesle gülüp damarına basacaktı ki kadını bedeniyle kapı kirişi arasına hapsedip ona açıkça sürtündü. “Evet, hatırladım,” diye fısıldadı. “Bu odada, bu yatakta, bu aynanın karşısında nasıl seviştiğimizi hatırladım. Aynaya yansıyan bedenlerimizi, bana nasıl dokunduğunu, sana nasıl dokunduğumu, adımı sayıklayarak inleyişlerini, adını haykırarak boşaldığım anı hatırladım.”
Nazenin hiç beklemediği kadar açık gelen bu cevapla irkilirken, karnıyla kasığı arasına baskı uygulayan uzvu hissederek inlemek istedi. Hâlâ bir nebze sarhoş olsa da kendine engel olup, altdudağını ısırarak o isteğini bastırdı. Ardından derin bir soluk alıp, “En azından sevişmek kelimesini kullanabildin, tebrikler, Binbaşı!” dediğinde, Metehan avuç içini tam da kadının başının üstüne vurmuştu.
“Sen ona sevişmek diyorsun ama bana sorarsan yaşadığımız hiçbir şey sevişme kelimesiyle örtüşmüyor. Biz sevişmedik, yavrum. Çok başka şeyler yaşadık. Ama inan ki o yaşadıklarımıza ne denir, ben de bilmiyorum.” Geri çekilip, Nazenin’in kıpkırmızı kesilen yüzüne bakarken, bıyık altından gülmeden edemedi. “Sen o kelimeyi ara, bul. Bulursan bana da söyle.”
Bir adım atıp, koridora çıkacaktı ki durup yeniden ona sokuldu. Elinin tersini şakağına dayayıp usulca aşağı inmeye başladı. Yanağını, çenesini, boynunu geçti. Ama durmadı. Gerdanına yapışan ıslak tişörtün üstünden ilerledi bu kez. Usulca göğüslerine dokundu. Nazenin bu dokunuşla titreyince güldü yine belli belirsiz. Göğsünün ucunda elinin tersiyle daireler çizerken, kulağına sokuldu.
“Zorlama beni, Nazenin. Kalbim kırıkken, aklımda binlerce soru varken, sen bir yakın, bir uzakken, hiçbir soruma cevap vermezken ve hiçbir şeyi açık açık anlatmazken sana dokunmak istemiyorum. Yaşadığımız her birliktelik, sevgimiz göğsümüzden taşarken yaşanmalı. Çünkü kaçıncı kez buluşursa buluşsun tenlerimiz, bedenlerimiz… Bu her seferinde ilkmiş gibi sevgiyle ve ilgiyle olmalı.”
Son sözlerini söyleyip kendini koridora atmayı başardığında, sanki yeniden soluk almaya başlamıştı. Ardında bıraktığı kadın ise hâlâ kapı kirişine mıhlanmış gibi öylece duruyor, kendini toparlamaya çalışıyordu. Metehan onu düşünceleriyle baş başa bırakmanın daha doğru olduğunu düşünerek, koridor boyunca ilerleyip önce salona göz attı. Salon hasarsızdı. Sonra ağır adımlarla mutfağa ilerleyip, kapısında durarak göreceğini tahmin ettiği manzaraya kendini hazırladı. Kapıdan başını uzatmasıyla yerle bir olmuş mutfağı görmesi aynı anda olmuştu. Her taraf darmadağındı. Açık duran mutfak dolapları boştu çünkü içlerini dolduran eşyaların hepsi yerdeydi ve paramparçaydı.
“Ocağıma incir ağacı dikersin sen, kızım,” deyip, başını usulca sallarken kendi kendine konuşmayı sürdürüyordu. “Her ay mutfak eşyalarını yeniden almak ne kadara mal oluyordur acaba?”
“Babama sor.”
Ardından gelen fısıltılı ve imalı sesle irkildi. Birkaç saniye durup, yakalandığı için kendine söverken bir yandan da dilini ısırıyordu. Omzunun üstünden ona doğru baktı. Sonra bedenini tamamen döndürüp, onu süzerken temiz ve kuru kıyafetler giymiş olduğunu görerek biraz olsun rahatladı.
“Sana sorduğum sorulara cevap alabiliyor muyum ki babana seninle ilgili soru sorabilecek bir durumum olsun,” dedi. Bir an durup dilini ısırdı. Daha nice şey söylemek istiyordu ama onu daha da üzüp yıpratmak, kendini de kahretmek istemiyordu.
“Söyle. Devam et!” diye sakinleştirmeye çalıştığı duygularına kamçıyı indiren kadına dosdoğru ve sert bir ifadeyle baktı. Birkaç adımda yanına yaklaşıp yine açtı ağzını, yumdu gözünü.
“Beni neden bıraktın, diye soruyorum, cevap yok. O adam eski sevgilin mi, diye soruyorum, cevap yok. O yazıyı bana yazdın da neden beni yalnız bıraktın, diye soruyorum, cevap yine yok.” Nazenin’in kolunu kavrayıp, bedenini bedenine yaslarken, dişlerini sıka sıka, “Ne dedi o adam?” diye sordu. “Ne dedi de bu kadar delirdin? Bari buna cevap ver.”
Nazenin ise bir an için gözlerini kapatıp beklemiş ve gözlerini yeniden açtığında, “Yakında duyarsınız,” demekle yetinmişti.
“Ben şimdi duymak istiyorum. Şimdi! Şu an duymak istiyorum.”
Gür sesi buz gibiydi ve sesi o kadar yüksekti ki Nazenin’in kulakları uğuldamıştı sanki. Bu bağırışlara dayanamayıp en sonunda o da resmen patladı.
“Yakında duyarsın dediysem yakında duyarsın, Metehan! Yeter, kes artık!” demesiyle sırtının duvarla buluştuğunu hissetti. Metehan’ın uyguladığı baskıyla başını duvara çarpacaktı ki duvarla başı arasına giren el buna engel oldu.
“Ne dedi? Sana ne dedi, Nazenin? Ne dedi de bu kadar sinirlendin? Gözün döndü resmen.” Başını eğmiş, kadının dudaklarına sokulmuş, fısıldayarak yine aynı soruları soruyordu. Ancak Nazenin kilit vurduğu ağzını açıp da tek kelime etmiyor, Metehan’ın öfkesi yine yükseliyordu. “Yahu, bir şey söyle, kadın. Bir şey söyle, be!”
Bağırışıyla kendine gelen Nazenin’in tepesi iyice atmıştı. “Kimi köşeye sıkıştırıp konuşturmaya çalıştığına dikkat et, Binbaşı! Yeter artık, çok uzadı bu muhabbet. Derhal çık evimden,” diye tıpkı onun gibi bağırınca Metehan önce şaşırmış, ardından o şaşkın halinden kurtulup derhal kapıya doğru yürümüştü. Kapıdan çıkmadan önce söylediği sözler ise kimi köşeye sıkıştırdığını gayet iyi hatırladığını belirtir nitelikteydi.
“İyi geceler, Sayın Vali’m.”
Nazenin kapanan kapıya bakıp, alnını öfkeyle ovuştururken sessizce cevap verdi.
“İyi geceler, Binbaşı!”
***
Cuma günü mesai bitiminde askeri helikopterle Ankara’ya geçen Nazenin, Metehan’la son yaşananları düşünmemeye çalışıyor ve karşısında oturan Birce’yle Sinem’e odaklanmak için çabalıyordu. Sinem’in bu görüşmeye Birce’yle gelmesi ise büyük sürprizdi. Birce’yi karşısında gördüğü ilk anda Sinem’e biraz kızsa da Birce’nin ne kadar inatçı olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Birce ne yapıp etmiş, Sinem’i konuşturmuş ve Nazenin’le yaptıkları görüşmenin ayrıntılarını öğrenmişti.
Birce ben de geleceğim, diyerek, rest çekip katıldığı görüşmenin nereye varacağını, Sinem’in Nazenin’e ne cevap vereceğini merak etse de merak ettiği asıl şey Nazenin’in bu haliydi. Ne olmuştu bu kıza? Ya da ne oluyordu? Konuşmuyor, anlatmıyordu ama gözleri kendisini ele veriyordu. Bedenen burada olsa da ruhen olmadığının ikisi de farkındaydı.
Göz ucuyla Sinem’e bakan Birce, “Söze gir,” diyerek arkadaşını dürttüğünde, Sinem Savcı hafifçe silkelenerek kendine geldi.
“Benimle yaptığınız görüşmenin cevabını almak için buradasınız, değil mi Sayın Vali’m?”
Nazenin bu sözlerle toparlanıp, dalgınlığını atmaya çalışırken Sinem’e kısa bir an baktı ve başını usulca salladı. “Cevabını duymak için geldim, evet. Ama bir şeyler daha söylemek için de geldim,” deyip duraksadı. Sinem oturuşunu daha da dikleştirmiş, resmen Nazenin’in ağzının içine bakmaya başlamıştı.
“Ne söyleyeceksiniz?” diye soran arkadaşına buruk bir tebessümle karşılık veren Nazenin, sıkıntıyla soluklandı.
“Güvendiğim insanlara ihtiyacım var, demiştim ya…”
“Evet.”
“Artık gerçekten güvendiğim insanlara ihtiyacım olduğunu anladım,” deyip durdu. Yine nefes alıp, dişlerini sıkmamaya çalışarak sözlerine devam etti. “Cumhuriyet Savcısı Doğu Engerek, Akdağ’da!”
Birce ve Sinem’in gözleri fal taşı gibi açılırken dudakları arasından, “Ne?” diye bağırışları yükselmiş, Nazenin ise onları el hareketiyle sessizliğe davet edip konuşmaya devam etmişti.
“Doğu Savcı, Rahmetli Savcı Veysel Giray Özyurt’un yarım kalan görevine atanmış.”
Sinem ve Birce duyduklarını doğru anlayıp anlamadığını idrak etmeye çalışıyor, birbirlerine şaşkın şaşkın bakıyordu.
“Yahu, koca ülkede başka savcı mı kalmamış? Bu nasıl oluyor?” Birce’nin isyan dolu bu sorusuna omuzlarını usulca silkerek karşılık veren Nazenin, sessizliğini korurken Sinem de söylenip duruyordu. Birce öfkeyle elini masaya geçirip ikisini de yerlerinden sıçrattı. Ne olduğunu anlamak ister gibi Birce’ye dönen kızlar, ağızlarını bile açamadan Birce sazı eline almıştı. “Bana bakın. Bana bakın ama Vali ve Savcı olarak değil, kardeşlerim olarak bakın. Beni yalnız bırakamazsınız, tamam mı? Benim şu hayatta sizden başka kardeşim yok.” Nazenin ve Sinem’in duygusal bakışlarını yok etmek istermiş gibi elini havada salladı. “Sinem, eğer sen de gidersen bir an düşünmem, isterim tayinimi! Bunu böyle bil ve ona göre karar ver,” demesiyle arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağlaması ve başını havaya dikip dışarıya çevirmesi aynı anda olmuştu. Kızlar onun bu tavrına, tribine gülmeye başlamadan önce masada birkaç saniye sessizlik hüküm sürdü. Ardından kahkahaları birbirine karıştı.
“Deli bu, ya! Valla bak. Aklında eksik var bu kızın.”
Sinem’in sözleriyle bir kahkaha daha atan Nazenin, uzun zaman sonra kendi gibi hissediyor, gülüyordu.
“Abimden habersiz tayin isteyip adama da mesaj atar bu.”
“Aman, sanki abinin doğru düzgün eve geldiği var da! Ya görevde ya da Akdağ’da. Ben de oraya geleyim bari de kocamı göreyim.”
Nazenin, Birce’nin gayet ciddi söylediği sözlerle öylece kalırken Sinem, “Hâkim Hanım dünden razıymış, Sayın Vali’m,” dedi. “Ee, o zaman ben ekibi bozmayayım. Geleyim o tarafa doğru. Madem kadroda savcı açığı var, senin de güvendiğin insanlara ihtiyacın var. Seni yalnız bırakmak olmaz.”
Üç kız birbirlerine öylece baktı ve gülmeye başladı. Nazenin ışıl ışıl parlayan gözlerine biriken yaşları hızlıca silmeye çalışırken, “Yani ikiniz de tayin isteyeceksiniz, öyle mi?” diye sormadan edemedi.
“Evet,” diye verilen cevabın hızıyla, gözyaşlarının akma hızı yarışmak üzereydi.
“Ama aldığınız riskin…”
“Farkındayız, Sayın Vali’m.”
Nazenin ayaklandı ve aralarındaki masayı aşarak kendisi gibi ayaklanan kızlara sarılıverdi. “İyi ki varsınız. İyi ki varsınız ve iyi ki benim hayatımdasınız,” dediğinde kızlar da gözyaşlarını daha fazla tutamamıştı. Birbirlerine kenetlenmiş halde biraz daha durduktan sonra ilk toparlanan Nazenin oldu ve yerine geçip dostlarına baktı. “Sizi yanımda istememin tek sebebi size sonsuz güvenmem değil. Aklımdaki bir projeyi sizlerle hayata geçirmek istemem. Şimdi beni dikkatlice dinleyin bakalım,” diyerek, söze başlayıp aklındaki düşünceleri anlatmaya başladı. O anlattı, kızlar dinledi. O heyecanlandı, kızlar heyecanlandı. Saat gece yarısını bulana kadar hem işten hem de özel hayatlarından uzun uzun konuşup sohbet ettiler. Üçünün de pili bitip üstlerine yorgunluk çöktüğünde ilk ayaklanan Birce olmuştu.
“Hanımlar, beni evde kocam bekler. Gideyim de son havadisleri kendisine ileteyim.” İkisini de bir güzel öperken aklına gelen şeyle durdu ve Nazenin’e döndü. “Bu gece annemlerde mi kalacaksın yoksa bizde mi?”
“Otelde kalacağım,” demesiyle ağzını açacak olan Birce’yi hemen susturdu. “Ve sen itiraz etmeyeceksin. Hadi, git.”
Birce gözlerini devirerek mekândan çıktıktan sonra Sinem ve Nazenin de her an haberleşmek üzere sözleşerek, vedalaşıp ayrıldı.
Geceyi geçirmek için otele gelen Nazenin, sıkıntıyla odaya göz atıp balkona ilerledi. Kimsenin evinde kalmak istememe sebebi biraz yalnız kalmak ve kafa dinlemekti ama başka bir sebebi daha vardı. Bu sebep, uykularını bölen kâbuslardı ve ne yazık ki bunu kimseye söyleyemiyordu. Doğru düzgün uyuyamaması, sürekli yorgun, bitkin ve halsiz olması da bu yüzdendi.
Her şey ne ara bu kadar kötüye gitmeye başlamıştı? Her şey ne ara bu kadar tepetaklak olmuştu? Sorularının cevabını düşünse de o cevapları bulamıyordu. Bir an gelmişti ve resmen dünyası tersine dönmüştü. Aldığı tehditler, yaşadığı mobbing’ler onu hem sevdiğinden hem de sevdiklerinden uzaklaştırmıştı. Hatta kendinden bile uzaklaşmış hissediyordu. Ne acı!
Kendini düşünmemek içindi bu kadar çalışması, nefes bile almaması. Bazen aynadaki yansımasına bakınca haline acıyası geliyordu. İnsan kendi haline bakıp da hayıflanır, kendine acır mıydı? Nazenin son zamanlarda içten içe bunu yapar olmuştu.
Bir tarafta Zait iti, bir tarafta Başkan ve iş ortakları, bir tarafta ise Cansel vardı. Cansel’in hangi tarafa dahil olduğunu bile çözebilmiş değillerdi. Kadın o dosyayı verdiği günden beri sır olmuştu sanki.
Nazenin ise bu üçgenin ortasındaki yemdi. Önce hangi taraf kendisini yiyecek diye durmuş, bekliyordu. Çünkü ne Zait’e ne de Cansel’e ulaşabiliyorlardı. Başkan da en ufak bir açık vermiyor, rengini belli etmiyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ortaya çıkıveren Doğu Savcı ise bambaşka bir konu, bambaşka bir şüphe sebebiydi.
Onca meslektaşı dururken en önemli soruşturmanın başına neden Doğu gelmişti? Bu geliş, bu görevlendirme tesadüf müydü? Yoksa kendisini de bilerek Akdağ’a görevlendiren görünmez eller tarafından mı görevlendirilmişti? Doğu da bilerek ve bir oyunun parçası olarak mı gelmişti?
Doğu Savcı’nın geliş sebebiyle ilgili teoriler düşünürken aklı yine usulca Seher Hanım’a, yani Savcı’nın karısına gitmişti. Kadının donuk bakan gözlerini, garip durgunluğunu, kendisini ifade edemeyecek kadar hatta adını bile söylemeyi unutacak kadar pasif oluşunu düşündü. Bu sırada gözlerinin önüne onunla tokalaştığı an geldi. Kadında fark ettiği o küçük ayrıntıları düşünürken kaşları çatılmış, alnı kırışmıştı. Bu düşünceleri aklından kovup duşa girdikten sonra giyinmiş ve yatağına uzanmıştı ki gözlerinin önüne gelen adamla yüzünde buruk bir tebessüm oluştu.
O gülümsemeye sığınıp da gözlerini kapadı. Metehan’ı düşünerek daldı uykuya. Kâbuslar peşi sıra zihnine sızıp zaten huzursuz olan uykusunu zehir ettiğinde sabah olmak üzereydi. Ankara semalarına gün doğarken bir fincan kahve eşliğinde bir sigara içip güneşi selamladı sessizce.
Kahvesinden son yudumunu almış ve yatak odasına geri dönmüştü ki odanın kapısının çaldığını duyarak irkildi. Kim gelmişti? Burada kaldığını Demir ve Levent dışında kimse bilmiyordu. Kızlara bile hangi otelde kalacağını söylememişti.
Kahve fincanını bir köşeye bırakıp, kapıya doğru ilerlerken otel çalışanlarından birinin gelmiş olabileceğini ancak düşünebildi. Çekimser bir sesle, “Kim o?” diye mırıldandı.
“Benim kızım,” diyen gür ve berrak sesi duyunca içi kıpır kıpır olmuştu. Kapıyı aralayıp babasını karşısında görmesiyle yüzünde tebessüm oluştu.
“Paşa’m… İstihbaratın sağlam çalışıyor.”
“Ankara’ya gelip de bizi görmeden döneceğini mi sandın?” diyerek odaya adım atan Seyfettin Bey, kapıyı kapadığı gibi kızına sıkıca sarıldı.
“Neden eve gelmedin, gözümün çiçeği? Sen neden kaçıyorsun?” Nazenin bu sorulardan kaçmak, saklanmak ister gibi yüzünü babasının göğsüne dayayıp, iç çekerken Seyfettin Bey kızının sırtını usul usul sıvazladı. “Gel bakayım, şöyle otur da baba kız biraz konuşalım.” Kızını kolunun altına alarak, az ilerideki koltuklara doğru ilerleyip oturdu. “Anlat bakalım, nasıl gidiyor?”
Nazenin omuzlarını silkip, “Karmakarışık gidiyor,” dediğinde, Seyfettin Bey buruk bir tebessümle ona baktı. Fakat çok geçmeden, yüzündeki o tebessüm kaybolup yerini endişeli bir ifadeye bıraktı.
“Ne bu halin be yavrucuğum? Çöp gibi kalmışsın, hasta gibi görünüyorsun. Bu gidişle gerçekten hasta olacaksın, Nazenin.”
Babasının endişesini anlayan Nazenin gülümsemeye çalıştı. “İyiyim ben, merak etme,” dedi. Fakat onu ikna edememişti. Sonuçta Seyfettin Paşa’nın gözleri yaşına göre bir hayli iyi görüyordu. O gözlerle de kızını görüyordu.
“İyiyim, diyerek kendini bile kandıramıyorsun da kalkmış, beni kandırmaya çalışıyorsun. Yahu, sen de o sırık da yürüyen iskelete dönmüşsünüz. O sırık var ya, o sırık… Hayatında ilk kez izin aldı, ortadan kayboldu. Adamı derbeder ettin be kızım. Yazık değil mi? Ona da sana da yazık değil mi? Aklına bir şey koydun, bizi de kendine uydurdun ama bu yaptığın size zarar veriyor, görmüyor musun? O, senin yanında olmak istiyor. Yahu, bunu ben anladım, sen anlamıyor musun?” diye isyan eden Seyfettin daha nice şey söyleyip kızını kendine getirmek istiyordu ama üstüne giderse iyice içine kapanmasından da korkuyordu.
“Baba, bunları daha önce konuştuk.”
“Biz konuşmadık, hanımefendi. Sen konuştun. Metehan’ı ve Pençe Timi’ni benden uzaklaştırın. Onlar da hedefte ve Metehan beni korumak uğruna kendini kaybetmiş vaziyette. Başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Bir süre ayrı kalmamız gerek, dedin. Ben ve Cihan ise dinledik. Bize konuşmamız için fırsat bile vermeyip kafana koyduğunu yaptın.” Seyfettin bir anda sesini yükseltip, sabrının sonunda olduğunu böylece belli ederken, “Ben, bugüne kadar seni daima annene benzetirdim ama sen, son olaylarda bana ne kadar benzediğini kanıtladın,” diye çıkıştı.
Nazenin ise onun yükselen sesinden irkilip, “Nasıl yani?” diye fısıldadı.
Paşa, kızının kafasının karıştığını gözlerinden görüyor ve bu haline üzüntüyle bakıyordu. “Metehan bayağı üstüne geliyormuş. Alıyorum haberlerinizi. Ama sen ağzını bile açmıyor, ondan kaçmaya devam ediyormuşsun.” Kızının biraz utançla biraz da mahcubiyetle eğdiği başını kaldırmak için çenesinin altını kavrayıp gözlerine baktı. “Seni neden kendime benzettim, biliyor musun? Çünkü ben daima sevdiklerinden kaçan ve bu kaçışla onları koruduğunu sanan biriydim. Annen hayatıma girene kadar da bu böyle gitti. Hatta ilk başta annenden de kaçtığımı daha önce anlatmıştım. Ancak annen inatçı kadındır. Kaçmak için uğraştığım o yolları evirip, çevirip kendine çıkardı ve bunun bir çözüm olmadığını, dahası boşa çaba olduğunu kanıtladı bana.” Bir an durup, iç çekerken kızının saçlarını okşamış ve yüzünü ellerinin arasına almıştı. “Ölüm bizim için daima var. Biz bunu bilerek yaşıyoruz. Hayatımızdaki insanlar da bunu bilerek bizimle yaşamayı, o hayatı paylaşmayı seçiyor ve en büyük fedakârlığı yapıyorlar. Şimdi sen, senin için ya da seninle bir ömür geçirebilmek için böylesi bir fedakârlığı yapmaya dünden razı olan bir adamı itiyorsun hayatından. Belki de her şeye rağmen mutlulukla geçecek günlerinizi boşa bir acıyla geçirmenize sebep oluyorsun. Ondan aldığın mutluluk yüzünden onun da hakkına giriyorsun belki de,” dediğinde, Nazenin irkilip kocaman açtığı gözlerle babasına baktı.
“Bana bir şey olursa ardımda acı içinde kalmasın diye uğraşıyorum.”
Seyfettin bu sözlere ikna olmadı ve başını hafifçe sağa sola salladı. “Hayır, bu doğru değil, Nazenin,” dedi. “Kendini buna inandırmışsın, buna inanmak için de önüne haklı sebepler, yaşanmışlıklar koymuşsun ama bu doğru değil, kızım. Sen, Metehan’ın elini kolunu bağladın, gönlünü kırdın ve mutlu olma ihtimalinizi, kötü ihtimalleri öne sürerek yok ettin. Evet, sana bir şey olabilir. Allah göstermesin ama olabilir. Her an, her şekilde olur olacaksa. Öyle bir şey olursa Metehan, şehidin sevgilisi hatta belki eşi olur ve gururla taşır bunu. Keza sen… Ona bir şey olursa şehidin sevgilisi ya da eşi olur ve gururla taşırsın bunu.”
Nazenin’in gözünden birkaç damla yaş peşi sıra döküldüğünde, Seyfettin hüzünle iç çekip ona sıkıca sarıldı ve bir süre öylece bekledi. Bu bekleyiş esnasında biraz olsun sakinleşmeyi başaran Nazenin, burnunu çekmeyi sonlandıramasa da, “Ya benim yüzümden ona bir şey olursa?” dedi. “O zaman ne yapacağım?”
Sorusunu otuz yaşında bir kadın gibi değil de çocuk gibi bir ses ve ifadeyle sorunca Seyfettin içine içine ama ona kıyamayarak güldü.
“Ben seni yıllarca sakladım da ne oldu? Bu yaptığım, bugün yaşadıklarını engelleyebildi mi? Sen daha birkaç ay önce bu yüzden bana ateş püskürmedin mi be yavrum? Şimdi niye aynı şeyi Metehan’a yapıyorsun? Metehan’dan kaçınca çözülüyor mu her sorun? Metehan’dan kaçınca kendinle birlikte onu da hedef haline getirme durumun son buluyor mu? Ben cevap vereyim. Hayır! Aksine daha çok dikkat çekip onun, senin zayıf noktan olduğunu anlamalarına sebep oluyorsun.” Nazenin yüzüne tokat gibi inen bu sözlerle sarsılırken, Seyfettin onun gönlünde açılan kapıdan içeri girip sözlerini fısıldamaya devam etti. “Bana benzediğini söyledim ya az önce… Sadece bana benzemekle kalmıyor, benim yaptığım hataların aynısını yapıyorsun. Aslında ondan kaçıp kendini kahredeceğine, onu kendinden uzaklaştırıp onu kahredeceğine, herkese ve her şeye inat yan yana olmayı denesene, Nazenin. Şimdi yan yana olmazsanız, şimdi Metehan’ı ardında bırakmaya devam edersen yarın her şey son bulduğunda o adam sana nasıl güvenecek, kızım? Bir başka olay esnasında onu bırakıp gitmeyeceğine nasıl inanacak? Aşk, sevgi, adına ne dersen de. Bunlar güven üzerine kurulur. Sen o güveni yıkıyorsun. Ona yanında olma, sana destek olma şansını vermiyor, aksine o şansı canınızı yaka yaka elinden alıyorsun. O yüzden öfkeli sana. O yüzden ateş püskürüyor ve her fırsatta canını yakıyor. Kendisini yanında durmaya layık görmediğini düşünüyor belki de.”
“Öyle değil,” deyip isyan eden Nazenin, gözlerine biriken yaşları serbest bıraktı.
“Ama Metehan öyle sanıyor çünkü sen ona bir açıklama bile yapmıyorsun. Sen bencil bir insan değilsin, yavrucuğum. Lütfen bu sözlerimi düşün ve doğru kararı ver, olur mu?” diyen Seyfettin ayaklanmış, kızını alnından öpüp kapıya yönelmişti. “Seni seviyorum. Hepimiz seni çok seviyoruz.”
Nazenin başını kaldırıp, gözyaşlarına inat babasına gülümserken bir yandan da içini çekiyordu. “Ben de seni seviyorum, baba. Teşekkür ederim.” Seyfettin Bey odadan çıkıp kızını düşünceleriyle baş başa bırakacaktı ki, “Ayrıca kız babaları kıskanç olur. Arabulucu olmaz. Senden hiç böyle bir performans beklemezdim, Paşa’m. Beni şaşırtıyorsun,” dediğinde duraksayıp, kahkaha atmadan edemedi.
“Kız babaları kızlarını kıskanır, evet ama en çok da onlar kızlarının mutlu ve güvende olmasını ister. Şunu aklına yaz,” deyip sağ elinin işaretparmağını havada usul usul sallarken Nazenin’in gözlerine dikkatle bakıyordu. “Seni bu dünyada o sırıktan başka kimseye vermem. Çünkü o sırıktan başka kimseye güvenmem. O adam çocukluğundan beri benim gözümün önündeydi. Ne kadar mert, ne kadar yüce gönüllü ve ne kadar yufka yürekli olduğunu en iyi ben bilirim. Ayrıca Metehan, aile kavramını bilen bir adamdır. Ben sadece seni değil, gelecekteki torunlarımı da düşünüyorum. Oldukça ileri görüşlü ve ufku geniş bir paşa olduğumu söylememe gerek yoktur umarım,” dedikten sonra yanakları kıpkırmızı kesilen kızına gülmemek için kendisiyle savaştı. Ona göz kırpıp, kapıyı kapamasıyla homurdanarak gülmesi de bir olmuştu.
Nazenin ise oturmaya devam ettiği koltukta ufacık olmuştu. Odanın duvarlarına boş gözlerle bakıp, “Torun mu dedi o?” diye mırıldandı. “Seni o sırıktan başka kimseye vermem mi dedi? Yaşlandıkça duygusal mı oldu bu adam? Dede olma zamanı geldi de geçiyor galiba. Abimle Birce bunun farkındadır umarım.”
Kendi sözlerine gülümseyip bir süre daha orada oturmuş ve babasının ders niteliğindeki sözlerini düşünmüştü. Metehan’ı ne kadar üzdüğünü, kırdığını biliyordu. Bunu nasıl düzeltebileceğini ise bilmiyordu. Ama bu konuşmayı ve yapması gerekenleri, atması gereken adımları enine boyuna düşünmeliydi. Öyle de yaptı. Günün büyük bir kısmını otel odasında geçirip özel hayatını düşündü. İşin içinden çıkamayınca da kendini işe verdi ve açmayı planladıkları kursla ilgili görüşmeler yaptı. Bu eğitim seferberliğinde de tanıdığı, güvendiği insanlara ihtiyacı olacaktı. O da elinin uzanabildiği birkaç kişiyi arayıp uzun uzun projesini anlattı. Öğleden sonra işe güce paydos verip Emre’nin düğününe gitmek için hazırlıklarına başladı.
Siyah, saten kumaştan bir elbisenin bulunduğu kılıfı açıp elbiseye dikkatlice baktı. Bunun düğün için uygun bir seçim olacağına bir kez daha kanaat getirip giyindi. Hakim yaka elbisenin göğüs kısmı V şeklinde bir dekolteye sahipti ancak bu dekolte abartılı ya da göze batacak gibi değildi. Omuz kısmındaki ufak vatkalar sayesinde hem omuzları daha geniş ve dik duruyor hem de elbisenin yaka kısmı ihtişamını kaybetmiyordu. Dirseklerinin altında son bulan kolları düzeltip beline siyah renkte elbiseyle aynı kumaştan yapılan kemeri doladı ve bağladı. Sol dizinin birkaç parmak üstünde başlayan ters V biçimindeki yırtmacı düzeltirken bileklerine kadar uzanan eteğe göz gezdirdi. Elbisesi üstüne azıcık bol gelmişti.
Derin ve huysuz bir nefes alarak belindeki kemeri az daha sıkılaştırdıktan sonra ince topuklu, sivri burunlu rugan ayakkabılarını giyip sol bileğine halhal taktı. Hâlâ boynunda duran nazar boncuğu kolyeye dokundu ve o kolyenin boynuna takıldığı anı düşünürken kolyeyi usulca çıkardı.
Boş kalan boynuna su damlası şeklinde kesilmiş, siyah taşların sıralandığı bir kolye, kulaklarına ise onunla eş küpeleri takıp makyajını yaptı. En sona bıraktığı saçlarını da ensesinde şık bir topuz haline getirip topladığında düğüne katılmak için hazırdı. Siyah rugan çantasını eline alarak otelden ayrıldı.
Düğünün gerçekleşeceği mekâna geldiğinde aracının kapısını açan Demir’e usulca teşekkür edip kendisini kapıda karşılayan damada en güzel gülümsemesini sundu.
“Ooo, Damat Bey, bu ne yakışıklılık.”
Kıpkırmızı oluveren Emre utangaç utangaç gülümsedi.
“Hoş geldiniz, Sayın Vali’m. Bizi çok mutlu ettiniz,” diyen genç adama yaklaşan Nazenin, onunla önce tokalaşsa da hemen ardından içtenlikle kucakladı.
Emre biraz çekinerek de olsa bu kucaklamaya karşılık verip, “Olmuş mu gerçekten?” diye fısıldadığında, Nazenin daha da güldü.
“Valla olmuşsun, Emreciğim. Filinta gibisin. Eminim ki gelinimiz de prensesler gibi olmuştur.” Emre’den bir adım uzaklaşıp onu bir kez daha süzen Nazenin, onaylar şekilde başını salladı. Ardından damadın koluna girip usulca kulağına yaklaştı. “Gelin Hanım müsaitse eğer düğün başlamadan onu da görmek ve tebrik etmek isterim.”
“Tabii, tabii. O da sizi gördüğüne çok mutlu olacaktır,” diyerek içeriye doğru ilerlemeye başlayan Emre, Vali değil de bir abla edasıyla koluna girmiş, yanında ilerleyen Nazenin’e bakıp içtenlikle gülümsedi. Gelin odasının kapısına vardıklarında Emre kapıyı çalıp başını içeriye uzattı. “Canım, seni görmek isteyen bir misafirimiz var,” dedikten sonra kapı ardına kadar açıldı. Gelin odasını dolduran genç kızlar dikkatle bu misafirin kim olduğunu çözmeye çalışırken, Gelin Hanım Nazenin’i görerek ayaklandı.
“Vali Hanım, gelmişsiniz.”
Gelinin içten heyecanıyla gülümseyen Nazenin ona yaklaşırken, Emre odadaki diğer kızları kaş göz yapıp dışarı gönderdi.
“Esmacığım, daha önce tanışma fırsatımız olmamıştı. Ben Nazenin,” deyip kızı gelinliğine dikkat ederek kucakladığında Esma önce şaşırdı, ardından bu samimiyet karşısında gülümsedi.
Mahcup bir ifadeyle, “Emre sizin çok sıcakkanlı, içten biri olduğunuzu anlatmıştı ama ben bu kadarını tahmin edememiştim,” diyen Esma’nın sözleri, Nazenin’i de mahcup etmişti.
“Estağfurullah. O sözlerin sebebi Emre’nin güzel yürekliliğindendir.” Bir an durdu ve birkaç adım geride bekleyen damada işaret etti. “Gel bakalım, Damat Bey. Şöyle yan yana durun.” Emre, müstakbel eşinin yanına geçip beklemeye başladığında, Nazenin çantasından bir kutu çıkardı ve geline uzattı.
“Neden zahmet ettiniz, Nazenin Hanım?”
Nazenin, “Umarım beğenirsin,” dedi. O sırada Esma hem kutunun kapağını açıyor hem de konuşuyordu.
“Beğenirim tabii. Düşünmeniz yeter.” Kapağı açıp da içinde beyaz altından yapılma, pırlantalarla süslenmiş küpe, kolye ve bilekliği gördüklerinde ikisinin de ağzı açık kaldı. “Ama bu…” diyen çifte tebessüm edip Esma’nın elini usulca tuttu ve sıktı.
“Bu benden sana ufak bir hediye. Güzel günlerde kullan inşallah.”
“Çok teşekkür ederim. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.”
Gelin Hanım kutuyu Emre’nin eline tutuşturup Nazenin’e sıkıca sarıldığında, Nazenin de ona aynı şekilde karşılık vermişti.
“Bir şey demene gerek yok. Çok mutlu olun inşallah. Bundan sonra yanımızdasın, sık sık görüşeceğiz, Esmacığım,” deyip ondan ayrıldı. Çantasından bir kutu daha çıkarıp bunu da Emre’ye uzattığında, onların kızarıp, bozaran yüzlerine bakarak gülüyordu. “Yahu, siz gelin ve damatsınız. Hediyeler almanız çok normal. Neden alı al, moru mor oluyorsunuz?”
“Öyle de…” diyerek, kem küm eden çifte bakıp, başını usulca sallarken Emre de hediyesini açmıştı.
Kutunun içinden çıkan saate bakarak, “Nazenin Han-” dedi. Durdu ve başını kaldırıp Nazenin’in gözlerine baktı. “Abla bizi mahcup ettin, yahu!”
İçtenliğine kahkaha atan Nazenin, ona da yeniden sarılmış ve tıpkı bir abla gibi sırtını sıvazlamıştı.
“Heh, bu cümledeki tek doğru abla olmam. Ben ablayım madem o zaman bu hediyeler az bile. Bırakın da kardeşlerimin en mutlu günlerinde onlara hediyeler vereyim. Konuşup durmayın. Kızarım. Ablayım ben.”
İkisini de tekrar tekrar tebrik edip, onların teşekkürlerini baş sallayarak geçiştirdikten sonra gelin odasından çıktığında Levent ve eşiyle karşılaştı. Onlarla ayaküstü sohbet etti. Düğünün başlama saati geldiğinde ise kendilerine ayrılan masadaki yerlerini almışlardı. Masada oldukça tanıdık yüzler vardı. Levent ve eşi, Kutluhan Albay ve Nuran Hoca, Akdağ İl Emniyet Müdürü ve eşi hatta Demir bile bu masadaydı. Yan masa ise Pençe Timi’nden düğüne katılanlara ayrılmıştı. Nazenin göz ucuyla o masaya bakıp boş duran sandalyeye odaklandı. Muhtemelen o sandalye Binbaşı’ya ayrılmıştı ancak kendisi ortalıkta yoktu.
Belki de gelmeyecektir, diye düşünürken gelin ve damat salona giriş yapınca düşüncelerinden biraz olsun uzaklaşmayı başardı. Misafirlerin arasından ilerleyip nikâh masasında soluğu alan çiftin nikâhını kıymak için gelen memur, şahitleri anons ettiğinde Nazenin ve Levent ayaklanıp sahneye yürüdü. Klasikleşen sorular ve cevapların ardından nikâh defterine şahit olarak imzasını atan Nazenin, genç çifti tebrik etmiş, yerine dönüyordu ki salonun kapısında beliren kişiyi gördü.
Adımları bir an için duraksadı. Hatta ayakları birbirine dolanacak gibi oldu. Kapının önünde tüm heybetiyle duran adamın bakışları kalbinin atışını değiştirdi sanki. Elleri buz keserken sırtından soğuk soğuk terler dökmeye başladı.
Siyah takım elbisesi, siyah gömleği, siyah kravatıyla dalyan gibi duran adamı kısa bir süre inceledi. Uzayıp görünür olmuş sakallarının aksine daha kısa olan saçlarında gezindi gözleri. Ardından, keskin bakışlarına sıcacık rengi veren kahve harelerine kilitlendi. İki gün sonra görüyordu Metehan’ı. İki gün dile kolaydı da bir de siz onu gönüle sorun bakalım, kolay mıydı?
Nazenin iki günde ona hasret kaldığı her ana inat onu uzun uzun izlemek, incelemek istiyordu. Yanına gidip, boynuna sarılmamak için dişlerini sıkarken, bir soluk alıp yürümesi gerektiğini hatırladı. Gözlerini kaçırdı ve yeniden yerine ilerlemeye devam etti. Tam yerine oturacaktı ki arka masalarındaki genç hanımların o ne be insan mı bu? Yakışıklı falan az kalır, taş mübarek, dediğini duydu. Adımları yine durdu, oturması gereken sandalyenin sırtını kavrayıp öfkeyle sıktı. Bu sırada ise göz ucuyla Metehan’a baktı. Adamın gözleri hâlâ üstündeydi ve dikkatle kendisini izliyordu. Nazenin içini saran kıskançlıkla yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetti. Gözlerindeki yangını Metehan görmesin diye başını hafifçe eğdi ve resmen dilini ısırdı. Yoksa arka masaya dönüp sevgilimi övdüğünüz için teşekkür ederim, diyecekti. Bunu demeyi ne çok isterdi!
Ancak böyle bir şeyi artık yapamayacağını hatırlayıp yerine oturduğunda bacak bacak üstüne attı ve üstteki bacağını sallamaya başladı. Sinirden yumruk yaptığı ellerini de kucağına koydu. Gelin ve damadın ilk dansını izlemeye çalıştı.
Emre ve Esma yüzlerinde kocaman gülüşlerle birbirine bakıyor, fısıldaşıyordu. İkisi de gerçekten mutlu görünüyordu. Nazenin, onların bu mutluluğunun daim olmasını dileyerek, iç çekerken ilk dans şarkısı sona erdi. Yapılan kısa anonsla, diğer çiftler de dansa eşlik etmeleri için sahneye davet edildi.
Bu sırada, az evvel Metehan’ı inceleyen kızların masasında bir hareketlilik olduğunu hissedip omzunun üstünden saniyelik bir hızla arkaya baktı. Kızlardan biri gülerek masadan kalktı. “Bana hayır, diyemez!” diye bağırarak yürümeye başladı. O yürüyüşün sonunun Metehan olmamasını dileyen Nazenin dişlerini sıkıp, içinden küfrederken göz ucuyla kızı takip etti. Ve yanılmadığını içi acıyarak gördü.
Kız salına salına Metehan’a yürüyordu. Hem de gerçek anlamda. Hem de minicik elbisesinin örtmediği vücuduyla. Hem de saçını sağdan sola savurarak. Yürüdü, yürüdü ve tam Metehan’ın dibinde durdu. Şu an ondan yayılan muazzam kokuyu başka bir kadının soluyor olması, şu an o çakmak çakmak harelere başka bir kadının yakından bakıyor olması ve daha nicesi Nazenin’in boğazına yumru, yüreğine sancı olmuştu. Tırnaklarını avuçiçlerine geçirip yumruğunu sıktı.
Masada oturmaya devam eden diğer kızlar, Metehan’ın yanına giden arkadaşlarını kıkırdayarak, izlerken aralarından biri, “Allah sahibine bağışlasın,” dedi. Nazenin içten içe âmin, derken en azından birinin kafası çalışıyor, diye de düşünmeden edememişti.
Tam bu sırada başka bir kız az önce o sözleri söyleyeni dirseğiyle dürtüp, “Allah böyle birinin sahibi olmayı nasip etsin, diye dua etsene, kızım!” dedi. “Baksanıza şuna… Sabahtan akşama kadar izlesem bıkmam. Zaten bu boyu bosu izlemeye gün yetmez. Gece belki,” dediğinde Nazenin’de sabır falan kalmamıştı. Tırnaklarını avcuna batırmaktan etini yaracaktı artık. Sert bir soluk alıp, duyduklarını yok saymaya çalışırken Metehan’ın yan masadaki yerine geçtiğini gördü. Genç kızın dans teklifini reddetmiş olmasıyla biraz olsun rahatlayıp soluklanacaktı ki telefonunun ekranında bir arama belirdi.
Aramanın gizli numaradan yapıldığını idrak edince, telefonunu alıp masadan ayrıldı ve daha sessiz olan terasa doğru ilerledi. Açık havaya çıkıp aramayı cevapladığında, karşıdan gelen homurtulu gülme sesini duydu.
“Eski sevgilini kıskandın mı?”
Kaşlarını çatıp, “Ne saçmalıyorsun?” dedi.
“Aa, hangi eski sevgilinden bahsettiğimi soruyorsun, değil mi? Doğu Savcı’dan mı yoksa Metehan Binbaşı’dan mı? Bunu belirtmeyi unuttum, değil mi?”
Nazenin şüpheyle çevresine bakıp kendisini izleyen ve anbean düşmanlarına haber uçuran birini aradı. Az evvel burada olan biteni nasıl biliyorlardı? Diyelim ki Akdağ’da onu izleyen birileri vardı. Peki, ya burada, Ankara’da yaşananları kim ya da ne aracılığıyla öğreniyordu? Kafası allak bullak olsa da hâlâ hattın ucunda bekleyen kadına odaklanmaya çalıştı.
“Cansel… Elbet karşı karşıya geleceğiz. Bu soruları o zaman da böyle rahat rahat sorabilecek misin acaba?”
Karşıdan yükselen kıkırtıyı duyarak, yüzünü buruşturup, zar zor nefes almaya çalıştı.
“Sen beni bul da onu o zaman düşüneyim.” Sözlerinin ardından kısa bir sessizlik olmuş ancak Cansel yeniden söze girmişti. “Teklifimi düşündün mü?”
“Senin hiçbir teklifini düşünmeme gerek yok. Çünkü hiçbiri düşünmeye değer değil,” demesiyle Cansel’den memnuniyetsiz bir homurtu yükseldi.
“Hiçbir teklifimi düşünmüyorsun ama sevgilinden ayrılıyorsun. Sözüm ona hiçbir şeyden korkmuyorsun ama korkundan sevgilinle yollarını ayırıyorsun. En çok onu kaybetmekten mi korkuyorsun? Yoksa ölüp de onu ardında bırakmaktan mı? Söylesene Nazenin, hangisi seni bu karara mecbur bıraktı?”
İşte, babasının sözlerinin gerçekliğini böylece teyit etmiş oldu. O, Metehan’dan kaçtıkça okların yönü sevdiği adama dönüyordu. İlk tehditler kendi canına karşılıktı ama şimdi durum değişiyordu. Alttan alta Metehan’ı gösteriyor, yüreğindeki sevdayı hançer niyetine kullanıyorlardı. Çünkü bunu yapmalarına kendisi sebep oluyordu. Daha en başından bunu fark edebilseydi belki de böyle olmayacaktı. Onlara en büyük korkusunu altın tepsiyle sunmuştu resmen. Ve bunu düşündükçe kendine olan öfkesi artıyordu.
“Seninle görüşeceğiz. Ve o görüşme senin için hiç hoş geçmeyecek, Cansel,” deyip, telefonu kapamak üzereyken duraksadı ve son sözlerini söyledi. “Hatta o görüşmeyi yapabilmemiz için seni bana Binbaşı getirecek!” Yüzünde buruk ama tüyleri diken diken eden bir tebessümle içeri girip hızla Pençe Timi’nin masasına ilerledi. Bu sırada küçük bir el hareketiyle Albay’ı, Emniyet Müdürü’nü ve Demir’i de yanına çağırmıştı.
Metehan’ın sandalyesinin ardında durup omzuna hafifçe vurdu. “Kalk!” Tek kelimeyle tepesi atan Metehan başını kaldırıp ona ters ters bakacaktı ki yeniden, “Kalk!” dediğini duyarak dişlerini sıktı. “Yahu, kalk, dedim. Ben oturacağım.” Herkes şaşkın şaşkın onlara bakıyor, Nazenin’in ne yapmaya çalıştığını anlamak için uğraşıyordu.
Sandalyesinden sinirle kalkan Metehan, “Fesuphanallah!” diye homurdanırken, Nazenin sandalyeye oturup çevresini saran iriyarı adamlara tek tek baktı.
“Demir, araca git ve bagajdaki paketi getir. Hemen!” dediğinde, Demir sadece başını sallayıp koşar adım salonun çıkışına yönelmişti. Neler olduğunu anlamaya çalışan Albay ve Müdür birbirlerine bakıp konuşacaklardı ki Nazenin onları el hareketiyle susturdu. Gözünün ucuyla masanın üstünde duran telefonunu işaret ettiğinde herkesin kaşları çatılmış, oturuşları dikleşmişti.
“Telefonundan izleme ya da dinleme yapılmıyordu. En son dün kontrol ettirdim,” diye kulağına eğilmiş, fısıldayan adama bakmasa da elini onun yüzüne uzattı ve yanağını kavrayıp usulca okşadı. Bu hareketle şok yaşayan Metehan soru dolu gözlerini Albay’a çevirmiş, şaşkın şaşkın bakıyordu ki Nazenin başını hafifçe çevirip dudaklarını şakağına bastırdı. “Teşekkür ederim.” Hiç beklemediği bir samimiyetle gelen bu teşekkür karşısında şaşkınlığı daha da artan Metehan, zar zor yutkunup başını sağa sola salladı.
“Ne yapıyorsun, Vali Hanım?” Nazenin imalı bir gülüşle şaşkın yüzlere bakıp, iç çekerken Demir elinde bir paketle geri gelmiş ve paketi ona vermişti. Paketin kapağını açan Nazenin, “Şu zımbırtıyı çalıştır bakalım, Binbaşı,” deyip sevdiği adamın gözlerine bakmak için başını hafifçe kaldırdı ve gülümsedi. “Ne yaptığımı ve neden yaptığımı ondan sonra konuşalım.”
Paketin içinde duran el tipi portatif jammer’ı gören Metehan, açılan ağzını kapamayı başarıp pakete uzandı. Kimseler görmeden aleti çalıştırdı.
“Sinyal kesici aktif.”
Nazenin tamam, der gibi başını sallayıp yeniden ona baktı. “Akdağ’da kalan askerlerine haber ver, buraya gelsinler, Binbaşı. Yarın akşam Cihan Başkan’ın yanına gideceğiz. Pençe Timi tam kadro olarak orada bulunacak. Konuşacaklarımız önemli,” deyip oturduğu yerden kalktığı sırada ses sisteminden yükselen şarkıyı duyarak duraksadı. Yanında duran Metehan’ın elini kavrayıp, sahneye ilerlemeden önce ise son kez Albay’a döndü. “Yarın akşam görüşürüz,” diyerek, yeniden sahneye ilerlemeye devam ederken bir taraftan da Metehan’ı peşinden çekiştiriyordu.
“Ne yapıyorsunuz, Vali Hanım?”
“Vali Hanım olarak değil, küs olduğun sevgilin olarak seni dansa kaldırıyorum,” demesiyle sahneye varması ve Metehan’ı kendine çekmesi bir olmuştu. Kollarını adamın boynuna sıkıca sarıp, ensesine usul usul dokunurken onun yüzünde oluşan şaşkın ifadeye gülmemek için uğraşıyordu.
“Metehan…”
“Hıı?”
“Sap gibi durmayı bırakıp belime sarılır mısın acaba?”
Metehan bu sözlerle kendine gelip kadının belini kollarıyla sarmış ve bedenlerini olabildiğince yaklaştırmıştı.
“Ne yapmaya çalışıyorsun, bir anlasam. İki gün önce bana ayar veren sen değil miydin? Şimdi ne oldu da Vali Hanım olmaktan vazgeçip Nazenin oldun?”
Sorusunu duymazlıktan gelip onun boynuna doğru sokulan kadın, “Sakalların uzamış, Metehan!” dediğinde, Metehan adımlarını karıştırıp resmen sendeler gibi olmuştu.
“Sen bana git, dediğinden beri çok kez uzadılar ve kısaldılar. Ama sen hiçbirini göremedin çünkü yanımda değildin. Beni de yanında istemedin.”
“Doğru, istemedim. Ama o konuya gelmeden önce başka bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Vali olarak değil, Nazenin olarak yapıyorum bunu.”
Metehan’ın kaşları çatılmış, yüzü hafif kararmış ve gözlerine meraklı bir ifade yer etmişti.
“Hangi konuya açıklık getirecekmişsin?”
“Bana Doğu Savcı’yı sormuştun ya…” Fısıltıyla dudaklarından dökülen bu sözlerle yay gibi gerildiğini hissettiği adamın göğsünü belli belirsiz okşadı. Sanki rahatlatmak ister gibi yaptığı bu hareketle keskin bir soluk alan Metehan, sakin olmaya çalışarak başını hafifçe salladı. Sanki devam et, der gibiydi. “Evet. Doğu, eski sevgilim. En az on yıl önceki eski sevgilim. Zaten ondan önce ya da sonra sevgili olarak kimse olmadı hayatımda.”
Duyduklarıyla Metehan’ın kısılan gözleri kocaman açıldı ve çenesi öfkeyle titremeye başladı. Onun bu halini görüp, içi bir garip olan Nazenin, göğsünü belli belirsiz kocaman göğse dayayıp, soluklanırken belini sımsıkı saran ellerin ağırlığını da hissediyordu.
“Ondan önce ya da sonra sevgili olarak kimse olmadı hayatında, öyle mi?”
“Öyle,” diyen Nazenin başını geriye atıp, sevdiği adamın gözlerine bakarken dudağının sol köşesi hafifçe kıvrıldı ve güzel dudakları ahenkle aralandı. “Sen sevgilim değildin, Binbaşı. Sen bana hemdem oldun.” Fısıltıyla söylediği bu sözler, az evvel gözleri öfkeyle parlayan o adamın yangınını söndürmüştü sanki. Gergin yüzü rahatlamış, dudakları tıpkı Nazenin’in dudakları gibi usulca kıvrılmıştı. Kadının belini tutan eli gevşeyip belli belirsiz bir dokunuşla sırtını sıvazladı. “Kendini onunla bir tutamazsın. Sen candın, nefestin. O ise baş belasından başka bir şey değildi.”
Sözleriyle Metehan hem mutlu oldu hem de kalbine bir sancı girdi sanki. Başını birazcık eğip, Nazenin’e daha da sokulurken, “Ben sana hâlâ can olurdum, nefes olurdum,” dediğinde kadının gözlerine oturan kederi anbean gördü.
“Biliyorum. Olurdun. Ama ben istemedim,” deyip, soluklanırken başını eğdi. Metehan ise buna izin vermeyip çenesini kavradı ve gözlerini yeniden buluşturdu.
“Yarın öğreneceğim bilgiler bunca zaman içimde yanan ateşi söndürmeyecek, kırılan kalbimi onarmayacak, yıkılan güvenimi baştan inşa etmeyecek. Bunu da bil, olur mu?”