16.BÖLÜM

Nazenin, dakikalardır sarıldığı bedenden uzaklaşıp yatağa uzandığında, Metehan da ona eşlik etti. Hâlâ usul usul titreyen bedenini sarıp, göğsüne çekerken boynuna sokuldu ve dudaklarını tenine bastırdı.

“Uyu, ben buradayım,” diye fısıldadı.

Nazenin titrek bir nefes alıp başını hafifçe sağa sola salladı. “Uyumak istemiyorum,” dedi.

Mırıldanır gibi söylediği bu sözlerle Metehan derin bir iç çekip bu kez kadının omzuna dudaklarını bastırdı. “Ama uyumazsan dinlenemezsin, bebeğim,” dedi. “Dinlenemezsen de hasta olursun. Yarına kadar biraz olsun toparlanman lazım.”

Güler gibi bir ses çıkaran Nazenin, belini saran kolları yavaşça okşadı. Sonra ellerine ulaştı adamın. Sol elinin yüzükparmağındaki yüzüğe dokundu, her zamanki gibi. Kare şeklindeki yüzüğün yüzeyinde parmak ucunu gezdirdi. Çapraz olmuş kılıçların üstünde yer alan aslan kafası. Şu an göremese de kırmızı zemin üstünde altın rengiyle parlayan bu sembol, onu gördüğü ilk günden beri hoşuna gidiyordu.

“Çıkar. Al yüzüğü.”

Adamı görebilmek için başını çevirdi ancak onu pek göremedi.

“Neden?”

“Sende dursun. En güvendiğim insanda güvenle dursun.”

Nazenin içini eriten bu sözlerle tebessüm ederken burnunun ucunu adamın yanağına sürttü. “Sende daha güzel duruyor, Binbaşı,” dedi. “Olması gerektiği yerde dursun bence.”

“Yumruk atarken parmaklarım yara oldu, güzelim. Yaralar geçene kadar zaten takamayacağım. Sen al.”

Açıklamasıyla durumu anlayıp başını sallayan Nazenin, yüzüğü usulca çıkardı adamın parmağından. Bir süre daha yüzüğe bakıp başucundaki komodinin üstüne koydu. Ardından yavaş hareketlerle dönüp, Metehan’ın çıplak göğsüne sokulurken sol bacağını da adamın bacaklarının üstüne attı.

“Bana diyorsun ama asıl senin toparlanman lazım. Şu haline bak, yara bere içindesin.”

Sözlerine imalı imalı gülen Metehan sakallarını ovuşturup, “Hâlâ yakışıklıyım ama değil mi?” diye sorunca Nazenin önce suratını buruşturdu, ardından kıs kıs güldü.

Bir elini onun yanağına koyup, okşarken, “Hmm, yakışıklı halini bilmesem belki yakışıklısın, derdim, Binbaşı,” diye fısıldadı. Cevabından sonra ikisi de sessiz kalmıştı ama Nazenin, “Cansel o gün dosyayı getirdiğinde…” diyerek sessizliği bozdu. “Elimde bir infaz listesi tuttuğumu anlamam zor olmadı. O listenin…” Durdu ve yine soluklandı. “İlk sırasında ben, ikinci sırasında sen vardın.”

“Bu yüzden mi git, dedin?”

“Hayır,” dedi net ve tok bir sesle. Doğrulup oturdu, ayakucundaki örtüyü kollarının altına sıkıştırıp örttü bedenini. Saçlarını el yordamıyla düzeltip derin bir soluk aldı. “Bilgisayarımda…” dedi sadece. Metehan bir an durup bekledi ve sorularının da bu ayrılığın da cevaplarının bilgisayarda olduğunu anladı. Hızla ayaklanıp ilk bulduğu şortu üstüne geçirdi ve evden çıktı. Karşı daireye geçip Nazenin’in bilgisayarını buldu. Cihazı açıp bir süre ekrana baktıktan sonra bilgisayarım adlı bölüme tıkladı. Bilgisayarın ana hafızasının yer aldığı bu bölümün altında en son girilen dosyalar görünürdü.

Ve gördü Metehan. Bir video, farklı günlerde defalarca kez açılmıştı. Bedeninden bir ürperti geçti. Ne videosuydu bu? Neyi izlemiş, ne görmüştü de ayrılmışlardı?

Daha fazla düşünmeden videoya tıkladı. Ekran karardı, görüntüde bir şey vardı ama net değildi. Sonra bir anda aydınlandı görüntü. Çünkü üstüne tutulan sapsarı ışıklar yanmıştı. Gördüğü şeyle donup, kalırken neye baktığını çok iyi anlamış, her anını saniye saniye hatırlamıştı.

Arkada görüntü devam ederken ekranda bir yazı belirdi.

Bunu ona benim yaptığımı kimse bilmiyor. Şşt, bu aramızda ufak bir sır olarak kalsın, Sayın Vali’m. Yenisi için sabırsızlanıyorum.

– Zait.

“Amına koduğumunun piçi. Allah’ın cezası!” diye resmen gürlerken, bilgisayarı tutup duvara fırlatmıştı. O videoyu izlemesine gerek yoktu çünkü olacakları biliyordu. Kendi yaşamıştı. Günlerce işkence görmüş, ölüyorum artık, dediği an Andaç ve timi imdadına yetişmişti. Ama o günü Andaç, Kaplan Timi, Albay, Seyfettin Paşa, babası Cihan ve yüksek rütbeliler dışında kimse bilmiyordu.

“Seni ellerimle boğacağım, şerefsiz!” Önünde duran sehpanın üstündeki birkaç aksesuara da vurmuş ve havalanıp yeniden yere düşen eşyalar gürültüyle kırılmıştı. “Piç kurusu! Kansız, piç kurusu! Şerefsiz, kitapsız!” Bağıra bağıra ayaklanıp, salonda deliler gibi dönerken yumruk yaptığı elini savurdu. Duvara denk gelen yumrukla, duvarın saldırı esnasında zarar görüp yeniden kapatılan sıvası döküldü.

“Allah kahretsin!” diye bağırıp saçlarını çekiştirdi. Nasıl olur da bu görüntüler Nazenin’e ulaşırdı? Kendisini bu halde görmesini isteyeceği son insandı Nazenin. Sevdiği kadın.

Yanında güçlü durduğu asla zayıflık göstermediği insanın en çaresiz kaldığı, fiziksel ve zihinsel olarak acı çektiği bu anları görmüş olması içini paramparça etmişti. Nazenin’in karşısında defalarca çırılçıplak kalmıştı ama bunların hepsi bedenendi. Zihnen, ruhen ve duygusal olarak çırılçıplak kaldığı an ise bu videodaki görüntülerdi.

Öfke göğsüne birikip, kalbini döverken tekrar evine döndü ve bir hışımla yatak odasına daldı. Kimeydi öfkesi, nedendi, bilmiyordu ve düşünmüyordu. Sadece ruhundaki o yaraların görünmüş olmasına, hem de sevdiği kadın tarafından görünmüş olmasına takılıp kalmıştı. Çünkü yaralarını paylaşmaz, göstermezdi Metehan. Bu yaşına kadar iki kelimeden fazla konuşmuşluğu bile yoktu. Nazenin hayatına girene kadar az konuşan, asık suratlı, soğuk bir adamdı. Ama dik duruşluydu, gururluydu. Bu eskiden de böyleydi, Nazenin’den sonra da böyle olmuştu.

Şimdi ise dik duruşuna ağır bir darbe yemişti sanki. Artık ne kadar dik de dursa ve heybetli de olsa Nazenin, acıyla geçen o günlerdeki süngüsü düşmüş adamı biliyordu. Yediremiyordu gururuna bunu.

“Sen bunu neden izledin?” diye bağırıp yeri göğü bir anda inletti. “Neden, Nazenin? Neden?” Bağırmaya devam ederken, Nazenin’in gözünden sessizce düşen yaşları görünce duruldu. “Neden izledin, yavrum?” Soruyu sorarken bile boğazı düğümlenmişti Metehan’ın ama hâlâ öfke doluydu.

Nazenin ona bakıp, “Bilmiyordum,” derken sesi titremiş, ardından hemen gözlerini kaçırmıştı. Metehan’a bakınca aklına o videoda gördükleri geliyordu çünkü. Sesindeki o ağlamaklı tını, gözlerine bakmayıp kaçırışı ise Metehan’ın yüreğini yakmıştı. Kendisi de kaçırmıştı gözlerini ama farkında bile değildi yaptığının. Bakamamıştı Nazenin’in yaşlarla dolu, dahası, acı dolu gözlerine.

Tam ağzını açacakken, “Bana bir zarf geldi, içinden hafıza kartı çıktı ve bilgisayara takınca da…” dediğini duydu. Yine fısıltılı ve acı dolu bir sesle, gözlerini kaçırarak konuşması Metehan’ın öfkesini sanki daha da harlıyordu.

“O gün mü oldu bu?” dedi dişlerini sıka sıka. Sessizce başını sallayan kadına yaklaşıp çenesini kavradı ve gözlerine baktı. Gözlerinin içindeki o öfke parıltılarını gizlemedi, gizleyemedi. Kimseye anlatmadığı, unutmak için uzun süre savaştığı o işkence günlerinin sevdiği kadın tarafından defalarca izlendiğini düşünmek, onu deli ediyordu. “Evimize yapılan saldırı, Cansel’in getirdiği infaz dosyası, Zait piçinin gönderdiği hafıza kartı, üstüne de Giray Savcı’nın şehit oluşu…”

Nazenin, “Hepsi üst üste gelince ben…” diyebildi sadece. İçini çeke çeke ağlayıp kollarını sıkıca bedenine sardı. Ufacık bir top gibi büzüldü.

“Sen de ayrılırsam Metehan’a dokunmazlar, dedin. Öyle mi?”

“Öyle,” derken yine fısıltıdan ibaretti sesi soluğu.

“Ah be Nazenin… Ah be! Zaten dokundu o şerefsiz bana. Yani dokunmuş, ruhumuz bile duymamış işin başında onun olduğunu,” derken bıraktı kadının yüzünü ve saçlarını öfkeyle çekiştirip soluklanmaya çalıştı. “Neden izledin? Ne olduğunu görmek için açtın videoyu da ne olduğunu anlayınca neden izledin? Hem de defalarca! Hem de günlerce!” Bağırıp bir yumruk da kendi yatak odasının kapısına geçirdi. Kapı aldığı darbeyle göçerken, Nazenin ise artık iç çeke çeke ağlıyordu. Ona dönüp yatağa yaklaştı ve dizlerinin üstüne çökerken kadının yüzünü yine kavradı. Yanaklarına dökülen yaşları parmak uçlarıyla sildi. “Bu adam bu görüntüleri izlediğimi öğrenince delirir, diye düşünmedin mi? Hiç dağılır, mahvolur, kırılır, paramparça olur, demedin mi?”

“Metehan…”

“Nazenin…” dedi birden ve susturdu kadını. “Bundan sonra bana her baktığında o görüntüleri hatırlayacaksın. Zaten o yüzden görüyorsun bu kâbusları. Çıkmıyor aklından. Bu yüzden bakamıyorsun gözlerime. Bana bakarken belki de canın acıyor,” deyip sustu. “Ya da bana… Acıyorsun.”

Telaşla, “Hayır!” deyip, başını sağa sola sallayan kadını bırakıp yeniden ayaklandı.

“Evet. Evet, Nazenin. Evet. Kandırmayalım birbirimizi,” deyip uzaklaştı.

Kendisine göz ucuyla bakan Nazenin, “Çok acıdı mı canın?” diye fısıldadı.

İşte bu soruyla ürperdi Metehan. O işkence anlarında hissettiği acıları tekrar hatırladı ve istemsizce titredi. Ne kadar özel eğitimli bir asker olsa da insandı en nihayetinde. Bedeninin titreyişine, zihnine dolan görüntülere öfkelendi tekrar ve tekrar.

Dişlerinin arasından sert, duygusuz ve sinirli bir sesle, “Acımadı!” diye bağırdı. “Acı falan duymadım. Geçmişte kaldı, geçip gitti.”

Yaşadıklarını unutmamıştı. Fiziksel acıları, zihinsel yorgunluğu çoktan geçip gitmişti. O günlerden geriye sadece öfke kalmıştı. Bugüne kadar… Bugün ise hem öfkeliydi hem de sevdiği kadının sorusuna canı yanmıştı. O böyle sorunca canı çok yanmıştı.

“Sana neden yaptı bunları?”

Bu sorunun ardından aralarında derin bir sessizlik oluştu.

“Biz… Biz, Nazenin…” deyip derin bir soluk aldı ve yara bere içindeki yüzünü sıvazladı. Düşündü. Babası, Zait’in yerini bulan istihbaratçıydı. Zait’in eşini ve kızlarını kaybettiği o baskının yerini söyleyen babasıydı. Zait’in Cihan Kılıçarslan’a ve haliyle kendisine öfke beslemesinin, kendisine bunları yapmasının sebebi buydu. Şerefsiz herif, o geceki baskında yer alan herkesin canını yakmaya, gerekirse de canını almaya ant içmişti belli ki. “Babalarımızın yaptığı doğru işleri sindiremeyenlerin hedefiyiz. Bu kadar. Başka bir sebep yok.”

Bir an tekrar sessizlik oluştu aralarında. Ama Nazenin bu sessizlikten hiç hoşlanmamıştı. Tıpkı Metehan’ın donuk bakan harelerinden hoşlanmadığı gibi. Tedirgince elini uzatıp onu kendisine çekti, yeniden önünde durmasını sağladı. Bir kez daha kolunu çekiştirince adam dizleri üstüne çöktü ve gözleri buluştu.

“Görmemem gerekiyordu ama gördüm. Bu seni mahvetti, biliyorum. Özür dilerim.” Adamın ensesine uzanarak yüzünü yavaşça kendine çekti. Yüzleri birbirine dokunuyor, solukları birbirine karışıyordu. “Yaralarına ilaç sürmemiz lazım,” derken, fısıldamaya devam edip bir yandan da içini acıtan o yaraları öpüyordu. Alnından şakağına öpücükler kondurarak yanağına indi. Cansel’in yumruklarıyla şişen yanağını defalarca öperken bir yandan da o videoda gördüğü görüntüler gözlerinin önüne geliyordu. Galiba haklıydı Metehan. Silemiyordu zihninden gördüklerini ve gördükleri her an canlanıyordu gözleri önünde.

Defalarca yüzüne inen yumrukların açtığı yaraları, sırtına, karın boşluğuna, göğsüne derin yaralar açan bıçak darbelerinden sonra oluk oluk akan kanını, elektrik akımı verildiğinde acıyla kasılan yüzünü ve bedenini unutamıyordu. Unutmayı, görmemiş olmayı çok isterdi ama çok geçti bu sözleri söylemek için.

Alnını onun alnına dayayıp, derin bir nefes alırken adamın ensesindeki saçlarını çekiştirdi. Uzayan saçların parmaklarına dolanışı, teninde bıraktığı o yumuşacık his tüylerini ürpertmiş ve titremesine sebep olmuştu. “İlaç getireyim,” dedi.

Metehan gözlerini yavaşça aralayıp gözlerini buluşturdu. Bakışlarındaki kırgınlığı gördü önce. Üzüntü ve kızgınlık da açıkça belli oluyordu. Düşünceli görünüyordu. Sanki aklı başka bir yerde gibiydi.

“Biraz müsaade et bana. Yalnız kalayım,” diyerek ayaklandığında, Nazenin ne diyeceğini bilemez halde kalmıştı. Birkaç saniye sonra tam ağzını açıp birkaç kelime söyleyecekti ki Metehan hızla üstünü giyinmeye başladı. Sırtındaki yara izlerini daha önce de görmüştü ama sebebini o zamanlar bilmiyordu. Şimdi ise o izlerin tenine nasıl işlendiğini gayet net biliyordu. İrkilip, ürperirken, Metehan üstüne tişört, altına pantolon geçirip evin kapısına yöneldi. Nazenin ise kendine gelip, bedenine sarılı olan çarşafı tutarak yataktan inmiş ve kapıya koşmuştu. Koşarken adımları savsaktı, dengesizce koşturuyor ve ona yetişmeye çalışıyordu.

Metehan kapı kolunu tutup kapıyı araladığında, “Gitme!” diye resmen bağırmış, bu feryadı ise adamı olduğu yere çivilemişti sanki. Birkaç saniye kapıya bakıp gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve Nazenin’e dönüp çenesini usulca kavradı.

“Gitmiyorum, güzelim. Bir yere gitmiyorum. Seni böyle bırakıp gider miyim hiç?” diye fısıldayıp eğildi ve kadının çıplak omzuna dudaklarını bastırdı. “Sadece… Biraz kafamı toplamam lazım. Geleceğim,” derken onu baştan aşağı süzdü. Bedenine sardığı örtünün içinde ufacık kalmış olmasına burukça tebessüm etti. Ama asla gözlerine bakmadı. Sonra sessizce çıkıp gitti.

Ertesi sabah İl Güvenlik Kurulu toplantısına kadar görüşmediler. Çünkü Metehan, günün devamında da gece de eve dönmedi. Nazenin ise onun dönmeyeceğini anlasa da evde kalıp bekledi. Sabahın ilk ışıkları şehri aydınlatırken çıktı evden ve kendi evine geçip hazırlandı.

İl Güvenlik Kurulu toplantısına girdiğinde kimseyle göz teması kurmadan, koltuğuna ilerleyip oturdu. “Evet, son olan olaylarla ilgili toplandığımızı bilmeyen yoktur herhalde,” dedi. “Şehrin önemli noktalarında nasıl bir güvenlik önlemi almayı planlıyorsunuz?”

Başını kaldırdı ve masada yer alan herkese tek tek baktı. Gözleri en son ve en kısa Metehan’da durdu. Yüzün gözün toparlansın, insan içine karışma, demişti herkes ama o buradaydı işte. Üstünde üniforması vardı. Demek ki Nazenin evden ayrıldığında evine gelmiş ve üstünü değiştirmişti.

Bu ayrıntıyla boğazı düğüm düğüm olan Nazenin, zar zor yutkunup sorusuna cevap veren İl Emniyet Müdürü’nü dinlemeye çalıştı. Bir saat sonra toplantı son bulduğunda ilk ayaklanan Nazenin olmuştu.

“Teşekkürler. Herkese kolay gelsin.” Soğuk, donuk sesiyle ve bakışlarıyla toplantı salonunu terk etti. Ne Albay’a ne de Binbaşı’ya bakmış, selamlaşıp sohbet etmişti.

Doğrudan odasına geçtiğinde, masanın üstüne bıraktığı kişisel telefonunun çaldığını fark etti. Titreşim modundaki telefon, bulunduğu zeminde usulca kıpırdıyor ve cızırtılı bir ses çıkarıyordu. Telefonu eline alıp babasının aradığını görünce derin bir nefes aldı. Ardından da aramayı cevapladı.

“Vali Nazenin Tuna. Buyurun, Paşa’m, sizi dinliyorum,” diyerek, telefonu açınca karşı tarafta bir süre sessizlik oluştu. Ardından homurtulu bir mırıldanış doldu kulağına.

“Akıllı kadınsın vesselam. Sıkışınca hemen Vali oluveriyorsun ki açık kapı kalmasın.” Babasının mırıldandığı ama kendisinin de net olarak duyduğu bu sözlere belli belirsiz gülerken sesi yeniden kulağına ulaştı. “Tümgeneral Seyfettin Tuna. Sizin izne ayrılacağınız bilgisi verilmişti, Sayın Vali’m,” diyen sesin tınısı oldukça soğuk ve gergindi. Ama süngüyü düşürmeye hiç niyeti yoktu.

“Yanlış bilgi almışsınız, Paşa’m. Akdağ’da, görevimin başındayım.”

“Neden?”

Bağırır gibi gelen bu soruyla gergin olan sinirleri iyice gerilmişti. Dişlerini sıkarak, “Sevgilim tribal enfeksiyon denen bir hastalıkla mücadele ediyor,” deyip durdu ve soluklanıp devam etti. “Allah şifa versin. Triballiği geçer de keyfinin kâhyası yerine gelirse izne çıkar. Ama bu saatten sonra tek başına çıkar. Merakınız giderildiyse işime geri döneceğim. Malum, bir şehrin idari amiri olmak kolay değil.”

“Kapa hadi, kapa. Dil de pabuç kadar. Meliha! Bu kız beni deli edecek, Meliha.”

“Ne oldu yine?” diye bağıran annesinin sesini duyunca gözleri doluverdi Nazenin’in. O düşmeyen süngü işte bu sesle düşmüştü.

Titrek bir soluk alıp, “Baba…” diye fısıldadı. Odasının kapısına ilerledi. “Telefonu anneme verir misin?”

Seyfettin kızının sesindeki burukluğu duyup anında sakinleşti. “Tabii,” diye mırıldandı. Nazenin ise odasının kapısını kapamış, masasının karşısında duran koltuklardan birine oturmuştu.

“Güzel kızım… Geçmiş olsun, yavrum. Metehan iyi mi? Sen iyi misin?”

Gözlerine dolan yaşlar yanağına yuvarlanırken iç çekti Nazenin. “Metehan iyi,” dedi. “Yüzünde yaraları var sadece. Ama ben iyi miyim bilmiyorum.”

Annesi bu cevabın ardından bir süre sessiz kalsa da sonunda, “Açık açık hiç konuşmadık ama…” diye fısıldadı. “Metehan’la seni yani.”

“Böyle konuşmak istemiyordum. Metehan’ın abime attığı fotoğrafta zaten her şeyi anlamıştınız. Ama ben seninle yüz yüze konuşmak için bekliyordum.”

“Biliyorum, yavrum. Anlıyorum.”

“Teşekkür ederim ve özür dilerim. Bu konuyu, Metehan’la olanları anlatmakta bu kadar geç kaldığım için.”

Meliha bu sözlere gülüp soluklandı.“Nazenin, ikiniz de çocuk değilsiniz, yavrum,” dedi. “Liseli, üniversiteli gençler gibi koşup bizlere bir şeyler anlatmanızı beklemiyorum. Hiçbirimiz beklemiyoruz, değil mi Seyfettin?” Sözlerinin ardından babasından homurtulu bir ses gelince gülümsedi ve yüzünü kuruladı. “Sen boş ver bu huysuz Paşa’yı. Anlat bakayım, canın neden sıkkın?”

Bir süre sessiz kalıp soluklanan Nazenin, “Sanırım bunu Seyfettin Paşa’nın da duyması gerekiyor, anneciğim,” deyince Meliha sesi hoparlöre aldı.

 

“Seni dinliyoruz.”

“Evlerimize saldırı düzenlendiği gün beni ziyaret eden tek kişi Cansel değildi. Cihan amcaya ve sana anlatmadım ama… O gün Cansel gittikten sonra bana bir zarf geldi ve içinden bir hafıza kartı çıktı. Kartı bilgisayara yerleştirdiğimde ise…”

Seyfettin bu ana kadar sessiz ama gergin bir şekilde kızını dinlese de dayanamayıp, “Ne çıktı içinden?” diye sordu. “Ne göndermişler? Kim göndermiş?”

“Bir video…”

“Ne videosu?” diye bağıran babasının hışımla ayaklandığını anlamıştı. Sinirden kıpkırmızı kesilmiş olduğunu da tahmin etmesi güç değildi.

“Metehan’a işkence edilirken çekilmiş,” diye fısıldayabildi sadece.

Annesiyle babası aynı anda, “Ne?” dedi.

“Meliha, telefonu ver,” deyip eline alan Seyfettin, konuşmayı hoparlörden aldı ve cihazı kulağına dayadı. “Doğru düzgün anlat şunu. Daha önce neden anlatmadığına sonra geleceğim,” diye bağıran babasına her şeyi sakin sakin anlattı. Videonun Zait’ten geldiğini ve o işkenceyi yaptıranın Zait olduğunu duyan Seyfettin Paşa küplere binip, bas bas bağırırken Nazenin sessizce dinledi babasını. “Sen o videoyu izleyince Metehan’dan ayrıldın, değil mi?”

“Evet.”

“İyi bok yedin. Ne demeye izledin, kızım? Sevdiğin adam… Dilimi koparıp atacağım şimdi!” diye kendine söylenip sözlerine devam etti. “Metehan bunu izlediğini öğrenince delirdi, değil mi? Kim olsa delirir çünkü. Sevdiği kadın kendisini en âciz şekilde görmüş. Onun için bu zor bir durum.”

Nazenin titrek bir nefes alıp, “Biliyorum,” dedi.

Seyfettin Paşa, “Bilemezsin!” diye bağırdı. “Sen Metehan’ın o zaman ya da şu an ne hissettiğini bilemezsin. O adam, sen kâbuslar görüyorsun diye mahvolarak geldi yanımıza. Ne oldu da ondan ayrıldığını anlamak için zorla konuşturdu bizi. Tabii biz asıl sebebin Cansel’in getirdiği dosya olduğunu sanıyorduk ama değilmiş. O sadece sebeplerden biriymiş. Metehan gibi adamın ağlamaktan gözleri kızarmış, şişmişti. Sesi soluğu kesilmişti. Şimdi o kâbusların sebebinin kendi işkence anlarını izlemiş olmandan kaynaklandığını biliyor. O yüzden anlayamazsın, kızım. Gururu incinmiş bir askeri de bir adamı da bir sevgiliyi de anlayamazsın.”

Son sözleri bunlar olurken Paşa telefonu kapadı. Nazenin suratına kapanan telefona öylece bakıp, kalırken gözyaşları yeniden yanaklarına süzülmüştü.

İçinde ne olduğunu bilerek açmamıştı o videoyu ama defalarca izlemek kendi tercihiydi. Sevgilisinin nasıl acı çektiğini görmek, kendi tercihiydi. Ve yaptığı yanlış tercihin bedelini ödüyordu şimdi. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi.

***

“Komutanım, Metehan Komutan’ımın neyi var? Vali Hanım’la barıştılar sanıyorduk ama yine burnundan soluyor. Suratı asık, gözleri alev alev ve…” deyip susan Uygur, yumruklarını peş peşe kum torbasına geçiren Metehan’a tedirginlikle bakıyordu.

“Valla ben de anlamadım, Uygur. Barıştılar zannediyordum ama belli ki bir sorun var. Yoksa Metehan Komutan’ım neden bu kadar sinirli olsun.”

“Sorsak mı komu-”

“Tövbe, ben sormam. Hepimizi ipe dizer valla,” diyen Yusuf başını hızla sağa sola sallayıp, yerine sinerken Aybars’ın sesini duydular.

“Ben sorarım,” diyerek, yanlarından geçip Metehan’ın yanına gitti.

Yusuf’un, “Deli deliyi sakinleştirir belki,” diye fısıldamasıyla homurdanarak güler gibi tepki veren Uygur da dikkatle onlara bakıyordu.

Aybars, Metehan’ın yakınında durup, “Abi, kum torbasının ecdadını düzmen bittiyse anlat derdini artık,” dedi ama Metehan durmadı.

“Aybars, siktir git, aslanım. Seni düzmeyeyim.”

“Gitmeyeceğimi biliyorsun, o yüzden hiç yorma kendini.” Metehan, öfkeyle kum torbasına bir yumruk daha sallayıp Aybars’a döndüğünde gözleri kor alevler gibi yanıyordu. Tam ağzını açacaktı ki Aybars tekrar konuştu. “Abiciğim, yanında olmaya çalışıyoruz. Saatlerdir sessizce seni izliyoruz ve neyin var diye anlamaya çalışıyoruz.”

“Anlayamazsınız, aslanım. Bu sefer ne hissettiğimi, nasıl boktan hissettiğimi anlayamazsınız. Çünkü…” diye bağırıp sustu ve ellerindeki sargıları çekiştirip çıkardı. Onları fırlatıp attıktan sonra saçlarını çekiştirdi.

“Çünkü ne, abi?”

“Çünkü hiçbirinizin sevgilisi ya da karısı işkence gördüğünüz anları izlememiştir. Hiçbirinizin sevdiğine bu görüntüler özellikle gönderilip de tehdit edilmemiştir.”

Bağıra bağıra söylediği sözleri Pençe Timi gayet net duyarken ortama derin bir sessizlik çökmüştü. Hepsi birbirine bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki ilk tepki veren Yusuf oldu.

“Yok artık, amına koyayım! Nazenin Hanım’a o anların kaydını mı göndermiş şerefsizler?” diye fısıldasa da Metehan duymuştu.

Ona bakıp yine aynı öfkeyle, “Evet!” diye bağırdı. Sinirle hangarın içinde adımlayıp duran Metehan, derin soluklar alıp sakinleşmeye çalıştı. “Amına koduğumunun piçi. Şerefsiz pezevenk. Allah’ın cezası. Bana onları yapan da Zait piçiymiş. Lan, o yapmış. O şerefsiz yapmış. Babamdan intikam almak için yapmış.”

Bugüne kadar o anlarla ilgili hiç konuşmayan, o olayı yok sayarcasına hayatına devam eden komutanlarını olayın üstünden yıllar geçtikten sonra böyle görmek, hepsini susturmuştu.

Onca işkenceden sonra bile dimdik durup Andaç ve Yusuf’un koluna girerek, yürüye yürüye çıkmıştı o lanet yerden dışarı. Günler sonra gün ışığıyla buluşan gözlerini açamasa da yürümüştü bu adam. Ama şimdi yıkılmış görünüyordu. İlk kez böyle görüyorlardı onu. Nazenin kendisinden ayrıldığında bile bu hale gelmemişti. Sinirini, kırgınlığını, acısını içine atıp devam etmişti ama bu kez devam edemediği belliydi.

“Abiciğim… Haklısın, çok haklısın ama biraz sakin olsan.”

“Nasıl sakin olayım, Aybars? Neye sakin olayım? O şerefsizin yıllardır hepimizin peşinde olmasına ve bize zarar vermesine mi? Bizim bunu anlamamamıza mı? Sevdiğim kadına gönderdiği görüntülere mi? Yoksa Nazenin’in o görüntüleri izleyip yaşadığım her acıyı görmüş olmasına mı?” Durdu ve nefeslenip yeniden bağırdı. “Lan, gururum kırıldı. Yanında dimdik durduğum, ben seni korurum, dediğim kadın gördü her şeyi. Ben ona bahsetmemiştim bile bu olaydan. Şimdi ben onu, onu koruyacağıma nasıl inandırayım? Sen kendini bile koruyamamışsın, demez mi?”

“Demez!” diye bağıran Aybars’a öfkeyle dönüp burnunun dibinde bitti ve öfkesini gizlemeden gözlerine baktı.

“Gözlerime bakamıyor, ulan. Gözlerine bakamıyorum sevdiğimin. Bana bakınca aklına gelen sahneleri biliyorum çünkü. Aylardır izlediği o görüntüler yüzünden kâbuslar görüp, adımı haykırarak uyanıyormuş.”

“Nazenin Hanım seni deli gibi seviyor. O yüzden ayrıldı senden. Sana bir şey olacak diye korktuğu için. Çünkü kadının eline hepimizin infaz listesi verildi. En başta da kendisi ve sen vardın. Sadece seni korumak istedi. Önce bunu anla.”

Aybars aynı öfkeyle karşılık verince Metehan’ın zaten boşalan sinirlerinin kopması zor olmadı. Aybars’ın yakasına yapışıp, “Bana sesini yükseltme!” diye bağırdığı esnada, herkes ayaklanıp onların arasına girmek için koşturdu.

“Yoksa ne yaparsın, abi? Döver misin beni?” diyen Aybars’ı Uygur, Metehan’ı ise Yusuf tutuyordu.

“Komutanım, biraz sakin ol, gözünü seveyim,” diyen Yusuf onu çekiştirirken, Aybars tekrar konuşmaya başladı.

“Döveceksen döv, abi. Ben abi dayağından korkmam. Sana da gönül koymam.”

İşte bu sözler bu kez yakmıştı Metehan’ın yüreğini. Boğazı düğüm düğüm olarak baktı ona ve bir anda ensesini kavrayıp kendine çekti. “Gel buraya, ulan,” diye fısıldayıp, ona sıkıca sarılırken gözlerine yaşlar dolmuştu.

Aybars da ona sımsıkı sarılırken, “Biz seninle çok dert paylaştık,” dedi usulca. “Bırak, bunu da paylaşalım. Atma içine.”

İkisi de birbirinden kol mesafesi kadar uzaklaşıp göz göze geldiğinde Metehan, “Eyvallah,” dedi belli belirsiz.

“Kızma Nazenin Hanım’a. O şerefsizin de istediği bu zaten.”

“O şerefsizin nefesini keseceğim. Beklesin. O gün elbet gelecek,” dediği esnada hangara giren Albay, hepsine dikkatle bakıp öbek halinde durma sebeplerini birkaç saniye anlamaya çalıştı.

“Ne halt ediyorsanız bırakın,” dedi. “Ankara’dan haber geldi. Gidiyoruz. Cansel’in sorgusu yapılacak.”

İşte bu sözlerle hepsi toparlanıp hazırlanmak için harekete geçmişti ki Albay Kutalmış sadece bakışıyla Metehan’ı yanına çağırdı.

Ona sakin adımlarla yaklaşan Metehan, “Sorgudan sonra konuşalım, komutanım,” demekle yetinmişti.

“Konuşacağız. O görüntülerle ilgili ayrıntılı olarak konuşacağız.”

“Siz nasıl öğrendin-” diyecek olan Metehan gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Paşa duydu, değil mi?” Albay yalnızca başını sallamakla yetinirken Metehan yine öfke doluyordu. “Nazenin söyledi tabii.”

“Metehan, bu gizlenecek bir şey değil. Zaten aylardır gizlemiş,” diyen adama göz ucuyla bakıp başını usul usul salladı.

“Doğru, aylardır saklıyormuş,” diye mırıldandı. Daha fazla konuşmadan ondan uzaklaştı ve hazırlanmak için hangarın içindeki başka bir alana yöneldi.

Pençe Timi dakikalar sonra helikopterin kalkış alanına yürürken sol taraftan gelen makam aracını gördü.

Aracın çakarları gündüz vakti bile gözlerini alıyor, sağ ön tekerin üstündeki küçük bayrak direğindeki ay yıldızlı al bayrak nazlı nazlı süzülüyordu. Kırmızı zemin üstüne altın rengi rakamlarla yazılmış 84 0001 plaka, kimin geldiğini anlatıyordu herkese. Vali Hanım geliyordu. Araç durdu. Levent kapıyı açamadan, Nazenin çoktan araçtan inip Albay’a ilerlemişti.

“Albay’ım.”

“Sayın Vali’m,” deyip el sıkıştılar. “Helikopter hazır. Gidebiliriz.”

Nazenin hafifçe başını sallayıp, “Gidelim,” derken bir an için Metehan’la göz göze gelmişti. Adamın yüzündeki yaraları gün ışığında daha net görürken içi acımıştı. Ancak bunu belli etmemeyi başarıp başını çevirmişti. Kendisi o an fark etmese de Metehan da başını çevirip gözlerini kaçırmıştı. Yine!

“Hadi o zaman,” diyerek helikoptere yönelen kadın, topuklu ayakkabılarına rağmen hızla yürüyüp helikopterin yanına vardı ve büyük bir adım atmak için duraksadı.

Helikopterin teknisyeni kendisine selam verip, “Yardım edeyim isterseniz, Sayın Vali’m,” derken Metehan çoktan yanlarında bitmişti. Gözlerine bakamıyordu belki ama ona başkasının dokunmasına da tahammülü yoktu.

“Ben yardım ederim, sağ ol, aslan,” demesiyle geri çekilen teknisyen başıyla ikisini de selamladı. Bu esnada Nazenin’e elini uzatıp tutmasını bekleyen Metehan, kadının gözlerinin ağırlığını hissediyordu. Başını biraz eğip gözlerini buluşturduğunda kadının dudakları usulca, sakin sakin kıpırdandı.

Seni böyle bırakıp gitmem, dedin. Geleceğim, dedin. Hem gittin hem de gelmedin.”

Sözlerindeki kırgınlığın aynısı gözlerinde de vardı. Memleketinin yeşiline benzettiği o gözler hüzünlüydü. Memleket gözlü kadını kırgındı, biraz da kızgın.

“Gelemedim. Ama bunu sonra konuşalım. Baş başayken,” diye mırıldanan Metehan, onun gözlerindeki kırgınlığın ağırlığında resmen ezilmiş ve yine gözlerini kaçırmıştı.

Nazenin ise başını hafifçe sallayıp, “Yardıma gerek yok,” diyerek helikopterin kenarına tutundu. Oradan güç alıp kendini yukarı çekti ve helikoptere bindi. Metehan’ın eli öylece havada kalırken bunu herkes görmüştü.

Pençe Timi ve Albay Kutalmış gördüklerini görmemiş gibi yaparak helikoptere bindi. Helikopter havalandığında Metehan daha da gerildi. Nazenin’le yaptıkları son uçuşta onun yüksek irtifa sebebiyle burnunun kanadığını ve kısa süreli bir baygınlık geçirdiğini hâlâ hatırlıyordu.

Karşısında oturan kadına göz ucuyla bakıyor, aksi bir durum için tetikte bekliyordu. Nazenin onun gergin duruşunun da göz ucuyla kendisine baktığının da farkındaydı. Ancak dışarı bakmayı tercih ediyordu. Yoksa sinirine hâkim olamayıp Metehan’ı buradan paraşütsüz atabileceğinden korkuyordu.

Geleceğim, deyip gelmemesineydi kırgınlığı. Kendisini öylece çırılçıplak bırakıp gidebilmesineydi. Yoksa onun neden ve neye kırıldığının farkındaydı. Hak da veriyordu.

Bu düşüncelerle Ankara’ya varıp iniş yaptıklarında onları karşılayanlar babası, abisi ve Cihan Başkan olmuştu. Hepsiyle kısaca selamlaşıp sorgu için iki katlı küçük bir binaya girdiler. Muhtemelen burası göz açtırmak istemedikleri suçlular için hazırlanmış özel bir yerdi. Yüksek koruma önlemleriyle dolu binanın içinde ilerleyip sorguyu izleyecekleri odaya girdiklerinde, camın ardındaki kadına bir süre baktılar. Yaralı bacağını masanın altına doğru uzatmıştı, bileklerine bağlı kelepçelerin masaya bağlanması yüzünden ise öne eğik vaziyette oturuyordu.

Nazenin, sessizce onun üstünde gözlerini gezdirip hâlâ dik durmaya çalıştığını fark etti. Kadının gözleri aynalı cama döndüğünde ise gözlerindeki öfkeyi, nefreti anbean gördü.

“Kolay kolay konuşmaz bu kadın,” diye mırıldandığı esnada, Seyfettin Paşa’dan cevap geldi.

“Eğer sağ salim anayurduna dönmek istiyorsa konuşacak. Başka yolu olmadığının farkında ama süngüsünü düşürmemeye çalışıyor. Hepsi bu,” dedi ve Andaç’a gözleriyle bir işaret verdi.

Andaç başını hafifçe oynatarak, belindeki silahı çıkarıp Metehan’a uzattı. Sorguya girmeye hazırlanan Andaç, masada duran bir dosyayı eline alıp kapıya doğru ilerledi. Oldukça ciddi ve buz gibi görünüyordu.

Dakikalar içinde sorgu odasına girip bacağında hâlâ devam eden acıdan dolayı beti benzi atmış Cansel’in karşısına oturdu. Elindeki dosyayı masaya bırakıp gözlerini kadının gözlerine resmen kilitledi. Uzun süre ikisi de tek kelime etmeyip birbirine baktı.

“Cansel Saraç. Doğum, Kasım 1989 İstanbul. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuşsun. Uzmanlık eğitimini de orada almışsın. Uzun süre İstanbul’da görev yapmış ve sonrasında birdenbire kendi isteğinle Akdağ’a gelmişsin.” Andaç Binbaşı’nın kısacık verdiği bu bilgilerin ardından Cansel imalı imalı gülünce Andaç da gülmeye başladı. “Ne oldu, Doktor? Özgeçmişinde komik olan nedir? Bilgileri eksik mi buldun?”

“İstihbaratınız bu kadar kötüyse vay halinize,” dediğinde Andaç’ın yüzündeki o gülümseme silindi.

Sorguyu izleyen Cihan Başkan ise dişlerinin arasından, “Orospuya bakın!” diye fısıldamıştı. Normal şartlarda bağırırdı bu sözleri ama Nazenin’in varlığı buna engel oluyordu. Nazenin göz ucuyla her zaman sakin ve ağırbaşlı olarak gördüğü Cihan Başkan’a bakıp, bıyık altından gülerken adam da ona döndü ve gözleri buluştu.

“Affedersin, bizim kız. Biraz sinirlendim de,” diyen adamın sözleriyle gülüşü belirginleşti.

“Bence de affedersin, Cihan Başkan. Ama o öyle fısıltıyla söylenmez. Böyle bağıra bağıra, dolu dolu orospuya bakın, diyeceksin ki küfür yerini bulsun. Boynu bükük kalmasın,” demesiyle herkes sırıtmıştı. Metehan bile babası ve sevgilisi arasında geçen bu diyaloğa gülmeden edememişti. Cihan Başkan keyifle gülerken, kolunu Nazenin’in omzuna sarıp usulca omzunu ovaladı.

“Sana da kibarlık yapmaya gelmiyor.”

“Gerek yok. Hak edene hak ettiği sözü söyleme taraftarıyımdır. Orospu, orospudur en nihayetinde.”

Bu kez gülüşler kahkahalara dönerken sorgu odasında her şeyden habersiz konuşmayı sürdüren Andaç’ın sesini duydular.

“Sana Cansel değil de Veronika Averyanov mu demeliydim?” İşte bu sözlerle ve özellikle zikredilen isimle Cansel’in yüzündeki gülümseme silinip gitti. Gözleri usulca büyüyüp ağzı hafifçe aralanırken Andaç memnuniyetle başını salladı. “Veronika Averyanov. Zait Averyanov’un yeğeni. Zait’in gözünü kırpmadan öldürdüğü abisi Andrei Averyanov’un kızı.” Susup usulca Cansel’e, yani Veronika’ya yaklaşıp gözlerine bakmaya devam etti. “Amcası tarafından ailesi katledilen, o katliamda öldürüldüğü söylenen ve kayıtlara ölü olarak geçilen Veronika Averyanov,” dedi. Durup soluklandı ve kıs kıs gülerek yeniden konuştu. “Nasıl? Gerçek seni doğru bulmuş muyuz? Duydukların hâlâ komik geliyor mu Veronika?”

Cansel dişlerini öfkeyle sıkıp, dudakları arasından Rusça küfürler sıralarken, onun kim olduğunu öğrenen Nazenin, küçük bir şok geçirerek etrafındaki insanlara baktı.

“Siz, ciddi misiniz?” derken gözlerini Metehan’a dikmişti. Metehan başını usulca salladığında, Nazenin zorla soluklanmaya çalıştı.

“1999’da çıkan bir yangında Andrei Averyanov, eşi Daria Averyanov, beş yaşındaki oğulları Nikolay Averyanov ve on üç yaşındaki kızları Veronika Averyanov -yani sen- yanarak öldü. Ancak yapılan adli tıp incelemelerinde aile fertlerinin yangından önce zaten ölü olduğu açığa çıktı. Hepsi kalbinden kurşunlanarak öldürülmüş, ardından ev yakılmış ve olaya kaza süsü verilmeye çalışılmıştı. Ayrıca adli tıp raporlarına göre sen de o cesetlerden biriydin. Nasıl oldu da ölmedin? Oradan seni kim ya da kimler kurtardı, Veronika? Kim seni ölü olarak kayıtlara geçti? Sen buradaysan o dördüncü ceset, seninle yaşıt olan o ceset kime aitti?”

Andaç’ın sıraladığı bilgiler ve sorduğu sorularla Cansel’in gözü dönmüştü sanki. Ellerindeki kelepçelere inat Andaç’a doğru hamle yapıp öfkeyle, “Kes sesini, asker!” diye fısıldadı.

“Aa, daha hikâyenin başındayım, Veronika. Buradan sonrası daha heyecanlı olmalı. Dur, tahmin edeyim.” Durup, derin bir nefes alan Andaç dosyayı açıp gevşek gevşek sayfalarda yazan ve ezber ettiği notlara tek tek baktı. Cansel küfretmeye devam ediyordu. “İleri seviye Rusça biliyorum, hayatım. Yani o küfürleri anlıyorum. Ya şimdi sus ya da çeneni yerinden çıkartayım. Karar senin!” derken bile istifini bozmamış, onun yüzüne dahi bakmamıştı. Dosyadan gözlerini ayırıp, Cansel’i dikkatle süzerken edinilen bilgileri aktarmayı sürdürdü.

“Averyanov ailesi, Rus istihbaratı tarafından izleniyordu. Olan biten her şeyi gördüler ve yangın büyümeden, eve girip hepinizi kontrol ettiler. Hayatta kalan bir kişi vardı, o da sendin. Çünkü kurşun kalbine tam isabet etmemişti ve can çekişiyordun. Seni oradan çıkarıp gizlice tedavi ettirdiler. Gözlerden uzak büyümen için annen yaşlarında bir istihbaratçıyla Türkiye’ye gönderildin. Sahte bir kimlik, sahte bir isimle yeni hayatına başladın. İstihbaratçılar tarafından eğitildin. Tüm bu çabanın tek sebebi de amcanla ve aile geçmişinizle ilgili bildiğin tüm bilgileri senden almak istemeleriydi. Aileni kaybetmenin öfkesiyle sen de her isteneni yaptın. Yaşayacak, tedavi olacak, eğitimine devam edecek, yani gizlice büyüyecek ve günün birinde gün yüzüne çıkıp amcandan intikamını alacaktın.”

“Evet!” diye yeri göğü inletti Cansel. Art arda evet, diye bağırmayı sürdürürken Andaç kıs kıs gülüyordu.

“Güzel,” deyip ayaklanan Andaç, masanın etrafında dolaşıp Cansel’in arkasında durdu ve kulağına eğildi. “Rus istihbaratı mı yoksa sen mi Zait’i istiyorsun?” Kadın sıktığı dişlerinin arasından bir küfür daha edince, Andaç onu ensesinden yakalayıp yüzünü masaya çarptı. “Bana bak, o ağzından bir küfür daha çıkarsa keserim soluğunu. Siktirtme belanı. Anlat. Ne planlıyordunuz? Metehan ve Nazenin’le derdin neydi? Neden onlara yaklaştın?”

Cansel, yani Veronika masanın üstünde debelenip, başını Andaç’ın ellerinden kurtarmaya çalışırken, “Bırak, anlatacağım,” dedi. Bu sözlerle onu bırakan Andaç ise yeniden yerine oturup beklemeye başladı. “Anlatırım ama bir şartla. Beni Rus istihbaratına geri vereceksiniz. Anlaşma sağlarsak her şeyi anlatırım. Şartım bu.”

Andaç aynalı cama dönüp, göz ucuyla bakarken sorgu odasında bulunan telefon çalmaya başladı. Yerinden yavaşça kalkıp telefona ilerledi ve ahizeyi kulağına dayadı.

“Emredin, komutanım,” deyip, susarken karşıdan Seyfettin Paşa’nın sesi geldi.

“Ruslarla anlaşma sağlandı. Cansel’i birkaç gün içinde belirlenen yere götürüp teslim edeceğiz.” Durup soluklanan Seyfettin, “Ama önce o konuşacak,” deyip telefonu kapadı. Andaç başını hafifçe sallayıp yerine döndüğünde, Veronika’nın gözlerine buz gibi bir ifadeyle bakıyordu.

“Birkaç gün içinde belirlenen buluşma noktasında seni teslim edeceğiz ama tek şartla. Konuşacaksın. İstersen güzellikle istersen de zorla.” Masaya yaklaşıp, kadına daha yakından bakarken, “Sonuçta sen yoksun, Veronika,” dedi. “Sen ölüsün. Var olmayan birine işkence yapmak da suç değil.” Veronika ilk kez duygu belirtisi göstermişti. Gözlerini hızla odada gezdirip, aynalı cama bakarken zar zor yutkundu. “Neden Akdağ’a geldin? Neden Binbaşı’yla sevgili oldun? Neden Nazenin Hanım’a yaklaştın? Başla bakalım.”

Andaç Binbaşı, sorularını inci gibi dizerken ikinci soruyu duyan Nazenin’in yüzünde hoşnutsuz bir ifade belirmişti. Sevgilisinin bir zamanlar sevgili olduğu kadınla aynı ortamda olduğunu idrak etmişti sanki. Kadının amacı ne olursa olsun bu, sevgilisinin eski sevgilisi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu en nihayetinde.

Gözünü kırpmadan, kadına bakarken üstünde dolaşan gözlerin ağırlığını hissediyordu. Metehan, kendisine bakıyordu usulca ve tepkisini ölçmeye çalışıyordu. Nazenin ise ne kadar rahatsız olursa olsun, yüzünü ifadesiz tutmaya devam etmek için çabalıyordu. O sırada Veronika konuşmaya başladı ve Metehan’ın da gözü kadına döndü.

“Zait’in dağdaki adamlarının bir askeri pusuya düşürüp işkence ettiğini duymuştuk. Sebebini araştırdığımızda ise işkence ettiği askerin, Zait’in ailesinin öldüğü baskını organize eden istihbaratçının oğlu olduğu bilgisine eriştik. Biz de uzun vadeli planımızı buna göre yaptık.”

Rahat rahat dile getirdiği sözler sorgu izleme odasında derin bir sessizliğe sebep olmuş, ortam resmen buz tutmuştu. Cihan Bey duyduklarıyla gözlerini kapatıp, nefes almaya çalışırken, Metehan onun omzunu kavrayıp usulca sıktı. Belli ki Cihan Bey yaşananlardan kendini suçluyordu. Oğluna hiç bakmasa da omzundaki elini kavrayıp sıktı ve toparlanmaya çalıştı. Bir baba için böylesi bir vicdan azabıyla yaşamak zor olsa gerekti.

“O olayın üstünden zaman geçip, ortam soğuyunca Akdağ’a tayin istedim ve yerleştim. Kimse olayın ardında Zait’in olduğunu bilmiyordu ama biz biliyorduk. Elbet Metehan Binbaşı da bunu öğrenecekti. Amacım bu bilgiye onu ulaştırmak ve Zait’e yaklaşmasını sağlamak, bu esnada da ona yakın olabildiğim kadar yakın olup sizlerin operasyonlarınızla ilgili bilgiler edinmekti.” Durup, soluklanan Veronika huzursuzca kıpırdanıp sözlerine devam etti. “Binbaşı’yla tanışıp sevgili olmayı başardım ama herif soğuğun tekiydi. Ne doğru düzgün benimle görüşüyor ne de operasyonlarla ilgili en ufak bir söz ediyordu. Duvar gibi adamdı. Aklına girmek zor, kalbine girmek imkânsızdı. Bari yatağına gireyim dedim,” deyip sustu ve sırıtarak aynalı cama baktı. Sanki orada kimlerin olduğunu ve kendisini izlediğini bilir gibiydi bu hareketi. “Ama onu da yemedi. İradesine helal olsun mu desem yoksa iradesini sikeyim mi desem bilemiyorum ama… Üzülme, Sayın Vali’m, sevgiline elimi süremedim,” deyip kahkaha atmasıyla yüzüne yumruk inmesi aynı anda olmuştu.

Andaç kadının çenesini kavrayıp, gözlerini buluştururken, “Bana konuşacaksın, bana!” diye resmen böğürüyordu. Bu sırada Nazenin ise gözünü kırpmadan onlara bakıyor, yüzüne kilitlenmiş o koyu kahve harelerin ağırlığını hissetse de dönüp Metehan’a bakmıyordu.

“Sonra şehre yeni bir kadın geldi. Planladıklarımızı Binbaşı’yla yapamayacağımızı anladığımız anda gelip bize yeni bir yol açtı. İdealist, inatçı, söz dinlemeyen, kimseye eyvallah etmeyen bu kadını araştırdığımızda planlarımız değişti. Zait’in yıllardır peşinde olduğu intikamın asıl kişisiyle böylece tanıştık ve beklemeye başladık. Çünkü Zait’in, ne yapıp edip Vali’ye ulaşacağını biliyorduk.” Durdu ve derin bir nefes aldı. “Bir önceki Vali’nin öldürülme sebebinin o kadını buraya getirmek olduğunu bildiğimiz gibi,” demesiyle ortam resmen buz kesmişti.

Gözleri ve ağzı şaşkınlıkla açık kalan Nazenin fısıltıyla, “Ne?” derken Veronika konuşuyordu.

“Seyfettin Tuna, bir askeri için kız istemiş. Kızın babası bakanlıkta çalışıyormuş. Kızını istemeye istemeye ondan korktuğu için vermiş. Ama bunun intikamını da almayı unutmamış. Seyfettin, kızını askerine isteyip, alınca o da onun kızını almak için harekete geçmiş. O zamanlar kaymakam olan Nazenin’i Akdağ’a vali olması için önermiş. İdealist, genç, akıllı, çalışkan, tuttuğunu koparan Nazenin Hanım ise başarılarıyla zaten dikkat çekiyormuş. Ancak vali olması önerilen şehirde zaten bir vali vardı. Ama Zait’in ayağına dolanıp duruyor, kendi sonunu hazırlıyordu ki…” Veronika sustu ve bir süre bekledi. Yeniden konuşmaya başlaması ise çok sürmedi. “Zait, ayağına dolanıp duran Vali’nin yerine önerilen ismin kim olduğunu öğrendi. Ve harekete geçti. Zaten eninde sonunda öldürmeyi planladığı adamı daha fazla beklemeden, ortadan kaldırıp Nazenin için boş bir koltuk yarattı. Nazenin de tıpış tıpış onun ayağına geldi.”

Herkes sessizce arkalarından dönen sinsi planı dinlerken Aybars’ın küfrettiğini duydular önce. Ardından da, “Gaye’nin babasından mı bahsediyor bu kadın?” diye fısıldadığını duydular. Seyfettin Paşa, askeri Aybars için Gaye’yi babasından istemişti. Bakanlıkta çalıştığı söylenen kişi onun babasıydı. Zaten hiçbiri adama güvenmez, sevmezdi de bu kadar ileri gidebileceğini zerre kadar tahmin etmemişlerdi.

“Adını bakanlıktan birinin fısıldadığı teorin doğruymuş, Nazenin Hanım,” diye mırıldanan Cihan Bey sıkıntıyla yüzünü ovuşturup, derin bir nefes alırken yanında duran dostunun donuk yüzüne bakmayı da ihmal etmemişti.

“Nazenin Hanım şehre gelince ortalığı karıştırmak bizim için de Zait için de çok kolaydı. Zaten şehirde her an pamuk ipliğine bağlı bir ortam vardı. Zait de bizler de rahatça olay çıkarıyor, yeni Vali’nin huzurunu kaçırıyorduk.”

Sözlerinin ardından bir yumruk daha yedi yüzüne.

“Ben senin huzurunu bir kaçıracağım, ömür boyu geri gelmeyecek, kaltak,” diye sinirlerinin ucunda yürüyen Andaç’ın da sabrı zorlanmaya başlamıştı. Kardeşi ve can kardeşi için kurulan kumpasları duydukça sinirleri bozulmuş, duyguları işine karışmaya başlamıştı.

“Zait, Vali Hanım’a Belediye Başkanı aracılığıyla yatırım işi teklif etti. Bunu zaten biliyorsunuz ama iş falan yalan dolan. Sadece tek amacı var, o da Nazenin’e yakın olup onu öldürmek. Ee, aptal değilsiniz, bunun da farkına varmışsınızdır. Kaçakçılık ağıymış, sınırda rahat hareket etmekmiş, falanmış filanmış, yalan bunlar. Zait zaten sınırlarınızda top oynar gibi rahat rahat işlerini hallediyor. O iş teklifi sadece Nazenin belki yerse diye atılmış bir yemdi ve yemeyeceğini de biliyordu.”

“O zaman ne diye teklifi kabul et, deyip duruyorsunuz, lan?” diye bağıran Andaç ayaklanıp, odada turlarken, Veronika sessiz kalıp biraz bekledi.

“İşimize geliyor. İç işlerinizi karıştırmak kolaylaşıyor. Düşünsene asker… Vali, kaçakçılık ağına destek olacak bir projeyi onaylıyor ve bu duyuluyor. Mis gibi kaos. Ve o kaosun ortasında belirecek olan Zait.” Soluk alıp başını keyifle salladı. “Katiller olay yerine dönermiş ya, Zait de öyledir işte. Kaos yarattığı yere gelir ve düşmanını alır; gerek ölü gerek diri. Eğer Nazenin Hanım teklifi kabul etseydi kısa sürede sansasyon yaratan haberlerle gündem olacak, görevden uzaklaştırılacak, etrafındaki güvenlik çemberi azalacaktı. İşte tam o anda da Zait ortaya çıkacaktı. Biz de bunu istiyorduk. Zait kendi ayağıyla gelsin. İntikamını almaya kendisi gelecekti çünkü. Onu başkasına bırakmaz.”

Andaç derin soluklar alırken, sorgu odasını gizleyen cama dönüp başını hafifçe salladı. Ne yapayım, söyleyin, der gibiydi. Ardından aklına gelen şeyle duraksadı ve kadına döndü.

“Peki, sen? Senin intikamın? Sen niye istiyorsun Zait’i? Ailenin intikamını almak için mi?”

Bir süre düşünür gibi duran Cansel, yani Veronika, dişlerinin arasından usulca, “Onların ruhlarını özgür bırakmak için istiyorum,” diye fısıldadı. “Evet, intikam istiyorum. Yıllarca bunu bekledim, bunun ateşiyle eğitildim. Şimdi ona bu kadar yaklaşmışken de onu size bırakmam. Ne yapıp, edip Zait’i sizden alacağım.”

Andaç bir saniye daha içeride kalırsa kadını paramparça edeceğinden şüphe edip doğruca dışarı çıktı ve sakinleşmek için nefes aldı. Bu sırada yanına gelen Metehan’la bakıştı.

“Kadın bildiğin manyakmış, oğlum. Sen bunu nasıl anlamadın, lan?”

Metehan da aynı şeyi düşünüyordu. Nasıl anlamamıştı Cansel’i? Nasıl çözememişti onun gerçek yüzünü?

“İyi rol yapıyor, kaltak. Çok iyi hem de,” diye mırıldanan Metehan, izleme odasını işaret etti. İkisi de içeri girip durum değerlendirmesi yaptı.

Ruslara Veronika’yı teslim edecek ve bundan sonra gözlerini Nazenin’e ulaşmaya çalışan Zait’in üstüne dikeceklerdi. Şerefsiz herif her neredeyse elbet ortaya çıkacaktı.

“Nazenin, doğruca Akdağ’a dönüyorsun. Seninle birlikte Kaplan Timi de gelecek. Evden işe, işten eve giderken asla yalnız olmayacaksın. Valilik binasına giren çıkan herkes aramadan geçecek ve sen buna itiraz etmeyeceksin. Başkan’la görüşüp teklifi reddedeceksin ve biz de bu sırada şu kadını Ruslara teslim edeceğiz. Sonra Pençe Timi yanına dönecek. Ve bekleyeceğiz. Zait kafasını çıkardığı anda ise tepesine çökeceğiz. Bu sırada şüpheli gördüğün, hissettiğin ne olursa olsun bize söyleyeceksin. Anladın mı?”

Emirler Paşa’dan sıra sıra gelirken, Nazenin hepsine usulca başını sallayıp, “Tamam,” demekle yetinmiş ve bir kelime daha etmeden oradan çıkmıştı. Helikopter alanına iki timin, babasının, Cihan Başkan’ın ve Emniyet Müdürü’nün eşliğinde ilerlerken duyduklarının gerginliğinden başına ağrılar giriyordu.

Peşinde azılı bir düşman, gözü dönmüş bir katil vardı. Sırf planı çabuk işlesin diye Vali’ye tuzak kurup evinde öldürtecek kadar gözü dönmüş bir kaçıkla nasıl baş edecekti?

Düşüncelerin birbirine karıştığı aklını toplamaya çalışırken helikopterin yakınında sırt çantalarıyla bekleyen tanıdık yüzleri gördü. Birce ve Sinem ciddiyetle onlara bakıyor, yaklaşmalarını bekliyordu.

“Heh, diğer deliler de gelmiş,” diye homurdanan Andaç sıkıntıyla soluklandı.

Metehan, “Kızlar niye burada, oğlum?” dedi ama cevabı onlardan aldı.

“Ağzınızı bile açamazsınız çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Akdağ’a tayin edildik. Bu da resmi görev yazımız.”

İkisi de aynı anda aynı kelimeleri söyleyip, bir de ellerindeki kâğıtları adamların burnuna burnuna sokunca Nazenin kıs kıs gülmekten kendini alamamıştı.

“Deli bir tane değil ki. Bunların hepsi deli. Bunların hepsini tutup kodese tıkmak lazım. Bari yerleri yurtları belli olur da aklımız kalmaz.” Homurdanarak söylenen Seyfettin Paşa, kızlardan cevap olarak kaşları havaya kalkmış, imalı bir bakış aldığında gözlerini devirdi. “Kızlarım, sizi bana seçip de mi verdiler? Yahu, siz deli misiniz? Ateşin ortasına koşa koşa gidiyorlar. Ya Rabbi’m, sabır ver.”

“Nazo’muzu yalnız bırakamazdık. Zaten hepiniz orada yaşıyor gibisiniz. Biz de gidelim de ayrı kalıp durmayalım. Değil mi kocam?”

Birce az önce Seyfettin Paşa’ya, yani kayınpederine attığı bakışı bu kez kocasına atarken, Sinem araya girip, “Biz deli değiliz, Paşa’m,” dedi. “Vatanını, milletini seven, görev aşkıyla yanıp tutuşan, adaletin yılmaz ve bükülmez bilekleriyiz. Saygılar.”

“Sinemciğim, güzel kızım, sen bu görev aşkını başsavcı olan babanla, avukat olan annene de söyledin mi kızım?”

Sinem bir an durup hepsine tek tek baktı.

“Söyledim.”

“Emin misin?” diye şüpheyle soran Seyfettin amcasına bakıp başını salladı.

“Cüppemin üstüne yemin ederim ki söyledim.”

Yeminini böyle etmeseydi bir tık şüphe ederlerdi ama belli ki doğruyu söylüyordu.

“Ne dediler peki?”

“Biraz küfrettiler, biraz azarladılar. Sonra siktir git, dediler, ben de hemen evden çıktım. Vazgeçerler falan, maazallah.” Bir an sessizlik oluşurken herkes dudaklarını kemirmiş ama çok geçmeden kahkahalar havaya karışmıştı. “Nazo, ben sana mı kaçtım yani şimdi? Bana bak, sadece sırt çantamı alabildim. Delireceğim ya,” diye söylenmeye devam eden Sinem’in sözleriyle Nazenin daha çok güldü.

“Ben sana yeni ciciler alırım, Sayın Cumhuriyet Savcı’m. Sen hiç üzülme.”

“İyi, tamam, kıyafetleri beleşe getirdim. Oh!”

Sinem içi rahatlamış gibi soluklanırken, Seyfettin bu kez gelini Birce’ye dönmüştü ki ağzını bile açamadan Birce resmen carlamaya başladı.

“Hâkim olan babama söyledim, Paşa babacığım. Allah tependen baksın, kızım, dedi. Git, gözüm görmesin, dedi. Ben de sözü bitmeden evden kaçtım.”

Seyfettin Paşa derin derin soluklanıp, “Allah’ım, sabır ver,” dedi. “Dil de pabuç kadar. Bir de güzel güzel babacığım, diyor da laf söyleyemiyorum. Duygularımla oynuyor resmen,” derken bir kolunu Birce’ye, birini de Sinem’e sarıp yürümeye başladı.

“Kocana sordun mu Hâkime Hanım?” diye bağıran Andaç’ın sorusu yeni bir kahkaha tufanını başlattı. Sanki onca dertleri, sıkıntıları yokmuş gibi yine birbirlerini bulunca gülebilmek de meziyetti.

“Aman, bu da kendini sorgu memuru ilan etti. Sanki eve geldiği var da. Kocam, affedersin ama sen bana karıcığım, göreve gidebilir miyim, diye soruyor musun? Dur bakayım, düşüneyim… Yoo. Görev emri geliyor, sen toz oluyorsun. Demek ki ben de senden habersiz canım dostum, biricik görümcemin yanına tayin isteyebilirim. Nokta. Konu kapandı.” Birce, Seyfettin Paşa’ya yanaşıp, sırıtırken, “Nasıl laf soktum ama?” dedi.

“Allah oğluma da sabır versin. Zor. Zor tabii. Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim, demişler, Andaç Tuna. Gidip kardeşinin arkadaşına gönül düşürürsen evimize Nazenin kılıklı bir Birce gelin getirirsin. İyi ki de getirmişsin,” deyip, gülerken eğilmiş ve önce Birce’yi, daha sonra Sinem’i başlarının üstünden usulca öpmüştü. “Arkadaşınız için bunu yaptığınızı biliyorum ve anlıyorum. Teşekkür ederim, kızlarım. Ama söz verin, kendinize dikkat edeceksiniz. Anlaştık mı?”

Sinem ve Birce başlarını kaldırıp, ona yaşlı gözlerle bakarken, “Söz, Paşa’m,” diye fısıldadı.

“Ee, hazır Vali Hanım için helikopter kalkacak, bizi de gittiği yere bırakıversin, değil mi Paşa babacığım? Şimdi karayoluyla onca saat çekilir mi hiç, yazık bize.”

Birce’nin yalakalık modu aktif edilmiş gibiydi. Herkes bu sözlerine gülerken Seyfettin, “Hadi hadi, binin,” diye söyleniyor, bir yandan da diğerleriyle birlikte gülüyordu. “Gözüm görmesin sizi. Eşek sıpaları.”

Sinem helikoptere binerken, Birce birkaç adım arkasındaki kocasına dönüp yanına koşar adım gitti ve yanaklarından öptü. “Kızma. Nazenin’i orada yalnız bırakamazdık. Çok bile dayandık, helal olsun bize, değil mi ama?” dedi.

Andaç gülmekle kızmak arasında bir yerde kalmıştı. Boyu göğsüne anca gelen karısına tepeden bir bakış atıp, “Helal olsun size ama bunu konuşacağız, kaçamazsın,” dedi ve eğilip onu alnından usulca öptü. “Dikkat edeceksin. Kafana göre hareket edebileceğin bir yere gitmiyorsun, unutma. Makam aracı ve koruma ayarlanacaktır, itiraz etmeyeceksin. Telefonlarını da açacaksın. Anladın mı?”

“Anladım, tamam.” Sözlerinin ardından kocasından uzaklaşan Birce yeniden helikoptere yönelirken, “Babamı ilk sen ara, sinirini sana kusarsa çok sevinirim,” deyince, herkes yine gülüp Andaç’a başarılar dilemeye başlamıştı. “Sağ ol, canım kocam.”

“Gazını ben alayım yani…”

“Kızını aldın. Gazını da bir zahmet alıver.”

Cevabıyla herkes, “Ooo!” dedi.

O esnada Andaç yüzünü sıvazladı. “Bu adam, bu sefer beni kesin döver,” dedi. “Bak, yeminle döver. Baba, sen mi arasan?”

“Beni karıştırma. Reis Bey burnundan soluyordur şimdi. Ben konuşmam.”

“Sağ olun, ya. Valla sağ olun.”

İsyan eden kocasını duymazlıktan gelip, “Nazo’m, gel hadi, gidelim,” diyerek Nazenin’in koluna giren Birce, onu da helikoptere doğru âdeta sürükledi. Nazenin ise buruk bir tebessümle kız arkadaşlarına, dostlarına bakıp onların varlığına şükrediyordu. Bir yandan da aldıkları bu kararın onlara zarar getirmemesi için dua ediyordu.

İkisi de peş peşe helikoptere binip oturduğu sırada Nazenin başını Metehan’a çevirdi ve ufacık bir an göz göze geldiler. Ama o anı hemen bitiren ve başını çeviren Metehan oldu. Hâlâ gözlerine bakmadığı, belki de bakamadığı gerçeğiyle bu esnada yüzleşen Nazenin’in ise içinde kopan fırtınanın sesini bastırmaya, helikopterin pervanelerinin sesi bile yetmemişti.

Kapı kapanıp helikopter havalandı. Kızlar bir an ifadesizce birbirlerine baktı. Saniyeler sonra ise yüzlerinde kocaman gülümsemeler oluştu.

“İyi ki varsınız,” diyen Nazenin dolu dolu gözleriyle, titreyen sesiyle söylemişti bu kelimeleri.

“Sen de iyi ki varsın.”

HEMDERT 17.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!