17.BÖLÜM

Kızların da Akdağ’a gelişiyle Nazenin biraz olsun aklındaki düşüncelerden uzaklaşmayı başarmıştı. Yoksa sorguda duyduklarını düşünmekten aklını kaçırırdı. Cansel, yani Veronika’nın anlattıkları, Zait’in peşinde oluşu… Hiçbiri kolaylıkla unutulacak şeyler değildi.

Aklında bunlar dönüp, dururken bir de Metehan’ı düşünüyordu. Gözlerine bakmayan adamı. Gözlerini gözlerinden kaçıran adamı.

Gözlerine aşkla bakıp memleket gözlüm, diyen o adamı çok özlemişti. Zaten aylardır aldığı yanlış kararlar yüzünden ayrı düşmüşlerdi. Tam yeniden bir araya gelmişken bu olanlar sabrını tüketiyordu. Nasıl olacaktı da eskisi gibi bakacaklardı birbirlerine? Ya bir daha eskisi gibi olamazsak korkusu, yüreğindeki en büyük ağırlık ve en büyük yangındı.

Sıkıntıyla soluklanıp yatağından kalktı. Kızların birlikte uyuduğu misafir odasına girdiğinde, onların da uyanmış ancak derin bir sohbete dalmış olduğunu gördü.

“Bensiz, ha?” diyerek, yatağa atlayıp ikisinin ortasına geçti, pikenin altına saklandı.

“Sensiz olmaz,” diye bağırışları arasında yanağına konan öpücüklerle gergin olan sinirleri gevşemiş ve gözyaşları yanaklarına süzülüvermişti. Bir anda içini çeke çeke ağlamaya başlayıp kollarını açtı. Birini Birce’ye, birini Sinem’e sardı.

Onun ağlamasıyla kızlar da ağlamaya başlayınca iç çekişler birbirine karışmıştı.

“Biz şimdi neye ağlıyoruz, ya? Biri sebebini açıklasın.”

Sinem’in zar zor sorduğu bu soruyla Birce ve Nazenin duraksayıp bakıştı. İkisi de aynı anda omuz silkti.

“Makûs talihime ve yüzüme bile bakmayan sevgilime ağlıyorum,” deyip ağlamaya kaldığı yerden devam etti Nazenin.

Birce de onu, “Evlendiğimden beri doğru düzgün göremediğim kocama ağlıyorum,” diyerek takip etmişti.

Sinem bir an durup düşündükten sonra, “Ben de…” dedi. “Yalnızlığıma ağlıyorum o zaman, lan. Ben hiç âşık olamadan, tek başıma yaşlanıp, kediler sahiplenip, onlara bakarken öleceğim, değil mi? Doğruyu söyleyin. Böyle olacağım, değil mi?” deyip ağlamaya devam etti.

Nazenin ve Birce aynı anda, “Ya saçmalama, Sinemtoşum,” derken, ona atılıp sarılmıştı.

“Annem haklı. Evde kaldım ben. Karta kaçtım.”

“Ya, senin bu anan kadın da az sivri dilli değil, ha! Öyle şey söylenir mi? Ne karta kaçması, saçmalama. Hâlâ gencecik ve taş gibisin. Mesleğinde kariyer yaptığın için gönül muhabbetlerine girecek vaktin olmadı, hepsi bu,” diyen Birce, arkadaşını avutmak için onun yanına geçip, kollarını ona sararken Nazenin de aynısını yapmıştı.

Sinem bir süre daha ağlayıp bir anda durduğunda onlar da durdu ve tekrar bakıştı.

“Kızlar, o değil de… Bu Yusuf Yüzbaşı var ya, yakışıklı adam, he!” diyen Sinem’in aniden değişen ruh haliyle şok olmuşlardı.

Birce, “Ne ara muhabbet buraya geldi?” diye mırıldandı.

Nazenin ise şaşkınlıkla, “Oha!” dedi.

“Ne oha? Oha ne? Taş gibi adam işte. Maşallah suphanallah. Sahibi var mı bunun?”

“Hani senin uzak durulacak erkekler listen vardı? O listenin meşhur maddelerine ne oldu?”

Ankara’ya düğüne gittiklerinde, Sinem o listedeki maddeleri itinayla sayıp kendisini epey güldürmüştü.

“Aman, risksiz de keyifli olmuyor, Nazo. Ben stabil adam sevmem. Ne o öyle? Nefes alsın, yeter, der gibi.”

“Ee, nefes alsa yetmez ama yine de sen bilirsin.”

Kendi sözlerine kıkırdayan Birce’ye midesi bulanıyormuş gibi bir ifadeyle bakan Nazenin, “Yapma, be,” dedi. “İma ettiklerini yaşadığın kişi abim, be. Abim!”

“Ne var? Kocam o benim. Kocam. Taş gibi maşallah. Allah nazarlardan saklasın. Âmin, âmin, âmin. 7 7 7!”

Nazenin aynı ifadeyle Birce’ye bakmayı sürdürürken, “Ne yapıyor bu?” diye de Sinem’e soruyordu.

“Kocasını manifestliyor, manyak. Bir tür dua gibi düşün. Moda artık bu.”

“Ne oluyor 7 7 7 deyince? Otur da yedi kere Ayetel Kürsi falan oku. Daha çok işe yarar. Aptal aptal işler yapma, Birco.”

“Evrene mesaj gönderiyorum, kızım.”

Gözlerini deviren Nazenin, alayla güldü. “Ee, evren cevap veriyor mu bari? Ne diyor? Oldu bu iş, diyor mu?” diye sormasıyla kafasına yastık yemesi bir olmuştu.

“Sen benimle alay edeceğine anlat bakalım, Metehan Binbaşı’yla aranız nasıl?” Durdu ve Nazenin’in üstüne çullanıp, gözlerini belerterek gözlerine baktı. “Geçen gelişimizde evden kaçtın. Gece vakti… Hem de geceliklerinle. Doğruyu söyle, Nazo, sevişiyor musunuz?” Soru ve Birce’nin surat ifadesi karşısında öylece kalan Nazenin ağzını açamazken Sinem kahkaha atmıştı.

“Seviştikleri çok belli değil mi Bircocuğum? İkisi de gözlerini birbirinden alamıyor. Sürekli el ele, göz göze. Gündüz de gece de yan yana.”

Sinem’in bu çıkışıyla homurdanan Nazenin, ikisine de ters ters baktı. “Evet, sevişiyoruz, oldu mu? Duydunuz ve rahatladınız mı?” diye çemkirince iki kadın da çığlığı basmıştı.

“Oha! Bu kadar çabuk kabul edeceğini düşünmemiştim.”

Sinem bu sözleri söylerken Nazenin’in soluna geçmişti. “Anlat!” diye bağıran Birce ise onun bacaklarına oturmuş, olası bir kaçma girişimini engellemişti.

“Neyi anlatayım, ya? Delirdiniz mi? Ayıp be!”

“Anlat dedik, Vali. Uzatma.”

“Beni öyle alelade sorguya çekemezsiniz. Resmi yazınız var mı?”

Birce saçlarını geriye doğru savurup, “Bana bak, sıçarım bacağına,” diye yeniden çemkirdi. “Konuş çabuk.”

İrkilen Nazenin, şu an Birce’yle bulunduğu pozisyona bakıp, “Harbiden bacağıma sıçabilecek bir pozisyondasın,” dediğinde kafasına sağlam bir tokat yedi. Başı araçlardaki süs köpekleri gibi ileri geri sallanırken, “Siz edepsizsiniz ama ben değilim!” diye bağırıyordu.

“Bana bak, zaten o benim abim, diyerek özel hayatımdan tek kelime ettirmiyorsun. O zaman sen anlat.”

“Ya, insan neden özel hayatını anlatsın ki? Deli misiniz siz? Mahremiyet diye bir şey duymadınız mı?”

“Yok mahremiyet falan. Kız arkadaşlar arasında o dediğinden olmaz. Dökül. İlk adımı kim attı? Nasıl başladı? Nasıl bitti? Kaç dakika sürdü? Ne hissettin? Hepsini anlatıyorsun yoksa yolarım saçını başını.”

Birce, her zamanki Birce’ydi işte. Gaza geldi mi ve inat etti mi gözü hiçbir şeyi görmezdi.

“Dakika tutmadım, canım benim ya. Kusurumuza bakmazsın artık.”

“Nazo! Anlat…. Nasıldı? Ne hissettin? Her kadın ilk sevişmesini defalarca hayal eder. Hayal ettiğin gibi miydi? Yoksa hayal kırıklığ-”

“Ya, off! Çok güzeldi, tamam mı? Çok iyi hissettirdi. Sanki yıllardır olması gereken bir şey olmuş gibi ve biz sonsuza dek tamamlanmışız gibi hissettim,” diye bağırıp bir an için sustu. “Sonsuza dek hemdem olmuşuz gibiydi.”

Kızlar aynı anda iç çekti. “Yaa…” deyip, kendisine hülyalı hülyalı bakarlarken Nazenin kıpkırmızı kesilmiş ve gözlerini kaçırmıştı.

“Ee, ne demeye adamdan ayrıldın o zaman? Bunca şey yaşandıktan sonra neden yani? Bize bile söylemedin üstelik. Biz seni üzgün görünce tartıştınız falan sanmıştık.” Sinem’in akıl ve mantık dolu bu sorusuyla yüzünü buruşturan Nazenin, gözlerini yakan yaşları onlardan gizlemeye çalışmadan ikisinin de gözlerine baktı.

“Korktum. Benim yüzümden onun ya da timinin başına bir şey gelecek diye çok korktum. Eğer ayrılırsam bana yaklaşmayacağını biliyordum. Beni koruma görevinden alınsınlar diye Ankara’ya gidip babam ve Cihan amcayla gizli bir görüşme gerçekleştirdim. Tehdit edildiğim dosyayı onlara gösterdim ama bir şeyi gizledim.”

Kızlar çatık kaşlarının altından ona bakıp aynı anda, “Neyi?” diye sorunca gözlerindeki o yaşlar usulca yanaklarına dökülüvermiş, boğazı düğüm düğüm olmuştu.

“Zait… Yani peşimdeki adam. Beni öldürmek isteyen adam. O gün bana bir video gönderdi. Dosya geldikten kısa süre sonra geldi video. Ben de izledim.”

Birce gerginlikten susup, kalırken Sinem ise tedirginlikle, “Ne videosuymuş?” dedi. “Ne izledin?”

“Bundan birkaç yıl önce Metehan rehin düşmüş ve işkence görmüş. İzlediğim şey…” dedi ama devamını getiremedi. Nazenin içini çeke çeke ağlarken Birce de açılan ağzını elleriyle kapamış ve sessizce ağlamaya başlamıştı.

Sinem ise ona göre daha dirayetliydi. “Metehan’a işkence edildiğini mi izledin?” diye fısıldadı.

“Evet. Sonra da Giray Savcı şehit edildi. Hepsi peş peşe yaşandı. Sabah evimiz kurşunlandı, Metehan beni korumak için kendini resmen hiçe saydı. Ardından her sayfada birimizin infaz emrinin yer aldığı dosya masama kondu. Tam onun şokundayken video geldi. Onu atlatamadan da Savcı Bey’in şehadeti…” Derin bir nefes alıp, gözyaşlarını silerken, “Hepsi aynı günde, hem de doğum günümüzde oldu,” dedi. “Birkaç saat içinde dünya başıma yıkıldı sanki.”

“Doğum gününüzde mi?” diye sorulan soru, konuşma yetisini tekrar kazanmayı başaran Birce’den gelmişti.

“Evet. Metehan’la doğum günlerimiz aynı günmüş. Ben de o gün öğrendim.”

Kızlar buna epey şaşırdıktan sonra uzun süre sessiz kaldı. Sessizliği bölen Sinem, “Nazenin, bu adam asker,” dedi. “Sen ya da bir başkası hiç fark etmez. O yine koruması gereken kişiyi korur. Canı pahasına yapar bunu.”

“Biliyorum. Elbette biliyorum ama… Ben Savcı Bey’in karısını gördüm. Onun nasıl yıkıldığını, feryat ettiğini duydum. Kendimi onun yerine koydum. Yüreğim dayanmadı. Metehan’ı seven yüreğim onu kaybetme ihtimaliyle, beni korumaya çalışırken kaybetme ihtimaliyle yandı sanki. Nefesim kesildi, aklım durdu.” Duraksadı ve soluklanıp daha sessiz bir şekilde devam etti. “Ya da onun beni kaybetme ihtimaline de yandı içim. Eğer bana bir şey olursa kendisini nasıl suçlayıp kahrolacağını biliyorum. Bunu yaşamasın istedim galiba. En azından ayrıldığı eski sevgilisini kaybetmek, sevgilisini kaybetmesinden daha kolay olurmuş gibi geldi.” Yine durdu ve yüzünü ovuşturup derin derin nefes aldı. “Diyorum ya, her şey üst üste gelmişti ve ben hiç sağlıklı bir noktada değildim. Mantıklı düşünemiyordum. Doğru ve yanlış, hepsi birbirine girmişti. Ona git, dedim ama daha o anda dilimi koparıp atmak istedim.”

Sinem ve Birce ona usulca yaklaşıp, sarılırken, “Ben Metehan’ı çok seviyorum,” dedi. “Gerçekten çok seviyorum ama sevgim kadar da büyük korkularım var. Onu kaybetmekten ya da onun beni kaybedip de ardımda paramparça olmuş halde kalmasından çok korkuyorum. Korkularım da bana sürekli hata yaptırıyor.”

“Hepimiz korkular yaşıyoruz ve o korkular yüzünden hatalar yapıyoruz. Bu çok insani bir durum, Nazo’m,” diyen Birce, arkadaşına sımsıkı sarılınca Nazenin gözyaşlarını yeniden serbest bıraktı.

“Ama ben korka korka onu sevmek istemiyorum. Hata yapıp, yanlış kararlar alıp beni seven gönlünü kırmak da istemiyorum. Bana küsmesine, gözlerime bile bakmamasına dayanamıyorum.”

Sinem ciddiyetle, “Neden küstü sana?” diye sordu.

Nazenin son yaşananları, Metehan’ın videodan haberdar olunca verdiği tepkileri anlattı. Kızlar ise bunun da geçeceğini ve siniri yatışınca yanına geleceğini söylemişti.

Yatakta bir saat kadar süren muhabbeti sonlandırıp kahvaltı için hazırlıklara başladıklarında, Nazenin bir telefona bir de kaynattığı yumurtalara bakıyordu. Onun bu yaptığını fark eden Sinem, “Arasana,” dediğinde anlamsızca arkadaşına baktı.

“Kimi?”

“Telefona bakıp kimi düşünüyorsan onu tabii ki.”

Nazenin yakalanmış olmanın verdiği sıkıntıyla iç çekip, “Arasam da açmaz bence,” diye mırıldandı.

“Sen bir kez dene. Adım at bakalım. Neler olacağını hep birlikte görelim.”

“Diyorsun…” diye mırıldanan Nazenin, aslında içinden geçip de yapmaya cesaret edemediği şey için cesaretlendirilince olduğu yerde sabırsızlıkla kıpırdanmıştı.

“Diyorum, hadi ara. Sesini duy.” Yumurtaları ona bırakıp telefonunu aldığı gibi balkona ilerledi ve Metehan’ın kişisel numarasıyla bir süre bakıştı. Tereddütle numaraya dokunduktan sonra derin bir nefes aldı. Yaz gününün sıcak havası tenini boncuk boncuk terletirken, içini de resmen kavurup geçmişti.

Arama cevaplanıp ekranda saniye ilerlemeye başladığında telefonu kulağına dayadı ve yine tereddütle, “Mete…” dedi.

Hattın diğer ucunda sessizlik sürüp birkaç saniye ömür gibi geçtikten sonra, “Nazenin…” diyen sesi duydu. Kırgın, soğuk, mesafeli ses içindeki sancıyı arttırdı sanki. Zar zor nefes alıp gözlerini göğün tam üstüne yükselmeye çalışan güneşe çevirdi. Gözleri yanıp, acısa da umursamadan baktı ışık kaynağına. Gözyaşları onun yakıcılığından akıyormuş gibi yapıp serbest bıraktı gözpınarlarındaki tanecikleri.

“Ben…” dedi usulca ama devam edemeden Metehan söze girdi.

“Bir durum mu var? İyi misiniz Vali Hanım?”

Nazenin’in yüreği daha da kırıldı sanki.

“Yok,” dedi sakin ama net bir sesle. “Eğer olsaydı kişisel numaramdan, kişisel numaranı aramazdım.”

Ve telefonu kapadı. Bir elini korkuluğa sarıp, sıkarken diğerinde de telefonu sıkıyordu.

***

Kahvaltıdan sonra kızlar adliye lojmanında yerleşecekleri evleri temizlemeye giderken Nazenin ise valiliğe gelmişti. Gelmeden önce ise Rezzan Hanım’ı arayıp Belediye Başkanı’nı görüşmeye çağırmasını rica etmişti. Odasına girip koltuğuna oturdu. Kısa bir süre sonra kapıda beliren Başkan, güler yüzlü olmaya çalışarak içeri adımladı.

“Sayın Vali’m, benimle görüşmek istemişsiniz.”

“Evet, geç otur, Başkan,” derken masasının önündeki koltukları işaret etti. Yüzünde zerre kadar gülümseme ya da herhangi bir ifade yoktu ve bu durum Başkan’ı rahatsız etmişti. Adam artık şebek gibi gülmeye çalışmıyordu.

“Başkan, şehrimizin ziraat mühendisleri bir proje hazırladı. Bir tarım projesi. Biz de bu projeyi bakanlığa sunduk ve kısa süre önce olumlu dönüş aldık. Artık devlet destekli tarım projemizi hayata geçirebiliriz.”

Başkan duyduklarına hem şaşırmış hem de gerilmiş vaziyette, “Hayırlı olsun, hiç haberimiz olmadı,” dediğinde Nazenin yarım ağız güler gibi yaptı.

“Şimdi haberin oluyor işte, Başkan. Kırılma sakın, biraz gizli tutulmasını ben istedim,” deyip sözlerine devam etti. “Bu projenin kabulüyle sizin teklif ettiğiniz projeye gerek kalmadı. Kimya firmasına teşekkürlerimi iletin lütfen. Şehrimizin kalkınmasını düşündükleri için minnettarım. Gerçekten!

Başkan alı al, moru mor olup ne diyeceğini şaşırmış halde Nazenin’e bakıyordu. Bu projeyi ona kabul ettireceğine dair tepesindekilere verdiği sözlerin korkusu sarmıştı her yanını. “Nasıl? Ne demek kabul etmiyorum?” diye bir anda sesini yükselten adamın gözlerindeki korkunun yerini öfke alırken Nazenin tüm sakinliğiyle onu izliyordu.

“Ne oldu, Başkan? Betin benzin attı, yahu. Su ister misin? Alt tarafı bir projeyi onaylamadım. Neden bu kadar sinirlendin? Yoksa…” Masanın üstünden adama doğru eğildi. Gözlerine bakıp, “Yap, işlet, devret modeliyle mi çalışıyordun?” diye fısıldadı. “Cebine girecek paraya engel mi oldum?”

İşte bu alay edercesine sorulmuş sorunun ardından, Başkan öfkesine hâkim olamayıp ayaklandı. Nazenin ise arkasına yaslanmış, ellerini masanın üzerinde kenetleyerek öylece oturuyor ve ona bakıyordu.

“Bu teklifi geri çevirdiğinize pişman olmazsınız umarım.”

Tehdit kokan sözlere yarım ağız güldü. “Sen benim duygu durumum için endişelenme, Başkan Bey,” dedi. Durdu ve daha gür bir sesle devam etti sözlerine. “Çıkışı biliyorsunuz. İyi günler.”

Başkan çekip, giderken, Nazenin savaşı perde arkasından meydanlara taşıdığını bilerek derin bir soluk aldı. İşte, aylardır beklediği hamleyi yapmıştı ve artık tam olarak savaşı başlatmıştı.

Günün devamında olağan işleriyle ilgilenip mesai saatinin sonuna geldiğinde ayaklandı ve doğruca aşağı inip aracına ilerledi. Etrafta kuş uçurtmayan Kaplan Timi’nin gözleri üstündeydi.

Araca geçtiğinde balayından dönmüş olan Emre’ye bakıp, “Adliye lojmanlarına gidiyoruz,” demekle yetinmişti. Araç hareket ettiği esnada babasını aradı. Telefon açıldığı anda, “Paketi ne zaman teslim ediyorsunuz?” diye sordu.

Hattın ucundaki babası derin bir nefes alıp, “Yakında,” dedikten sonra konuşmayı uzatmadan ve tarihi öğrenmek için ısrarcı olmasına izin vermeden telefonu kapadı. Belli ki tarihi kendisine söylemeyeceklerdi. Bunu anlayıp da ısrarcı olmanın bir anlamı yoktu. Babasını tanıyordu ve prosedürleri de biliyordu. Onlar ser verip sır vermezdi.

Adliye lojmanlarına vardıklarında kızların altlı üstlü yaşayacakları dairelere baktı. Her şey hallolmuş gibi görünüyordu. Birce ve Andaç üçüncü katta, Sinem ise dördüncü katta yaşayacaktı.

“Bir şeye ihtiyacınız var mı? Ben ne yapabilirim?”

“Sen otur,” dediklerinde el mahkûm bir köşeye oturdu. Öylece oturup, boş kalınca da aklına Sinem’in sabahki sorusu geldi.

“Sinem, sen neden sabah sabah Yusuf Yüzbaşı’yı sordun?”

Mutfak dolaplarının tozunu alan genç kadın bu soruyla duraksayıp omuz silkti. “Geçenlerde sürpriz yapıp geldik ya,” dedi. “Hep birlikte yemek falan yedik.”

“Evet.”

“İşte o gün Yüzbaşı’yla yan yana otururken biraz sohbet ettik. Muhabbeti hoş adam. Kendi de hoş doğrusu.”

Nazenin bir kaşını merakla havalandırıp, ona bakarken yemeğin yendiği o akşamı düşündü. Ancak onların arasında geçen sohbeti hiç fark etmediğini o an fark etti. Doğrusu, o akşam bağlama çalıp türküler söyleyen Metehan’dan başka hiçbir şeyi ve hiç kimseyi gözü görmemişti.

“Yusuf iyidir. Muhabbetçidir, kibardır, bazen boşboğazdır ama harbicidir yani. Biraz çapkın olması dışında sıkıntı yok.”

Sözlerine gülen Sinem omuz silkerek, “Aman, erkeklerin yüzde doksanı çapkın be Nazo’m,” diye hayıflandı. Bir süre sessiz kalıp yeniden konuşmaya başladığında, sesi düşünceli çıkıyordu. “Uzun zaman sonra biri, yani bir erkek, mesleğim yüzünden benden çekinmedi ya da bana yalakalık yapmadı. Sadece beni tanımak için benimle muhabbet ediyor, söylediklerimi can kulağıyla dinliyor ve her hareketimi dikkatle izliyordu. Sanırım Yüzbaşı bu sebeple dikkatimi çekti.’’

Yine durup, sessizleşirken Nazenin onu izliyor, her hareketini, jest ve mimiğini takip ediyordu. Sinem’in kırgın, yorgun, kandırılmış, umudunu kaybetmiş gönlünde, sanki bir çiçek boy vermeye başlamıştı. Yaşadığı zorluklara ve hayal kırıklıklarına rağmen.

Nazenin buna sevinse mi yoksa yine kalbi kırılır diye endişe mi etse bilemeyip, sessiz kalırken, Birce söylene söylene içeri girdi.

“Ben kocama yakın olayım diye Akdağ’a tayin isteyip ev taşıyorum. Ama bilin bakalım kocam o sırada nerede?” Durup kızlara baktı ve daha da sinirlenerek, “Ankara’da,” dedi. “Eski evimizde, eski görev yerimde. Ya, bu şaka mı?”

Sinem ve Nazenin bu isyana gülüp bir an için bakıştı. Aynı anda gülerek, “Yazık be,” dediklerinde Birce ikisine de ters ters bakmış, bu kez onlara söylenmeye başlamıştı. Kızlarla atışmak, sohbet etmek, gülmek, bazen ise sessiz kalmak bile iyi geliyordu Nazenin’e.

Böylece Zait’ten, Veronika’dan, Başkan’dan ve sevdiği ama kendisine küs olan adamdan aklını biraz olsun uzak tutabiliyordu. Hafta boyunca, kızların ev temizliğine ve eşyalarını yerleştirmelerine yardım etmiş, gece olunca kendi evine geçmişti. Tıpkı üniversite yıllarındaki gibi aynı evi paylaşıp gece yarılarına kadar sohbet etmek iyi geliyordu hepsine.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Nazenin, kahve yapıp balkona çıktığında gözü yan balkona ilişti. Metehan’ın balkonuna. Kaç gün olmuştu görüşmeyeli, konuşmayalı?

Neredeyse bir hafta, diye geçirdi içinden. Kendisinin yaptığı o aramadan sonra bir daha hiç konuşmamışlardı. Onun hiçbir şekilde aramamasına, nasıl olduğunu sormamasına şaşırıyordu Nazenin. Ayrı oldukları dönemde bile elini üstünden çekmeyen adam, şimdi gölgesini bile üstüne düşürmüyordu. Ne acı.

Sıkıntıyla daralan göğüs kafesine elini bastırıp titrek bir soluk aldı. Gözlerine dolan yaşları parmak uçlarıyla silip evine girdi ve doğruca yatak odasına ilerlerdi. Üstüne beyaz gömlek, ceket ve pantolondan oluşan bir takım giyip saçlarını topuz yaptı. Yatak odasından çıkmak üzereyken günlerdir komodinin üstünde duran yüzüğe ilişti gözleri. Parmak uçlarıyla dokundu yüzüğe ve alıp ceketinin iç cebine koydu. Sanki yüzüğe yakın olursa ve yüzük kalbinin üstündeki o cepte durursa Metehan’a da yakın olacaktı.

Kendi kendine başını sallayıp, iç çekerken sonunda odadan çıktı. Ayağına ince topuklu beyaz ayakkabılarını giydi ve evden de ayrıldı. Sinem ve Birce hâlâ uyuduğu için onları hiç rahatsız etmemiş, uyandıklarında haberleşir diye düşünmüştü.

Kapıda bekleyen aracına yaklaştığında, Emre ve Levent’le kısaca selamlaşıp nasıl olduklarını sordu. Makam aracının önünde ve arkasında sıralanan zırhlı araçlara göz ucuyla baktı ve Kaplan Timi’ni şu an komuta eden Yüzbaşı’yla selamlaştı. Abisi hâlâ Ankara’daydı ama timi burada kendisini korumakla görevliydi.

Araca geçip hareket ettiler. Birkaç dakika içinde askeriye kapılarından çıkıp şehir içinde ilerlemeye başladılar. Beş araçlık konvoy tampon tampona ilerlerken Nazenin çantasından çıkardığı bir dosyaya göz atıyordu. Tam o sırada Levent’in, “Bu kim?” diyen gergin sesini duydu. Nazenin soruyla başını kaldırıp dikiz aynasına baktı ama Emre’yle göz göze geldi.

“Ne oluyor?”

“Arkamızda sivil bir araç var. Konvoya girdi ama bunu nasıl yaptı, anlamadım,” diyen Emre gerilmişti.

Levent de aynı gerginlikle, “Tampon tampona gidiyoruz, zerre boşluk yok diyoruz ama biri giriyor konvoya,” derken kulaklığına dokundu.

“Yüzbaşı’m, arkamızda beyaz bir araç var. Plakası…” deyip aynaya baktı. “07 ATB 20!” diye plakayı söylediği esnada arkasındaki aracı, koruma araçları sıkıştırmaya başlamıştı.

“07 ATB 20! Aracını sağa çek ve dur!” diye anons duyulurken Nazenin omzunun üstünden arkaya baktı. Aracı kullanan bir kadın mıydı? Sürücüyü görebilmek için biraz daha arkasına döndü. Evet. Genç bir kadın sürücü, aracının arkasına dayanmış koruma araçlarından kurtulmak için elini camdan çıkararak hareket yapıyordu. Beni bir salın, der gibiydi.

Nazenin gördüğü hareket karşısında kahkaha atarken, “Yahu, sakin olun, belli ki yanlışlıkla girdi konvoya,” dese de az evvelki anons tekrarlanmıştı.

Kadın sürücü zorla aracını konvoydan çıkarıp, sağa çekerken camını da açmış, başını dışarı çıkarmıştı.

“Ne sıkıştırıyorsunuz, kardeşim? Allah allah ya! Yanlışlıkla girdim konvoya.”

Kadının bağırışını duyan Nazenin, bir kahkaha daha atarken Emre’nin omzuna dokundu.

“Dur, dur bakayım. Kimmiş bu cengâver Antalyalı, bir tanışalım.” Emre ve Levent tedirgince kendisine bakarken, “Durun dedim,” diye tekrarlayınca Emre aracı durdurmuştu. Kaplan Timi’nin Yüzbaşısı, zırhlı araçtan inip beresini başına geçirdi ve doğruca beyaz araca ilerledi.

“Aracı kapatıp aşağı inin.”

“Pardon?” diye carlayan ses kulaklarına dolarken Nazenin kıs kıs gülüyordu.

“Yahu, belli ki görevlendirmeyle Akdağ’a yeni gelmiş bir devlet memuru bu genç hanım,” deyip aracının kapısını açtı ve aşağı indi. Kendisi daha yere ayağını basmadan Kaplan Timi ve Levent de araçlardan inmişti.

“Vali Hanım, bu riskli olabilir,” demelerine başını sallamakla yetinip, diğer araca yürürken, genç kadının hâlâ Yüzbaşı’ya çıkıştığını duyuyordu.

“Yüzbaşı’m, hanımefendi belli ki şehrimize yeni gelmiş,” dediği esnada gözlüklerini burnunun ucuna indirmişti. Bir ona bir Yüzbaşı’ya bakan kadın aracını durdurup aşağı indi. Üstünü şöyle bir düzeltirken gözlüklerini de gelişigüzel şekilde aracın içine atıvermişti.

“Evet, yeni geldim ve konvoyunuza yanlışlıkla girdim. Nasıl oldu, ben de anlamadım.”

Nazenin gülerek, ona elini uzatıp, “Hoş geldiniz, ben Vali Nazenin Tuna,” dediğinde genç kadın da elini uzattı.

“Uğur Setenay. Öğretmen olarak buraya atandım,” dedi ve tokalaştılar. Nazenin memnuniyetle başını sallayıp, “İsimleriniz ne güzelmiş, Öğretmen Hanım. Şehrimize de uğur getirin inşallah,” derken Öğretmen Hanım da az evvelki gerginliğini unutup gülümsemişti.

“Teşekkür ederim.”

“Branşınız nedir?”

“Müzik.”

Gözleri ışıldayan Nazenin, “Sadece bir öğretmenle değil, bir sanatçıyla tanıştık yani?” deyip gülümsedi. “Ne güzel bir sabah. Siz arkadaşların kusuruna bakmayın. Onlar beni korumak konusunda biraz evhamlılar. Antalya’dan mı geldiniz?”

Öğretmen Hanım başını hafifçe sallayıp, “Denizli’den geliyorum. Denizliliyim,” deyince Nazenin daha da heyecanlanmıştı.

“Müzik ve Denizli deyince Özay Gönlüm Usta geldi aklıma. Ruhu şad olsun büyük ustanın,” deyip devam etti Nazenin. “Canım Ege’den bir öğretmen, bir sanatçı var şehrimizde. Ne mutlu. Tanıştığıma memnun oldum, başka bir zamanda sizinle yeniden ve uzun uzun oturup konuşmak isterim.”

“Memnuniyet duyarım, Sayın Vali’m.”

Cevabına tebessüm edip usulca saatini kontrol etti. “Lütfen yolunuza devam edin, Öğretmen Hanım. İyi dersler. Görüşmek üzere ve yeniden hoş geldiniz.” Tekrar tokalaştılar.

“Teşekkür ederim. Hoş buldum. Görüşmek dileğiyle.”

Herkes araçlarına ilerleyip, yola devam etmeye hazırlanırken aracına binmek üzere olan Nazenin duraksadı ve direksiyon başındaki kadına baktı.

“Öğretmen Hanım…”

“Buyurun, Sayın Vali’m,” diyen Setenay Öğretmen, başını aracının camından çıkarmış, kendisine bakıyordu.

“Sizin kebabınız da efsane oluyor. Denizli’ye gitsek bize Denizli kebabı yedirir misiniz?”

Soruyu duyan herkes kıs kıs gülerken iki genç kadın da gülüyordu.

“Sizi bilmem, Sayın Vali’m ama benim bütün maaşı kebapçıya bağışlamam gerekebilir.”

Bu sözlerle kısık sesli gülüşler kahkahalara dönerken, Nazenin de gülerek, “Hadi ya, o kadar diyorsun,” dedi.

“Valla öyle, Sayın Vali’m. Bizim kebabı artık sadece ayın sonunu düşünmeyenler yiyor.”

“Bak, bu olmadı, Uğur Setenay Öğretmen’im. Kurşunlanmış aracımın kredisini kebaptan önce düşünmem gerekiyor.”

Herkes bir kere daha gülerken birbirlerini sessiz bir baş hareketiyle selamladılar. Öğretmen Hanım yoluna devam ederken, Vali Hanım da aracına geçmişti ve yeniden hareket etmişlerdi.

“Levent…”

“Emredin, Sayın Vali’m.”

“Ulan, 7 plakalı, bembeyaz şahıs aracından suikastçı mı olur? Siz de iyice paranoyak oldunuz.”

“Orası hiç belli olmaz, Sayın Vali’m. Biz önlemimizi alalım da.”

Usulca başını sallayıp iç çekti. Onlara da hak vermiyor değildi. Herkes işini yapmaya çalışıyordu sonuçta.

Biraz evhamlı başlayan gün gayet sakin devam ederken Nazenin birkaç misafir ağırlamış, birkaç dosya okuyup gerekli imzalarını atmıştı. Saat beşi gösterdiğinde valilik binasından çıkıp kendisini bekleyen aracına geçtiğinde, gözleri yorgunlukla kapanmak üzereydi.

Emre aracı hareket ettirdiği esnada telefonuna peş peşe mesajlar düşmeye başladı. Kızlar mesaj grubundan yaptıkları yemeklerin fotoğraflarını atmış ve seni bekliyoruz, diye yazmıştı. Mutlulukla gülümseyip, soluklanırken bu kez telefonu çalmaya başladı. Arayan babasıydı. Bir an tedirgince ekrana bakıp, aramayı cevaplamadan önce derin bir nefes aldı.

“Baba…”

Karşı tarafta anlık bir sessizlik sürdükten sonra, “Nazenin,” dediğini duydu.

“Efendim.”

Nefesini tutup bekledi. Ne beklemesi gerektiğini bilmiyordu ama bekliyordu.

“Paket teslim edilmek üzere yola çıktı. Haberin olsun ve çok dikkat et.”

İşte duyduğu bu haberle ne beklediğini hatırlamış oldu. Sıkıntıyla kıpırdanıp, “Allah yardımcınız olsun,” dedi sadece.

Ardından da babası, “Dikkat et,” diye yineledi sözlerini ve telefonu kapadı.

Elindeki telefona öylece bakan Nazenin, Cansel’in, yani Veronika’nın kazasız belasız teslim edildiği bilgisini alana kadar gözünü dahi kırpmayacağını biliyordu. Gerginlikle boynunu sağa sola yatırdı. Ardından telefonun kilidini açıp mesajlara girdi. Altlarda kalan Metehan’ı bulmaya çalışırken bir kez daha burkuldu yüreği. Konuşmadığı gibi bir mesaj bile atmamıştı adam ama o atacaktı.

Seni seviyorum. Dikkat et.

Mesajını gönderdi. Sonra durup düşündü. Ona bu sözleri ilk kez mesaj atıyordu. Böyle bir zamanda aralarında kırgınlık varken ona bunu söyleyeceğini hiç düşünmemişti. Ama zaten düşünmediği ne varsa hep başına geliyordu.

***

Cansel’i teslim edecekleri buluşma yerine giderlerken Metehan sessiz ve gergindi. Tıpkı Andaç ve Pençe Timi gibi… Sıkıntıyla soluklanıp, aracın camından dışarı bakarken, “Hâlâ konuşmadınız mı?” diye fısıldayan can kardeşine döndü. Sözlü cevap vermek yerine başını sağa sola solladı önce ama dayanamayıp birkaç kelime etti.

“Aradı aslında ama ben pek konuşmadım.”

Andaç, anlıyorum, der gibi başını sallarken, “Üzülmüştür,” diye fısıldadı. Ne Nazenin’e ne de Metehan’a kıyabiliyordu. Metehan’ın yerinde başka biri olsa Nazenin’i üzdü diye ortalığı ayağa kaldırırdı ama Metehan başkaydı. O Can’dı. Tıpkı kız kardeşi Nazenin gibi Can…

Metehan onun ağzından dökülen tek kelimeden anlamıştı dostunun karmakarışık duygularını. Ama dönüp de gözlerine bakamamıştı. Elif’i düşünmüştü bir an için. Biri kardeşinin gönlünü kırsa ne yapardı, ne hissederdi? Yüreği kaynamıştı öfkeyle. Acaba Andaç da bana böyle öfkeli mi sorusu aklına gelirken, “Öfkeli misin bana?” diye fısıldadı. Andaç birkaç saniye durup düşündü.

“Hayır,” dedi net bir şekilde. “Sadece üzgünüm. Çünkü biliyorum ki Nazenin üzgün, sen üzgünsün,” derken içinde bulundukları araç yavaşlayıp durdu. “Sonra konuşuruz muhakkak ama şimdi şu kaltağı verelim,” diyen Andaç araçtan inerken Metehan da ayaklanmıştı ki telefonu titredi. Ekranda, Memleket Gözlüm yazıyordu. Mesaj tabii ki Nazenin’dendi. Günler önce konuşmak için ilk adımı attığı gibi günler sonra da mesajla ilk adımı yine o atmıştı. Usulca nefes alıp bildirime tıkladığında mesaj göründü.

Seni seviyorum. Dikkat et.

Yüreğinde sıcacık bir şey akıp gitti sanki. Az evvel sakin olan solukları da kalp atışları da sekteye uğradı. Kısacık mesaja birkaç saniye bakıp, tebessüm ederken artık bu hamleyi de cevapsız bırakmaması gerektiğini biliyordu. Eğer buna da cevap vermezse ilişkileri hiç istemedikleri bir noktaya sürüklenecekti. Farkındaydı.

Ben de seni seviyorum. Dikkat et, diye yazıp gönderdi ama yetmedi yazdığı. Bir mesaj daha attı.

Naz’ım…

Bu hitabın ona seni seviyorum, demekten daha çok şey anlattığını biliyordu. Mesajların iletildiğini gördü, onları açtığını gösteren işaretin ekranda belirmesini de beklemek isterdi ancak görevi vardı. Telefonu cebine atıp görünce cevap yazar nasılsa, diye mırıldandı ve arabadan indi.

Cansel, Yusuf ve Aybars’ın kollarının arasında eski bir depoya götürülürken, yanlarındaki Polis Özel Harekât Timi ise çevre güvenliği alıyordu. Az ileriden kendisine yaklaşan Seyfettin Paşa ve Cihan Başkan’ı bekleyip onlarla birlikte depoya girdi. Andaç birkaç adım önlerinden gidiyor ve Cansel’i gölge gibi takip ediyordu.

İçeri girip etrafı kontrol ettikten sonra beklemeye başladılar. Yarım saat süren gergin bekleyişin sonunda Rus istihbaratı depoya giriş yapmıştı.

“Anlaşmaya uymanıza sevindik,” diyen adama ters ters bakarlarken adam ise yalnızca Cansel’e bakıyordu.

“Veronika. Gel,” demesiyle Yusuf, komutanlarına ve istihbarat başkanı Cihan’a baktı. Hepsi başını usulca sallayınca kadının ellerindeki kelepçeyi çözdü.

Kelepçeler yüzünden tahriş olan bileklerini ovan Veronika, onları ardında bırakıp az evvel konuşan meslektaşına doğru yavaşça ilerledi. Adamın önünde durup, gözlerine bakarken, “Geldim,” dedi usulca ve sustuğunda başka bir ses duyuldu. Islık sesi gibi bir ses, sessiz deponun içinde yankılanıp hedefine ulaştığında, adam artık hayatta değildi.

Cansel saliselerle başını sola yatırıp arkasından gelen merminin adamın alnına saplanmasına yol açmıştı.

Ne olduğunu anlamaya çalışan herkes silahını çekerken Rus ajanları tek tek yere yığıldı. Beş saniye bile sürmeden yedi ajanı yere seren o silahın sesi sustu. Cansel önünde serili cesetlere bir kez olsun bakmadan arkasına döndü ve şaşkın adamlara bakıp bıyık altından güldü.

“Ne oluyor, lan?” diye mırıldanan Andaç, sırtını yasladığı Metehan’dan cevap beklemiyordu elbet ama ne olduğunu da anlamaya çalışıyordu. Tıpkı diğerleri gibi.

“Ve… ro… ni… ka…” Kesik kesik dile gelen ismi kimin söylediğini görebilmek için Veronika’nın ardına baktılar. “Şahane bir oyuncusun, hayatım. Tıpkı benim yetiştirdiğim gibi.”

İşte bu sözlerle hepsi anlamıştı karşılarında kim olduğunu. Şaşkınlıkları daha da artarken Seyfettin Paşa, “Geldi kalleş piç,” demişti. O esnada gölgelerin arasından çıkan adamın yüzünü gördüler.

Zait’ti bu.

“Bu kadın… Amcasına, bu adama düşman değil miydi lan? Ona mı çalışıyormuş?” diye fısıldayan Andaç başını hafifçe çevirdiğinde, Metehan’la göz göze gelmişti.

Metehan sıktığı dişlerinin arasından, “Ne siktiri boktan bir oyunun içindeyiz biz, ulan?” derken Veronika yıllarca düşmanı gibi gösterdiği, ailesini katleden adama, amcasına yaklaşıp sarıldı.

“Ulan, karı bizi kandırdı diyorduk da… Kendi ülkesinin istihbaratını bile kandırmış,” diyen Yusuf’un sözlerini duyan Zait onlara bakıp, kıs kıs gülerken Veronika’yı kolunun altına almıştı. Bu esnada ise yerde yatan istihbaratçılara bakıp bıyık altından güldü.

“Yazık… Türk askerleri tarafından öldürülen istihbaratçılar…” deyip duraksadı. Çok beklemeden de devam etti. “Bu olay iki ülkeyi savaşa bile götürür. Çok üzüldüm.”

Cihan Bey sırtını dayadığı Seyfettin Paşa’yla göz göze gelirken, “Amına koduğumunun piçine bak, her şeyi ayarlamış,” dedi. Silahlarının namluları Zait’i hedef alıyordu ancak çevrelerini saran ve her geçen dakika kalabalıklaşan Zait’in adamları da kendilerini hedef almış durumdaydı. Pusuya düşmüş, çok fena şekilde köşeye sıkışmışlardı.

“Depo boştu,” diyen Uygur’un fısıltısını duyan Zait yine güldü.

“Deponun alt katı olduğunu bilmeyince…” dedi ve gözlerini hepsinin üstünde tek tek gezdirdi. “Saatler önce burayı tıpkı sizin gibi Ruslar da didik didik aradı ancak hiçbir şey bulamadılar. Eğer bulmuş olsalardı şu an hayatta olurlardı.” Sözlerinin ardından herkesi inceleyen o gözleri, Metehan’ın üstünde fazlasıyla oyalandı. “Küçük Kılıçarslan… Görüşmeyeli nasılsın?” deyip gülmeye başlamasıyla, Metehan’ın gözlerinden alevler çıkmıştı sanki.

“Seni ellerimle boğacağım, it Zait. Yemin olsun, bunu yapacağım,” diyen öfkeli sese imalı imalı gülen adam, bu kez Cihan Başkan’a dönmüştü.

“Beni yakalamak için baskın yapılan o operasyondan sonra kariyerinde hızlı bir yükselişe geçmiştin, değil mi Cihan Başkan?” Durdu ve gülmekle gülmemek arasında kalmış bir surat ifadesiyle devam etti. “Tabii beni yakalamak, altın tavuğu yakalamak gibi.”

Cihan Başkan da ona tıpkı onun gibi bir ifadeyle bakıp, “Ona altın tavuk, demezler, Zait,” dedi. “Altın yumurtlayan tavuk, derler de sen altın sıçsan da olmaz. Elbet bir gün oynadığın bu oyunların sonu gelecek.” Zait duyduğu sözlerden hoşlanmamış, sinirle solumuş ve gözlerini asıl düşmanına dikmişti: Seyfettin Tuna’ya.

“Benim oyunlarım bitmez, değil mi Seyfettin? Sen iyi bilirsin.” Bir an için gözleri Andaç’a döndü ve pis pis güldü. “O gün yanındaki çocuk buydu demek… Ölen senin annen miydi Küçük Tuna?”

“Lan, senin çeneni sikerim, piç kurusu,” diye öne atılan Andaç’ı, Metehan yakalamış ve durdurmuştu.

Onun kulağına yaklaşıp, “Sinirimize dokunmak için yapıyor, yapma,” diye fısıldadı.

Zait yeniden Seyfettin’e baktı. “Ee, Paşa, bu küçük Tuna’nın bir küçüğü daha varmış. Hiç söylemiyorsun. Hem de kızmış.” İşte bu sözler ortamı buz gibi yapmıştı. Var gücüyle Andaç’ı tutan Metehan, duyduğu sözlerle başını adama çevirmiş, gözleriyle onu öldürebilmeyi dilemişti. Bir adım atıp ona saldırmaya yeltenecekti ki bu kez Andaç onu tuttu.

“Kendi sözlerini unutma, biraderim. Sinirlerimizi bozmak için konuşuyor.”

“Yoo. Bu kez sinirlerinizi bozmak için konuşmuyorum, Küçük Tuna,” deyip onlara doğru bir adım daha attı ve güldü. Acımasızca bir gülüştü bu. Altında birçok ima barındırıyordu. “Bu kez kaybettiğiniz birini belki bulabilirsiniz diye konuşuyorum.”

Seyfettin Paşa, “Kimi kaybetmişiz?” diye atıldı resmen. Az önce duyduklarıyla birlikte, şimdi duyacakları yüzünden de donmuşlardı sanki. Zait onlara ağır ağır, yavaş yavaş baktı, baktı ve kahkaha attı.

“Kızın nerede, Seyfettin?”

İşte bu soru hepsini şok etmişti sanki. Seyfettin Paşa kocaman açılan gözleriyle Zait’e baktı bir süre ve ona bakmayı sürdürürken, “Metehan…” dedi. “En son sen mi konuştun kızımla?”

Metehan korku bürüyen gözlerini Zait’ten çekip Seyfettin’e baktı. “İki saat önce mesaj attım,” dedi. “Cevap vermiş olmalı.”

Zait bir kez daha gülüp, “Telefonuna bak o zaman, Binbaşı,” dedi. “Bak bakalım, sevgilin cevap verebilmiş mi?” dediği anda, Metehan cebindeki telefonu eline aldı ve ekrana baktı. Bildirimlerde hiç mesaj yoktu.

Mesaj uygulamasına girip Nazenin’le olan sohbet sayfasını açtı bu kez. Kendi yazdığı mesajla karşılaştı. Mesajının iletildiğini görmüştü zaten ama o mesajların açıldığına dair hiçbir işaret yoktu.

Zar zor yutkunup, Andaç’a göz ucuyla bakarken, “Karını ara,” dedi sadece. Andaç tepkisiz bir şekilde yüzüne bakarken dişlerinin arasından tekrarladı sözlerini. “Karını ara, Andaç. Birce’yi ara. Ve Nazenin’i sor.”

Andaç başını sallayıp tedirgince telefonunu eline aldı. Birce’yi arayıp kulağına telefonu dayamıştı ki arama cevaplandı.

“Birce…”

“Andaç, Nazenin yok!” diyen feryat eder sesi duymasıyla telefonu tutan eli uyuştu sanki. Bir an idrak edemedi duyduklarını. “Araç konvoyuna saldırmışlar,” deyip ağlayan sesi herkes duyarken telefon hızla yere düştü ve zemine çakılıp kırıldı.

Andaç hâlâ diğer elinde duran silahı kaldırıp Zait’i hedef alırken, “Laaan!” diye attığı feryat depoda yankılandı. “Nerede kardeşim?”

Soruyu duyan Zait yine gülüyordu ama bu kez geri adımladı ve korumalarının ardına saklandı.

“Pek güzel bir yerde değil,” deyip koruma ordusunun ardında kaybolan adamın peşinden koşacaktı ki içeriyi inleten bir ses duydular. Yere çarpan bir bedenin sesiydi bu. Andaç hızla başını arkaya çevirip Cihan Başkan’ın ayakları dibine yığılan babasını görünce durdu.

“Baba!” diye bağırdı. Herkes Seyfettin Paşa’ya yönelirken Zait geldiği o gizli yerden kaçmayı başarmıştı.

Deponun içinden yükselen bağırış sesleriyle, kapı önünde duran Polis Özel Harekât timinden birileri içeri girmişti.

“Aşağıda gizli geçit var, kaçıyorlar,” diye onları bilgilendiren Cihan, ömürlük dostunun yanına diz çöküp başını elleri arasına aldı. “Seyfettin! Kardeşim, aç gözünü. Seyfettin! Paşa…” derken sırtını yasladığı adamın ardında bıraktığı o boşluğun ağırlığını yüreğinde hissediyordu.

“Baba! Baba, kalk. Baba!” diye yanında biten Andaç, etrafa şöyle bir bakıp bağırdı bu kez. “Ambulans çağırın.”

Onlar Paşa’nın, yüreği evladını kaybetmenin korkusuyla durma noktasına gelen babanın başında beklerken Metehan hâlâ aynı yerde duruyor ve Zait’i son gördüğü noktaya bakıyordu.

“Abi…” diyerek, usulca omzuna dokunan Aybars’ın sesiyle kendine gelip başını hızla salladı.

“Yok, yok. Olmadı bir şey. Nazenin çoktan evine gitti. Evinde, güvende. Yok, oğlum, saçmalamayın. Onca adam var yanında. Onu koruyor. Alamaz Nazenin’i.”

“Abi…”

“Siktirtme abini, lan!” diye bağırıp birkaç adım sağa, daha sonra birkaç adım sola koşturdu. Elindeki telefonu hatırlayıp arama tuşuna bastı. “Mesaj attım, oğlum. Seni seviyorum, dedim. Onu görecek daha. Sonra cevap verecek. Uyumadım, dönmeni bekliyorum, diyecek. Ben de sen uyu, anahtar var, gelince yanına yatarım, diyeceğim. Saçmalamayın. Olmadı bir şey.”

Kendi kendine sayıklarken bir yandan da Nazenin telefona cevap versin diye bekliyordu. Telaşla, korkuyla ve kabullenmeyi reddederek…

Telefon açılmadıkça yüreğinde bir yangın boy veriyordu sanki. Göğsünün sol tarafında bir ağırlık, bir acı vardı. Nefesini döndürmesine engel olan, zihnini ele geçiren, mantığını bitiren…

Arama cevapsıza düşeceği esnada telefon açılınca derin bir soluk alacaktı ki, “Metehan, benim, Sinem,” diyen ve ağlayan o sesi duydu.

“Sinem… Nazenin’in telefonu neden sende?”

“Metehan…”

“Ne?”

“Nazenin yok.”

“Ölüm ardıma düşüp de yorulma,

Var git ölüm, bir zamanda yine gel.

Akıbet alırsın, koymazsın beni,

Var git ölüm, bir zamanda yine gel, yine gel, yine gel.

Var git ölüm, bir zamanda yine gel, yine gel, yine gel.”

 

HEMDERT 18.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

 

error: Content is protected !!