18.BÖLÜM

Ne demekti bu?

Nazenin yok, ne demekti?

Nasıl olmazdı Nazenin?

Nasıl olmuştu da pusuya düşmüşlerdi?

Nasıl olmuştu da onu kaçırmışlardı?

Aklı almıyordu. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki resmen canı yanıyordu.

“Nasıl?” diye fısıldadı buz gibi bir sesle. Sinem içini çeke çeke, “Araç konvoyunun önüne ve arkasına yabancı araçlar yaklaşmış,” dedi. “Araçlar patlayıcı doluymuş. Saniyeler içinde havaya uçmuşlar. O esnada da başkaları sarmış etraflarını. Nazenin’i almışlar.”

Duyduklarının şokuyla başını usul usul sallayan Metehan, telefonu kapatıp bomboş bir ifadeyle etrafına baktı.

Seyfettin Paşa, çocukluğundan beri tanıdığı, dimdik duruşuna hayran olduğu o kocaman adam yerde bilinçsizce yatıyordu. Can kardeşim, dediği dostu babasının başında gözyaşı döküyor, kendi babası ise ömürlük dostunun boynundaki şahdamarına korkuyla dokunuyordu.

Bu esnada depoya giren sağlık görevlileri derhal müdahaleye başlarken Andaç istemese de babasından uzaklaştı ve aklına yeni gelmiş gibi başını kaldırıp Metehan’a baktı. Baktığı gözlerdeki ifadesizlik, soğukluk ilk fark edilendi ama o duyguların altındaki acıyı, öfkeyi, korkuyu ve sevdayı görüyordu. Birkaç adımla ona yaklaşıp, “Metehan…” dedi.

“Nazenin nerede, Andaç?”

Zar zor yutkunup, “Bilmiyorum, kardeşim,” dedi. “Ama bulacağız.”

***

Seyfettin Paşa hastaneye götürülüp, anjiyo olurken Cihan Başkan ise istihbarat birimlerini harekete geçirmişti. Herkes dağ, taş, tepe demeden Nazenin’i arıyordu.

Bu sessiz bekleyiş tam iki gün sürdü. Ne bir haber ne de bir ipucu vardı ondan geride.

Onu kaçıran Zait de daha hiçbir girişimde bulunmamıştı. Nazenin’i her nereye kaçırdıysa sır gibi saklıyordu. Bağlantı kurmuyor, ondan bir haber dahi vermiyordu. Bu sessizlik ise herkesi daha da geriyordu.

İstihbaratın harekât merkezinde Nazenin ve korumalarının pusuya düşürüldüğü güzergâhtaki güvenlik kameralarını bilmem kaçıncı kez izleyen Metehan, yorgun gözlerle ekrana bakmayı sürdürürken yanında bir hareketlilik oldu.

Önüne konan kâğıt çay bardağına ilişti gözleri, ardından başını çevirdi ve annesini gördü. Tıpkı kendisi gibi üzgün, yorgun ve ağladığını belli eden kıpkırmızı gözlerine baktı.

“Meliha duymuş,” dedi annesi sadece. İki gün boyunca olup bitenleri Meliha Hanım’dan gizlemişlerdi. Ancak daha fazla gizleyemeyecekleri için Andaç annesine her şeyi anlatmıştı.

Kocasının kalp krizi geçirdiğine mi üzülsün yoksa kızının kaçırılıp resmen yok olduğuna mı delirsin, Meliha da bilememişti. Duyduklarıyla yalnızca susmuştu. Şimdilik. Ama yakında büyük bir duygu patlaması yaşayacağı aşikârdı.

“Oğlum…” dedi Melek Hanım usulca. “Biraz uyusan. Az da olsa dinlensen. Böyle devam edersen Nazenin’i bulana kadar kendinden geçecek, bir yerde bayılıp kalacaksın yorgunluktan.”

“Kendimden geçmemiş gibi mi duruyorum, Melek Hanım?”

Melek, oğlunun duygusuz, buz gibi sesle verdiği bu cevaba zorla yutkunarak karşılık verdi. Tek kelime daha edemeden, ayaklanıp oradan çıkan Melek, kapıda kocasıyla karşılaşınca gözlerine dolan yaşları gizlemek için başını eğmişti. Cihan ise çoktan görmüştü karısının gözlerindeki o tomurcukları.

Kadının çenesini kavrayıp başını kaldırdı ve alnından usulca öptü. Çalışma saatleri içinde, işyerindeki kimliklerine büründükleri zamanlar asla birbirleriyle yakınlık kurmazlardı. Şu an gerçekleşen bu sahne meslek hayatlarında bir ilkti.

“Onu hiç böyle görmedim.”

“Çünkü daha önce hiç âşık olmamış, sevdiği kadını kaybetmenin eşiğine gelmemişti, Melekçiğim.”

Melek Hanım başını sallayıp, “Doğru,” dedi. “Onu bulabilecek miyiz Cihan? İki gün oldu, sahadaki kimseden haber gelmedi. Korkmaya başladım.”

Cihan Bey de üzgün, gergin, öfkeliydi ama her zamanki gibi sakin görünmeyi başarmaya çalışıyordu. “Bulacağız. Başka bir ihtimali düşünme bile,” deyip karısının elini güven vermek ister gibi sıktı. Ardından onun çıktığı odaya girdi.

Odanın ortasına konumlanmış oldukça büyük masaya ilerleyip oğlunun sağ çaprazına, masanın başına oturdu. Hiç ses etmeden göz ucuyla ona baktı. Çatık kaşlarının altından duvardaki dev ekrana yansıtılan kayıtları tekrar tekrar izlerken, bir yandan da saçlarını karıştırıp ara ara da çekiştiriyordu. Ancak bu hareketleri bilinçsizce yaptığı belliydi. Gözleri kamera kayıtlarını izliyordu fakat aklı bambaşka yerdeydi. Nerede olduğunu da gayet iyi biliyordu.

“Andaç gelecek az sonra. O gelene kadar biraz dinlen, Metehan. Sonra devam edersin.”

Sözlerine itiraz edecekti ki babasının keskin bakışlarını görüp söylemek istediklerini yuttu. Biraz hava almak, kafasını toplamasına yardım edecekti, farkındaydı. O yüzden ayaklanıp, kapıya yönelirken parkasını üstüne geçirdi, ceplerini yokladı. Sigara paketini kumaşın üstünden hissedip yürümeye devam etti ve dışarı çıktı.

Binanın arka kapısından bahçeye ulaşıp, çimlere basarak ilerledi ve en uzak, en tenha yere gidip oturdu. Sırtını bahçe duvarına dayayıp gözlerini kapadı. Karnına doğru çektiği bacaklarına sardı kollarını ve başını eğip dizlerine alnını dayadı.

Öylece kaç dakika durdu, bilmiyordu. Ancak kendine gelmesini sağlayan şey Andaç’ın dokunuşu olmuştu. Yanına oturmuş, omzunu usulca kavramış olan dostuna baktı ifadesizce. Onun uzattığı sigarayı alıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Çakmağı çakan dostuna doğru eğilip sigaranın ucunu tutuşturdu.

İkisi de uzun süre hiç konuşmadı. Tek yaptıkları peş peşe sigara yakmak, içmek ve söndürmekti.

“Seyfettin amca nasıl? Meliha anne? Birce ve Sinem?” diye fısıldarken yalnızca kendisinin değil, birçok kişinin şu an Nazenin için korktuğunu, endişe duyduğunu hatırladı. Yüreğindeki ağırlık daha da arttı sanki bu aydınlanmayla.

“İyi değiller. Hiçbiri iyi değil,” deyip susan Andaç sessizce önüne bakıyordu. Derin bir nefes alıp yeniden konuştuğunda, sesinin titremesine engel olamamıştı. “Babam buraya gelmek ve operasyonu takip etmek istiyor, annem onu göndermek istemiyor ve kızı için ağlıyor. Birce ve Sinem mahvolmuş durumda. Sürekli ağlıyorlar, mantıklı düşünme diye hiçbir şey kalmadı onlarda. Kerem kafayı yedi desem abartmam.”

Metehan usulca, “Sen?” dedi ve başını çevirip can kardeşine baktı.

O da aynı şekilde, “Sen?” diye sorunca yine sustular. Bir süre daha sessizlikle geçip gittiğinde ilk konuşan Andaç oldu. “Kardeşim lan o benim. Gözümden sakındığım, yıllarca bir soluk mesafesinde gezerek koruduğum, yanına hiç kimseyi yakıştıramadığım, herkesten kıskandığım… Canım o benim. Şimdi nerede ve ne halde olduğunu düşünmek…” derken sesi titremiş, gözlerinden yaşlar süzülecek gibi olmuştu ama tutmuştu Andaç, onları tutmayı başarmıştı. “Sen nasılsın peki?” diye tekrar sorusunu yinelediğinde, Metehan başını sağa sola salladı belli belirsiz.

“Bomboş, yalnız, korku dolu, öfkeli…” Durup Andaç’ın gözlerine baktı. “Ve çok âşık ama sevdiği kadını kaybetmiş gibiyim.” Başını yeniden dizlerine yaslayıp içindeki tüm nefesi verdi tek seferde. “Onu istiyorum. Yeniden kollarımın arasında ve sağ salim şekilde istiyorum, Andaç. Bir daha yanımdan ayırmamak için içime katıp saklamak istiyorum,” deyip bir anda ayaklandı ve elini ona uzattı. “Hadi. Daha çok işimiz var. Kalk,” deyip Andaç’ı kaldırdı. Binaya geri dönmek için yürümeye başladı. Andaç ise birkaç adım önünden ilerleyen dostuna, onun sakinliğine, sağlam durmaya çalışmasına şaşırmıştı. Normalde Metehan’ın ortalığı kasıp kavurması, yıkıp dökmesi gerekirdi. Ancak hiç öyle tepkiler vermiyordu.

Sanki duyguları alınmıştı ya da donmuştu. Gözlerinin feri bile sönmüş, gözbebekleri matlaşmıştı. Tüm duygularını kapatmış, yalnızca Nazenin’i bulmaya odaklanmış gibiydi. Metehan’ın nerede patlayacağını kestiremiyordu. Ancak yaşayacağı o duygu patlamasıyla bulunduğu ortamı yerle bir edeceğini, onun da yerle bir olacağını tahmin ediyordu. O yüzden ürkek ürkek bakıyordu dostuna. Her an tetikte bekliyordu.

Ancak beklediği o isyan, o yıkım ve yıkılış aradan iki gün daha geçmesine rağmen hâlâ gelmemişti. Toplam dört gündür Nazenin’den de haber gelmemişti. Metehan yemiyor, içmiyor, uyumuyor, dinlenmiyor, harekât merkezini terk etmiyor, sadece bir haber almayı bekliyordu.

Oturduğu masada kaçıncı günü geride bıraktığını düşünmek bile istemiyordu. Çünkü düşünürse Nazenin’in kaç gündür o adamın elinde olduğunu da hatırlatacaktı kendine ve iplerini koparmak üzere olan beyni infilak edecekti.

Sıkıntılı bir iç çekip, şakaklarını ovarken başına saplanan ağrıyla, Nazenin’in migreni tutmuştur kesin, diye düşündü. Önündeki kâğıda not düştü: Migren atağı yaşayabilir.

Sağlık ekiplerine iletilecek bilgiler, diye yazan kâğıttı bu. Üstüne birçok şey not almıştı. 31 yaşında kadın, kan grubu 0 Rh +, 1.60 boy, 48 kilo, bilinen bir alerjisi yok, hastalığı yok, kullandığı ilaç yok.

Notlara tekrar tekrar bakıp, unuttuğu bir şey var mı diye düşünürken, “Güzel oğlum, canım…” diyen annesini duydu ve başını kaldırdı. Melek Hanım oğlunun not aldığı kâğıdı görüp, dudaklarını kemirirken içi bir tuhaf olmuştu. Her ihtimale karşı hazırlık yapıyordu oğlu. Zor da olsa yutkunup soluklanırken fısıldadı. “Eğer Nazenin seni böyle görürse çok kızar. Kendini neden harap ettin bu kadar, der. Yanılıyor muyum?”

Metehan bu sözlerle resmen acı çekip yüzünü buruşturdu. Derin bir nefes almak istedi ama alamadı. Melek, oğlunun canını yakmak istemiyordu. Ancak onu dinlenmeye ikna etmek istiyordu ve aklına gelen tek yol buydu.

“Anne, yapma. Deme bunu,” derken yüzünü öfkeyle sıvazlayıp uzayan sakallarını tırnaklarıyla ters düz etti. Ardından aynı şeyi saçlarına da yaptı.

Melek Hanım onu durdurmak için ellerini tutacaktı ki ayaklanıp odanın içinde yürümeye başladı bu kez. Gözbebekleri yorgunluktan küçülmüş, gözünün beyazını kan bürümüş, gözkapakları davul gibi şişmişti. Hiç iyi görünmüyordu.

“Nerede bu kız? Nerede? Nereye götürdüler onu? Ne yapacaklar?” deyip olduğu yerde sallandı bir süre. İçinde yükselen öfke gözlerine ulaştığı esnada önündeki masaya bir yumruk indirdi. Az evvel oturduğu deri kaplı tekerlekli koltuğu kaldırıp duvara savurdu. Melek Hanım hızla ayaklanıp ona doğru adımlayacaktı ki belini kavrayan kol durmasını sağladı.

“Dur. Dur, Melek, dur.”

“Cihan…”

“Dur, yavrum. Atsın öfkesini. Yoksa kendini yiyip bitirecek,” dedi Cihan. Metehan küfürler savurup içindeki isyanı gün yüzüne çıkarmak ister gibi bağırdı. Masayı, o koca ceviz ağacından yapılma masayı kaldırıp attı.

Sinirle başını tutup, “Nerede bu kız?” diye öyle bir bağırıyordu ki sesi her yerden yankılanıyordu sanki.

Sonra bir anda durdu. Dermanı kalmayan bacaklarının üstüne boş bir çuval gibi yığıldı. Başı hâlâ ellerinin arasındayken dizlerine doğru kapandı. Olduğu yerde usul usul sallanıyor, sadece sevdiği kadının adını sayıklıyordu.

Bu görüntü karşısında ne Melek Hanım ne Cihan Bey duygularına engel olabilmişti. İkisinin de gözlerinden bir damla yaş düşmüştü sessizce. Oğlunu böyle görmeye daha fazla dayanamayan Melek Hanım geri geri adımlayarak, dışarı çıkarken Cihan Bey ise oğluna yaklaştı. Önüne tıpkı onun gibi diz çöktü ve kollarını sardı evladına.

“Oğlum…” dedi titrek ama dolu dolu bir sesle. “Bulacağız Nazenin’i. Kızımızı o soysuza bırakmayacağız.”

“Nasıl bulacağız? Ne halde bulacağız? Ne yapacak ona? Şimdiye kadar ne yaptı kim bilir!” derken başını kaldırmış, karanlık tavana bakıyor ve içini çeke çeke ağlıyordu Metehan.

“Aslanım…” deyip onu avutmaya çalışsa da Cihan da aynı soruları kendine soruyordu. Nazenin’i elbet bulacaklardı ama nasıl, ne halde, neler yaşamış, görmüş olarak bulacaklarını kestiremiyordu. Zait’in ne kadar manyak, psikopat, kindar ve acımasız olduğunu biliyorlardı.

Bildikleri şu an oğlunu toparlamazdı ama ona yalan da söyleyemezdi. Onun yüzünü kavrayıp, gözlerine bakarken gözyaşlarını usulca sildi.

“Sana onu getireceğime söz veriyorum. Ama…” deyip durdu.

Metehan yine acı içinde kıvranıp, “Ama!” diye bağırdı.

Yarasız beresiz, kötü şeyler yaşamamış, görmemiş biri olarak getireceğim, diyemem, oğlum. Bu düpedüz yalan olur.”

“Ona ne yapacak? Dövecek mi? İşkence mi edecek?” Durup bir diğer ihtimali düşünürken ellerini önce yumruk yapmış, ardından kendi boğazına sarılıp üstündeki parkanın yakasını açmaya çalışmıştı. “Ya dokunursa?” Dili varmamıştı ya tecavüz ederlerse, demeye. Ama bu sözlerinden de kendini parçalarcasına hareketlerinden de anlamıştı Cihan, oğlunun aklından geçenleri.

Dişlerini sıkarak, bir yandan da oğlunun yakasını açıp, nefes almasına yardım ederken gözlerine baktı. “Sakın…” dedi. “Sakın bir daha bunu aklına getirme. O pislikler kızıma dokunamadan alacağım onu. Duydun mu beni? Şimdi kalk ayağa. Toparla kendini. Sen toparlan ki ben de seninle değil, kızımı bulmakla ilgilenebileyim.”

Metehan bomboş bir ifadeyle ona bakıp başını salladı. Bir süre sonra yine aralandı titreyen dudakları. “O Ankara’dan dönerken… Çok kızgındım. Öylece gitmesine izin verdim. Sarılmadım, öpmedim, koklamadım. Gözlerine bakmadım. Kırgın gitti,” deyip pişmanlıkla alnını babasının göğsüne yasladı. “Aradı beni ama doğru düzgün konuşmadım. O gün mesaj attı. Seni seviyorum. Dikkat et, diye yazmış. Daha fazla uzatma, Metehan, cevap ver, dedim kendi kendime. Cevap verdim ama görmedi. Göremedi. Seni seviyorum, demiştim. Geç kaldım ama. Göremedi.”

İnsan zamanın ne getireceğini bilemezdi. Bir dakika sonrasına bile ertelediğimiz şeyleri yapacağımızın garantisi yoktu. Çünkü hayatın kuralı buydu. Bu kuralı ise hep geç kalınca hatırlar, pişmanlığın ateşinde son nefesimize kadar cayır cayır yanardık.

Oğlunun pişmanlıkla yanışını izleyen Cihan onun başını okşayıp öptü. Tıpkı çocukluğundaki gibi. Yaşı kaç olursa olsun bu koca adam onun çocuğuydu çünkü.

“Nazenin kız, senin onu deli gibi sevdiğini biliyor, aslanım.”

Başını kaldırıp, umut dilenircesine baktı babasına. “Biliyordur, değil mi?” dedi.

“Biliyor. Ve bildiği için dayanacak. Sana gelmek, kollarına dönmek için dayanacak.”

Metehan yüreğine fısıldanan bu umutlu sözlerle tebessüm etmeye çalışırken, “Daha tatile gideceğiz,” dedi. “Sonra ben sanki çok vaktimiz varmış gibi salaklanmayı bırakıp ona evlenme teklif edeceğim. Uyuz babası iyileşip karşımıza oturacak, vermem, diyecek ama biz her türlü alacağız,” dedi titrek sesiyle. Gözyaşları ise yanaklarına usul usul akıyordu.

“Tabii, oğlum. Daha düğün yapacağız. Şöyle anlı şanlı, davullu zurnalı. Seni damatlıkla, Nazenin’i gelinlikle göreceğiz. Karşılıklı zeybek oynayacağız baba oğul. Milletin götü geçecek bize bakarken,” dediği anda ikisi de kahkahayı basmıştı. “Bizim deli kız o manyak arkadaşlarıyla Ankara havası oynayacak. Pavyoncular…” Bu hayalle bir kez daha gülerlerken Cihan Başkan iyice gaza gelmişti. “Torunlarım olacak ulan benim. Dede olacağım daha. Emekli olamadım ama onlar doğsun, olacağım. Sıçarım işine. Tam zamanlı dede olup torunlarımı büyüteceğim. Melek de torunları olunca emekli olmaya ikna olur, bak gör. Ama gıcık Seyfettin’le ne kavga ederiz, he… En çok seni mi seviyorlar beni mi diye!” Son sözlerle yüreğindeki o ağırlık baş gösterdi Cihan’ın. Dostunun hâlâ hastanede olduğunu hatırlayıp yüreği yandı. “Hele bir ayağa kalksın da. Onu da emekli edeceğim, ulan. Emekli ikramiyesine de Marmaris’ten, bizim evin yanından evi aldıracağım ona, bak gör.”

Hem gülüp hem için için ağlarlarken sarıldılar birbirlerine. Bu sırada yanlarına yaklaşan adım seslerini duydular. Ardından da boğuk, ağlamaklı tanıdık sesin sözlerini.

“O hayalleri gerçekleştirmek için kızımı bulmamız lazım, beyler. Hadi!” diyen Melek Hanım, ikisine de şefkatle ve gururla bakıyordu. “Ayrıca bu hayallerinizi Nazenin duysa size küfrederdi. Bana sordunuz mu amına koyayım, diyeceğine adım kadar eminim. Bir de torun değil, torunlar hayali kurmuşsunuz, kaç tane doğuracağıma da karar vermişsiniz, derdi kesin.”

Metehan annesinin bu sözleriyle kahkaha atıp başını tavana doğru kaldırdı. Yüzünü sildi usulca.

“Tam da gelinini tarif ettin, Melek Hanım. Aynen öyle derdi kesin.”

“Diyecek. Ama bize ne. Hayal kurmak serbest sonuçta. Sövsün sövebildiği kadar,” deyip kıs kıs gülen Cihan, oğlunun yüzünü yeniden kavradı. “Ne bitmesi ne gitmesi ne ölmesi, aslanım,” derken ayaklandı. “O iti öldüreceğiz. Kalk ayağa.”

***

Babasının desteğiyle ayaklanan Metehan dışarı çıkıp hava almış, biraz olsun sakinleşip harekât merkezine öyle dönmüştü. İçeri girdiğinde ise kendisini bekleyen sürprizle günler sonra ilk kez yüzü güldü. “Seyfettin amca,” dedi gayriihtiyari. Seyfettin Paşa oturduğu yerden yavaşça ayaklanırken, Metehan ona doğru adımlayıp, “Kalkma,” dediyse de dinlemedi Paşa. Doğrulup bekledi onu. Sonra sessizce durup kollarını açtı ve sımsıkı sarıldılar birbirlerine.

“Ortalık biraz dağınıktı,” diye fısıldayan Seyfettin, onun ensesini sıkı sıkı tutup şakağına dudaklarını bastırırken dudakları titriyordu. “Nazenin Hanım dağınık sever. Onu aratmayayım dedim,” demesiyle Seyfettin hem gülmüş hem de ağlamanın eşiğine gelmişti. Peş peşe içini çekip soluklanmaya çalışırken, “Kızımı bulacağız, aslanım,” dedi. “Hepimiz ona kavuşacağız. Başka bir şey düşünme sakın.”  Ancak bu sözleri ona değil de kendine söylüyor gibiydi.

Metehan onun sırtını sıvazlayıp, “Kızını bulup getireceğim, Paşa’m,” dedi. O sırada içeri giren Demir hepsinin dikkatini çekmeyi başarmıştı.

“Elif Hanım, siz şunu açın,” diyerek elindeki belleği Cihan ve Melek’in kızı, Metehan’ın kız kardeşi Elif’e vermişti.

İstihbarat adına çalışan ama dışarıdan bakıldığında normal bir hayat yaşayan bilişimcilerdendi Elif. Annesi tarafından yıllarca bunun için eğitilmişti. Günlük hayatında bir şirkette çalışırken aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatı adına da çalışmayı sürdürüyordu.

Elif, Demir’in elindeki belleği alırken adamın gözlerine tedirginlikle baktı. Bakışları âdeta bunun içinde ne var, der gibiydi. “Bu ne?” diye sordu.

“Ben de bilmiyorum. Az evvel kurye tarafından güvenliğe bırakılmış. Kurye sorgulandı, kimlik bilgilerine bakıldı ancak normal biri. Olup bitenle alakası yok. Kargoyu getirme şanssızlığını yaşamış, hepsi bu.”

Elif başını sallayıp, belleği önündeki bilgisayara yerleştirirken, annesi de yanındaki bilgisayarın başına oturmuş, bir şeyler yapıyordu.

“Yer tespiti yapabileceğimiz en ufak bir ipucu da olsa bulmaya çalışacağım,” diye ne yaptığını açıklayan Melek Hanım, kızına usulca başını salladı ve Elif görüntüyü dev ekrana yansıttı.

Ekranda Zait belirdiği an hepsi küfretmeye başlamıştı. Dişlerini ve yumruklarını sıkmış, ekrana öfkeyle bakan Metehan’ın omzunu, birkaç saat önce yanlarına gelen Albay Kutluhan Kutalmış tutuyordu. “Sakin, aslanım,” diye de fısıldıyordu. Andaç’ın gözleri ise ekran ve babası arasında mekik dokuyor, ona yine bir şey olmasının korkusunu iliklerine kadar yaşıyordu.

“Seyfettin… Ölmemişsin,” diyen Zait bir süre kahkahalar atarak güldü. “Buna ne kadar sevindim, bilemezsin. Çünkü kızına yaşatacağım her şeyi görmeni istiyorum.”

Kenara çekildiği an içeride derin bir sessizlik oluştu. Elleri ve ayaklarından zincirlerle bağlanıp havada asılı şekilde duran Nazenin’i herkes net bir şekilde görebiliyordu. Metehan çenesini ve dişlerini kilitlenircesine sıkarken dişlerinden çıkan gıcırtı sesi odaya doluyordu.

Gözlerinde öfke ve korku aynı anda gezerken, “Piç kurusu!” diye var gücüyle bağırıp ekrana doğru atıldı. Eğer yapabilse o ekranın içinden geçip Zait’i öldürür, Nazenin’i ise kollarına alırdı. “Allah’ın cezası it. Orospu çocuğu!” Bağırarak, ekrana hamle yapmaya devam ederken, Demir ve Kutluhan Albay bedenini sarmış, onu tutmaya çalışıyordu.

Seyfettin Paşa kızının görüntüsüne bakıp, sessizce gözyaşı dökerken Andaç şok geçirmiş gibiydi. Ne tepki veriyor, ne konuşuyor ne de başka bir şey yapıyordu. Cihan Bey’in bakışları ise oğlu, kızı, karısı ve Nazenin’in görüntüsü arasında gidip, gelirken, “Elif, çıkmak istersen…” dedi ama gözlerinden akan yaşlarla yüzü ıslanan kızı başını sağa sola salladı.

Melek Hanım da görüntü karşısında donup kalmış, feryat edercesine bağırıp küfürler savuran oğluna acıyla bakıyordu.

O anda Zait, “Yılların intikamını alacağım,” dedi. “Sabırla beklediğim gün geldi.”

Başını yana çevirdi ve hafifçe oynattı. Daha o anda Nazenin’in bağlı olduğu zincirler hareketlenip gerilmeye, onun ufacık bedenini germeye başladı. Kolları ve bacakları son noktaya kadar açılıp muhtemelen ona dehşet bir acı veriyordu ama Nazenin asla ses çıkarmıyordu. Zincirlerin çıkardığı şıngırtı sesi durdu. Nazenin dakikalarca o vaziyette kaldı. Ancak beş dakikanın sonunda başı önüne düşüverdi. Acıdan bayıldığı belliydi.

Bu video çekilene kadar bunu defalarca yaşamış olduğu da belliydi. Yüzü gözü acıdan, yorgunluktan çökmüştü resmen. Kamera ondan epey uzak olsa da fiziksel durumunun içler acısı olduğu anlaşılıyordu.

Nazenin’in başı öne düştüğü anda Metehan tüm feryadını bastırmak için yumruğunu ısırmış, Andaç ekrana arkasını dönmüş, Melek Hanım gözündeki yaşları tutamamış, Elif ise daha da ağlamıştı sessiz sessiz. Seyfettin Paşa ise başını önüne eğip, içini çeke çeke ağlarken, Cihan onun omuzlarını tutup sarmıştı.

“Seyfettin… İzleme. Hadi git. Andaç götürsün seni. Andaç, hadi oğlum,” diyerek onu kendine getirmeye çalıştı bu kez. Ama ne Seyfettin kıpırdadı yerinden ne de Andaç. İkisi de bu isteğine sessizce karşı çıktı.

Kayıt birkaç saat sonrasına geçiş yaptığında odaya yine derin bir sessizlik çöktü. Hepsi korkarak ekrana bakıyordu. Ne yapacaklardı ona?

Zait bu kez Nazenin’in yanındaydı. Havada duran ve başı öne düşmüş olan kadının saçına dokunup, “Güzel parça,” dediğinde, ne Metehan’ı ne de Andaç’ı tutabildiler. Biri sandalyeyi alıp duvara fırlattı. Diğeri az ilerideki daha küçük bir masayı tek hamlede ters çevirdi.

O esnada Nazenin ise ilk kez gözlerini aralayıp, “Bana dokunduğun o elini bile sikecekler, biliyorsun, değil mi?” diye fısıldadı. Söylediği sözlerle herkese derin bir nefes aldıran Nazenin için bu, ben iyiyim, demek gibi bir şeydi.

Metehan gülmekle ağlamak arasında bir yerde, “Aferin kızıma,” dedi.

Andaç da, “Nazo bildiğimiz gibi,” dedi. Ancak o an için unuttukları bir diğer şey, Zait’in ne kadar acımasız olduğuydu. Nazenin’in çenesiyle yanağı arasına sağlam bir yumruk indirdiğinde, hepsi yine susmuş ve dişlerini sıkmıştı.

Metehan dokunmaya kıyamadığı o ufak tefek yüze, gamzeli al yanaklara inen yumrukla gözlerini kapatıp saçlarını var gücüyle çekti. Hiçbir şey yapamamanın verdiği azapla yüzünü sıvazlıyor, “Geberteceğim seni, Zait,” diye fısıldıyordu ki kulaklarına dolan çığlıkla donup kaldı. Zerre kadar kıpırdamıyor, nefes almıyor, yalnızca kulaklarına dolan o acı dolu çığlığın son bulmasını bekliyordu. Gözlerini, ne göreceğinin korkusuyla aralayıp ekrandaki görüntüye baktığında, tuttuğu nefesini bir anda verdi.

Nazenin’in sarsılan bedeninin bağlı olduğu zincirlere rağmen yaşadığı acıyla ve vücuduna verilen elektrikle sarsılışını gördü. Sevdiği kadının yüzü ortamın loş ışığından ve kameranın mesafesinden dolayı net görünmüyordu. Ama çok fazla acı çektiği aşikârdı. Yüzündeki ve bedenindeki kasılma, attığı çığlıkla birlikte bunu zaten ayan beyan ortaya seriyordu.

“Yeter, yeter, yeter! Dur. Dur, ulan, dur!” diye bağırıp ekranın önüne geldi. Ancak ayakta duramayıp dizlerinin üstüne yıkıldı. “Dur, dur artık, dur! Öldüreceksin, Allah’ın cezası herif, dur artık.” Kendi kendine sayıklıyor, yumruk yaptığı ellerini dizlerine vuruyordu. Nefes almaya çalışıp, bir yandan da usul usul sallanırken Zait’in adamları durdu. Elektriğin kesilmesiyle Nazenin’in de dermanı kesildi yine ve başı öne düştü. Bayılmıştı.

“Çözün!” diye bağıran Zait’in emriyle, Nazenin’i kol ve bacak bileklerinden tutan zincirlerin kelepçeleri açılıverdi. Bulunduğu yükseklikten öylece yere doğru hızla yaklaşan bedeni izleyen herkes ayağa fırlamış bağırıyordu.

Kimisi, “Hayır!” diye, diğeri ise “Lan!” diye feryat ederken Nazenin’in baygın bedeni zemine güm diye bir sesle çakıldı. Beton zemine iki metreden daha yüksek bir mesafeden düşmüş, hiçbir dirayet gösteremediği için başı hızla zemine vurup resmen iki kez de sekmişti.

Yere akmaya başlayan ve gittikçe çoğalan kan ufak bir birikinti oluşturmuştu bile. İki adam onu kollarından tutup yerden kaldırdıklarında, yüzünü kaplayan kandan başka bir şey görünmüyordu. Kameranın kadrajından sürüklenircesine çıkarılan Nazenin’in bedeninin şokunu atlatamamışlardı ki Zait ekranda göründü.

“Yaptıklarının bedelini ödüyorsun, Seyfettin. Ailemi, karımı, kızlarımı benden aldın. Ben de senden karını, doğmamış kızını aldım. Şimdi sıra kalan son borçta. Ama kafasına sıkmadan önce daha eğleneceğimiz, keyif alacağımız…” deyip pis pis güldü. İma ettiği şeyi anlayan herkesin yine her zerresi donmuştu. “Ya da benim ve buradaki erkeklerin eğleneceği, keyif alacağı demeliyim. Çok vakit var. Bu sadece başlangıç.”

Metehan, midesindeki kaynama hissiyle bulundukları odadan çıkıp koşar adım lavabolara doğru yöneldi. Bulduğu ilk kabine girip öğürdü. Günlerdir bomboş olan midesinden hiçbir şey çıkmıyordu. Acı mide suyu dışında.

Nazenin’i gördüğü hal ve onun çığlıkları, ne gözünün önünden ne de kulaklarından gidiyordu. Zait’in ima ettiği şey ise Metehan’ın kalan son mantık kırıntısını yok etmişti sanki. Ona tecavüz edeceğini, oradaki tüm erkeklerin bunu yapacağını söylüyordu.

Delirmemek elde değildi ki zaten artık hiç de akıllı değildi. Normal hissetmiyor, davranmıyordu. Lavabodan çıkıp hızla harekât merkezine döndü ve soluğu annesinin yanında aldı.

“Yer tespiti sağlayacak ipucu var mı?”

Melek Hanım zorla yutkunup başını sallarken, “Hayır,” diye fısıldamıştı.

“Nasıl bulamazsınız? Vali kaçırıldı, Vali. İşkence görüyor şu an. Biz bu görüntülerin hangi gün ya da günlerde kaydedildiğini bile bilmiyoruz. Belki de çok daha fazlasını yaptı. Bilmiyoruz. Belki şehit oldu çoktan. Bilmiyoruz. Bu ülkenin istihbaratçıları, bu ülkenin valisini nasıl bulamaz?” diye bağırıp babasına, yani İstihbarat Başkanı’na yürümüş, burun buruna durmuştu.

“Çık dışarı, sakinleşip öyle gel. Sakinleşemezsen de gelme. İşim başımdan aşkın, hepimiz onu bulmaya çalışıyoruz. Şimdi senin sevdalı tavırlarınla ilgilenemem. Çık dışarı ya da sus, bekle.” Metehan duyduğu sözlerle afallayıp, bir yandan da öfkelenirken odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki Cihan Bey ardından, “Nazenin seni terk etmekte haklıymış!” diye bağırdı. Metehan’ın adımları bu sözlerle durdu. Başı koparcasına bir hızla omzunun üstünden babasına döndü. Gözleri alev alevdi. Kahverengi hareleri resmen kızıla dönüşmüştü.

“Ne?” Oğlunun yüzündeki şaşkınlığı, acıyı görse de susmadı Cihan.

“Sen işinle aşkını ayıramıyorsun. O kız seni terk etmekte haklıymış. Seyfettin ve bana gelip duygularıyla işini karıştırıyor, bu onun sonu olacak diye korkuyorum, dediğinde abarttığını düşünmüştüm, yalan yok. Çünkü özel eğitimli bir asker, bir binbaşı bunu yapmaz, demiştim kendi kendime ama Nazenin haklıymış.”

Metehan birkaç saniye daha durup hızla babasına döndü ve büyük adımlarla onun dibine geldi. Bu esnada Albay ve Paşa da ayaklanmış, ikisinin arasına girmeye çalışıyordu.

“Cihan,” diyen Seyfettin’i el hareketiyle durduran Cihan Bey, oğluna bakmayı sürdürüp, “Söyle ne söyleyeceksen,” dedi.

Metehan dişlerinin arasından, “Karını bu halde görsen sen ne yapardın, Başkan?” diye fısıldadı.

“İşimi!” diye bağırdı Cihan Başkan. “İşimi yapardım, Binbaşı. Onu oradan alana kadar işimi yapardım. Alınca da sarıp sarmalar, sevgilisi olurdum, kocası olurdum. Ama önce işimi yapardım.”

Metehan başını usulca sallayıp, “O zaman ben işimi yapmaya gidiyorum,” dedi ve yeniden kapıya yönelirken Kutluhan Albay’a hitaben konuştu. “Komutanım, görev emri istiyorum. Pençe Timi’ne de haber verin. Dağ, taş, tepe gezeceğiz. Nazenin’i bulana kadar. Hazırlıklarını yapsınlar. İki saat içinde Akdağ’da olacağım.”

“Bir yer belirlenmeden sizi sahaya göndermem, Binbaşı.”

Aldığı bu cevapla iyice delirme noktasına gelmişti Metehan. “İşimi yapacağım işte, komutanım,” dedi. “Gönderin bizi.”

“Konum belirlenene kadar beklenecek. Dışarı çık ve emir gelene kadar bekle.”

Emriyle dışarı çıktı. Koridordaki duvarlara öfkeyle yumruklar atmaya başladı. Gözü dönmüşçesine vuruyor, ellerindeki yeni yeni geçen yaralar tekrar açılıp kanıyordu. Ama o buna aldırmadan devam ediyordu.

***

Beşinci günün akşamı bir video kaydı daha gelmişti ancak bu kez mail üstünden ulaştırmışlardı. Herkes nefesini tutmuş, korkuyla göreceklerini beklerken görüntü akmaya başladı.

Depo iyice karartılmıştı. Zincirlere bağlı beden, ışıkları iyice karartılmış ortam sebebiyle hiç görünmüyor gibiydi. Nazenin’in saçları yüzünün her yanına dökülmüştü ve yüzünü kapamıştı. Onu yeniden zincirlenmiş olarak görmek, bitmek üzere olan sabırlarını zorluyordu. Beş gün… Beş koca gün. Yüz yirmi saatten fazla zamandır Zait’in elindeydi ve işkence görüyordu. Daha fazla dayanabilir miydi? Herkes korkuyla bunu düşünüyordu.

Kaydın yapıldığı depoda kati bir sessizlik hâkimdi. İki dakika arayla bağlı olduğu zincirleri zorlayan Nazenin’in sebep olduğu ses dışında başka ses yoktu.

O sırada görüntüye yüzü maskeli biri girdi. Beden yapısına bakılacak olursa erkek olduğu şüphesizdi. Nazenin’e yaklaştıkça herkesin solukları sıklaştı. Nabızları yükseldi. Ona ne yapacaktı? Bu soru büyük bir bilinmezlikten ibaretti. Korkuyla beklemeye başladılar.

O esnada adam belinden bir şey çıkardı. Önce kimse ne olduğunu anlayamasa da bir an için üstüne ışık vurup parlayan şeyin bir bıçak olduğunu fark ettiler. Hepsi ayaktaydı, hepsi nefessizdi.

“Sakın…” diye fısıldadı Metehan. “Sakın.” Ama görüntüdeki adam durmadı. Elindeki bıçağı savurup belinin yanına derin bir kesik açtı. Nazenin’in boğuk çığlığı depoda yankılandı. Ağzına bir şey bağlandığı için sesi net değildi.

Bıçak yedinden havalanıp bu kez göğsünden aşağı doğru ağır ağır ilerledi. Kadının bedeni havada asılı olduğundan yapılan her şeyi görüyorlardı. Ortamın karanlığına rağmen vücudunun neresinin kesildiğini, açılan yaraları anlayabiliyorlardı.

Metehan dişlerini sıkarak masaya yaklaştı ve günlerdir masada duran kâğıda titreyen eline inat not almaya başladı.

Önce, iki metreden beton zemine düştü ve başı darbe aldı, diye yazdı. Bu ayrıntıyı atlamamalıydı. Ardından yazmaya devam etti. Kalçanın sol üstünde bir kesi. Göğüs kafesi boyunca ilerleyen ve karnına ulaşan derin bir kesi, sağ baldırda derin bir kesi…

Boştaki elini yumruk yapmış, masaya vururken sevdiği kadının bedenine açılan yaraların yerlerini not etmeye çalışıyordu. Ona bunu yapan şerefsizin hızına yetişmeye çalışmak, bu esnada Nazenin’in acı dolu çığlıklarını duymak ise ölüm gibiydi ama ölmüyordu Metehan.

Bıçak bir kez daha havalanıp Nazenin’in yüzüne, sol yanağına indiğinde Metehan’ın gözlerinden de yaşlar inmişti yanaklarına doğru.

“Allah kahretsin,” diye fısıldarken alnı masayla buluştu. Kalemi tutan eli de yumruk olduğunda kalem baskıya dayanamayıp kırıldı. Kimse dokunmadı ona. Ya da kimse konuşmadı. Herkes umudunu kaybetmeye başlamıştı sanki. Korkuyla oldukları yere çöküp kaldılar öylece.

Dakikalar sonra başını masadan kaldıran Metehan, kıpkırmızı gözlerini karşısındaki duvara dikip bakıyordu ki irkildi. Elindeki kırık kalemin parçası sol elinin yüzükparmağında derin bir kesi açmıştı ve kan akmaya başlamıştı.

Parmağından akan kana bakarken, aklına Nazenin’in sesinden irkilip parmağını kestiği o an geldi ve kahkahalarla gülmeye başladı. İçi dışına çıkana kadar gülerken etrafındaki herkes ona endişeyle, korkuyla bakıyordu. Akli melekelerini kaybettiğinden şüphe ettikleri belliydi.

Metehan, kan akan parmağını sağ elinin işaret ve başparmağı arasına alıp bir süre sıktı. Ardından parmağındaki boşluğu fark etti. Yüzüğü yoktu. Operasyonlar dışında o yüzük daima parmağında olurdu. Yüzüğü en son nerede taktığını hatırlamaya çalıştı. Ve gözünün önüne bir görüntü geldi.

Cansel’i aldıkları operasyonun ardından Nazenin’le seviştiği anları hatırladı. Bedeni bu düşüncelerle irkildi yeniden. Sonra yatakta uzandıkları esnada yüzüğü ona verdiğini hatırladı. Gülmeyi kesip ayağa fırladı. Cebinden telefonunu çıkarıp Figen’i aradı.

“Figen, bendeki anahtarla Nazenin’in evine gir. Hadi, çabuk.” Herkes neler olduğunu anlamaya çalışıyor, onu dinliyordu. “Girdin mi?” Konuşmayı hoparlöre aldı ve telefonu masaya bıraktı. Çünkü aklına gelen şeyle bedeni uyuşmuş, elleri titremeye başlamıştı.

“Girdim, abi.”

“Nazenin’in yatak odasına gir.”

Figen’in evin içinde koşarken çıkardığı adım seslerini dinlediler.

“Girdim, abi, odadayım.”

Metehan gözlerini kapatıp düşündü. Yüzük nerede olabilirdi?

“Başucundaki komodine bak. Bir yüzük olacak,” dedi. Cihan, Melek ve Elif ayağa fırlamıştı. Heyecanla, umutla, soluksuzca bakıyorlardı ona. “Şu benim hep taktığım yüzük. Kırmızı renk, kare şeklinde, üstünde altın rengi kılıçlar ve aslan kafası olan. Orada öyle bir yüzük var mı Figen?”

Figen çekmecenin içini karıştırıp, “Burada yok, başka nereye bakayım?” diye sordu. Metehan ise sessizce gülüyordu.

“Başka bir yere bakmana gerek yok. Orada değilse…” derken başını çevirdi. Annesi ve kız kardeşi çoktan bilgisayarlarının başına geçmiş, önlerindeki klavyeye dokunuyordu.

“Ne yüzüğü?”

Soruyu soran Seyfettin Paşa’ydı. Olup bitenleri anlamaya çalıştığı ancak anlayamadığı ortadaydı.

“Yanında!” diye bağırıp ayağa fırlayan Melek Hanım, saniyeler evvel masasının yanına gelen kocasına sarılmıştı. “Yanında, Cihan, yanında. Yüzük yanında.” Cihan Bey, hem ona sarılıyor hem de ekrandaki konuma bakıyordu.

“Demir, Suriye ve Irak sınırındaki adamlarımıza haber ver. Az sonra hepsi kendilerine iletilen konuma hareket edecekler. Hemen!” diyen Cihan Bey, karısına konumu yazdırırken şaşkın şaşkın neler olduğunu anlamaya çalışan dostuna ilerledi. Yanına diz çöküp ellerini sıkıca tuttu. “Bulduk kızımızı.”

“Nasıl?” diyen Seyfettin’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

“Metehan’ın yüzüğü…”

“Ne yüzüğü, yahu?” diyen Seyfettin Paşa yorgundu, ağır bir sağlık problemi atlatmıştı. Yatıp istirahat etmesi gerekirken günlerdir kızına yapılan işkenceleri izliyordu. Aklı bu yüzden dağınıktı ve normalde şıp diye anlayacağı şeyi anlayamıyordu.

Göz ucuyla hem dostu Cihan’a hem de odanın ortasında dönüp duran, başını tavana kaldırmış, elleriyle yüzünü kapamış Metehan’a bakıyordu. Oğlu gibi sevdiği bu adam, belli ki sessiz sessiz ağlıyordu.

“Metehan’ın her zaman parmağında olan yüzüğü,’’ deyip soluklanan Cihan Bey devam etti sözlerine. “Metehan pusuya düşüp rehin alındıktan sonra yüzüğüne onu her zaman takip etmemizi sağlayacak bir takip cihazı yerleştirmiştik. Ama Metehan hiçbir zaman o yüzükle operasyonlara katılmadı. İnat herif,’’ deyip dilinin ucuyla da oğluna bir güzel kaydırmıştı.

“Yüzük Nazenin’in yanında mıymış?’’ diyen Seyfettin hâlâ olan biteni anlamak için uğraşıyordu. Bu sırada durumu ancak idrak eden Andaç ise çoktan dostuna yaklaşıp sarılmıştı.

“Bulduk. Sayende bulduk.’’ Gözlerinde yaşlar vardı ama gülüyordu. Metehan’ın yüzünü kavramış gözlerine bakarken hâlâ, “Bulduk,’’ diyordu fısıltıyla.

Metehan da Andaç’a sarıldı.

“Nazenin’in o yüzüğü yanında taşıdığını düşünemedim. Yoksa çoktan bulurduk.”

Andaç kıs kıs gülerek, “Kıymetli yüzüğün neden Nazenin’de?’’ diye sorunca Metehan da güldü. Göz ucuyla Seyfettin Paşa’ya bakıp dudaklarını sola doğru kıvırdı.

“Evlenme teklif etmişimdir belki, olamaz mı?’’ dedi.

Sözlerine herkes kahkaha atarken, Seyfettin Paşa ilk kez normal sayılabilecek bir tepki vererek Metehan’a dümdüz baktı, baktı ve dişlerinin arasından, “Topla, tüfekle, tankla, hatta jetle gel, ulan,” diye  fısıldadı. “Nah veririm kızımı. Hem de bu saatten sonra.’’

“Saatin nesi varmış ya? Ayrıca herkes duydu, değil mi? Paşa’m kız isteme merasiminde top, tüfek, tank ve jet istiyor. Cihan Başkan’ım, hazırlığını ona göre yap bence. Çiçek çikolata kesmeyecek gibi yüzüklerin kurdelesini,’’ diye sözlerini tiye alan ve asla vazgeçmeyeceğini bir kez daha esprili şekilde anlatan Metehan’a bakıp başını hafifçe salladı.

“Kızımı getir önce. O dediğine sonra belki bakarım. Keyfim isterse.’’

Metehan yavaşça ona yaklaşıp dizinin üstüne çöktü ve Seyfettin’in elini kavradı sıkıca.

“Sana söz. Kızını getireceğim, Seyfettin amca. Ve kızını istemek için cümbür cemaat kapını çalacağım.’’

“Cemaat falan deme, aslanım. Sıkıntıya gireriz bak.’’ Yine herkes gülerken Seyfettin ve Metehan sarıldı. “Yüzüğün neden kızımda? Hadi, doğruyu söyle.’’

Hâlâ evlenme teklifi etmiş olma ihtimalini kabullenememesi komikti doğrusu. Eninde sonunda başına gelecek olandan böylesine kaçmaya çalışan birini daha görmemişti Metehan. Başını eğip güldü bir süre, ardından da gözlerine baktı.

“Elimdeki yaralardan dolayı takamayacaktım. Ben de güvendiğim insanda güvenle dursun diye Nazenin’e vermiştim. Yüzüğü yanında taşıdığı aklıma gelmedi. Hatta yüzüğü ona emanet ettiğimi bile unutmuştum.’’

“Yüzüğün gösterdiği konum doğru mudur? Bulduk mu onu? Gerçekten bulduk mu?’’

Metehan bu sorularla başını arkaya çevirip annesine baktı. Hâlâ ekrana bakıp bir şeyleri teyit etmeye çalıştığı belliydi. “Umarım doğrudur, Seyfettin amca. İnan ki biraz daha dayanacak gücüm kalmadı,’’ derken gözlerine dolan yaşları saklamak için başını eğdi.

O esnada Seyfettin onun yüzünü kavrayıverdi. “Çok canı yandı,” dedi. “Çok kötü şeyler yaşadı. Nasıl toparlanacak?’’

Bunun cevabını kendisi de bilmiyordu. Ve gelecekten ilk kez delicesine korkuyordu. Derin bir soluk alıp, başını sallarken, “Hele bir alalım onu oradan, sonra…’’ Yutkundu. “Hep birlikte iyi edeceğiz. Sevginin, ailenin iyi edemeyeceği ne var ki hayatta?’’

Tebessüm etti bu sözlerle Paşa. Onun yüzünü okşayıp, “Sevginin de sevgilinin de iyi edemeyeceği hiçbir yara yoktur, aslanım,’’ dedi usulca. Bundan sonraki en büyük görev senin, der gibiydi sözleri. Metehan da anladığını belirtir gibi başını salladı ve ayaklandı.

Bu sırada Melek Hanım, “Başkan’ım, Irak ve etrafında…’’ deyip durdu ve soluklandı. “Kerkük civarında görevli kim varsa haber verin. Vali Hanım’ın yanındaki yüzük Kerkük’ün kırsalında bir yerde görünüyor. Konumu ekrana veriyorum,’’ dediğinde dev ekranda uydu görüntüsü belirmişti. Görüntüyü büyütüp, netleştirdikçe bir harabe gözler önüne serilmişti. “Sinyal buradan geliyor.’’ Herkes görüntüye ve harabenin bulunduğu sıkıntılı konuma bakarken yine küfürler mırıldanmaya başlamıştı.

“Havadan müdahale, intikal ve benzeri hiçbir şey yapılamaz. Bu, savaş demek olur,’’ diyen Seyfettin Paşa artık ayaklanmıştı. O zehir gibi kafası, planlar yapan, operasyonlar yöneten aklı bu kez kızını o cehennemden sağ salim çıkarmak için çalışmaya başlamıştı. Dimdik duruyordu artık. Sanki günler önce kalp krizi geçirip anjiyo olan kendisi değildi. “Gece yarısı yok olacak ve sınırdan içeri sızacaksınız. Akdağ’daki sınırdan sızma yapacaksınız. Orada bizden birileri sizi karşılayacak. Araçlarla mümkün olduğu kadar dikkat çekmeden devam edecek ve bir noktadan sonra yaya olarak ilerleyeceksiniz. Hareket zamanlarınız kısıtlı olacak. Dikkat çekmemek adına gündüzleri saklanacak, geceleri yol alacaksınız.’’

“O şekilde konumun gösterdiği yere varmamız günler sürer. Ya o zamana kadar…’’ diyen Metehan sustu.

“Başka seçeneğimiz yok, Binbaşı. Yakalanmadan ilerlemenin, iki ülke arasında hiçbir polemik çıkarmamanın tek yolu bu. Şu andan itibaren tek odağınız bu operasyon olacak. Saçlarınızı ve sakallarınızı kesmeyeceksiniz. Onlar gibi görünecek, onlar gibi giyineceksiniz. Hepiniz Arapça bilginizi tazeleyin. İhtiyacınız olacak.’’ Emirleri peş peşe verirken herkes dikkatle onu dinliyordu. “Binbaşı Tuna, Kaplan Timi’ne söyle, hazırlık yapmaya başlasınlar. Binbaşı Kılıçarslan, sen de Pençe Timi’ne haber ver. Tam teçhizat hazır beklesinler. En az on gün yokuz,’’ dediğinde herkes gözünü ona dikmişti.

“Yokuz derken?’’ diyen Andaç duyacaklarından korkuyordu ve korktuğu yanıtı aldı.

“Ben de geliyorum.’’ İtiraz etmeye kalkan herkese elini kaldırıp, susmalarını işaret ederken Albay’a baktı. “Kutluhan, sen de hazırlan.’’

“Emredersiniz, Paşa’m.’’

Cihan Bey hepsine çatık kaşlarının altından dik dik bakıp, “Ulan,’’ dedi sert bir sesle. “Bensiz nereye?’’

Seyfettin bu kez ona dönüp, “Sen nereye, ulan?’’ diye sordu.

Cihan omuzlarını silkip rahat rahat, “Gelin almaya,’’ dediğinde kıkırtılar yükseldi.

“Bu da meraklısı. Al götür şunu, Seyfettin abi. Vallahi al, götür. Alsın, gelsin gelinini,’’ diye isyan eden Melek’in sözleriyle bu kez hepsi kahkahaya boğulmuştu.

Seyfettin kolunu dostuna sarıp, omzunu sıkarken, “Nah alır, onunki boş hayal,’’ dedi ama Metehan yine imalı imalı dudaklarını kıvırdı. “Lan, söyle şu oğluna, bana böyle gülüp durmasın. Kıracağım çenesini puştun.’’

Cihan Bey ikisine de bakıp başını isyan eder gibi salladı. “Bir durun, bir durun artık,” dedi. “Demir, hazırlan, aslanım. Sahaya iniyoruz.’’

“Emredersiniz, Başkan’ım,’’ deyip başını sallayan Demir, arkasını dönüp, odadan çıkmak üzereyken gözleri Elif’i buldu. Bir an için bakıştılar. Kızın masasının yanından geçerken, ufak bir not kâğıdını çaktırmadan klavyesinin altına doğru bıraktı. Elif, gözlerini onunla masa arasında gezdirip yarım bir tebessümü dudaklarına konuk etti.

Tam o esnada, “Elif Hanım, konuma yakın tüm istihbaratçılarımızın bilgilerini ekrana ver bakalım,’’ diyen babasının sesiyle yerinden sıçramıştı.

Demir, kapıdan çıkmadan önce yaşanan bu olaya sırıtırken, “Dikkat çekiyorsun, çekme,’’ diye dudaklarını oynattı. Elif ise gözlerini kaplayan alevlerle baktı ona ve önüne dönüp babasının emrini yerine getirmek için ekrana odaklandı.

“Konuma yakın olan herkesin bilgileri ekranda,’’ dediğinde ekrana odaklanan gözleri fırsat bilip klavyenin altındaki kâğıdı eline aldı. Kuğu şekli verilmiş kâğıda bakıp gülümsedi birkaç saniye ve onu hemen cebine koydu.

“Elif, Mecid en yakın kişi gibi görünüyor. Onunla bağlantı kurabileceğimiz bir yol var mı? Nasıl haberleşiyorsunuz?’’

“Mecid abiyle uzun aralarla haberleşiliyor. Genelde şehir merkezine indiğinde bizi sabit hat telefon üstünden arıyor. Şu an üstünde cihaz var mı bilmiyorum ama ulaşmayı deneyebilirim. Fakat bu büyük bir risk. Eğer yakalanırsa yıllardır uğraştığı görevi tehlikeye girer.’’

“Şu an kimsenin görevi Nazenin’in hayatından önemli değil. Canlarından başka hiçbir şeyin önemi yok. Bağlantı kurmayı dene.’’

Aldığı emirle harekete geçen Elif, bir dakikanın sonunda, “Bağlantı kuruldu,” dedi. “Üstünde telefon var. Arama gerçekleşiyor.’’

Ekranda bu kez, yapılan aramanın ekran görüntüsü vardı. Gözlerini kırpmayan adamlar yine nefeslerini tutmuştu. Saniyeler içinde arama cevaplandığında herkes, “Oh!” diyecek olmuştu ki Mecid’in sinirli sesi duyuldu.

“Kaç gün oldu ya? Kaç gün? Neredesiniz siz? Günlerdir bekliyorum.’’

Bu isyanıyla hepsi birbirine baktı.

“Onu gördün mü? Nazenin iyi mi? Vali Hanım iyi mi?’’

“Sen kimsin?’’ diye sordu.

Sorusuna söven Metehan, “Metehan Kılıçarslan!’’ diye bağırdı.

Mecid, “Kusura bakma, Kılıçarslan,’’ dedi. “Yaşıyor. Ama bu manyakların ne yapacağı belli değil. Ben onu korurum ama benim de ne olacağım belli olmaz. Tek başıma olmaz.’’

“Mecid, sadece göz kulak ol, aslanım. Biz geliyoruz,’’ diyen Başkan’ın sözleriyle durdu.

“Emredersiniz, Başkan’ım. Canım pahasına korurum.’’

Telefon görüşmesi kesildiğinde herkes artık harekete geçmeye hazırdı. Metehan, masanın üstünde Nazenin’in sağlık bilgilerinin yazılı olduğu kâğıdı alıp cebine yerleştirdi. Akdağ’a gitmek için helikopter pistine doğru yola çıktılar.

***

Helikopter Akdağ’a iniş yaptığında, Pençe ve Kaplan Timi kendilerini karşılamıştı. Kaplan Timi’ndeki herkes başları öne eğik, üzgün ve gergindi. Çünkü Vali Hanım onların yanından kaçırılmıştı. Çıkan hengâmede göz gözü görmemiş, her şey saniyeler içinde olup bitmişti.

Seyfettin Paşa gür sesiyle, “Aslanlar!” dedi. “Kaldırın başınızı. Bir daha da sakın ola eğmeyin. Size bir şey olmadı, şükür. Şimdi gidip Vali Hanım’ı bulacağız. Onu sağ salim vatanına, evine, yanımıza getireceğiz.”

Timin yüzbaşısı başını kaldırıp mahcup bir ifadeyle önce Paşa’ya, ardından komutanı Andaç’a ve Metehan’a baktı. “Peş peşe iki patlama oldu,” dedi. “Biz o patlamanın etkisiyle uğraşırken kalabalık geldiler.”

Seyfettin onun omzunu kavrayıp, sıkarken başının üstünü de gururlu bir şekilde öptü. “Size bir şey olsaydı ne yapardım ben? Hepiniz evladımsınız, hepiniz bu vatanının evladısınız. Ayağınıza taş değmesin, aslanlarım,” derken hepsine tek tek baktı ve zorla yutkunup duygularını bastırmaya çalıştı. “Hadi, gevezelik etmeyip işe koyulalım,” demesiyle herkes Pençe Timi’nin mekânı olan hangara ilerledi. Metehan dışında.

Kısa bir an Albay’a ve Andaç’a bakıp, “Bana biraz müsaade edin,” dedi. İkisi de nereye gideceğini anlayıp başlarını salladı. Metehan ise adımlarını lojmana çevirdi.

Dakikalar sonra apartmandan içeri girdiğinde boğazı düğüm düğümdü. Nefesi bedenine yetmez olmuştu. Zar zor yutkundu ve adımladı merdivenleri. Bu merdivenler kavgalarını, küslüklerini ve gözyaşlarını görmüştü. Titrediğinden bihaber olduğu eliyle tırabzanı kavrayıp dairelerinin bulunduğu kata vardığında, Nazenin’in kapısındaki anahtarla bakıştı.

Belli ki Uygur, karısı Figen’i aramış ve anahtarı bırakmasını söylemişti. Figen de o gelmeden bunu yapıp gözden kaybolmuştu. Birce ve Sinem ise günlerdir Bursa’da, Meliha’nın yanındaydı. Ona destek oluyor, bir an yalnız bırakmıyorlardı. Ev günlerdir boştu yani. O günden beri boştu.

Yalnız olduğuna, duygularıyla baş başa olduğuna memnundu Metehan. Sekiz numaralı daireye adımlayıp kapıyı açtı. Günlerdir ayağında olan postallarını çıkardı ve içeri girdi.

Daha ilk solukta duydu sevdiğinin kokusunu ve o anda aktı gözyaşları. Yatak odasına yürürken bacaklarında derman kalmamıştı. O odadan gelen buram buram kokuyu duyuyordu. Aralık olan yatak odasının kapısını usulca açtı ve odaya baktı. Gözünün önüne gelen görüntüler, kulaklarını çınlatan sesler vardı. Nazenin’in kahkahalarıydı kulağındaki o sesler. Işıltıyla gülen, her gülüşünde gamzelerini belli eden görüntüydü gözleri önündeki.

Yatağa yaklaştı usulca ve eğilip burnunu yastığına dayadı. İşte o sevdalısı olduğu koku şimdi daha yoğundu. Ciğerlerine kadar çekti kokuyu. İçinde tutup saklamak ister gibi nefesini tuttu. Gözlerindeki yaşlar yuvarlanıp, yastığa damlarken umursamadı bile. Yatağın yanına çöktü ve sessizce ağladı.

Günlerdir zaman zaman duygularına yenik düşüp gözyaşlarına engel olamamıştı ama böylesine de teslim olmamıştı onlara. Tutmadı kendini, engel olmadı duygularına. Serbest bıraktı ve içi dışına çıkana kadar, sessizliği feryatlarıyla bozulana kadar ağladı, bağırdı.

Dakikalar sonra susup yalnızca iç çekişleri duyulur olduğunda başını kaldırdı ve onu gördü. Komodinin üstünde duran defteri. Kendi defterini. Nazenin’e yazılar yazdığı, ayrı oldukları dönemde onun da yazdığı ama sayfasını kopardığı defterine baktı.

Burada ne işi vardı bu defterin? Sorunun aklından geçmesiyle cevabı da anladı. Defteri telaşla aldı eline. Sayfaları acımasızca çevirdi ve tahmin ettiği şeyin gerçeğiyle bakıştı.

Nazenin, o yokken yine kendisine bir şeyler yazmıştı. Yazıları daha okumaya başlamadan gözlerindeki yaşlar yeniden akmaya başlamıştı. Hızla sildi onları ve görüşünü netleştirmeye çalışıp kadının güzel el yazısına odaklandı.

Sevgilim…

Daha ilk kelimeyle yüreğinden vurulmuştu sanki Metehan. Kulaklarında bu kelimeyi uzata uzata, bastıra bastıra söyleyişi çınlamıştı. Titreyen dudakları aralanıp fısıltıyla, “Sevgilim…” dedi kendisi de. Sanki Nazenin duyabilecekmiş gibi. Ve devam etti okumaya.

Kırgınsın, biliyorum. Hatta daha çok kızgınsın bana. Biliyorum. O görüntüleri izleme amacım gönlünü ya da gururunu kırmak, incitmek değildi.

Kendimi aldığım karardan dönmemeye ikna edebilmek içindi. Şimdi anlıyorum. Her gün o videoyu izledim. Çünkü…

Her gün sana dönmek isteyen yüreğimi durdurmanın tek yolu o videoydu. Onu izleyince duruluyordu yüreğim. Yaklaşma ona. Tekrar canını yakmasınlar, diyordu, sensizlikle yanıp kavrulsa da…

Seni çok özledim. Hayatımda hiçbir şeyi ve hiç kimseyi özlemediğim kadar özledim, Mete.

Sayfanın son bulmasıyla çevirdi yaprağı ve devam etti okumaya.

Kırdığım gönlünden, kırdığım gururundan öpüyorum.

Ve…

Seni çok seviyorum, Binbaşı.

Naz…

Boğazında o kahrolası acı vardı. Yüreğinde o kahrolası ağrı olduğu gibi. Dakikalarca defterdeki son satırlara bakıp öylece oturdu. Sonra defteri yanına bıraktı açık vaziyette. Başını dizlerine dayayıp biraz olsun toparlanmayı bekledi.

Göreve gidecekti. Bu zamana kadar ki en zor göreve çıkacaktı. Duyguları bastırıp aklını, mantığını geri kazanmalıydı. O anda yanına oturan bedenin varlığını hissetti. Ardından da omuzlarına dolanan kolun sıkıca sarılışını.

“Kaldır başını,” dedi çok tanıdık bir ses. Titrek, üzgün ama güçlü bir ses. Kaldırdı başını ve gözleri Seyfettin amcasının gözleriyle buluştu.

Bir an için gözleri yerdeki defterde yazan yazıya ilişti Seyfettin’in. Kızının el yazısını tanıdı hemen. Ürkek bir hamleyle dokundu o satırlara.

Kırdığım gönlünden, kırdığım gururundan öpüyorum.

Ve…

Seni çok seviyorum, Binbaşı.

Naz…

Yazının sadece bu kısmını okudu sessizce ve zorla yutkundu.

Kızının bu deli adamı, bu deli adamın da deli kızını sevdiğini biliyordu elbet. Nazenin’le daha önce Metehan’la ilgili sohbetler etmişlerdi. Ama bu yazıyı görmek, garip bir hisse sebep olmuştu. Kızının içtenlikle yüreğindeki sevdayı yazması, hem mutlu etmişti hem de yüreğini burkmuştu sanki.

Artık onun hayatında sadece kendisi ya da abisi Andaç yoktu. Başka biri daha vardı. Hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri bir Nazenin’i gün yüzüne çıkaran bir adam vardı. O küçük kızı, dünyalar güzeli, dünyaya bedel kızı bir adamı seviyor, sevdiğini söylüyor, yazıyordu. Büyümüştü demek o da. Gözünde hiç büyümeyen kızı büyümüştü. Artık daha net anlıyor, hissediyordu. Ama baba olarak kabullenmesi yine de zor geliyordu.

Parmaklarını satırların üstünde gezdirirken gülümsedi ve yandan yandan Metehan’a baktı. Onun da gözleri o satırlardaydı.

“Bir defteri vardı Nazenin’in…” dedi boğuk sesiyle ve imalı imalı güldü. “Naz mı demeliydim?”

Metehan da aynı şekilde gülüp, “Sizin için Nazenin, dostları için Nazo, benim içinse Naz,” dedi.

Seyfettin Paşa, bu cevaba tekrar gülümsedi. “Ben göreve gidince her gününü yazardı o deftere. Geri döndüğümde verirdi bana. Onsuz kaldığımda yaşadığı her olayı, her duyguyu bileyim diye yazardı. Ne konuşurken ne de yazarken sözünü sakınır, duygularını saklardı. Ama her günün sonunda hep aynı şeyi yazardı: Seni seviyorum, baba.” Bu kez yutkunamadı. Boğazındaki o acıyı bastıramadı. Gözünden düşen yaşı tutamadı. Ama konuşmaya devam etti. “Seni özledim, diye yazardı.” Yine sustu ve Metehan’ın gözlerine baktı. “Artık bana değil, sana yazıyor, öyle mi?” derken burukça gülümsüyordu.

Metehan fısıltıyla, “Ben…” dedi ve devam etti. “Ben ona yazıyordum aslında. Göreve gittiğimde, uzun süre ayrı kaldığımızda ya da bazen yanımda olsa bile.”

Sözleriyle Seyfettin’in yüzünde önce şaşkın bir ifade belirdi, ardından samimi bir tebessüm. Allah biliyor ya, kuldan neden saklasındı? Metehan’ın kızını bu kadar sevdiğini hiç anlayamamıştı. Şu ana kadar.

Yaşını başını almış, meslek sahibi iki insan, ikisi de dikkat çekecek kadar güzel ve yakışıklı. Birbirlerine ilgi duymuşlar. Başka bir şey düşünmemiş, belki de düşünmek istememişti. Şimdi ise görüyordu. Metehan’ın, Nazenin’den bahsederken gözlerindeki o sevgiyi görüyordu. Kendisi Meliha’dan bahsederken, onun adını bile zikrederken, onu düşünürken nasıl parlıyorsa gözleri, Metehan’da da aynı parıltı beliriyordu Nazenin sözkonusu olunca.

Derin bir nefes alıp onu daha sıkı sardı koluyla ve alnından öptü. Böyle seven, sevmeyi bilen, hem de canını, kızını seven adamı ancak alnından öperdi. Sonra ayaklandı ve elini uzattı Metehan’a. “Hadi, Nazenin’i almaya gidiyoruz,” dedi.

Metehan, kendisine uzanan eli tutup ayağa kalktıktan sonra yerdeki defteri de alıp komodine geri koydu. Evden çıkıp kapıyı kilitledi ve anahtarı Nazenin’in ayakkabı dolabının içine bıraktı. O esnada ise ensesinde biten soluğu hissedip irkildi.

“Kızımın evinin anahtarı neden sende, ulan?”

Gözlerini devirip, iç çekerek Seyfettin’e döndü ve ciddiyetle gözlerine baktı. “Anahtarı değil, yedek anahtarı. Ayrıca benim evimin yedek anahtarı da onda,” deyip durdu ve dudaklarını zafer kazanmış gibi kıvırdı. “Sevgiliyiz ya biz.”

“Sıçarım senin çenene, lan,” diyen adam tarafından ense köküne sağlam bir tokat yediğinde Metehan’ın başı öne arkaya sallanmıştı.

“Ya, Paşa’m! Sen ne zaman gerçekten kabulleneceksin sevgili olduğumuzu? Kabullendiklerini unutup unutup yeniden başa sarıyorsun. Bumerang gibisin yeminle. Atıyorum, atıyorum, geri geliyorsun. Bak, anlaşalım.”

“Ben seninle bir sikim anlaşmam, lan. Puşt!” diye bağıran adama bakıp güldü kıs kıs. Burnunun dibine girip gözlerine kararlılıkla baktı.

“Önce B12 ölçümünü yaptırıp eksiği kapaman için tedaviye başlayacağız.”

“Siktir oradan, lan. İte bak. Köpek ederim oğlum seni.”

“Edeceksin zaten, onu anladık. Top, tüfek, tank, jet… Kızını istemeye bunlarla geleceğim. Yaz bunu, Paşa’m.”

“Ulan, Silahlı Kuvvetler’in envanteri sana mı çalışacak, hırt?”

“Bana değil, Paşa babacığım. Sana çalışacak. İstersen Özel Kuvvetler Komutanı’nı hatta Kara Kuvvetleri Komutanı’nı ve hatta Milli Savunma Bakanı’nı da getireyim. Nasılsa tanışıksın hepsiyle. Gelmeyiz, demezler.”

“Kafanı koparırım öyle bir şey yaparsan. Rezil mi edeceksin beni, lan?”

“Sen beni köpek edeceksin ya…” deyip kıs kıs güldü. “Anlaşalım şimdi. Ben senin kızını seviyorum. Kızını senden, annesinden ve saf abisinden Allah’ın emri, peygamberin kavliyle isteyeceğim. Tabii bir de can kardeşi Kerem’den.”

Sözleriyle Seyfettin de gülmeden edememişti. Herkesin gönlünü yapacaktı yani puşt. Kimseyi atlamayacaktı.

“Dedesinden de iste. Kalbin hâlâ atıyorsa bunu ona borçlusun gibi.”

Bu ufak notla başını sallayan Metehan, düşünceli düşünceli, “Doğru,” dedi. “Hâlâ kalbim atıyorsa ve Nazenin’i seviyorsa bunu dedemize borçluyum.”

“Benim kayınbabam, senin nereden deden oluyor, lan?”

“Al işte, yine başa döndük,” deyip yüzünü sıvazladı. “Ya, Seyfettin amca, Paşa’m… Bir sal beni be. Valla bir sal beni. Kabullen. Kızınla evlenecek olan adam benim. Torunlarının babası da benim. Bu yüzü sonsuza kadar görmeye mahkûmsun.”

“Siktir oradan, dümbük. Ne göreceğim ben senin yüzünü! Çok meraklıysa kızım görsün. Ben görmek istemiyorum.”

Cevabına tebessüm eden Metehan, “Hadi, gidelim de görsün artık,” diye fısıldadığı sırada gözünde öfke pırıltıları belirmişti. “Onu biraz daha görmezsem bu şehri baştan sona yakarım, üstüne de mahpus yatarım, Seyfettin amca.”

“Hadi o zaman. Her şey hazırdır. Gidelim.”

Apartmandan çıktılar. Kapıdaki askeri araca geçiyorlardı ki Metehan boğazını temizler gibi yapıp bir yandan da tekrar kıs kıs güldü.

“Görmek istemediğin yüzüme her bayram elini uzatıp, ekşimiş suratınla bana ters ters bakıp el öptüreceksin. Bir de üstüne bana bayram harçlığı vereceksin. Bu anın hayali, on numara hayal.”

“Hayvan herif, kırk yaşında adamsın. Sana bir de harçlık mı vereceğim, ulan?”

“Vereceksin tabii. Bal gibi damat bulmuşsun. Hem çocuklar kaç yaşına gelirse gelsin çocuktur, Paşa babam.”

“Emekli maaşımı Mehmetçik Vakfına bağışlar, aç gezerim, yine de sana bayram parası vermem, aslanım.” Kahkaha atan Metehan’a bakıp kendi de güldü ama hızla toparlanıp sol bacağının arkasına sağlam bir tekme attı.

Hissettiği acıyla yüzünü buruşturan Metehan, “Operasyona giderken yapılacak şey mi bu ama?” dedi.

“Vururum seni, ulan. Topuğundan vururum da gerçekten kostak olur, Kostak Ali Zeybeği’ni rol yapmadan aksak oynarsın.”

“Kızı kafa atar, oğlu yumruk atar, kendisi vurmaya niyet eder… Ben sizinle yaşarken sakat kalırım gibi.”

“Kafan sakat oğlum senin. Akıllı bir adam olsan kızıma gönül düşürür müydün? Salak herif! Bir de kafasına bere taktım bunun. Hem de bordo. Ulan, sana huni takmak lazımmış. Anlamamışım,” dese de onu omzundan yakalayıp kendine çekmiş ve koluyla sıkı sıkı sarmıştı. Araca binip kısa sürede helikopter pistine ulaştılar. Kendilerini bekleyen timlere doğru yürümeye başlayacaklardı ki Seyfettin, Metehan’ın omzunda duran beresini alıp başına geçirdi. “Yürü. Yürü. Bordo bereli salako. Yürü.” İkisi de bu sözlerle gülerken, herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışmış ama anlayamamıştı tabii. Yine de onların bu hallerine gülümsemişlerdi.

“Bordo bereli salako değilim ben. Şapşal bordoyum. Ebem doğumda beynimi elime vermiş. Bana bu bereyi renk katsın diye takmışlar.”

Seyfettin bir an durup sözleri yeniden zihninde oynattı ve haykırırcasına kahkaha attı.

“Nazenin Tuna sözleri diyorsun, ha?”

Metehan, buruk bir tebessümle başını salladı. “Vali Hanım diyorum. Oy verebilsem oyum daima ondan yana olurdu. Ama bizim kız apolitiktir, siyaset sevmez,” dedi ve Seyfettin’i biraz daha güldürdü.

Onca zorluğun, onca acının ve korkunun içinde en zorunu başarmışlardı. Gülmüşlerdi. Duygularını bastırıp dizginlemiş, akıl ve mantık çerçevesine geri dönmüşlerdi böylece. Şimdi kimse Nazenin’in babası, abisi, sevgilisi ya da dostu değildi.

Hepsi Vali Hanım’ın görev arkadaşı, onu yeniden ülke topraklarına, güvenli sınırlara, evine getirecek askerler ve istihbaratçılardı. Helikoptere binerken duygular yerde kaldı, bordolar göğe çıktı.

 

HEMDERT 19.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!