6.BÖLÜM
Boş gözlerle kardeşine bakıyor, açılan ağzını bile kapatamıyordu. Az ileride duran bilgisayarın ekranına çevirdiği bakışları resmen buz tutmuştu.
“Nasıl olur? Arkalarındaydık. Aracın patladığını gördük. Toprak o araçtaydı. Nasıl?” Dönüp dönüp aynı soruyu soruyor, oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Ertuğrul’un uzattığı su bardağını kavramak istedi ama elleri de buz kesmişti. Titriyor, bedeni binlerce duyguyla geriliyordu.
“Abim, sakinleş biraz. Hadi gözünü seveyim, topla kendini.” Diyen Ertuğrul, zorla birkaç yudum su içmesini sağladığı sırada doktor da içeri girmişti. Alparslan’ın bembeyaz yüzüne endişeyle bakarken tansiyonunu ölçtü.
“Tansiyonu çok yüksek. Şuraya uzansın.” Atilla ve Ertuğrul onu yatırıvermişlerdi. Yorgun ve şokta olduğunu belli eden gözleri kayarak kapanırken doktorun sesini yeniden işitti.
“Dilaltı hapı getireceğim. Tansiyonunu düşürmek lazım. Yoksa Allah korusun beyin kanaması, felç gibi şeyler yaşanabilir.” Kardeşleri bu sözlerle sakinliklerini kaybederlerken doktor hızla odadan çıkmıştı.
“Limonlu su getireyim.” Diyerek Ertuğrul da odadan çıkınca, Atilla usulca abisine yaklaştı.
“Abim, iyi misin?”
“Değilim… İyi falan değilim. Ben bunu Bergüzar’a nasıl söylerim? O, aylardır kardeşinin acısıyla yandı. Kendini kapattı, kimseyle konuşmadı. Bir odanın içinde yaşadı. Hâlâ kâbus görüyor. Hâlâ o arabanın patladığı ânı görüyor.” Bir an susup gözlerini araladı ama tavan dönüyordu sanki.
“Nasıl anladınız? Nasıl buldunuz?” sorusuyla Atilla her şeyi anlatmaya başlamak için derin bir nefes aldı. Aklındakiler netleşene kadar sessiz kalmıştı ama artık anlatma vaktiydi.
“Uçuruma doğru indiğimiz yolun sağ tarafında, ağaçların arkasında başka bir yol daha varmış. Patlamadan sonra oraya gidip bir kez daha baktığımda gördüm. Sonra Emniyetteki bir arkadaşımın yardımıyla Mobese görüntülerine ulaştım. O yolun bağlandığı anayola çıkan bir araç vardı. Plakayı sorgulattığımızda Eşref Hulusi’nin aracı olduğunu öğrendik.” Sustu, biraz soluklanıp devam etti.
“Meral oradaydı abi. Araç hızla aşağı inerek gözden kayboldu ve uçurumun kenarına bizden kırk ya da kırk beş saniye önce vardı. İşte her şey o kadarcık sürede gerçekleşti. Meral, araçtan Toprak’ı çıkarıp kendi aracına aldı. Biz oraya vardığımızdaysa patlama oldu. Ayrıca…” anlattıklarını sindirmesi için beklemek istemişti ama Alparslan’ın bekleyecek sabrı yoktu.
“Ayrıca ne? Başka ne buldun da evlerini izlemeye başladın? Hem de varlığından bile haberdar olmadığımız evlerini!”
“Araçtan alınan örneklerde Şoförümüzün DNA’sına rastlanmış ancak Toprak’a dair hiçbir şey yokmuş.” Demesiyle Alparslan’ın gözleri açılıvermiş, doğrulup oturmuştu.
“Nasıl yani? O raporlarda Toprak’a dair de DNA bulunduğu yazıyordu.”
“Bir insan yansa bile yok olmazmış abi. İlla ki kalıntı olurmuş. Şoförün var ama onun dışında tek bir canlı kalıntısı yok. Bunu da öğrenince raporu yazan kişiyi buldum. Ödlek herif öttü zaten. Meral para vermiş, sus payı ve raporu o şekilde hazırlaması için. Bu şerefsiz de işini ‘hakkıyla’ yapmış.” Dediği sırada Ertuğrul geri gelmiş, elindeki limonlu suyu abisine uzatmıştı.
“Şunu iç abi. İyi gelecektir. Doktor da geliyor.”
“Korkma aslanım bir şeyim yok.” Derken arkasına yaslandı ve limonlu suyu içmeye başladı.
“Toprak bunca aydır neden bize ulaşmaya çalışmadı? Onu o evde zorla tutuyor ve dışarıyla bağlantı kurmasını engelliyor olabilirler mi?”
“Muhtemelen öyle. Çünkü ben de bundan şüphelenip önce Ertuğrul’a anlattım. İçeriye adam sızdırdık. Adamımız Toprak’ın bahçeye nadiren çıktığını kısa süre sonra da eve girdiğini söyledi. Başka bir bilgi yok, kızın yüzünü görenler bile sayılı.” Cevabıyla iyice tepesi atmıştı.
“Kızımı istiyorum dedi durdu. Kızı eve hapsetmek, eziyet etmek, özgürlüğünden etmek için mi istemiş? Nerede bu kadın? Meral nerede Atilla?”
“Aynı evdeler. Meral de nadiren dışarı çıkıyor. Arada bir de Eren şerefsizi geliyormuş eve. O arabadan Toprak’ın çıkartılacağını bile bile bize oyun oynadı Allah’ın cezası herif. Meral’le aralarında danışıklı dövüş var anlayacağın.” Üçü de sessizce birbirlerine bakarken Ertuğrul söze girdi.
“Eren, abisinden beter, takıntılı, kindar herifin teki. Dur durağı yok, önünü arkasını düşünmeden aklına eseni yapıyor. Psikopatın teki. O yüzden de Toprak’a yaklaşmaya, yaşadığını bildiğimizi söylemeye korkuyoruz. Ya duyar da ona bir şey yaparsa?” Aynı soru Alparslan’ın aklında da belirmişti ancak Toprak’ı orada bırakamazdı. Ne yapıp edip onu oradan çıkarmanın yolunu bulmalıydılar.
“Aklınızdan ne geçiyor? Bana bunu söylemeden önce bir şeyler planladığınıza eminim.” Dediği sırada doktorun içeri girmesiyle susmuşlardı. Doktor, Alparslan’ın tansiyonunu tekrar ölçüp, ilacı vermiş ve bir saat sonra yeniden geleceğini söyleyerek odadan çıkmıştı.
“Evet, sizi dinliyorum.” Kardeşleri önce birbirlerine sonra da kendisine bakıp akıllarındakini anlatmaya başladılar.
“Öncelikle Meral’i ele alalım. Bu kadının hiç sağlıklı biri olduğunu düşünmüyoruz. Burada hepimiz hemfikiriz. Kadın, kendi kızını öldü gösterip, yanına alacak kadar delirmiş, gözü dönmüş biri. Gelelim Eren’e… Eren desen en az onun kadar ruh hastası biri. Şu an Toprak’a göz yummasının tek sebebi Meral. Meral’den ötürü Toprak’a dokunmadı. Meral’in elinde, Eren’e karşı kullandığı bir koz var. Yani bu iki manyağın kuyruklarını birbirine bağlayan bir şey var. O yüzden de iki çakal birbirini ısıramıyor. Eşref Hulusi Bey ise bu ikisinin yediği haltlardan habersiz diye düşünüyoruz. Meral ve Eren’i birbirine bağlayan ve birbirlerini kollamalarına sebep olan şey her neyse, Eşref Hulusi’nin bundan haberi yok.” Alparslan bir süre sessiz kalıp, Ertuğrul’un söylediklerini düşünmüş, ölçüp tartmıştı.
“Meral, Eren’in bir açığını biliyor. Eren de Meral’in. Birbirleri hakkında her ne biliyorlarsa bu sırlar iki düşmanı dost ediyor. Tabii bir de bizler varız. Hepimiz, bütün ailemiz. Eren de Meral de bize düşman. Onlar da bu durumu şöyle kullanıyor. Düşmanımın düşmanı dostumdur. İyi yönünden bakarsak hayırlı bir işe vesile oluyoruz. Üvey annesiyle oğlunu birbirine yakınlaştırıyoruz.” Deyip bardağındaki limonlu suyu bitirip yüzünü ekşiten Alparslan, gözlerini ovuşturdu.
“Şüpheleriniz, düşünceleriniz mantıklı. O ikisine bakınca insanın aklına iyi ya da sevgi dolu ihtimaller gelmiyor zaten. Fakat bu deliler ittifakının sırları ne? Bunu nasıl öğreniriz? Diyelim ki öğrendik, Toprak’ı oradan sağ salim almamıza yararlar mı? Diyelim ki Toprak’ı aldık, eve getireceğiz. Bergüzar’a bunu nasıl söyleriz? Bir de Toprak’ı alamama durumu da var tabii… Ve biz söyleyemeden Bergüzar’ın her şeyi duyma ihtimali cabası.” Başını koltuğa yaslayıp
“Off… Off Allah’ım.” Derken Atilla araya girdi.
“Babama ve dedeme söyleyelim. Her şey netleştiğine göre onların da haberi olmalı.”
“Arayıp buraya çağır. Durumun acil olduğunu, kimseye çaktırmadan gelmeleri gerektiğini de söyle.” Atilla ayaklanıp, cep telefonunu eline aldı. Süleyman Bey ve Sadullah dede bir saat sonra şirkete gelmiş, soluğu Alparslan’ın odasında almışlardı. Bir şeyler olduğunu gözlerinden anlamış, açıklama yapmalarını beklemişlerdi ancak duydukları ve gördükleri şeyler onları da şoka sokmuştu.
“Bu kadın aklını mı kaçırmış? Hangi anne, evladını öldü gösterir?”
“Bizim de aklımız almıyor. Ne yapacağız, bir akıl verin.” Diyen Alparslan’ın yüzünün rengi hâlâ kireç gibiydi. Sadullah dede torununa bakıp dizini sıvazlarken
“Bunu şimdilik sadece biz bilelim. Evi izlemeye devam edin. Bir şey yapmayın, bekleyin. Sonuçta Toprak, araçtan zorla çıkartılıp o eve zorla götürüldüğünün bilincinde. Biraz zaman geçince ona bir şekilde haber uçurup yanımıza almak için uğraşacağımızı iletin. Sonra onun hareketlerine göre biz de harekete geçeriz.” Demiş, bu fikri hiç sevmediğini yüz ifadesiyle belli eden torununa yeniden bakmıştı.
“Neden bekleyeceğiz diyeceksin evlat biliyorum ama beklemek lazım. Çünkü Bergüzar kızımız bunu duyarsa Allah korusun rahatsızlanır. Zaten yeterince üzüldü. Tam toparlanıyor derken alacağı haberle daha kötü olur. İki canlı. Hem ona, hem de bebeğe bir şey olmasın.” Sözleri herkesi daha derin düşündürmüştü. Sadullah dede haklıydı. Bergüzar bu habere dayanamazdı. Atilla, abisini ikna etmek için
“Abi, dedem haklı. Bergüzar bunu duyar da yaşadığı şokla, stresle doğum falan başlarsa… Bebek çok küçük. Biraz daha zaman geçsin, öyle söyleyelim.” Dediğinde Alparslan, başını elleri arasına alıp var gücüyle sıktı.
“Bu sefer sır saklayan ben olacağım yani. Hem de böylesi büyük bir sırrı saklayacağım. Gözünün içine baka baka ona ‘yapma’ dediğim şeyi ben yapacağım. Onların canı için, öyle mi?” Aylar önce Bergüzar nasıl bir çıkmaza girip, sıkışıp kaldıysa şimdi de Alparslan aynı çıkmazdaydı. Süleyman Bey, oturduğu koltuktan kalkıp oğlunun yanına ilişti ve omzunu kavradı.
“Aslanım, biliyorum zor. Biliyorum hiç istemiyorsun ama şu an çaremiz yok. Neler olduğunu anlayana kadar, Toprak’la bağlantı kurana kadar saklamak zorundasın. Bergüzar yeniden eğitime döneceği için aklı orada, keyfi yerine gelmeye başladı. Bırakalım biraz nefes alsın, bebek de büyüsün.” Süleyman’ın bu sözlerinden sonra uzun bir sessizlik oluşmuş kimse tek kelime etmemişti.
“Hadi artık eve dönelim. Biraz daha gecikirsek Neşe kızım bizi sorguya çeker. Elinden kurtulamayız.” Diyerek ayaklanan Sadullah dede kapıya yönelmişti ki durup Alparslan’a yaklaştı.
“Dağ gibi duracaksın. Tepende fırtınalar kopacak ama belli etmeyeceksin. Konuştuğumuz gibi…” odadan çıkıp giderken Süleyman da babasının ardına düşmüştü.
Gün boyunca ne yapacaklarını düşünüp durmaktan ağrıyan başını taşımakta zorluk çeken Alparslan eve gelmişti. Kapıda durup soluklanırken çatılan kaşlarını, asık suratını düzeltti. Sanki normal bir gün geçirmiş gibi bir ifadeyle eve girmiş, ceketini çıkarıp asmıştı.
“Ben geldim.”
“Hoş geldin, mutfaktayız.” Bergüzar’ın nahif sesi kulağına çalınınca yüreğindeki ağırlık hepten dayanılmaz olmuştu. Fakat zar zor yutkunup bunu bastırmaya çalışarak mutfak kapısına geldi. Çiçek desenli, beyaz bir elbise giymiş, saçlarını özensizce başının üstünde toplamış, tezgâhta bir şeyler hazırlayan sevgilisine bakarken yüzünde gülümseme oluşmuştu.
“Hoş buldum Esmerim. Hem de çok hoş buldum.” Derken adım adım ona yaklaştı, arkasında durup beline sarılırken şakağına uzun bir öpücük kondurdu.
“Mutfaktayız dedin ama… Emine abla yok.” Sağa sola bakınıp Emine ablayı aramasına gülen Bergüzar, beline dolanan ellerden birini kavrayıp göbeğine koydu.
“Mutfaktayız… Oğlum ve ben… Emine ablaya erken gidebileceğini söyledim. Çünkü bu akşam için yemekleri ben hazırlamak istedim. Uzun zamandır mutfağa girmemiştim. Özlemişim.” Alparslan elinin altındaki şişkinliği şefkatle okşarken, dudaklarının bu seferki adresi Bergüzar’ın boynu olmuştu.
“Seni saymayı unutmuşum oğlum. Özür dilerim.” Mırıldanarak söylediği bu sözlere tebessüm eden Bergüzar, Alparslan’ın gözlerindeki kederden, yüreğindeki yangından, vicdanındaki ağırlıktan bir haberdi. Başını usulca çevirip yanağına öpücük kondurdu ama geri çekilmedi ve öylece durdu. Dudaklarının altındaki sakalların sardığı yumuşacık yanağı hissetmek hoşuna gidiyordu.
“Birkaç ay sonra evin içini çığlık sesleri doldururken de oğlunu unutabilecek misin?”
“Yapma Esmerim, ben oğlumu unutur muyum hiç?”
“Unutur musun?” kaşlarını çatıp biraz geri çekilmiş ve tüm ciddiyetiyle Bergüzar’ın gözlerinin içine bakmıştı.
“Bir insan, bir baba, evladını unutur mu?” diyerek sorusuna soruyla karşılık verip devam etti.
“Unutmaz, ben de unutmam.” Bergüzar’ın yaşlar doluveren gözlerine tebessümle bakıp burnunu burnuna sürterken
“Sevdasıyla gönlüme taht kuran sevgilimi de unutmam. İnsan, canından parça, ciğerine nefes olanları unutmaz kadınım.” Demesiyle kolları arasında dönen kadın boynuna sarılıvermişti. Söylediği sözlerin onda eksik kalan aile, anne ve baba kavramlarına bir ok misali sağlandığını anlasa da geç kalmıştı. Gözlerini sımsıkı kapatıp, yüzünü buruşturdu. Bergüzar’ın sırtını usulca sıvazlayıp, şakağına öpücük kondurdu.
“Şşş, gözünden yaş aksın diye söylemedim Esmerim. Özür dilerim.”
“Dileme, çünkü özür dilenecek bir şey söylemedin. Mutluluktan ağlıyorum.” peş peşe iç çekerken, kızaran gözlerini Alparslan’ın gözlerine dikti.
“Ben ve Toprak, görmezden gelinen hatta unutulan çocuklar olduk ama çocuğumun öyle olmayacağını, bizim gibi eksik büyümeyeceğini bilmek mutlu etti. Oğlumuz…” derken ikisinin de gözleri karnına inmişti.
“Oğlumuz, dünyanın en şanslı çocuğu olacak. Çünkü senin gibi bir babası var.” Söylediği her sözle Alparslan’ın yüreğindeki kurak, çorak topraklara baharı getiriyor, çiçekler açtırıyordu. Kendine, hayata, eski sevgilisine kızıp, içine kapandığı onca zaman sevgiden mahrum kalan, yıllarca kimseyi almadığı gönlüne huzuru, mutluluğu getiriyordu sanki. Toprak’tan sonra yara alan her zerresine şifa oluyor, yeniden soluk aldırıyordu.
“En büyük şansı senin gibi bir annesi olacak olması.” Derken boğazı düğüm düğüm oldu. Kardeşine hatta dostlarına anne olan bu kadın, kendi canında can bulan evladına nasıl güzel bir anne olurdu. Hayali bile bambaşkaydı.
“Hadi üstünü değiştir ve sofraya gel.” Diyen Bergüzar’ın gözlerindeki puslu ama sevgi dolu bakışa tebessüm edip yatak odasına gitmek için mutfaktan çıktı.
Yemeklerini yemiş, salondaki koltuğa uzanıp birbirlerine sıkıca sarılarak uzanmışlardı. Bergüzar, Alparslan’a gününün nasıl geçtiğini soruyor, o ise ‘yoğun ve yorucu’ diyerek kaçamak cevaplar veriyordu. Aslında yoğun, yorucu ve aylardır ölü sandıkları kardeşinin hayatta olduğunu öğrendikleri bir gün geçirmiş olduğu aklının ucuna gelmediğinden Alparslan’ın keyfini yerine getirmeye çalıştı. Konuşmadığı günlere inat eder gibi bol bol çene çalıp
“Aaa, biliyor musun bugün üniversitedeki hocalarla konuştum. Haftaya derslere başlıyoruz.” Demesiyle gülümseyen Alparslan yüzünü kavradı ve alnını öptü.
“Sana inanıyorum. Başaracaksın ve zaman kaybı yaşamadan eğitimine devam edip tamamlayacaksın.” Sözleriyle yanakları kızaran Bergüzar, göz ucuyla ona bakıp başını salladı.
“Teşekkür ederim. İyi ki varsın.” Bergüzar’ın kalben söylediği bu sözlerle boğazı düğümlenmiş, yüreğindeki sancı da ağrı da artmıştı ama sessizliğini korumaya devam etti. Sessiz kalmasının asıl sebebi olan oğluna dokunup soluk alırken içinden de
‘Annen senin için onca fedakârlık yaptı. Sen yaşa, sağlıkla doğ diye. Şimdi sıra bende.’ Diye geçiriyordu.
Bu yüzden sustu. Bergüzar’ın eğitimine devam etme heyecanına, oğullarının sağlıkla büyümesinin ve her geçen gün içinde daha fazla hareketlenmesinin verdiği huzura gölge düşürmemek için sustu. Onun yüzü asılmasın diye onsuz olduğu her an kendi yüzü asıktı. Onun yüreği sızlamasın diye ondan ayrı kaldığı her an kendi yüreği sızladı. Gecenin bir vakti aşerdiği her şeyi alıp geldi. İstediği her şeyi ayaklarına sermekten başka hiçbir gayesi yoktu. O, dilinin ucuyla, bazen gözleriyle, bazense nazla niyazla isteklerini anlatıyor Alparslan ise ânında yapıyordu. Bergüzar olan biteni anlamasın diye uğraşırken rol yapmak, hayatları yoluna girmiş gibi davranmak çok zordu. Ama asıl zor olan onun gözlerinin içine bakıp susmak zorunda olmaktı. Rolleri değişince daha iyi anlamıştı sevdiği kadını. Yaşayarak öğrenme dedikleri şeyin böylesi bir gerçekle kendisine ders vermesini istemezdi ama hayat isteklerimizle pek ilgilenmiyordu.
‘Hayat; biz onu planlarken başımızdan gelip geçenlerdir’ demiş ya John Lennon. Doğru söylemişti. Takvimler yaz sonunu gösterip, Bergüzar final sınavlarına girerken, onu kampüsteki bir kafede bekleyen Alparslan bu sözün doğruluğunu düşünüyordu.
Geride bıraktıkları iki ay için ne hayaller kurmuş, ne planlar yapmıştı. Fakat hayatın onlara hazırladığı sürpriz, yani Toprak’ın yaşadığını öğrenmesi ve bunu söyleyememesi tüm planlarını alt üst etmişti. Onca planı arasında bir tanesini atlamak, yok saymak, ertelemek ya da kaçırmak istemiyordu. Diğer planları -uzun bir tatile çıkmak, Bergüzar’la her zamankinden daha çok vakit geçirmek- gerçekleşememişti ancak bu planı gerçekleşmeliydi. Gerçekleşmek zorundaydı.
‘Hadi bunu da boz da sana sağlamından söveyim’ diye sürprizlerle dolu hayatı tehdit etmesi komikti. Ama Alparslan’ın gülecek hâli yoktu. Bergüzar yanında yoksa kendini gülümsemeye zorlamıyordu.
Kafeden aldığı filtre kahvenin bayatlamış olmasını bile umursamadan içerken, fakülte binasından çıkan Bergüzar’ı ve yanındaki iki adamı gördü. Sağında ve solunda ilerleyen o iki adam, yaz başında görüşme yaptığı hocalardı. Muhtemelen sınav sonucu üstüne hararetli bir konuşmaya dalmışlardı. Zekâsına hayran olduğu kadını, hocaları kim bilir hangi sorularıyla darlıyordu.
Konuşmaya kendilerini kaptırmış kafeye doğru ilerlerken, karşıdan karşıya geçecekleri sırada iki hoca da usulca Bergüzar’ı durdurmuştu. Biri kolunu tutmuş, biriyse elini önüne doğru uzatıp resmen bariyer olmuştu. Birkaç araç peş peşe önlerinden geçtikten sonra yolu kontrol edip karşıya geçtiler. İçgüdüsel olarak onu böylesine korumalarına silik bir tebessümle bakan Alparslan ise derince soluk almıştı. Bu kadın, girdiği her ortamda sevilip sayılıyor, korunup kollanıyordu ya… Sevilmeden geçen çocukluğuna inat şimdi birçok seveni vardı ya, ne mutlu diye düşündü.
Çevresinde böyle insanlar olduğunu bilmek, dahası görmek Alparslan’ı mutlu ediyordu. Gözü arkada kalıyordu kalmasına da daha az kalıyordu. Onların kafeye gelip masaya yaklaşmasıyla ayaklandığında üçünün de dikkatini çekmişti.
Hocalar gülümseyerek kendisini karşılayıp,
“Hoş geldiniz Alparslan Bey.” Diyerek elini sıkarken, Bergüzar sürpriz ziyaretin şaşkınlığını yaşıyordu.
“Hoş buldum. Böyle hararetli ne konuşuyordunuz?” tebessüm ederken yanında dikilen sevgili için sandalye çekip oturmasına yardımcı oldu.
“Buyurun lütfen, bir kahve içelim.” Demesiyle hocalar da masaya oturunca yeniden sipariş verdiler. Üç tane sade Türk kahvesiyle bir tane portakal suyu siparişine gözlerini deviren Bergüzar ise gülüşmelere sebep olmuştu.
“Bergüzar’ın sınav sonuçları hakkında konuşuyorduk. Bence kendisi kocaman bir tebriki hak etti. Bütün sınavlarından başarıyla geçip, derslerini verdi. Şimdi sıra Tez yazma aşamasında.” Diyen saçlarına aklar Profesörün sesinden ve gözlerinden öğrencisiyle gurur duyduğu belli oluyordu.
“Biz Bergüzar’ın o aşamayı da başarıyla geçeceğine inanıyoruz.” Diyen diğer hoca da ona benzer bir ifadeyle bakıp tebessüm ederken, Alparslan’ın gözleri sevdiği kadına döndü.
“Tebrik ederim hayatım. Bizi yine şaşırtmıyorsun.” Duyduğu övgü dolu sözlerle yanakları al al olsa da
“Her zamanki halim canım. Ne demek!” deyip göz kırpmasıyla hepsini güldürmüştü.
“Bu kadar mütevazı olduğunu hiç fark etmemiştik Bergüzar.” Diyen Profesörün sözleriyle daha da kızarırken Alparslan kıs kıs gülmeye başladı.
“Onun mütevazılığı bana hocam.” Hocalar kahkahayı basıp karşılarında oturan çifti gözlemlerken sohbete de devam ettiler. Kahveler bitip müsaade isteyerek ayaklanan Alparslan yine Bergüzar’a yardımcı olmuş, elinden tutup sandalyeden kaldırmıştı. Hocalara teşekkür edip vedalaştıktan sonra soluğu arabada aldılar. Klimanın üflediği soğuk hava sayesinde serinlemeye başlayan Bergüzar, göz ucuyla Alparslan’a baktı.
“Geleceğini söylemedin. Ters bir şey yok ya!” bir süredir canının sıkkın olduğunu, içine kapandığını, kendisine biraz zoraki gülümsediğini görüyordu. Ancak ne zaman lafı bu hallerine getirse Alparslan hemen konuyu değiştirip, sorularından kaçıyordu. Sıkıntısını hissedip, neyi olduğunu bilememek Bergüzar’ı üzse de o konuşana kadar sessiz kalmaya karar vermişti.
“Toplantım uzayınca gece geç geldim. Sabah da erken çıktım. Seni göremedim…” kırmızı ışıkta durduğu gibi ona dönüp dudaklarına doğru eğildi.
“… Ve seni çok özledim. Bu yüzden de sürpriz yaptım bebeğim. Kötü mü yaptım?” dudakları kısa bir an buluşup ayrılsa da Bergüzar’ın kalp atışı değişmişti. Hâlâ her öpücükte böyle olduğu için şaşırıyordu.
“İyi yapmışsın… İyi ki geldin, ben de seni çok özlemiş ve merak etmiştim.” Trafik ışığı yeşile dönerken Alparslan geri çekilip hareket etti.
“Toplantılar nasıl gidiyor? Yeni iş için ortaklarınızla anlaşma sağlayabildiniz mi?” sorusuyla Alparslan’ın gözlerine gölge düşmüştü. Aslında toplantı falan olmamıştı. Dedesi, babası ve iki erkek kardeşiyle bir araya gelip, Toprak’a en güvenli şekilde ulaşmanın planlarını yapıyorlardı. Bunu da toplantı bahanesiyle ört bas ediyorlardı. Yalan söylediği için de ona hiç bakmıyor, gözünü yoldan ayırmıyordu.
Gecenin bir vakti eve gelmesinin ya da sabahın köründe gitmesinin sebebi de buydu. Resmen sevdiği kadından kaçıyordu. Ne zaman göz göze gelseler dilinin ucunda duran gerçekleri dökülmemek için dilini ısırıyordu.
“Sen boş ver toplantıyı falan da eve gidince valizini hazırla.” Bir anda söylediği bu sözlerle şaşıran kadının ifadesine bıyık altından gülüp soracağı ahiret sorularına kendini hazırlamaya başladı.
“Nereye gidiyoruz?” Birkaç saniye susup ona dönerken yeniden konuştu.
“Alparslan, her şeyin yolunda olduğuna emin misin? Çok garip davranıyorsun. Tıpkı… Tıpkı…” yine susmuş ve sözlerini nasıl toparlayacağını düşünmüştü.
“Tıpkı ne?”
“Tıpkı aylar önceki ben gibisin. Bir şey oluyor ve benden mi saklıyorsun?” Heh şimdi olmuştu işte. Bergüzar çevresinde olup biteni sezinliyordu da dile getirmiyordu. Şu âna kadar!
Alparslan onun daha fazla şüphelenip, kendisini didik didik edecek sorulara geçmesine müsaade etmeden bodoslama araya girdi.
“İşler çok yoğun ve yorucu ilerliyor bebeğim. O yüzden yorgunum. Gizlim saklım yok…” dilini ısırdı ve ağzına dağılan kan tadını alarak yüzünü ekşitmemek için resmen direndi.
“Yaz boyunca seninle vakit geçiremediğimiz için tatile gidelim istiyorum. Hepsi bu.” Bir an bile yüzüne bakmadan, ezber etmiş gibi soluksuz verdiği cevaba inanası gelmese de bu sefer dilini ısıran taraf Bergüzar olmuştu. Eve vardıklarında araçtan inip içeri ilerlerken Alparslan yine yanındaydı ve kendisine destek oluyordu. Elini sıkıca kavrayan eli parmak uçlarıyla severken duraksayıp yüzünü görecek şekilde döndü. Ona olabildiğince yaklaşıp boynuna uzanmasıyla adamın eğilmesi aynı anda olmuştu.
“Beni endişelendiriyorsun… Zaten hormonlarım her şeyden nem kaparken senin böyle olman… Beni korkutuyor.” Sözleriyle yüreğindeki dağın tepesi resmen buz tutmuştu ama yine dedesinin sözlerini hatırlayıp dilini tutmuştu.
Dağ olacaktı. Tepesine karlar yağacaktı. Fakat sevdiği kadın ve çocuğu bunu hissetmeyecekti. Kollarını ona sarıp şefkatle sırtını sıvazlarken saçlarında soluk aldı.
“Korkma yavrum, bir şey yok. Ben iyiyim.”
“Hıhıı, ben bu sözleri yemek yerine Emine ablanın yemeklerini yemeyi tercih ederim sevgilim.” Bir adım geri gidip eve girerken, Alparslan’ın arabayı durdurmamasından şimdilik eve gelmeyeceğini anlamış, hiç sesini çıkarmamıştı.
***
“Bergüzar şüphelenmeye başladı. Beni sürekli köşeye sıkıştırıyor.” Diyen Alparslan kendini koltuğa atmış, boynundaki kravatı gevşetmiş ve gömleğinin birkaç düğmesini açmıştı. Başını ellerinin arasına alıp sıkarken Atilla’ya baktı.
“Toprak’ı gözetlemesi için içeri soktuğun adamdan hâlâ ses yok mu?”
“Korumalar dönüşümlü olarak nöbet tutuyorlarmış. Adamımız, iki bilemedin üç gece nöbetçi oluyor. Toprak’a yaklaşması, konuşması zaten çok zorken bu şekilde imkânsızlaşıyor.”
“Gündüz nöbet tutmaya ne zaman başlayacak? Vardiyası ne sıklıkla değişiyor? Biz bu kıza nasıl ulaşacağız?” Derken sanki bu isyanı duyulmuş gibi Atilla’nın telefonu çalmaya başlamıştı. Ekrana kısa bir an bakan Atilla
“Toprak’ın yanındaki adamımız arıyor.” Deyince telefona odaklandılar.
“Efendim Muhsin?” kısa bir an sessiz kalıp bekledi.
“Merhaba Atilla abi, ben Toprak!” onun sesini duymasıyla gözleri kocaman olmuş, konuşmayı hoparlöre almıştı.
“Abiciğim, Muhsin’in sana telefon ulaştırmasını istemiştim ama bu kadar çabuk beklemiyordum.”
“Atilla abi, herkes beni öldü sanıyor değil mi? Ablam…” diyen titrek sesi duyan Alparslan’ın boğazı düğümlenmişti.
“Toprak, canım… İyi misin abiciğim?” tıpkı onun gibi sesi titreye titreye konuşurken, kızın iç çekiştiğini duydular.
“Alparslan abi… Ben iyiyim, bana bir şey olmadı. Meral beni buraya getirdi. Dışarı bile çıkarmadı. Size haber vermeyeyim diye…” susup soluklanırken yine
“Ablam…” demişti.
“Ablan daha iyi. Ne kadar iyi olursa işte! Ama endişelenme. Sen bize olan biteni anlat. Burada Ertuğrul ve Atilla abin var. Babam ve dedem var. Hepimiz seni oradan çıkarmak için ne yapabiliriz diye düşünüyoruz.” Sözlerinden sonra sessizlik olmuş, birkaç saniye geçince Toprak yeniden konuşmuştu.
“Beni buradan çıkarmayın. Çünkü ben, buradan kendim çıkacağım.” Ne dediğini kimse anlamamış, şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu.
“Meral ve Eren’in bir derdi var. O dert her neyse, ucu ablama dokunuyor. Ben, onu çözmeden buradan çıkmayacağım.” Duyduklarıyla ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Şaşkınlığını atıp ilk konuşan Sadullah dede
“Toprak kızım, ne demek istiyorsun?” diye sorarken, kendini tanıtmak aklına bile gelmemişti.
“Ne demek istediğimi şimdi anlatamam. Yakalanmadan telefonu Muhsin Bey’e geri vereceğim. Beni buradan çıkarmaya çalışmayın. Benden haber bekleyin. Ben iyiyim, bana bir şey yapmıyorlar.” Arkadan ‘Toprak’ diyen kadın sesi duydukları anda telefon kapanmıştı.
“Şimdi ne yapacağız?” Sorusu Atilla’dan
“Ne demek istedi?” sorusu Ertuğrul’dan gelirken Süleyman Bey derin bir nefes alıp konuştu.
“Toprak ne dediyse onu yapacağız.”
“O şerefsizler yine bir haltlar karıştırıyor. Toprak da onların neler yaptığını çözmeye çalışacak. Yani içerideki gözümüz, kulağımız olacak.” Diyen Alparslan bu durumdan hiç memnun olmasa da gerçek buydu. Bir süre hiç konuşmadan hâlâ sehpanın üstünde duran telefona bakmışlardı. Bu sırada gözü saate ilişen Süleyman Bey ayaklanıp Alparslan’ı da kaldırdı. Kapıya ilerlerken
“Hadi aslanım, Bergüzar’ı da alıp tatile gitme vakti. Hadi bakalım daha yapılacak çok iş var.” Demişti.
“Artık Toprak’ın iyi olduğunu biliyoruz. Onunla iletişim kurabileceğimiz telefon da var. Şimdi yüzünü asmayı, içini dağlamayı bırak ve yapacaklarına odaklan.” Alparslan arkasında duran kardeşlerine ve dedesine bakıp
“Görüşürüz.” Diyerek odadan çıkarken Atilla her zamanki Atillalığını yaptı.
“Gazan mübarek olsun yiğidim!”
***
Alparslan eve geçip, Bergüzar’ın ısrarcı sorularını cevapsız bırakarak birkaç valizi arabaya yerleştirdi ve yola çıktılar. Araç yolculuğu havaalanında son bulunca Bergüzar’ın merakı iyice artmıştı ancak cevap alamadığı için surat asıyor, trip atıyordu. Uçak havalanıp birkaç saat sonra iniş yaptığında
‘’Roma’ya hoş geldin Esmerim.’’ Diye fısıldayan adama biraz şaşkın ama yine küs ifadeyle baktı. Bir yıl sonra yine Roma’da olmak, bu sefer karnındaki oğlunun da onlara eşlik ediyor olması gözlerini yaşartınca Alparslan hemen ayaklandı.
‘’Ağlamak yok Esmerim, ağlamak yok. Tatil yapıp, yazın son günlerinin tadını çıkaracağız. İş yok, toplantı yok, ağlamamıza sebep olacak acı anılar yok. Sadece biz ve oğlumuz.’’ Dudakları kısacık birleşip ayrıldıktan sonra uçaktan inmiş, kendilerini bekleyen araca geçmişlerdi. Ancak Bergüzar uçağa binmeden önce o kadar gerilmişti ki acısı şimdi çıkıyordu. Normalde ilaç alır, yolculuk boyunca uyurdu. Hamile olduğu için ilaç içmek istemeyince bedensel ve zihinsel bir savaş vermiş, gerginlikten midesi ağrımıştı. Alparslan’ın yanında olması biraz olsun sakinleşmesini sağlasa da kasılan bedeni yüzünden sırtı bile ağrıyordu.
Araç onları havaalanından alıp konaklayacakları yere götürürken Ayaz da annesinin gerginliğinden nasibini almış, içinde dönüyor da dönüyor, tekmelerini peş peşe atıyordu. Yediği tekmeler yüzünden oturduğu koltukta sıkıntıyla kıpırdanan Bergüzar, karnını şefkatle okşarken şakağına konan öpücüğü hissetti. Usulca yan dönüp Alparslan’ın kolları arasına girdi, göğsüne yattı.
‘’Şşş, annene vurup durma hergele. Rahat bırak sevgilimi.’’
‘’Uçaktaki gerginliğimin acısını gece boyu çıkartacağa benziyor.’’ Diye mırıldanırken burnunun ucunu sevdiği adamın boynuna sürtüp, kokusunu içine çekiyordu.
‘’Uslu dur yavrum. Zaten özledim… Durumu daha da zorlaştırma ne olur.’’ Boğuk bir sesle kulağına fısıldanan bu sözlere gülse de durum onun için de kolay değildi. Aynı özlemi kendisi de duyuyor, özlemi arzularını tetikliyordu. Ya da hormonları tetikliyor olabilirdi. Aracın durmasıyla doğrulup çevresine bakan Bergüzar, karşısında duran oteli tanımıştı. Burada yaşadığı anılarını tek tek hatırlatırken Alparslan’a döndü.
”Otel çok tanıdık geldi!” derken yüzünde utangaç bir gülümseme belirmişti. Bagajdaki eşyaları boşaltmaya başlayan şoförün gidişini fırsat bilen Alparslan, Bergüzar’ın kucağına oturttu. Az evvel onun yaptığı hareketin aynısını yapıp dudaklarını boynuna ağır ağır sürterken, elleri de oğlunu seviyordu.
”Acaba nereden tanıdık geldi?” Bergüzar bir şey söylemese de keyifle mırıldanıp gülümsedi.
‘’Sanki bir yıl değil de bir ömürdür birlikteymişiz gibi geliyor.’’ Sözlerinden sonra dudakları kavuşmuş, ayrılmalarıysa epey zaman almıştı. Nerede olduklarını hatırlayıp toparlanmaları, araçtan inmeleri birkaç dakika sürse de umursamadılar.
Otel kapısında kendilerini karşılayan otel müdürü hoş geldiniz demiş, asansörün gelmesiyle iyi tatiller dileyerek yanlarından ayrılmıştı.
‘’İş konuşmak, otelin durumunu değerlendirmek falan yok mu?’’ Bergüzar’ın yüzünde beliren şaşkın ifadeye gülen Alparslan onun çenesini kavrayıp usulca sıktı.
‘’Yok… Bu sefer iş yok. Aşk var. Yanımda dünya güzeli bir kadın var. O yüzden takım elbise giymiş adamlar, döpiyesli kadınlar yok. Tatile geldik. Yoksa inanmıyor musun?’’ Bergüzar dikkatlice bakıp dudaklarını kemirdi.
‘’İnanmıyor değilim. İnanamıyorum. Sen ve iş aşkına gölge mi düşürdüm? Bak doğruyu söyle.’’ Demesiyle belini sarıveren kol, bedenlerini birleştirmişti. Göğsü Alparslan’ın göğsüne yapışırken hızla atan kalbinin çarpıntısını hissediyordu. Dudakları arasından çıkan soluklar birbirine karıştığı sırada arzu dolu, boğuk sesini duydu.
‘’Az sonra ben senin bedenine gölge düşürmeyi düşünüyorum…’’ durdu, iyice yaklaşıp dudaklarının üstüne fısıldadı.
‘’Yatakta!’’ sözlerinin bitmesiyle kollarına geçen tırnakları hissedip dişlerini sıktı. Tişörtün örtemediği kolunda artık Bergüzar’ın tırnak izleri vardı.
‘’Yarın bu izler için pişman olacaksın Esmerim. Saklanması imkânsız yerlere iz bırakmak yerine, kendine başka yerler mi bulsan?’’ Koyulaşmış yeşil hareleriyle tutkudan kızıla dönmüş kahve harelere baktı ve asansör durmadan önce son kez konuştu.
‘’Ben öyle yapacağım da!’’
‘’Roma’yı daha kaç kere yakabiliriz acaba?’’ sorusuyla kahkahayı patlatan Alparslan başını geriye atmış gülüyordu.
‘’Sen var ya sen… Ah esmerim ah!’’ diye söylenirken asansörden inip koridor boyunca yürüdüler. Yine çok tanıdık gelen odanın kapısında durduklarında Bergüzar’ın gözleri yavaşça Alparslan’a dönmüş, onun da kendisine baktığını anca fark etmişti.
Fakat az öncenin aksine imalı bakışlar ya da sözler yok olmuştu. Hiç konuşmadan odanın kapısını aralayan Alparslan, Bergüzar’ı belinden hafifçe ittirerek yönlendirdi ve içeri girmesini sağladı. Oda çok karanlıktı ama kapı aralığından içeri sızan ışık, içeriye loş hava katıyordu. Gözleri aydınlıktan sonra karanlığa alışmakta güçlük çekerken, odanın kapısının kapandığını duydu. Artık oda tamamen karanlıktı.
Bu sırada odayı dolduran şarkının sesiyle irkildi. Çok iyi bildiği şarkının sözleri, Birsen Tezer’in nahif sesiyle hayat bulup kulaklarına ulaşırken, Alparslan’ın parmakları kibarca eline dokunmuş ve yüzük parmağına hiç alışkın olmadığı bir ağırlık bırakmıştı.
Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
Bergüzar ağırlığa anlam veremeyip eline bakmak istediği sırada odayı aydınlatan loş spot ışıkları her şeyi gün yüzüne çıkardı. Parmağında gördüğü yüzüğe şaşkınlıkla bakarken neler olduğunu hâlâ anlayamıyordu. Kalbi heyecanla çarparken Alparslan’ın ellerini karnında hissetti. Arkasında durup çenesini omzuna dayamış, yüzüğe bakıyordu.
”Alparslan…” Bergüzar’ın sesi anın büyüsüyle titrerken kulağına dolan fısıltılı ses bu duruma hiç yardımcı olmadı.
”Esmerim…” sesinde saklı olan duyguları anlamak Bergüzar için zor değildi. Bir insan duygularını sesiyle bu kadar net anlatabilirdi.
”Bu yüzük…” Alparslan heyecanla, içtenlikle ve aşkla gülümsedi.
”Ertuğrul Bey ancak bitirebildiği için, evlilik planlarımız bugüne kadar sarktı.” Demesiyle Bergüzar bir şok daha yaşadı. Bunu ne kadar süre önce planlamıştı anlayamıyordu. Buzdan duvarlarının ardına sakladığı o nahif kalbinin yansımasını gözlerinde görmek için kollarında dönüp, yeşilin en güzel tonuna baktı.
”Sen… Bunu ne zamandır…” sorusunu bitiremeden dudaklarına dokunan parmaklar susmasını sağlamıştı.
”Soru sormak yok. Bir yıl önce tam bu saatlerde beni dünyanın en mutlu adamı yapmıştın. Bir kadın, bir adamı ancak bu kadar mutlu edebilirdi. Ben… Bu duyguların hepsine çok yabancıydım. Kalbim kırılmıştı, hayatımda sadece işim ve ailem vardı. Bir kadına gerçekten âşık olmak ve onunla evlenmenin hayalini kurmak aklımın ucundan bile geçmemişti.” Bergüzar’ın gözünden dökülen yaşları parmak uçlarıyla silip, alnına uzun bir öpücük kondurdu.
”Ama sen geldin. Bana çok fazla şey öğrettin. Doğrular ve yanlışların herkese göre değiştiğini, buna rağmen birinin doludizgin sevilebileceğini anladım. Bunu konuşma gereği duymadan, susarak, sessizliğinle, sadece sevginle, kalbinle, her şeye rağmen sahip çıktığın bebeğimizle bana sen anlattın. Hayatımın, düşüncelerimin, bu yaşıma kadar edindiğim bakış açımın içine bomba gibi düştün.” Sessizleşip, Bergüzar’ın durmadan akan gözyaşlarını yeniden sildi.
”Ağlama… Bunları ağla diye değil, benimle evlen diye anlatıyorum.” Kızın dudaklarına yavaşça yaklaştı ve
‘’Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken’’ Diye fısıldayarak şarkıya eşlik ettikten sonra soluksuz kalana dek onu öpmeye başladı.
Sevda, doğru kalpleri birleştirirse, dünya tersine dönse o bağ kopmaz. Belki yollar ayrılır ama sevda gönüllerde bâki kalır. Aslında birini sevmek, alevi avuçlarında tutup, ona şekil vermeye çalışmak gibidir. Alev seni diri diri yakarken buna göz yumup, dayanabilmek ve hâlâ onu elinde tutmaya çalışmak sevdanın ta kendisidir.
Sevdanın yolu her zaman çiçekli bahçelerden geçmez. Aşkta maharet, dikenlerin arasındaki çiçekleri görebilmektir.
Acı, mutluluk gibidir. Yanlışlar, doğrular gibi. Her zaman hayatımızın içinde bizimledirler. Önemli olan yanlışıyla da sevmek, ağlarken yanında durabilmektir. Son bir yılı önlerine koyup baktıklarında ikisinin de suçlu oldukları, hata yaptıkları nice olay vardı. İkisi de suçunu, hatasını kabul ediyordu. İkisinin de bu hataları, zorlukları aşması, yeniden kavuşmaları zor olsa da, uzun zaman alsa da buradaydılar işte. Bir yıl önceki gibi bu odada, dip dibe, soluk soluğaydılar. Tek fark vardı… Bu sefer birbirlerine değil de aralarında duran oğullarına bakıyorlardı.
”Tatil falan bahaneydi değil mi?” Bergüzar bunu gülerek sorarken, Alparslan da gülmeye başladı.
”Tatil sadece paravandı diyelim… Ayrıca aciliyet gerektiren işlerimizi hallettikten sonra tatil yapacağız.” Bergüzar merakla ona bakıp
‘’Hani iş yoktu?’’ diye sorunca Alparslan daha da güldü.
”Ayaz oğlan doğmadan evlenmemiz lazım Esmerim. Bu, oldukça acil bir iş!”
”Nasıl yani? Burada mı?” Bergüzar şaşkın ördeğe dönmüş, Alparslan’ın sürprizlerle dolu bu hâli onu duygudan duyguya sokmuştu.
”Buradaki elçiliğimizde evlensek… Senin için problem olur mu?” Alparslan sürpriz yapacağım derken, Bergüzar’ın ne isteyebileceğini hiç düşünmemişti. Bu yaptığına kendi kendine söylenirken, kızın gülümseyen yüzü gerginliğini azalttı.
”Bu kadar yol geldik. ‘Sorun olur’ desem baya ayıp olur galiba.” Deyip kahkaha attıktan sonra Alparslan’ın boynuna sarıldı.
”Hem nerede evlendiğimizin ne önemi var. Onca badireden sonra yan yana olmamız en güzel hediye.” Alparslan bu sözlerle biraz rahatlarken, Bergüzar’ın parmak uçlarında durduğunu fark etti. Kendisine sarılmak için verdiği bu çaba normalde ona komik gelse de, şu an sadece endişe duymasına neden oluyordu.
”Sen niye bana uzanmaya çalışıyorsun. Sarılacağım de, ben eğilirim Esmerim.” Bergüzar gülerek ondan uzaklaştı ve parmağındaki yüzüğe yeniden baktı.
”Taşın renginin siyah olmasının bir anlamı var mı?” Alparslan yüzüğe ilk kez bakıyormuş gibi inceledi.
”Hepinizin yüzüklerinin ustası Ertuğrul. Bu soruyu ona sormalısın. Ben sadece ‘Esmerim’ dediğim kadına yakışacak bir yüzük istedim. O da beklentilerimi fazlasıyla karşılayan üç tane şaheserle geldi.” Deyip, cebinden küçük bir kutu çıkardı. Bergüzar bir yandan kutuya bakıyor, bir yandan da soru sormaya devam ediyordu.
”Ailen yanında olmadan evlenmen… Doğru mu?” Alparslan bu soruyu duymazdan gelip, omuzlarını silkti. Koca bir adamdan ziyade, küçük bir çocuk gibiydi. Elinde tuttuğu kutunun kapağını yavaşça kaldırdığında görünen alyanslar göz kamaştırıyordu.
”Madem yarın evleniyoruz…” dedikten sonra daha ince ve diğerine göre küçük olan alyansı kutudan çıkardı.
”Şimdiden takmamızın bir sakıncası olmaz diye düşünüyorum.” Kızın sol yüzük parmağına özenle hazırlanan alyansı geçirdi. Ardından diğer yüzüğü çıkartıp Bergüzar’a uzattı.
”Yarın evleniyoruz ama bana evlenmek istediğimi sorduğunu hatırlamıyorum Alparslan Yalın!” Bergüzar bu sözleri söylerken bıyık altından gülmeyi de ihmal etmiyordu. Alparslan alyansını vermeyip avucuna hapsederken, kızı bir anda kendine çekti ve dudaklarına milim mesafe kala durdu.
”Yatağımda saçın, tenimde kokun, karnında çocuğum var kadın… Daha neyi sorayım.” Duyduğu sözlerle soluğu kesilen Bergüzar, ânın büyüsüyle başının döndüğünü hissedip ona daha sıkı tutundu.
”Şaka yapıyordum.”
”O zaman şu alyansı artık parmağıma tak Esmerim.” Bir adım geri çekilip onu ayaklarının üstüne bıraktı ve avucunda tuttuğu yüzüğü yeniden uzattı. Bergüzar titreyen parmaklarıyla alyansı sıkıca tutup Alparslan’ın sol yüzük parmağından geçirdi. İkisi de parmaklarında alışık olmadıkları ağırlıkların sebebi olan yüzüklerine bir süre baktılar. Bu sırada odada çalan şarkı başa sarmış, Alparslan da fırsattan istifade Bergüzar’ı kollarının arasına alıp, ağır adımlarla dans etmeye başlamıştı. Bir süre sadece şarkının huzur veren sesinde ve birbirlerinde kaybolduktan sonra Alparslan, Bergüzar’ın gözlerine hiç olmadığı kadar ciddi bir ifadeyle baktı.
”Sana bu soruyu sadece bir kez soracağım. Eğer cevabın ‘evet’ olursa, ömrünün sonuna kadar benimsin, ömrümün sonuna kadar seninim. Ömrümüzün sonuna kadar birlikteyiz demektir. Yüzükleri takarken sormadım ama emrivaki yapan öküzmüş gibi de görünmek istemiyorum. Kendi hür iradenle bana cevap verme hakkın olmalı. Her kadın bu soruyu duymayı ve özgürce cevap vermeyi hak eder Bergüzar. Cevabın ‘evet’ olursa bilmen gereken tek şey, ne yaşarsak yaşayalım bu yüzükleri parmağından çıkarmanı istemiyorum. Kavga ederiz ama sonunda barışırız. Küseriz ama sonunda konuşuruz. Bir yolunu buluruz. Bunun için her şeyi yapmaya hazırım. Fakat gitmek yok. Ayrılmak yok.” dedikten sonra derin bir nefes aldı. Gözlerini sımsıkı kapatıp yeniden açtıktan sonra Bergüzar’ın gözlerine yine uzun uzun baktı.
”Sana her günümüz mükemmel olacak diye bir söz veremem. Zaten bugüne kadar yaşadıklarımız öyle olmayacağını bize gösterdi. Ama sana hep yanında olacağımın sözünü şimdi burada, birbirimize ait olduğumuz odada veriyorum. Konu ne olursa olsun aramıza kimsenin girmesine, hatta dokuz ay dışında çocuklarımızın bile girmesine izin vermem. Gönlümdeki tahta oturan seni her zaman seveceğime, koruyacağıma ve seni her zaman başımın üstünde tutup, önce saygıyla, sonra sevgiyle saracağıma, başarı ve başarısızlıklarında arkanda duracağıma söz veriyorum.’’ Bergüzar gözlerinden akan yaşların arasından zar zor bakıp yüzünü, bu güzel kelimelerin döküldüğü dudaklarını okşarken
‘’Bir ömrü benimle aynı şekilde paylaşmaya var mısın?’’ demesiyle gözyaşları hızlanıp görüşünü tamamen engelledi.
‘’Bergüzar…’’
”Efendim?” Alparslan da onun yüzünü ellerinin arasına almış, gözlerine dikkatle bakıyordu.
”Karım olur musun? Bergüzar Yalın olur musun?” Bergüzar derin bir nefes alıp cevap vermeye hazırlanırken, karnına inen tekme nefesini anlık olarak kesmiş
”Ahh!” diye dudaklarından kaçan inlemeyse Alparslan’ın telaşlanmasına yetmişti.
”Ne oldu? Bebeğim, iyi misin?” Bergüzar onun elini yakalayıp karnına koydu ve hissetmesini bekledi. Alparslan elinin altında hareket eden bebeğini hissedince yüzündeki endişenin yerini gülümseme almıştı.
”Oğlumuz benden önce kabul etti galiba Alparslan. ‘Çok uzadı bu konuşma, cevabı ben vereyim’ dedi.” Bir yandan ağlayıp, bir yandan gülerken Alparslan’ın dudaklarına yaklaştı.
”Bir ömrü paylaşmaya, karın olmaya, Bergüzar Yalın olmaya, anne olmaya… Hepsine evet sevgilim. Her zaman evet.”
Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim
ESMERİM – ABRE / 7.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.