10.BÖLÜM
İtalya – Roma
Üniversite eğitimi sırasında özel bir davetle gelip bir ay kaldığı bu şehre yeniden ayak basmak hem heyecanlanmasına hem de mutlu olmasına sebep olmuştu. Elindeki küçük valizle dışarı çıktığı anda Alparslan’ın şoförünü görerek gülümsedi.
“Hoş geldiniz Bergüzar Hanım. Yolculuğunuz nasıl geçti?”
“Hoş buldum, kapalı yerlerden hoşlanmadığım için biraz zor geçti. İlaçla seyahat ediyorum maalesef ve şu an kafam davul gibi. Acilen kahve içmem lazım.” Şoför tebessüm ederek
“Böyle bir şey olduğunu bilmiyorduk. Bilseydik sizi deniz yoluyla getirirdik ya da yanınıza birini görevlendirirdik. Neden söylemediniz? Alparslan Bey duymasın, çok kızar.” Dediğinde kendisi de tebessüm etti.
“Sevgili patronumun kızmadığı şey var mı ki?” Valizi bagaja konduktan sonra otele doğru yola çıkmışlardı.
“Alparslan Bey’in planını bozacak kadar önemli olan nedir? Neden buradayız?”
“Buradaki bir şirketle otel ve konaklama alanında ortaklığımız var. Oteller yapılırken vermeleri gereken paranın kendilerine düşen kısmını ödeyemediler. Bir süredir durum düzelir diye beklendi ancak düzenlmeyeceği netleşince yani ortak olan şirket iflasını verince Alparslan Bey hemen harekete geçti. Borca karşılık otellerin onlara ait hisselerini devralmaya geldi.” Bergüzar, Alparslan’ın şoföründen ziyade akıl hocası gibi, abisi gibi olan adama bakıp tebessüm etti. Demek ki iş konusunda da epey konuşuyorlardı ve Alparslan onun fikirlerini önemsiyordu. Yoksa bunca şeyi bilmesine imkân yoktu.
Yarım saat içerisinde otele gelip, doğruca odasına çıktı. Kısa sürede duş alıp üstüne bir şeyler giyerken odasının kapısı iki kez çalındı. Nemli saçlarını sardığı havluyu kenara bırakıp kapıya ilerledi.
“Kim o?” diye sorarken İtalyancasının hâlâ oldukça akıcı ve aksanlı olduğunu fark ederek gülümsedi. Kapıdaki görevli kendisine bir not iletmesi gerektiğini söyleyince kapıyı aralayıp teşekkür ederek notu aldı.
‘Saat 7’de otelin yemek salonunda seni bekliyor olacağım…
Hoş geldin.’
Alparslan
Notu okuyup kenara bıraktıktan sonra saate baktı. Hazırlanmak için pek vakti yoktu. Bu yüzden hızla harekete geçti. Valizden beyaz renk, ince askılı, göğüs ve sırt dekoltesinin oldukça iddialı olduğu bir elbise çıkardı. Elbiseyi giyip, poposunun üstündeki fermuarı çektikten sonra saçlarını topuz yaptı ve birkaç tokayla tutturdu. Hafif bir makyajın ardından elbisesiyle uyumlu olan topuklu ayakkabılarını da giyip, eline küçük bir çanta aldı. Saatin yedi olmak üzere olduğunu fark ederek koşar adım odadan çıktı, asansöre bindi.
Yemek salonunun olduğu kata vardığında kalbi hızla atmaya başlamıştı. Elbisenin etek ucunu sol eline toplayıp sakin ve kendinden emin adımlarla salondan içeri girdiği anda kalabalığı taradı. Gözlerinin yemyeşil gözlerin sahibiyle buluşmasıysa çok uzun sürmedi. Merdiven basamaklarından yavaş yavaş inerken bir kuğu gibi göründüğünü bilmiyordu. O bilmiyordu ama Alparslan biliyordu.
En son dün akşamüstü evine bıraktığı kızı ne kadar özlediğini hissederken zar zor yutkundu. Esmer teninde inci gibi duran elbisesinde miydi alamet yoksa kendi güzelliğinde mi? Cevabı bilmese elbise güzelmiş diyecekti ama güzelin elbise değil, elbiseyi taşıyan kadın olduğunu biliyordu.
Sohbet ettiği kişilerden ayrılıp merdivenin bittiği yere adımladı, elini uzattı. Bergüzar, eteğini usulca bırakıp kendisine uzanan eli sıkıca tuttu. Son basamağı da inip dip dibe durduklarında Alparslan’ın gözlerinde gördüğü ışıltı yüreğini ağzına getirmişti.
Alparslan, karşısında duran güzelliğe baktıkça bakıyor, baktıkça yüreği eriyordu sanki. Kuruyan boğazına aldırmadan zorla yutkunup
“Bergüzar Hanım…” diye fısıldadı.
“Alparslan Bey…” kendisi gibi fısıldayan, kaybolan sesini bulmaya çalışan kızın beline kolunu sardı. Parmakları tenine temas ettiğindeyse ikisi de irkildi.
“Çok güzel görünüyorsun.” Kulağına fısıldanan bu sözlerle Bergüzar’ın bacakları titremişti. Çantasını sıkarken
“Teşekkür ederim, siz de öyle. Çok yakışıklı görünüyorsunuz.” Diye mırıldandı. Gözlerini yeniden salonda gezdirip, üstlerinden dolanan bakışları fark ederken
“Anlaşılan şu meşhur dövmen yine gözler önünde!” sözleriyle kıpkırmızı kesildi. Sesli olarak boğazını temizler gibi yapıp soluklanırken başını salladı.
“Herkes bize bakıyor.” Alparslan dudaklarını kıpırdatmadan gülmüş, Bergüzar ise ona şaşkın şaşkın bakmıştı. Bunu nasıl yaptığını kesinlikle anlamamıştı.
“Güzele bakmak sevaptır diyeceğim ama… Sana bakan o gözleri oyma isteğime ne diyeceğim onu biraz düşünmem lazım.” Bir adım geri çekilip, bir dakikada olsa herkesten gizlemeye çalıştığı güzelliğin önünü açtı. Gerçekten herkesin onlara bakıyor olması asabını bozmaya yetmişti fakat yapacak hiçbir şey yoktu. Bir adımda kızın arkasına geçip belinin sağ tarafını kavrarken yine sırtını örtmeye çalışıyordu.
Yüzünü görmeleri zaten sinir bozucuydu, bir de sırtını görmesinler diye verdiği çaba Bergüzar’ı güldürdü.
“Kıskanç denir.”
“Ne?”
“İçinizden geçen o düşüncelere ve şu an yaptığınız harekete kıskanç denir.”
“O zaman ben kıskanç bir adamım ve sen, beni deli ediyorsun. Kıskanacağımı bile bile böyle bir elbiseyle yemeğe katılman… Can sıkıcı! Ama yapacak bir şey var mı? Yok.” Bergüzar başını hafifçe çevirip gözlerini tekrar buluştururken yüzünde takdir eder bir tebessüm vardı.
“Şaşırdım, sizden böyle sözler duymayı beklememiştim. Homurdanıp durur ve geceyi burnumdan getirirsiniz sanmıştım. Bu, kıskancım ama saygı duyuyorum demek mi?”
“Bu elbiseyi taşıyamayacak olsan zaten giymezdin demek. Ve sen, bu elbiseyi hakkıyla taşıyorsun demek. Ben kıskançlığımdan kudursam da anca bok yerim demek. İşte öyle Esmer…” Esmer demesiyle attığı adımlar durmuştu. Her Esmer dediğinde olduğu gibi yine kalbi hızla atmaya başlamıştı.
“Çiçekler için teşekkür ederim. Çok güzeldiler.” Odağı değiştirmek için gösterdiği çabaya gülümseyen Alparslan ise onun bu çabasını boşa çıkarmakta kararlıydı.
“Senin kadar güzel değiller Bergüzar Hanım. Hiçbir şey senin kadar güzel değil…” Şakağına dokunup geçen dudakların sıcaklığıyla ürperdi.
“Toprak tüm bu bilgiler karşılığında sizden ne istedi?” Yine boş bir kaçış çabası içine girmesiyle kulağının dibinde yükselen kahkahayı duyarak gözlerini kapattı ama kendi hâline gülmeden edemedi.
“Gülmez misiniz?”
“O nasıl bir cümle öyle… Gülmez misiniz… Dur bir düşüneyim güler miyim, gülmez miyim.” Gerçekten durup düşünmeye başlamasıyla Bergüzar belini saran kolun arasında döndü. Yüz yüze geldiklerindeyse
“Başka zaman soğuk, uyuz dersin. Gülünce de gülmez misiniz diyorsun. Karar ver Bergüzar, güleyim mi gülmeyeyim mi?” sorusuyla bir an kendisi de duraksadı. Güldü, hızlıca Alparslan’ın sol yanağına dokunup geçti ve omzunu kavradı. Biraz daha böyle durmaya devam ederlerse heyecandan bacakları boşalacak ve yere yapışacaktı. Çevresine bakıp, salonun terasa açılan kapısını fark edince doğruca oraya yöneldi.
“Biraz dışarı çıkabilir miyiz?” diye mırıldandığını Alparslan zar zor duymuştu. Hızlı adımlarla terasa çıkıp, manzaraya karşı durduklarında Bergüzar yeniden ona döndü.
“Değişik adamsın, gerçekten çok değişik bir adamsın. Ne zaman ne yapacağın, ne diyeceğin, ne tepki vereceğin belli değil. Ürkütücü derecede soğuk ama bir o kadar da sıcak… İkisi de aynı bedende… Enteresan, çok enteresan. Anlamak, anlamaya çalışmak güç.” Alparslan bu sözlere buruk bir tebessümle karşılık verirken sözlerine devam etti.
“Şirkete ilk geldiğimde tanıştığım adamla sen aynı adam mısın? Bunca aydır o kadar farklı hallerini gördüm ki… Hangisinin gerçek Alparslan olduğunu anlayamıyorum. Kafam karmakarışık… Toprak rahatsızlandığında hastaneye geldiğin gece, sonra eve ziyarete gelişin, Semih’le olan olaylardan sonra başımda bekleyişin, gözlerindeki endişe… Sarhoş olduğun geceki o adam… Kalbi kırık ve kaybetmek istemeyen, bunun için ‘gitme’ diyen o adam… Dün Ankara’yı gezdirdiğim adam… Bu adamların hepsi naif olan Alparslan’dı. Bir de suratı sirke satan, herkese ve her şeye bağıran, öfkelenen, işkolik, disiplinli, takıntılı, huysuz, uyuz, soğuk…”
“Allah belanı versin diyerek sözlerini bitireceksin diye korkmuyor değilim…” Sözlerini yarıda kesen bu sözlere kahkaha atarken başını hafifçe eğmiş ve alnına değen dudakları hissetmişti.
“Hepsi sen misin? Bu adamların hepsi, sen misin?” Soruyla şöyle bir düşünen Alparslan, aylardır yanında olan bu kıza kaç farklı kişiliğini gösterdiğini anımsayıp yüzünü ekşitti. Bergüzar’ın kafasının karışmasına, derdi olduğunda ilk olarak kendisine gelmemesine şaşırmıyordu. Çünkü o, neredeyse yüzde doksan oranında huysuz Alparslan’ı görmüştü. Huysuz, ürkütücü, soğuk, anlayışsız.
“O adamların hepsi benim… Ben böyleyim. Değişemem, değişmeyi de istemiyorum. Çünkü senin sıklıkla gördüğün o adam dışarıya öyle. İçeriye girince süngüsü düşüyor, ehlileşiyor, sakinleşiyor. İçeri girmek önemli, içeri girebilmek… Herkese nasip olmayan bir yer orası. Eğer o kapıyı aralayıp içeri girersen… İşte o zaman gerçek Alparslan ile tanışırsın Esmer kız. Sen, benim kaç farklı kimliğe sahip olduğumu düşünme. İçeri girip girmek istemediğini düşün. Karar ver.” Durdu, Bergüzar’ın şaşkın bakışlarına iç çekerek bakarken çenesini kavradı ve hafifçe okşadı.
“Belki de o kapı yıllar sonra bir tek sana açılmıştır ve seni bekliyordur.”
“Gül gibisin…”
“Ne?”
“Gül gibisin… Gülü sevmek de kolay değildir Alparslan Bey. Çünkü dikeni vardır. Narince sevmezsen dikeni batar. Kanatır.” Şimdi şaşırma sırası Alparslan’a gelmişti. Kıza dikkatle bakarken kaşları çatıldı, dudaklarındaki tebessümün yerini düz bir çizgi aldı.
“Kalbine batıp kanatırım diye mi korkuyorsun?” Kısa süreli duraksamanın ardından gelen cevap sadece ufak bir baş sallamasıydı.
“Buna sebep olacak bir şey olur mu peki? Yani… Canım yanmazsa dikenimi batırmayacağımı biliyorsun. Bunu soruyorsan…”
“Ya bir gün canını yakarsam… O zaman o zırhı giyip dikenlerini batırır mısın? Onu anlamaya çalışıyorum. Ona göre düşünmek istiyorum belki de. Çünkü fevrisin, delisin, bazen hiç düşünmeden, anlamaya çalışmadan idam sehpasına tekmeni geçirirsin. Biliyorum. Çünkü daha önce bunları yaptın. Yine yapar mısın? Bir an bile düşünmeden ayağımın altındaki tabureye çakıp, ipi çeker, kalbimi çıkarıp atar mısın? Yoksa bir durup düşünüp, anlamaya çalışır mısın? Sakinlik mi yoksa fevrilik mi? Hangisini seçersin? Yardımcın Bergüzar için çoğunlukla fevriydin, Bergüzar için hangisini seçersin?” Alparslan pür dikkat koyu kahve gözlere bakarken bu sorular huzurunu kaçırmıştı.
“Hayatın ne getireceği belli olmaz, bana garanti ver mi diyorsun?”
“Hayatın garantisi yok diyorum. Aldığın soluğun, attığın adımın garantisi yok. Verdiğin ya da vermek zorunda kaldığın kararların bedeli ne olsa öder misin diyorum. Benimle ya da tek başına…” Bu sözlerle yıllar öncesine dönerken yüreği sıkışmıştı. Yıllar evvel hayatında olan kadın kaçar gibi gitmişti. Şimdi karşısında duran kadın ise ‘Hayat ne getirirse getirsin benimle direnir, benimle yürür müsün?’ diye soruyordu. Kendine yeniden bu soruyu sormaya bile gerek duymadı. Kaçıp giden kaybederdi, kalıp savaşan mağlupken bile bir şeyleri kazanırdı. Bunu yaşayarak öğrenmişti. Kaçanlara, gidenlere bu yüzden öfkeliydi. Kendine bu yüzden güveniyordu. Gitmeyeceğini biliyordu. Ne olursa olsun gitmem diyordu iç sesi.
“Bazı şeyleri bir tek sen göreceksin, gülüşüm gibi.
Bazı şeyleri bir tek sen duyacaksın kahkaham gibi.
Bazı şeyleri bir tek sen hissedeceksin öpüşüm gibi… Sevgim gibi…” Alnını kızın alnına dayadı ve gözlerini kapattı.
“Garanti mi istiyorsun? Al sana garanti. Ben gitmem. Gidenden de nefret ederim. Kalıp savaşacak, benimle her koşulda çarpışacak yüreğin varsa gel. Ki bence o yürek sende var… Gel o zaman…” Yutkunup gözlerini hafifçe araladı, kızın yüzünü elleri arasına aldı ve alnına uzun bir öpücük kondurdu.
“Hoş geldin… Hayatla savaşmaya, benim gibi huysuzla mücadeleye hoş geldin. İyi ki geldin. Derdin ne anlatmıyorsun ama gözlerinde görüyorum. Elbet bir gün anlatırsın. Anlattığında dinlerim, anlamaya çalışırım. Belki biraz deliririm, bağırırım ama… Gitmem. Sen de gitme. Sakın gitme.” Bergüzar yüzünü saran elleri sımsıkı tutarken gözlerine yaşlar birikmişti.
“Ya sen git dersen?”
“Nah derim… Dilim dese gönlüm demez. Bunu sakın unutma. Ben kendimle bile savaşan bir adamım Bergüzar. Bazen kendime bile tahammülüm kalmaz. Ama sen sabırlısın, bana, kendimle savaşıma bile tahammül edersin biliyorum. Gördüm… Nasıl dik durduğunu gördüm. Gördüğüm kadına hayran oldum… Âşık oldum.” Bergüzar son kelimeleri duymasıyla irkilip gözlerindeki yaşları serbest bırakırken Alparslan titrek bir nefes alarak devam etti.
“O yüzden ben delirirsem sen sakin kal ve bekle. Bekle çünkü bekleyenim olduğunu bilirsem yolumu bulur dönerim. Yeter ki gitme.” Kollarını hızla boynuna dolayıp sessizce ağlarken, belini sımsıkı saran kollara şükür etmişti. Hayatında ilk kez Sedef anne dışında birinin kolları arasında huzurluydu, güvende hissediyordu. İçinde dağ olmuş gerçekleri söylemek için can atan kalbinin sesini dinlemeye kararlıydı. Bunca sözden, konuşmadan sonra daha fazla sır saklamak istemiyordu. Ya şimdi her şeyi söyleyip gidişini izleyecekti ya da kendi kıyametini bekleyecekti. Bedelinin ne kadar ağır olacağını az çok kestirebiliyordu. Alparslan’ın ‘Neden?’ diye soracağını biliyordu. Neden söylemedin?
O yüzden şimdi söyleyecekti. Kardeşi uzakta ama güvendeydi. Ender’in sessizliği hayra alamet değildi. Korkusu her geçen gün artıyordu. Bu korkunun sebebi onu kaybetmek değildi şimdi anlıyordu. Kendi benliğini, kişiliğini kaybetmekti asıl korkusu. Gerçekleri gizledikçe kaybolduğunu, asıl o zaman kendini kaybettiğini anlayınca gökyüzüne bakıp gülümsedi.
Ah be Bergüzar dedi içinden. Sen, karşındaki adam Alparslan bile olsa onu kaybetme korkusuyla bunları yapmazsın. Sen, ancak kendinden korkarsın, kardeşinin canından korkarsın. Şimdi her şeyi duyup, her şeye rağmen gidiyorum dese… Kılını kıpırdatıp dur demez, asla yalvarmazsın. Düşmez o başın öne. Ne günler geçirip geldin, kolay kolay yılmaz, yıkılmazsın. Kendisiyle aylar sonra yüz yüze gelmiş gibi hissederek, korkusuzca nefes alıp Alparslan’a baktı. Ne korku, ne tedirginlik. Yoktu… Hepsi uçup gitmişti sanki.
Dimdik durdu, incecik topuklara rağmen dik, eğilmez, bükülmez, yıkılmaz bir duruştu bu. Karşısında duran adama baktı, kocaman gülümsedi. Bu zamana kadar sakladığı gerçeklere rağmen ya sevecek ya da gidecekti. Kalırsa da giderse de… Ne olursa hepsi kabulüm dedi yine için için. Yeter ki gerçeği bilsin, gerçekle yüzleşsin.
Kardeşinin tedavisine yettiremediği kahrolası para yüzünden girdiği cehennemin kapılarının cennete açılacağını nereden bilebilirdi ki? O zaman bilememişti ama artık biliyordu. O cennete adım atacaksa da tertemiz bir adım atacaktı. Tüm pisliklerinden arınmış, tüm pis insanlara resti çekmiş, ben bu sebepten yanındaydım diyebilmiş olarak girecekti gönül kapısından.
Bir adım geri çekilirken Alparslan’ın dikkatle kendisini izlediğini, birazcık da tebessüm ettiğini görmüştü.
“Yeniden tanışma vakti geldi galiba Bergüzar Hanım.” Demesiyle kaşı yavaş yavaş havalandı, bir an yüreği tekler gibi oldu. Gözlerinde meraklı, şüpheci bir bakış vardı. Biliyor gibi bakıyordu. Biliyor muydu? Sırf tepkisini ölçmek için anlamamış gibi yapıp
“Ne demek istediğinizi anlamadım Alparslan Bey.” demesiyle adamın gülümsemesi bir olmuştu. Gülümserken gözlerini yüzünün her noktasında uzun uzun gezdirdi. Yine çenesini kavradı, kendini ona doğru eğerken onu da kendine çekti. Aralarında bir soluk mesafe kalmış, titrek, ürkek ama heyecanlı nefesleri birbirine çarpmaya başlamıştı.
“Diyorum ki gerçek Alparslan’la tanışmaya ne dersin? Tabii ben de gerçek Bergüzar’la tanışayım. Artık tanışalım Esmer… Kaçıp durmaktan yoruldum. Ben senin gibi genç değilim, Cahit Sıtkı’ya göre yolun yarısını geçeli iki yıl oldu.” Donuk bir ifadeyle yüzüne bakan kıza gülerken alt dudağını kemirmeye başlamış, alacağı cevabı merakla beklemişti.
“Benim yolu yarılamama dokuz sene var.”
“Aramızda on bir yıl fark var demenin kibar yolu mu bu?” Bergüzar başını hafifçe eğip kıs kıs gülerken alnı yine dudaklarına değmiş, içi titremişti.
“Yok canım, ne münasebet!” Dudaklarına değen alnı usulca öpen Alparslan birkaç saniye öylece kalıp ardından kahkaha attı.
“Ben hâlâ gencim Bergüzar. Olgun bir genç.”
“Tabii, tabii öylesiniz.” Cevabıyla suratını assa da ona daha sıkı sarıldı ve bir anda göğsüne çekti. Bergüzar ürkek ama kendine zarar gelmeyeceğini bilerek omzuyla göğsü arasına yüzünü dayarken eli de kalbinin üstüne resmen tutunmuştu. Göğsünü kaplayan kartalın pençelerinin kalbini tutar gibi görünen hâli gibiydi aslında. Bedenine sarılan kolların arasında vicdanına darbeler inmeden durmak istiyordu.
“Bir şeyler bildiğin belli. Ne biliyorsun, ne kadarını biliyorsun bilmiyorum ama eğer dinleyeceksen, gerçekten dinleyeceksen ve yargılamadan önce anlamaya çalışacaksan anlatırım.”
“Neden şimdi? Neden daha önce değil de şimdi?” sorusunu duymasıyla geri çekildi ama elini o kalbin üstünden çekmedi.
“Daha önce sadece iyi bir patrondun. Şimdi ise gönlünün kapısını bana açmış bir adamsın ve ben, o kapıdan bu yükle girmem.” Elini usulca çekip biraz daha uzaklaştı, sözlerine devam etti.
“Ben anlatayım sen dinle. Sen karar ver. Gönlünde hâlâ bana yer var mı dinledikten sonra sen karar ver.” Elini sıkıca kavrayan eli tutup önce terastan sonra da yemek salonundan çıktılar. Kimseye bir şey söylememiş, yürürken aralarında bile konuşmamışlardı. Otelin herkesten uzak, sakin bir köşesine gidip boş duran masalardan birine karşılıklı oturduklarında Alparslan ceketinin cebinden sigara çıkartıp önce Bergüzar’ın sigarasını sonra kendininkini yaktı. Derin bir soluk çekip havaya bıraktı.
“Müsaadenle önce ben başlayayım. Seni şirkete Ender iti yerleştirdi.” Tek solukta söylediği gerçekle Bergüzar anlık olarak afallasa da başını sallayıp
“Evet.” Demişti. Şüphelendiği, ardına düşüp kanıtlar bulduğu bu bilgileri teyit eden tek kelimeyle kalbine bir darbe inse de devam etti.
“Sen yurtdışındayken hakkında epey ayrıntılı bir araştırma yaptık. Daha doğrusu bunları araştırmamıza sen sebep oldun. Toprak’ı yurtdışına göndermeyi kabul ettin ama onu korumam için benden söz istedin. Etliye sütlüye karışmayan iki genç kadın, neden böylesi bir korunmaya ihtiyaç duyar sorusunu sormamla cevabı bulmamın arasında çok zaman yok. Kardeşini korumak istiyordun çünkü biri sizi tehdit ediyordu. Telefonundaki arama kayıtları, mesajlar, evinin çevresindeki sokak kameraları bunları kanıtladı. Ender seni, Toprak’la hatta kendi canınla bile tehdit ediyordu.” Bergüzar kocaman açılan gözlerinin ardından ona bakarken elleri buz gibi olmuştu. Şüpheleri doğrultusunda telefon kayıtlarını incelediğini, oturduğu muhitin kameralarına bile ulaştığını, ulaşabildiğini bilmek kendisini aptal gibi hissetmesine neden olmuştu.
“Ender bir dosyadan bahsediyordu. O dosya karşılığında da sana para verecekti. Muhtemelen o para Toprak’ın tedavisine gidecekti. Buraya kadarki kısmı çözdüm ama… Neden sen ve Toprak, onun için bu kadar açık hedefsiniz anlayamamıştım. Onu da çözmek için Sedef Hanım’ı ziyaret etmem yeterli oldu. Düğüm, büyüdüğünüz yerde çözüldü.”
İki Hafta Önce – İstanbul
Stavro’nun Meyhanesi’nde oturmuş, İstanbul’un boğaz manzarasına dalıp gitmişti. Öğlen saatlerinde Amerika’ya yolcu ettiği Toprak ve Bergüzar’ı düşünüyordu. Aslında sadece Bergüzar’ı düşünüyor, bir gece önce ‘Söz ver’ diye feryat eder gibi yalvarışını anlamaya çalışıyordu.
Şirkete geldiği günden beri doğru düzgün yemek yemiyor, sürekli yorgun oluyor bazen bedeninin isyanına dayanamayıp bayılıyordu. Son zamanlarda yediği iki lokmayı bile kusuyor, karşı karşıya geldiklerinde farkında olmadan dudaklarını kemirmeye başlıyor, hatta parçalamak ister gibi ısırıyordu. Sanki bir şey söylemek istiyor ama dudaklarını kemire kemire kendine engel oluyor gibiydi. Yediği her şeyi kusması da içinde tutup söyleyemediklerini dışa vuran zihninin, bedensel bir tepkisi gibiydi. Alparslan bu durumun bir süredir farkındaydı, uzaktan uzağa onu izliyor, gözlüyor, anlamaya çalışıyordu.
Bergüzar’ın bir derdi olduğunun hep farkındaydı ama bunu tamamen Toprak’ın sağlık sorunlarına dayandırmıştı. Derken maddi yetersizlik sebebiyle kardeşini tedavi ettiremediğini öğrenmişti. Bu iki sebep de onu bu hâle getirmeye yeterdi ama dün geceki sözlerini açıklamaya yetmiyordu. Gözlerindeki telaşa, korkuya, korkuyla söylenen ‘söz ver’ feryadına yetmiyordu.
Düşünceleri içinde hepten kaybolmuş, ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemez olmuştu. O yüzden de İstanbul’a gelip anne ve babasını görmüştü. Ne zaman dara düşse onların bir bakışı, sıcacık sarılışı, sevgi dolu sözleri yolunu buldururdu. Babasının şüpheli bakışlarını, ağzını arayan sorularını, annesinin ise ‘Uzun zamandır yardımcını değiştirmemişsin. Sanırım bu Bergüzar Hanım da bir alamet var’ deyişini hatırlayıp kıs kıs güldü. İkisi de az değildi, ikisi de eski topraktı. Gözleri hep açık, hep tetikteydiler. Babası her olumsuzluğa karşı tetikte dururken, annesinin tetikte oluş sebebi bambaşkaydı. Yıllardır hevesle, heyecanla, sabırla ama bir yandan da sabırsızlıkla çocuklarının yanlarında göreceği kişileri bekliyordu. Üç gelin, bir damat…
Annesinin heyecanla Bergüzar’ı sormasına, imalı bakışlarına küçük bir kahkaha atarken omuzlarını saran eller kendine gelmesini sağladı.
“Neşen bol olsun ama anlat birlikte olsun.’’ Derken abisine arkasından sımsıkı sarılan Ertuğrul, şakaklarını birleştirirken kafalarını da tokuşturmuştu. Ertuğrul, onu hep babası gibi görmüş, öyle büyük bir saygı beslemiş ve sevmişti. Kendisinden üç yaş büyük olan Atilla abiydi. Fakat Alparslan, beş yaş büyüğü olsa da baba yarısıydı, güvendi, güvenceydi. Babası giderse büyük abisi, küçük babası oluverirdi. Yine sırtını dayayacağı dağı olurdu. Alparslan’ın başı kar tutar, gönlü yaralanır, gözleri buz keserdi de dilinden tek kelime dökülmez, bir kere of demezdi. Ailesini sarıp sarmalar, kollarının altına alıverirdi. Tıpkı babası Süleyman’dan gördüğü gibi.
‘’Gel otur karşıma da birlikte olsun aslanım. Hoş geldin.’’ Derken el yordamıyla ensesini kavrayıp usulca okşamış, başını hafifçe çevirip şakağından öpmüştü. Hâlâ çocukluğundaki gibi bu sevgi karşısında kalkanlarını indiren kardeşine karşısında boş duran sandalyeyi işaret edip, oturmasını bekledi. Koca adam olmuştu. Hâlbuki babasının kucağında onu ilk gördüğü ânı o kadar net hatırlıyordu ki… Kundağa sarılmış küçücük bir adam gibiydi. Kaşlarını çatmış, suratını asmış, ‘Ne bok işim var burada?’ der gibi bakıyordu. Sonra göz göze geldikleri ilk ân Ertuğrul’un o küçücük suratının nasıl rahatladığını da hatırlayıp tebessüm etti. Sanki ileride babasından çok onu göreceğini bilmiş gibi, daha o anda güvenmiş gibi. Huysuz homurtuları kesilmiş, çatık kaşları düzelmiş, asık suratında bile tebessümün seğirmesi belirmişti.
O günü ne zaman hatırlasa içini dolduran hislerin hiç değişmediğini görüp ürperiyordu. Usulca masaya yaklaşıp saçlarını okşarken tek kelime etmedi ama gözleri çok şey söyledi. ‘İyi ki geldin ulan en küçük hergele’ dedi, ‘iyi ki varsın ulan’ dedi, ‘Abisinin canı, aslanı’ dedi. Ertuğrul uzun zamandır hasret kaldığı bu sessiz sevgiyi alıp kabul ettikten sonra boğazını temizleyip, kaybettiği sesini zar zor buldu.
‘’Neye içiyoruz Buzlar Kralı abim…”
“Bir türlü anlayamadığım kadınlara içiyoruz aslanım. Sessizce çekip giden ve dünyanın öbür ucunda ölen Defne’ye. Her an yanımda ama çok uzağımda olan Bergüzar’a.’’ Derin bir iç çekişle arkasına yaslanırken
‘’Anlayacağın vara yoğa, gelene gidene içiyoruz kardeşim.” Demişti. Ertuğrul durumun ciddiyetini fark ederek önündeki rakı kadehini doldururken bir yandan söylediklerini düşünüyor, bir yandan da göz ucuyla onu izliyordu.
“Kaybettiğin Defne mi, yoksa bunca yıl sonra kalbinin yolunu bulan Bergüzar mı masanın konusu? Önce ona karar ver. Biz de ona göre içelim.’’ Deyip gözlerini kaçırmadan abisinin gözlerine baktı, kadehini usulca havaya kaldırdı.
‘’Senin derdin ne abim?” Alparslan ise ‘derdini’ düşünürken gözlerini kadehinden ayırmadan
“Ben Defne’yi sevmemişim.” Diye fısıldayıp, kardeşinin şaşkın bakışlarına odaklandı. Şaşırırdı tabii… Bunca yıl öfke dolu olsa da yasını tuttuğu kadını aslında yüreği yana yana sevmediğini söylüyordu.
“Yani sevdim sanmışım ama öyle değilmiş. Gençlik ateşiyle hislerimi aşk sanmışım. Bunu hayatıma Bergüzar girince anladım.”
“Ondan sonra da hislerinle yüzleşmemek için, ondan kaçmak için aylarca debelendin durdun.” Ertuğrul bıyık altından gülüyordu.
“Doğru, çok acımasız davranıp üstüne gittim. Ağlattım, üzdüm, isyan ettirdim. Ama sonra duruldum. Bir Alparslan Yalın ne kadar durulabilirse o kadar duruldum işte.’’ Kardeşinin gülüşü gözlerinin önünde büyümüş kahkahalara dönmüştü. Kendi itirafına kendisi de gülmeye başlarken başını hafifçe sallayarak iç çekti.
‘’Bergüzar’ın bir derdi var. Farkında değilim zannediyor ama farkındayım Ertuğrul. İçine atıp durduğu, içini yakan bir derdi var. Uzun zamandır anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum.” Demesiyle Ertuğrul’un kaşları anında çatıldı. Dikkatle abisine bakarken son birkaç ayı ve o aylarda Bergüzar’la ilgili sohbetlerinin hepsini düşündü, düşündü ve aradığı şeyi buldu.
“Bergüzar’la ilgili hiçbir bilgiye ulaşamadım demiştin değil mi?” Bir an gözleri buluştu. Alparslan, Ertuğrul’un aklından geçenleri delicesine merak ediyordu.
“Baba adı, kardeşi, hangi okullarda okuduğu gibi birkaç bilgi dışında hiçbir şeye ulaşamadık.” Ertuğrul’un yüzü ciddiyetle kasıldı.
“Annesi?” Sesindeki şüphe açıkça belli oluyordu.
“Yaşayıp yaşamadığı bile bilinmiyor.” Cevabıyla derin bir nefes aldı.
‘’Seni düşündüren başka şeyler de var mı? Sanki var gibi!’’ Alparslan, onun cin gibi çalışan aklına, dikkatine, olayları gözlemleyip birbirine kusursuzca bağlayabilmesine, leb demeden leblebiyi anlamasına her zaman hayran olmuştu.
‘’Dün bana dedi ki… ‘Söz ver. Kardeşimi koruyacağına söz ver.’ İşte bu sözlerden sonra şüphelerim arttı. Gencecik iki kadın, yurtta büyümüş, hayatın kendisi dışında kimseyle dalaşmamış, düşmanı olmaz, belalısı olmaz. Semih gibi piçleri ayrı tutarak konuşuyorum!’’ derken gözlerinde beliren öfke parıltılarını görmek mümkündü.
‘’Sen de diyorsun ki… Kimsenin tavuğuna kış dememiş bu kızlar neden korunmak istesin?’’ Alparslan hızla başını sallayıp rakısından kocaman bir yudum aldı.
‘’Bak, şüphe etmemin asıl sebebi şu… Bergüzar’ın onu korumamı isterken ki tavrı ‘kardeşim yurtdışında olacak, ona göz kulak ol ya da birileri olsun’ gibi değildi. Bergüzar onun yurtdışına gitmiş olmasından korkmuyor. Zaten kardeşi eğitim için Amerika’daki bir üniversiteden kabul almış. Eğer hasta olmasaymış şu an orada okuyor olacakmış. Yani ‘yabancı memlekette’ korkusu yok, ‘dil bilmez iz bilmez’ korkusu yok. Toprak’ın dili de var, zehir gibi aklı da. Orayı katıp karıştırır, delidoludur. Doktorları bile canından bezdirir. Bunu Bergüzar da biliyor. Ama o zaman neyden korkuyor?’’ Abisinin söyledikleriyle diken üstünde oturuyor gibi huzursuzlanan Ertuğrul
‘’Ben hâlâ annesini hakkında hiçbir bilgiye ulaşamamana takıldım. Babası, kardeşi, eğitim geçmişi belgeli şekilde var ve ulaşılıyor ancak annesi yok, yurtta büyüdüğü bilgisi yok. Çok ilginç, rahatsız edici derecede ilginç.’’ Susup dudaklarını kemirmeye başlayınca Alparslan masanın altından bacağına sağlam bir tekme atmıştı.
‘’Bana bak… Bir şey söyleyip de söyleyemediğinde Bergüzar da dudaklarını kemirip duruyor. Zaten bu davranışa ondan kılım, bir de sen başlama. Aklından ne geçiyorsa dökül.’’ Bacağındaki acıyla yüzünü buruştursa da kıs kıs gülerken abisinin ayağını dürttü.
‘’İnsan psikolojisi mi diyelim ne diyelim artık…’’
‘’Sıçtırma psikolojine, aklına gelenleri anlat aslanım!’’ Tansiyonun düşmeyeceğini anlayıp başını salladıktan sonra
‘’Sanki birileri onun hayatıyla ilgili bilgilerle oynamış ve bilinmesini istemedikleri bilgiler ortadan kaldırılmış sanki. Annesi… En azından ismi ve hayatta olup olmadığı yazardı ama Bergüzar’da bunların hiçbiri yok. Nasıl oluyorsa devlet koruması altında büyüdüğü bilgisine bizim kaynaklarımız bile ulaşamıyor…” Alparslan şu âna kadar farkına varmadığı bu gerçeklerle yüzleşirken içinde garip bir duygu oluştu. Sanki kalbini görünmez bir el kavradı da sıkıp attı. Nefesi daraldı, boğazı kuruyup cayır cayır yanmaya başladı.
“Biri onu aramıza…” Sözlerine nasıl devam edeceğini kendisi de bilemiyordu.
“Yerleştirmiş olabilir. Bunu daha önce de yaptılar.” Diyen Ertuğrul ise o sözleri tamamlayacak soğukkanlılığa sahipti.
“Ulan nasıl düşünemedim. Tehdit ediyor. O yüzden ağzını bile açamıyor.’’ Elini yumruk yapmış sıktıkça sıkıyordu. Öfkeden parlayan yeşil gözleriyle boğaza baktı, baktı ve bir anda
‘’Kim?’’ diye hırıldadı. Gözleri kardeşiyle buluşurken aslında kimin yaptığını birbirlerine fısıldıyorlardı. Sözsüz fısıltı olur muydu? Eğer düşman belliyse sazsız sözsüz de olurdu.
“Her şeyi anlamamızın tek yolu var. O da Bergüzar’ın annesini bulmak. Bunun için de bir planım var. Biraz sakinleş de anlatayım.”
***
Arabadan inip karşısında duran binaya uzun uzun baktıktan sonra gözleri kapının üstünde asılı olan tabelada takılı kaldı.
“Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü” tabii bu yeni adıydı. Eski ve en bilinen adıyla ‘Çocuk Esirgeme Kurumu’ önünde durmasının tek nedeni ise Bergüzar’a ait her şeyi öğrenme isteğinden başka bir şey değildi. Bahçeden içeri adım atıp ana girişe ilerlerken kendisini neye hazırlaması gerektiğini bilmiyordu. Dün Ankara’ya gelmeden önce kurumun müdiresi Sedef Hanım’la, nam-ı diğer Sedef anneyle görüşüp, randevu almıştı. Daha kapıya varmadan içeriden çıkan ellili yaşların ortasındaki kadın Alparslan’a gülümseyerek yaklaştı. Karşı karşıya geldiklerinde samimiyetle el sıkıştılar.
“Hoş geldiniz Alparslan Bey. Bergüzar hastanede yatarken kısa bir tanışmamız olmuştu ama yine de tekrar tanışalım. Ben Sedef Zorlu.” Alparslan bu sıcak karşılamaya gülümsedi.
“Tanıştığıma çok memnun oldum ve hoş buldum. Beni kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.’’ Her zamankinin aksine bir yabancıya içtenlikle gülümsüyor oluşuna kendisi bile biraz şaşırmıştı. Ama karşısındaki kadın o kadar sevecen ve sıcakkanlıydı ki kızların bu kadını anne yerine koymalarına, bu kadar sevmelerine şaşmamak lazımdı.
“Rica ederim ne demek. Buyurun lütfen, odama geçelim.” Başını onaylarcasına sallayan Alparslan, önünde ilerleyen Sedef Hanım’ı takip ederek odaya varmıştı.
‘’Size ne ikram edeyim, ne içersiniz?’’
‘’Soğuk su!’’ cevabıyla başını eğip tebessüm eden kadın, birini arayıp iki çay ve bir bardak su getirmesini rica ettikten sonra Alparslan’a odaklandı.
“Dün telefonda konuştuğumuzda bir çocuğumuzla ilgili bilgi almak istediğinizden bahsettiniz. Doğru muyum?”
“Evet, yaklaşık on yaşlarında size teslim edilmiş bir kız çocuğu. Şu an yirmi altı yaşında.’’ Sedef Hanım, onun kimi araştırmak için burada olduğunu çok iyi biliyordu ama asıl niyetini öğrenmeden, tanımadığı genç bir adama evladını anlatmazdı. Buradaki her çocuk, onun çocuğuydu. Bergüzar ise yüreğinin en nadide köşesinin kıymetlisiydi. Bu duygu yoğunluğunu asla diğer çocuklara belli etmemişti ama onu daha başka sevmekten de kendini alıkoyamamıştı.
“Bana isim söyleme şansınız nedir Alparslan Bey?” Soruyu duyup içtenlikle gülen Alparslan, Sedef annenin koruyucu kanatları altındaki bir kızı araştırmanın zannettiği kadar kolay olmayacağını anlamıştı.
“Bu küçük araştırmanın aramızda kalacağını umuyorum.”
“Bu odada konuşulanlar, bu odada kalır Alparslan Bey. İçiniz rahat olsun.” Yine o sıcacık gülümsemesiyle şefkatini belli ederken, son derece temkinli oturuşu ise en ufak yanlışında Alparslan’a tırnaklarını geçirebileceğini anlatıyordu.
“Bilgi edinmek istediğim kişi… Bergüzar Kesen.” Duyduğu isimle yanılmadığını anlayan kadın arkasına yaslandı, karşısında oturan genç adama uzun uzun baktı. Bu sırada çaylar ve su da gelmişti. Çayından bir yudum alırken
“Aslında buraya geliş nedeninizin Bergüzar ve Toprak olacağını tahmin etmek zor değil. Ancak, ne öğrenmek istediğinizi anlamak zor. O yüzden açık açık sorayım ve siz de bana açık açık cevap verin lütfen. Bergüzar ile ilgili ne öğrenmek istiyorsunuz?” Pandora’nın kutusu gibi olan bu kadını konuşturmanın tek yolunun her şeyi apaçık anlatmak olduğunu anlamıştı. İnsanlar davranışlarını biyolojik anne babalarından mı alırdı yoksa kendilerini büyüten anne babalarından mı bilmiyordu. Ama eğer ki davranışlarını kendilerini büyütenlerden alıyorlarsa Bergüzar’ın inadının Sedef Hanım’dan geldiği, su götürmez bir gerçekti.
“Bakın Sedef Hanım, ben çocukça birkaç lafla buradan kalkıp gitmeyecek kadar ne istediğini bilen, yaşı o olgunluğa ermiş biriyim. Daha açık konuşmak gerekirse, Bergüzar’ın geçmişini irdelemem basit bir merak değil. O daha bilmese de, benden duymasa da ben Bergüzar’ı seviyorum.’’ Duyduğu sözlerle Sedef Hanım’ın yüzünde az önceki soğukluğa inat içten bir tebessüm belirdi.
“Niye buradasın o zaman Alparslan oğlum? Madem kızımızı sevmişsin o zaman neden buradasın ve geçmişi neden deşiyorsun?”
“Çünkü Bergüzar’ın tehdit edildiğini düşünüyorum.” Dan diye söylediği bu sözle Sedef Hanım’ın beti benzi atmış, oturduğu yerden havaya doğru yükselip saniyeler içinde yeniden oturmuştu.
“Nasıl yani? Kim, neden tehdit etsin?” Alparslan kadının dolan gözlerine hüzünle baktı. Sedef Hanım’ın masanın üstünde duran ve hafif hafif titreyen ellerine uzanıp onları sıkı sıkı tuttu.
“Bakın Sedef Hanım, ben de bunu çözmeye çalışıyorum. Eğer bana Bergüzar ve Toprak’ın sizdeki bilgileriyle yardımcı olursanız, hiçbirinin canına zarar gelmeden bu tehditleri ortadan kaldırabiliriz. Ama yardımınıza çok ihtiyacım var. Lütfen yardım edin.” Bu sözlerden sonra yerinden kalkan Sedef, hiç düşünmeden harekete geçmişti. Arşiv odasından aldığı kocaman bir dosyayla geri döndüğündeyse aklına takılan soruları sormaya başlamıştı.
“Bunu nasıl fark ettiniz Alparslan Bey? Eminim ki bunu siz fark etmişsinizdir. Çünkü benim kara kızımın ağzından laf almak, onu konuşturmak çok zordur. Hatta imkânsızdır desem az olmaz.” Alparslan, ‘kara kızım’ tabirine gülümserken Bergüzar’ın geçmişte de aynı inada sahip olduğunu, dilinin kolay kolay çözülmediğini anlayınca gülümsemesi büyümüştü. Bir süre sessiz kalıp anlatmaya nereden başlayacağına karar verdi. On dakikadan uzun süre boyunca Bergüzar’ın davranışlarından, yaşadığı bunalımlı hallerden, yurtdışına gitmeden önce Toprak için söylediği sözlerden de bahsedip duraksadı.
‘’Toprak’ı korumak istemesi, yerinin sadece güvenilir birkaç kişi arasında saklanmasını istemesi… Garip geldi. Ben de biraz araştırma yaptım. Bergüzar’ın şirkete geldiği ilk zamanlarda da araştırmalar yapmıştım ancak ne burada büyüdüğü bilgisine, ne de annesiyle alakalı hiçbir bilgiye ulaşamamış, burada büyüdüğünü bile kendisinden öğrenmiştim. Şüphelerime ya da içgüdülerime güvenerek o araştırmamı genişlettim. Bergüzar’ın telefon arama kayıtlarına, mesajlarına ulaştım. Ayrıca evinin çevresindeki sokak, cadde ve işletme kameralarının kayıtlarına da ulaştım. Bunlara ulaşmanın benim için çok da zor olmadığını tahmin edersiniz…’’
‘’Mesajlar, aramalar kimden geliyormuş bunu öğrenebilir miyim?’’ Alparslan donuk bir ifadeyle kadına baktı ve başını salladı.
‘’Ender Açıktan!’’ Sedef Hanım’ın irkildiğini görerek kaşlarını çatarken sözlerine devam etti.
‘’Şirkete ait bilgilerin bulunduğu bir dosya karşılığında Bergüzar’a para verecekmiş.’’ Kadının gözlerinin şaşkınlıkla büyümesini, yaşadığı şoku, hüznü anbean izlerken hiç içmediği suyunu ona uzattı.
‘’Sakin olun Sedef Hanım. Ben düşman taraf değilim, o pislik herif gibi oyunlar oynayacak biri değilim. Bergüzar’a ya da Toprak’a zarar vermem. Derdim onları bu bataktan kurtarmak. Şu an benden başka kimseye güvenmemenizi istesem… Yapabilir misiniz? Bu konuşmayı Bergüzar’dan bile gizlemeniz gerektiğini söylememe gerek yoktur diye düşünüyorum.’’
‘’Bergüzar öyle bir şey yapmaz. O dosyayı ya da her ne halt ise… Onu vermez. Bergüzar hep dosdoğru yürüyen bir çocuktur Alparslan oğlum. Bu kızı nasıl sıkıştırdı, nasıl tongaya düşürdü, yaşadığı zorluklardan fayda sağlamayı nasıl başardı bilmiyorum. Ben sadece büyüttüğüm kızımı biliyorum ve ona inanıyorum, güveniyorum.’’ Alparslan, kadının tir tir titreyen ellerini tekrar tutup minnetle okşadı.
‘’Sedef anne… Bergüzar onun istediği hiçbir şeyi yapmamış. Kızın, o şerefsize pabuç bırakmamış. Evet, başta şirkete bunun için girmiş ama…’’ Sedef Hanım iç çekip gözyaşlarıyla karşındaki genç adama baktı. Umutla
‘’Yapamamış değil mi? Benim kara kızım kimseye haksızlık yapmaz ki… Havada uçan kuşun kanadı titrese kendine dert eder. Bazen huysuzdur, kızdığında iyi kızar, gözü dünyayı görmez. Elbet kusursuz değildir ama bu… Bu onun yapacağı, yapabileceği bir şey değil evladım. Beni anlıyorsun değil mi?’’ diye sorduğunda içinin yandığını hissetmişti. Anne gibi değil anneydi. Evladı için endişelenen, evladına zarar gelsin istemeyen, evladına toz kondurmaya bile korkan bir anne… Yüzünde anlayışlı bir tebessümle oturduğu yerden kalkıp Sedef Hanım’ın yanına ilişti ve bir kolunu onun omzuna sardı.
‘’Bana neden gelmedi, olan biteni anlatmadı anlayabiliyorum. Ben biraz…’’ Yüzünü ekşitip, fısıldar gibi devam etti.
‘’Biraz huysuz bir adamım Sedef anne. Olanları anlatmak istediğine şüphem yok. Çünkü ne kadar gergin, mutsuz, huzursuz, yorgun olduğunu aylardır gözlerimle görüyorum. Şu an tek istediğim onları korumak. Gerçekleri Bergüzar’ın ağzından dinlemek. Ne oldu, nasıl oldu da Ender manyağıyla yolları kesişti anlayamıyorum. Bütün tehditlerine rağmen ona karşı gelip, bu işten nasıl caydı merak ediyorum. Tüm bunları anlamaya, öğrenmeye çalışırken de tek bir yerde tıkanıyorum… Bergüzar ve Toprak’ın annesi.’’ Sedef Hanım’ın duraklaması, aniden irkilmesi, yüzündeki gergin, hatta öfke dolu ifade Alparslan’a doğru iz üzerinde olduğunu kanıtlıyordu.
“Araştırdığım hiçbir belgede anneleriyle ilgili bilgi yok. Yaşayıp yaşamadığını geçiyorum, ismi bile yok. Neden Sedef anne? Bergüzar ve Toprak’ın annesi kim, ona ne oldu ya da o nerede?” Sedef Hanım çatık kaşlarının altından bakıp zar zor soluklanırken cevap vermek yerine dosyaların içinden Bergüzar’ın kişisel dosyasını bulup çıkardı ve Alparslan’ın önüne koydu. Alparslan ise hiç vakit kaybetmeden bilgilere göz atmaya başladı. Anne adının yazılı olduğu yeri bulduğunda çok merak ettiği ismi sesli olarak mırıldandı.
“Meral” İsme uzun uzun baktı fakat beklediği böyle bir şey değildi. Buraya bir isimden daha fazlasını umut ederek gelmişti. Bakışlarını dosyadan ayırıp Sedef Hanım’a çevirdi.
“Meral… Bu kadar mı?”
“Dosyaya bir kez daha göz at, ben de Toprak’ın dosyasını bulayım.” Yine büyük dosyayı karıştırmaya başlarken, Alparslan da kendisine söyleneni yapıp Bergüzar’ın dosyasını en başından okumaya başladı. Bergüzar’ın neredeyse her yaptığının sekiz yıl boyunca not alındığı bu dosya ona sevdiği kadınla ilgili bilgiler veriyordu. Dosyayı ayrıntılı olarak incelemek için bir kopyasını istemeyi düşündüğü sırada Sedef Hanım elindeki başka dosyayı uzattı.
“Sedef Hanım, sakıncası yoksa ben bu dosyanın bir kopyasını alabilir miyim? Sakin kafayla okumak istiyorum.” Dediğinde kadın bir süre düşünüp sadece
“Tamam” dedi.
“Toprak’ın dosyasını da buldum. Onun da bir kopyasını sana teslim edeyim. Bu arada gözden kaçırmış olabileceğin o ayrıntıyı fark ettin mi?” Başını ‘hayır’ anlamında sallarken dosyaya bir daha baktı. Neyi kaçırdığını bir türlü anlamıyor, sorularının cevabını bulamıyordu. Sedef Hanım onun bu hâline gülümseyip, sağ elinin işaret parmağını satırlardan birinin üstünde gezdirdi. Alparslan dikkatle o satırı takip ederken okuduklarını bir an idrak edemedi.
“‘Çocuk, annesinin hayatta olduğunu belirttikten sonra annesi için araştırmalar yapıldı. Anneye ulaşılıp, tespit edilen adreste ziyaret edildi ve çocukların durumları anlatıldı. Anne, yeniden evlendiğini ve hayat statüsünün değiştiğini belirterek, iki çocuğunu da kabul etmedi. Annenin evlendikten sonraki soyadı; Açıktan’” Alparslan okuduğu soy isimle beyninden vurulmuşa dönerken, gözleri Sedef Hanım’ın gözlerinde asılı kaldı. Bir süre konuşmayı bile unuttu.
“Burada Açıktan yazıyor.” Diye mırıldandı ve birkaç satırı daha hızla okudu.
“‘Kocasının adı: Eşref Hulusi Açıktan.’ Yani Ender ve Eren’in babasıyla mı evlenmiş?” Bir anda yerinden kalkıp cebinden çıkardığı telefonuna sarıldı.
“Ertuğrul, Toprak’ın yanına kim giriyor, kim çıkıyor, gün içerisinde onunla kim ya da kimler ilgileniyor, kimler refakat ediyor, yediği yemeyi yapandan servis eden kişiye kadar, kullanılan ilaçların içeriklerine kadar her şeyi… Her şeyi öğrenmek istiyorum. Toprak’ın yanına kimlik bilgileri teyit edilmemiş, özgeçmişi araştırılmamış kimse yaklaşmayacak. Bergüzar korkmakta haklı, konuşamaması normal… Kızın çevresini şeytanlar sarmış! Toprak’ı koru, ne yap et, o kızı koru. Duydun mu?” Cevap vermesini bile beklemeden telefonu kapatıp Sedef Hanım’a döndü.
“Dosyaların kopyaları ve yardımlarınız için çok teşekkür ederim Sedef Hanım.” Kadının elini sımsıkı tutuyordu.
“Rica ederim Alparslan Bey. İşe yaradıysa ne mutlu bana. Burada büyüyen her çocuk benim evladım gibidir. Onların başına kötü bir şey gelmesini istemem. Lütfen Bergüzar ve Toprak’a sahip çık. Lütfen!” Kadının sesi sonlara doğru titremeye, gözleriyse yaşlarla dolmaya başlamıştı.
“Sedef anne, elimden ne gelirse yapacağımdan şüphen olmasın. Bu arada lütfen bana kurumunuzun ihtiyacı olan her şeyi mail yoluyla yazın. Çocuklarınıza yardım etmekten onur duyarım. Onlar bu vatana, bizlere emanetler. Mailinizi bekliyor olacağım.” Dedikten sonra kadının elini öpüp ona sıkıca sarıldı. Sedef Hanım da bir evladı kucaklarcasına Alparslan’a sımsıkı sarılırken gözyaşlarına hâkim olamıyordu.
“İyi ki senin gibi insanlar var Alparslan oğlum. Bergüzar tertemiz kalbi olan bir çocuğum. Ben ondan eminim, ona kefilim. Onun yanında ol. Çok küçük yaşta zor bir hayata başladı. Senin gibi mert bir adam asla sırtını dönmez.” Alparslan kadına sıcacık bir tebessümle baktıktan sonra dışarı çıktı. Yeniden eline aldığı telefonuyla yine Ertuğrul’u aradı.
“Bergüzar’ın annesinin adı Meral.” Ertuğrul bu isimden nereye varması gerektiğini tıpkı abisi gibi anlayamayarak
“Yani?” Dedi. Alparslan ise sinirlerinin bozulduğunu belli ederek kahkaha attıktan sonra konuşmaya devam etti.
“Soyadı Açıktan. Eşref Hulusi Açıktan’ın ikinci karısı. Ender ve Eren’in üvey annesi.” Demesiyle duyduğu küfürler eş zamanlı oldu.
“Karşımızda insan yok abi. Resmen şeytanla karşı karşıyayız. Dubai öncesi ortalığı iyice karıştırıyor. Şerefsiz!” Kardeşinin söylediği her söze sessizce de olsa hak verirken aracına geçti. Yeniden arayacağını söyleyip telefonu kapattı. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, gözlerinin içi yanıyordu. Olan bitenin bu kadar derine, bu kadar özele ineceğini hiç düşünmemişti. Şok olmuş kalmıştı. Bergüzar’ın dosyasını daha sakin bir kafayla yeniden okumayı kendine tekrar ederken Ankara trafiğinde ilerlemeye çalıştı. Ender’in ince ince işlenmiş oyununu düşünerek içinden küfürler ediyordu. Planı güzeldi ama o plandan daha güzel bir şey vardı. Bergüzar’ın kocaman kalbi…