2.BÖLÜM
Yorgundu, halsizdi, fazlasıyla stresliydi. Ayaklarına iğneler batıyor gibi hissediyordu ama bugün, güne daha erken başlamıştı. Penceresinin önünde durmuş, Ankara semalarına doğan güneşin usul usul yükselişini izliyordu. Bedensel ya da zihinsel yorgunluğunun sebebi iş hayatı, huysuz patronu değildi. Keşke öyle olsaydı. Öylesine dayanmanın daha kolay olacağını bilecek kadar zor bir yaşamı olmuştu. Hayatındaki zorlukların yanında Alparslan’ın sivri dili, soğuk bakışları, kırıcı konuşmaları, insanları yok sayar tavrı, fındık fıstık gibi kalırdı.
Çocukluğundan beri yaşadıkları trajedileri, terkedilişleri, kaybedişleri vardı. İmkânsızlıklar içerisinde mutlu olmuş iki çocuktu Bergüzar ve Toprak. Her şeye rağmen ayakta kalmış, yaşamaya devam etmişlerdi. Bergüzar, kahvesinden bir yudum daha alıp, bardağı masanın üstüne bıraktı ve dolabının karşısına geçti. Salaş görüneme sahip beyaz gömlekle, gri renk pantolonu eline alıp yatağına doğru ilerledi. Her zamankinden daha zor bir gün olmamasını dileyerek giyindi. Bel boşluğuna kadar uzanan saçlarını taradı ve onları kendi hallerine bırakarak ayna karşısına geçti. Gözaltları yorgunluktan çökmüş, hatta morarmıştı. O izleri makyajla giderip evden çıkmak için hareketlendi. Kapı girişindeki dolapların birinden ceket alıp üstüne geçirdikten sonra topuklu ayakkabılarını giydi ve çantasını da alarak çıktı. Her sabah yaptığı gibi kapının yanına küçük bir not bırakmayı da ihmal etmemişti. Notta şu yazıyordu;
‘Her şey güzel olacak.’ Öyle olmasını umuyordu, diliyordu, dua ediyordu. Her şeyin güzel olmasını, kardeşini diliyordu. Aklındaki birçok düşünceyle toplu taşıma aracına binmiş, kendine zar zor yer bulup, bir köşeye oturmuştu. Bu sırada telefonuna gelen mesajla düşüncelerinden sıyrıldı. ‘Yeni gün için başarılar dilerim.’ Zaten yorgundu, morali bozuktu ve bu mesaj bunlara hiç iyi gelmemişti. Yaptıklarını ve yapmak zorunda kalacaklarını düşündükçe gözleri doldu, aklı bambaşka düşüncelerle karıştı. Nefes almak isteyen ciğerleri yandı, boğazı kupkuru olup kavruldu. Bu esnada taşıt, ineceği durağa yanaşınca, Bergüzar kendini sabahın serinliğine atıp derin bir nefes aldı.
Aklındaki düşüncelerin ipinin ucunu kaçırmış, her biri bir yere dağılmıştı ancak ayakları onu yolunu ezber ettiği şirkete götürmüştü. Şirketteki ilk iki haftayı neredeyse geride bırakmıştı. Fakat hâlâ alışmaya çalışıyordu. Çünkü ‘’Kahvem!’’ diye bağıran adam, daha günaydın demeden, odasına bile girmeden, koridorun başından seslenerek gelip önünden rüzgâr misali geçmişti. Üstündeki buz mavisi takım elbiseyle, karakteri ne kadar benzeyebilirdi? Şaşırtıcı derecede benzeyebiliyormuş, bunu da öğreniyordu. O, ‘’Soğuk nevale!’’ diye mırıldanırken, patronu çoktan odasına girmiş, elindeki dosyaları masasına bırakmıştı.
Alparslan koltuğuna oturup arkasına yaslanırken gözü takvime takıldı. Bergüzar’la çalışmaya başlayalı on günü geçmişti. Kendine bile itiraf etmek istemediği noktaysa kızın bu kadar dayanacağını hiç düşünmemişti. Bergüzar’ın koridorda hızla ilerlediğini belli eden topuklu ayakkabı sesine güldü. Evet, güldü! Uzun zamandır hiç böyle birini görmemişti. Başını hafifçe sallayıp ceketini çıkarttı, yanındaki askıya astı. Yüzünde hâlâ belli belirsiz bir tebessüm saklıydı ancak onun odaya doğru geldiğini duyarak kendini anında toparlayıp yerine oturdu.
Önüne konan kahve fincanını elleri arasına aldı, bir yudum içti. ‘’Teşekkürler. Programı anlatıp çıkabilirsin.’’ Bergüzar her zamankine göre daha yavaş, daha sessiz ve fazlaca duraksayarak programı anlatınca kafasını kaldırıp ona baktı. Karşısında duran kızın yorgun yüzünü saniyeler içerisinde inceledi. Neyi olduğunu anlamasa da yorgun ve gergin olduğunu rahatlıkla fark etmişti. ‘’İyi misin?’’ Sorusuyla afallayarak patronuna bakan Bergüzar, ‘’İyiyim. Teşekkür ederim.’’ demekle yetindiğinde hâlinin bu kadar belli olduğunu anlamak canını iyiden iyiye sıkmaya yetmişti. Alparslan ise aldığı cevaptan memnun olmadığı için daha sakin bir sesle ‘’Emin misin?’’ diye sordu. Aldığı cevap değişmedi. Bergüzar ısrarla iyi olduğunu belirtiyordu. Başını hafifçe salladıktan sonra odadan çıkıp, kapıyı kapatan kızın ardından baktı ama kısa sürede toparlanıp işlerine döndü.
Günün ilk yarısında toplantılar art arda gelip, saatler ilerledikçe Bergüzar’ın yorgunluğu da iyice artmıştı. Öğle yemeği saatinden önceki son toplantıda Alparslan’ın gergin sesi yine odayı doldurdu. İtiraz ettiği şey, tabii ki karşı tarafın onlara sunduğu yüksek fiyatlardı. Bergüzar, aradan geçen kısacık sürede onun bağırışlarına alıştığını hissediyordu. Yine inadı tutmuştu, bir adım geri atmaya niyeti yoktu. Fakat karşısındaki insanların da fikri değişecek gibi durmuyordu. İnadı yüzünden getirisi, götürüsünden daha fazla olan bir işi kaybetmek üzereydi. Kendisi bunu fark ederken Alparslan’ın nasıl fark edemediğine şaşırıyordu. Yarım saat süren bu gerilime dayanamayıp, kendini tutamadı ve masanın altından, Alparslan’ın bacağına tekme geçirdi.
Bacağına inen darbeyle hafifçe irkilen Alparslan’ın kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı, buzdan bakışları Bergüzar’a döndü. Kaşının biri sorarcasına havalanırken, Bergüzar onun bu ifadesini umursamamaya çalışarak başıyla kapıyı işaret etti. ‘’Beş dakika ara verelim.’’ Yerinden hışımla kalkıp kapıya ilerledi, Bergüzar da onu sessizce takip etti. Alparslan’ın odasına peş peşe girdiler. Alparslan hızla arkasını dönüp Bergüzar’ı kendine doğru çekerken boşta kalan eliyle odanın kapısını kırar gibi kapatmış, kızı da kapattığı kapıyla arasına sıkıştırmıştı. ‘’Ne yaptığını sanıyorsun!’’ Sesinde elle tutulur bir öfke vardı. Gözlerinin yeşili, siyaha çalıyor gibiydi. Bergüzar, onu neden durdurduğunu düşünüp derin bir nefes alırken omuzlarını dikleştirdi.
‘’Eğer fiyatı kırmak için biraz daha uğraşırsanız… Adamlar anlaşmayı imzalamadan gidecekler.’’ Alparslan birkaç saniye şok olmuş gibi ona baktı. Ardından da sinir bozucu kahkahası odayı inletti. ‘’Ne yani… On günde ‘iş dünyasını öğrendim’ mi diyorsun?’’ İğneleyici sözleri kalbini sıkıştırdı ama pes etmedi, pes etmeye de niyeti yoktu. Alparslan, geri çekilip odanın içerisinde öfkeyle volta atarken yeniden konuştu. ‘’Hayır… Ama olacaklar ortada. Bu saçma inadınız her şeyi mahvedecek.’’ dediği anda Alparslan’ın adımları durdu, keskin bakışları üstüne döndü ve yüzünü incelemeye başladı. Siniri gözlerinden taşan adam, onun bu cesaretinin sebebini merak ediyordu.
‘’Sendeki bu cesaretin sebebi ne? Sen küstah mısın?’’ bağırışıyla Bergüzar’ın gözleri anlık olarak kapandı. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti, yorgundu ve şu an yaşadığı stres bacaklarının bağını çözüyordu. Eliyle kapıya tutunmaya çalıştı. ‘’Bunun cesaretle, küstahlıkla ilgisi yok. Yanlış yapıyorsunuz, bunu fark edemeyecek kadar inatçı ve sinirli bir yapınız var. Ben sadece uyarmak istemiştim. Kötü bir niyetim yoktu. Karar da, para da, şirket de sizin.’’
Sözlerini bitirip kapının kolunu yavaşça indirdi, odadan çıktı. Gözlerine dolan yaşları, girdiği tuvalet kabinine kadar tutabilmişti. Kapıyı kapatmasıyla gözlerinden boşalan yaşlar, uzun süredir artarak devam eden stresli hayatının kanıtı gibiydi. Kendine, toplantıya dönmesi gerektiğini hatırlatıp, toparlanmaya çalıştı.
Bu esnada Alparslan da Bergüzar’ın sözlerini düşünüyordu. Kabullenmek istemese de kızın doğru söylüyor olabilme ihtimalini düşünmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp odasında bulunan küçük dolaptan soğuk su çıkardı ve içti. Sakinleşmeye, mantıklı düşünmeye ihtiyacı vardı. Çok gergin, sinirli hissediyordu. Masasının çekmecesinde bulunan sigara paketine uzandı, içinden bir tane aldıktan sonra odasından çıkıp asansöre ilerledi. Asansör hızla en üst kata çıkarken içi iyiden iyiye sıkılmıştı. Her geçen dakika Bergüzar’a biraz daha hak verdi. Doğru söylüyordu. Fiyatı düşürmeye çalışırken, getirisi fazla olacak bir işi kaybetmek üzereydi.
Peki niye bunu kendi fark edememişti de kendisine göre deneyimi çok daha az olan asistanı fark etmişti. Bir de kıza yok yere bağırmış, dahası hakaret etmişti. Sigarasını yakıp dumanı ciğerlerine gönderdi. Birkaç dakika içerisinde biten sigarasını kül tablasına bırakıp yeniden içeri girdi ve asansöre bindi. Hızlı adımlarla toplantı odasına girip yerine oturdu.
Bergüzar, onun yanında oturuyordu ama notlarından başını kaldırmıyordu. Çünkü gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Günlerdir süren yorgunluğun, uykusuzluğun izlerine az önce yenileri eklenmişti. Alparslan, ‘’Kusura bakmayın geciktim.’’ dedikten sonra dosyalarına göz attı. Başını kaldırıp diğer şirketin patronuna, baktı. ‘’Sözleşmeyi imzalayabiliriz. Teklifinizi kabul ediyorum.’’ dediğinde Bergüzar başını kaldırıp şaşkınca ona bakmıştı. Yalın Holding çalışanları işi kaybetmedikleri için derin bir nefes alırken, diğer şirket çalışanlarıysa teklifleri kabul edildiği ve kâr payları düşmediği için mutluydular.
Alparslan önüne konan sözleşmenin maddelerini tekrar gözden geçirdi, siyah dolma kalemi eline aldı. Kendi adının üst kısmına imzasını atmadan önce başını kaldırıp Bergüzar’ın kıpkırmızı olan gözlerine baktı. Kaşları, saklayamadığı bir şaşkınlıkla çatılırken kız, gözlerini kaçırmış, önünde duran kâğıtları toplamaya başlamıştı. Alparslan ise derin, oldukça sessiz bir soluk almaya çalışarak içindeki pişmanlık dolu sesleri bastırmaya çalışıyordu. Boğazını temizlermiş gibi yapıp imzasını attıktan sonra ayağa kalktı. İki şirketin üst düzey yöneticileri el sıkışıp, birbirlerini tebrik ettiler ve toplantı odasından çıktılar. Bergüzar misafirleri geçirmek için onlarla şirketin ana çıkışına kadar ilerledi. Geri dönüp masasına oturduğunda öğle arasıydı ve bir şeyler yemesi gerektiğinin farkındaydı.
‘’Bergüzar, yemeğe çıkıyoruz. Gelmek ister misin?’’ Koridorun başındaki asansörde duran Sezer Bey’le yanındaki birkaç şirket çalışanına gülümsemeye çalıştı. ‘’Teşekkür ederim ama işlerim var. Siz gidin, ben burada bir şeyler atıştırırım.’’ Onlara küçük bir el hareketiyle selam verip, başını çevirdiği esnada gözleri, odasında oturan ve bir saattir aralıksız olarak elindeki kalemi çeviren adama takıldı. Jaluzi perde asılı olan ofis camının aralıklarından gördüğü kadarıyla Alparslan sinirli değildi. Sadece fazla düşünceli görünüyordu.
‘’Bergüzar!’’ Adını duymasıyla yerinden kalkıp odaya doğru ilerledi. ‘’Efendim Alparslan Bey.’’ Adamın gözleri elinde çevirip durduğu kalemine sabitlenmiş gibiydi. ‘’Neden yemeğe çıkmıyorsun? On gündür her öğle arası buradasın.’’
‘’Bir sebebi yok. Yemekle aram yoktur, atıştırıp geçiyorum.’’ Dediğinde Alparslan başını hafifçe salladı ve ‘’İyi.’’ demekle yetindi. Bergüzar ise odadan çıkıp yeniden masasının başına geçti. Mesainin bitmesiyle eve gidip duş almış, bir şeyler atıştırıp koltuğa uzanmıştı ki Toprak başında belirmişti. Bu gece biraz eğlenmek istediğini söyleyip yalvarmaya başlamasıyla gözlerini deviren Bergüzar, onun ‘’Hadi abla ya, nolur gidelim.’’ ısrarlarını yok saymaya çalışıyordu.
Toprak, küçük bir kız çocuğu gibi debelenip durdukça ve ‘’Hem kızlar da gelecek. Lütfen!’’ diyerek arkadaşlarını da araya koyunca, sıkıntıyla üfledi. ‘’Ablacım çok yorgunum, nolur gitmeyelim. Gücüm yok.’’ Toprak dudağını büzüp, kedi yavrusu misali bakmaya başladı. Yirmi yaşında genç bir kız olsa da ruhu çocuktu. Ablasının varlığı, onu çocuk kalmaya teşvik ederken, Bergüzar’ı ise çok erken yaşta büyütmek zorunda kalmıştı. ‘’Tamam. Tamam. Kızları ara hazırlansınlar, çıkalım.’’ Ayaklanıp doğruca odasına ilerledi. Toprak’ın sesiyse hâlâ kulaklarına ulaşıyordu.
‘’Kızlar, ikna ettim. Hazırlanın çıkıyoruz.’’ O, sevinç naraları atarken, Bergüzar kendi kendine güldü. Elini yüzünü yıkayıp biraz toparlandı ve elbiselerine bakmaya başladı. Bordo renkli, dantel işlemeli mini bir elbiseye uzandı. Giyip giymemek konusunda bir an bile tereddüt etmeden üstündekileri çıkarmaya başladı. Cesur, güçlü, bir o kadar da uysal bir kızdı Bergüzar. Tabi inadı tuttu mu, işte o zaman uğraşanın işi var demekti. Buz gibi bir adama dayanıyor, onu alttan alabiliyor oluşu sadece işe ihtiyacı olduğu içindi. Aslında paraya fazlasıyla ihtiyacı vardı. Vermek zorunda kaldığı sözleri, yapmak zorunda kaldığı işleri vardı. Omuzlarında dünya kadar yükle yine de ayakta duruyor, Toprak’a tek başına aile oluyordu.
Elbiseyi giyip, saçlarını sımsıkı atkuyruğu yaptı. Göz kapaklarına sedefli far sürüp, uzun, kuyruklu bir eyeliner çekti. Elbisenin tonlarında mat ruju da dudaklarına düzgünce sürdüğünde odasından çıkıp kapıda kendisini bekleyen kardeşine gülümsedi. Toprak heyecanla, her zaman hayranlık duyduğu ablasına bakarken uzun bir ıslık öttürmüştü. ‘’Hayatımda gördüğüm en güzel kadın.’’ deyip, bayılıyormuş gibi yaptığında, onun bu hallerine kahkahalarla gülmeden edemedi.
‘’Saçmalama deli kız. Sen de çok güzel olmuşsun.’’ Toprak kendi etrafında dönüp, elbisesinin uçlarını kaldırarak selam verdi. Beyaz renkte, straplez model, pileli eteğe sahip elbisesinin altına, bilekte biten beyaz converse giymişti ve çok şirin görünüyordu. Bergüzar’ın dalgalı saçlarının aksine, onun kıvır kıvır olan saçları serçe parmak uzunluğunu ancak geçerdi. ‘’Kızlar da hazırlandılar değil mi? Bak bekletirlerse hiç acımam eve dönerim Toprak!’’ diye tehdit de ettikten sonra ayağına burun kısmı siyah, geri kalan yerleriyse parlak gümüş rengi topuklu ayakkabılarını geçirdi. ‘’Gidebiliriz küçük hanım.’’
***
‘’Yolda mısın?’’ Alparslan karşıdan gelen sesin sahibi göremese de gözlerini devirdi. ‘’Yoldayım, geliyorum. Siz içeri girin.’’ Telefonu kapatıp yola odaklandı. Bugün çok yorulmuş olmasına rağmen niye dışarıda olduğuna anlam veremiyordu. Hele ki kafası kazan gibi ağırlaşmışken gece kulübünde ne halt edeceği konusunda hiçbir fikri yoktu. Arkadaşlarının bitmek bilmez ısrarlarıyla kendini dışarı çıkmak için hazırlanırken bulmuştu.
Yarım saat içerisinde arabasını kulübün özel otoparkına park edip ‘’Hoş geldiniz Alparslan Bey.’’ diyerek kendisini karşılayan güvenliklere baş selamı verip içeri girdi. Karanlığı, puslu spot ışıkları aydınlatıyor, eğlenirken kendinden geçen insanları birkaç saniye ortaya çıkartıyordu. Arkadaşları için hazırlanan locaya ilerlerken telefonunu eline alıp kardeşi Ertuğrul’a mesaj attı. ‘’Mekândayım. Her şey yolunda görünüyor.’’ Kısa süre sonra telefon ekranı aydınlandı. ‘Kendine dikkat et abim.’ Mesaja gülümserken locaya varmış, ‘’Nerede kaldın be abicim!’’ sesleriyle arkadaşlarına bakmıştı. Üniversite yıllarının arkadaş grubuyla selamlaşıp, en samimi olduğu Sinan’ın yanına oturdu. ‘’Yorgundum. Ancak gelebildim.’’
‘’Kendini bu kadar yorma.’’ diyen arkadaşlarına bakıp tebessüm ederken, Sinan kulağına eğilmiş ve her zamanki sözlerine başlamıştı. Her zaman haklı olduğu sözlerine! ‘’Hep iş, hep iş… Biraz hayatını yaşa! Âşık ol, bir kadını sev artık. Yeniden! Zaman geçiyor Alparslan. Merdiveni kırka dayadık kardeşim.’’ Alparslan, huysuz bir ifadeyle Sinan’a bakarken uzun bacaklarını öne doğru uzattı.
‘’Farkındayım Sinan ama niye böyle bir adam oldum ben de bilmiyorum.’’ Sinan, onun omzuna kolunu atıp ‘’Kalbin kırıldı.’’ derken, Alparslan geçmişini düşünmeye başlamıştı. Evet doğruydu, kalbi kırılmıştı. Kabuk bağlasa da canını yakan yaraları vardı.
‘’Ben, kötü kalpli biri miyim?’’ Onun böyle sorular sorduğunu uzun zamandır duymayan Sinan, şaşkın bir ifadeyle yüzüne bakıp bıyık altından imalı şekilde güldü. ‘’Değilsin, hatta gördüğüm en iyi kalpli insanlardan birisin. Fakat soğuksun birader, buz gibi bir adamsın. Bazen insanlar, kalbin ya da vicdanın olup olmadığını sorguluyorlar.’’ Cevabı anladığını belirtircesine ağır ağır başını salladı. Ne zaman bu kadar soğuk ve vicdanını unutmuş bir adam olduğunu düşündü. Vicdansız değildi elbette. Ancak, öyleymiş gibi davranıyordu ve bunu Bergüzar’ın ağlamaktan kızaran gözlerini gördüğünde fark etmişti. O ânı hatırlayıp, kızaran gözlerini düşünürken zorla yutkunup nefes almaya çalıştığı sırada Sinan’ın ıslık sesiyle kendine geldi.
‘’Hatundaki dövmeye bak usta.’’ Alparslan, kalabalığa göz atıp, Sinan’ın bahsettiği kadını bulduğunda sırtını tamamen kaplayan Düş Kapanı dövmesini görmüştü. ‘’Elbise çok cesur, dövmeden bahsetmiyorum bile.’’ demekle yetindi. O sırada kadın yüzünü onlara doğru döndü ve gözlerine saliselik bir hızla dokunan çok tanıdık kahveler tüm dikkatini dağıttı. ‘’Bergüzar!’’ Alparslan’ın sesinden şaşkınlığı açıkça belli olurken Bergüzar ondan habersiz, pistte dans eden kız grubunun arasında eğlencelerine ortak olmaya çalışıyordu.
Sinan usulca Alparslan’a dönüp, kızın üstünde çakılı kalan gözlerine çatık kaşlarla baktı. ‘’Tanıyor musun?’’ Cevap gelmedi ama Sinan da pes etmedi. ‘’Senin için önemli biri galiba!’’ Arkadaşının imalı sözleri duyan Alparslan hâlâ pür dikkat Bergüzar’ı izliyordu. Dikkatini kendi üstüne çekmeye çalışan Sinan’ı ve imasını umursamadan tek kelime etti. ‘’Asistanım.’’
‘’Sadece asistanın mı Alparslan Yalın? Bana öyle gelmedi de.’’
‘’Sadece asistanım. Ne bir eksik, ne bir fazla.’’ Sinan, ‘anladım’ der gibi başını sallayıp pisti izlemeye başladı.
Bu sırada Bergüzar, kendini izleyen iki adamdan da habersizdi. Etrafına baktığı sırada birçok insanla göz göze gelmişti ve bunlardan birinin patronu olduğunun farkında değildi. Kalabalıktan bunalarak pistten uzaklaşıp barın önüne gitti. Barmenler onu görünce gülümseyip konuşmaya başlarken, yanından geçen diğer çalışanlarsa kendisine selam veriyor, kısa süre sohbet ediyorlardı. Buraya sık geldiği belliydi ama Alparslan bunu daha önce nasıl fark etmediğini merak etti. Çalışanlarla yaptığı kısa sohbetlerin ardından bardan ayrılan Bergüzar, içki şişesini de alarak üst kat merdivenlerine yönelmişti. Mekânın balkonlarından birine çıkıp gözden kaybolduğunda Alparslan da yerinden kalkıp o tarafa gitmeye başladı. Balkona vardığında gördüğü manzarayla duraksamıştı çünkü Bergüzar’ın rujla iyice belirginleştirdiği dudaklarının arasındaki sigarayı ilk kez görmüştü. Ona çatık kaşlarının altından bakarken kendisinden bir haber olan kız ise çantasında çakmak arıyordu.
Usulca yanına yaklaşıp, cebindeki çakmağı çıkardı ve yaktı. Çakmaktan çıkan sesle irkilerek başını kaldıran Bergüzar, karşısında Alparslan’ı görmeyi hiç beklemiyordu. Sigarasının ucunu tutuşturan adamdan gözlerini ayırmadan dumanı içine çekip burnundan çıkartarak yeniden havaya karışmasını sağladı. Sağ elinin parmakları arasına sigarasını alırken ‘’Alparslan Bey?’’ diye mırıldandı. Böyle bir karşılaşmayı beklemediği açıkça belli oluyordu.
‘’Şaşırmış gibisin.’’ Genç kız başını hafifçe sallayıp ‘’Karşılaşabilme ihtimalimiz pek tahmin ettiğim bir şey değildi.’’ demekle yetindi. Bu sırada Alparslan da ceketinin iç cebinden bir tane sigara çıkartıp yaktı. İkisi de sessizdi, birbirlerinin böyle alışkanlıkları olduğunu bilmedikleri için, içten içe gizledikleri şaşkınlıklarını yok saymaya çalışıyorlardı. ‘’Kız arkadaşlarınla mı geldiniz?’’ Bu alakasız soruya başını salladı. ‘’Kız kardeşim ve arkadaşlarım.’’
Aldığı cevaba şaşırırken kaşı hafifçe havaya kalkmıştı. ‘’Kardeşin olduğunu bilmiyordum.’’ Dediği anda kızın bordo renge boyalı dudaklarındaki imalı gülümsemeyi gördü. ‘’Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz Alparslan Bey. Çünkü diğer asistanlarınız gibi, bir ayı doldurmadan gideceğimi düşünüyorsunuz ve özel hayatımla ilgilenmiyorsunuz.’’
Alparslan sözlerin doğruluğunu onaylar gibi başını sallarken ‘’Haklısın… Aslında, bugün söylediğin her sözde haklısın.’’ demiş, kahverengi gözlerin şaşkınlıkla üstüne dönüşünü izlemişti. ‘’Sanırım sana bir özür borçluyum. Bugünkü sözlerim için!’’ Sigarasından son bir nefes çekti, usulca ama güler gibi bir ifadeyle gerisin geri üfledi. Dudakları birkaç saniye arayla yana kayıyor, dili ağzının içinde dolanıyor, dudaklarının üstünde geziyor, sonra dudaklarını kemiriyor ama Alparslan’ın gözlerine bakmıyordu. Gözlerine baksa, sakinleşmeden baksa olacaklardan, ağzından çıkacaklardan korkuyordu çünkü adam özür dilemeye çalışırken bile küstahtı, soğuktu, buz gibiydi.
‘’Gerek yok. Düşünmeden söylenen sözlerden sonra hiçbir özrün anlamı yoktur!’’ Sigarasını parmaklarının ucuyla söndürüp, ‘’İyi eğlenceler.’’ dediği gibi arkasını döndü ve gitti. Ona özür dileme fırsatı tanımadan, daha fazla konuşmasına izin vermeden, topuklarını vura vura kulübün içine girivermişti. Giderken de Alparslan’ın gözlerine seyirlik bir manzara sunmayı ihmal etmemişti. Alparslan onun bu tarafını hiç görmediği için şaşırdığı kadar etkilenmişti de. Tek bir sözüyle kendisini olduğu yere mıhlamıştı sanki.
Gecenin geri kalanında kızlar pistte eğlenmeye devam ederken Bergüzar barın önünde oturmuş, Alparslan ise gözlerini bir an bile onun üstünden ayırmamıştı. Yanına gelip selam veren, elini tutan, hatta çıplak sırtına hafifçe dokunan tüm çalışanlarına öfkelenirken sürekli homurdanıp, kendi kendine sinirlenmişti. Bu kız mekândaki herkesi nasıl tanıyordu? İşte merak ettiği şeylerin başında bu soru geliyordu.
***
Bergüzar’ın yorgun bakışları elindeki notların üstünde yeniden dolaştı. Yine gece boyunca uyumamış, bugün alacakları haberin stresini iliklerine kadar yaşamıştı. Gözü her dakika telefonunun ekranına takılırken işlerine yoğunlaşmaya ve aklını dağıtmaya çalıştı. Önündeki dosyalarla uğraşırken saatler ilerlemişti. Koridorun başındaki asansörün sesiyle kafasını kaldırıp Alparslan’ı görerek ayağa kalktı. Patronu, ortaklarıyla yaptığı kahvaltı sebebiyle bugün şirkete biraz geç gelmişti. ‘’Hoş geldiniz.’’ diyerek onu karşılarken, adamın gözlerini yüzünde hissetti. Kısa bir an yüzünü inceleyen yeşil gözlerde beliren sinir bozucu parıltı, aynı sinir bozuculukta bir gülüş olarak dudaklarında belirdi.
‘’Sanırım sizin için gece uzun oldu Bergüzar Hanım. Uyumamış gibi bir hâliniz var!’’ Bergüzar, kendini şöyle bir yokladı ancak ona cevap verecek takatinin olmadığını hemencecik anladı. Başını hafifçe eğerek, lafını kabul ettiğini belli etti. Alparslan, dün gece ağzının payını veren o kadından esintiler arayıp bulamayınca odasına girip, masasına ilerledi ve ceketini çıkardı. Ardından boynundaki kravata uzandı ve onu da çıkardı. ‘’Bergüzar! Kahvem!’’ diyen sesi koridora kadar ulaşırken genç kız hızla mutfağa geçip, kahvesini yapıp getirdi.
Öğleden sonrası için planlanan programı anlattığı sırada masasından yükselen telefon sesiyle kendine geldi. Galiba günlerdir beklediği haberi şimdi alacaktı. Gözlerini patronunun gözlerine dikip, ‘’Pardon, önemli bir telefon bekliyordum. Çıkabilir miyim?’’ demiş, telaşla söylediği bu sözler Alparslan’ı içten içe meraklandırmıştı. Ancak bir kereliğine sessizliği seçip, başını salladı ve eliyle kapıyı gösterdi. Bergüzar, yarım yamalak teşekkür ederek, koşar adımlarla odadan çıkıp kapıyı kapattı. Masasına ilerleyip telefonuna gelen aramayı cevapladı. ‘’Doktor Bey?’’
‘’İyi günler Bergüzar Hanım, nasılsınız? Müsait miydiniz?’’ Hâl hatır sorma kısmını hızlıca geçmek istese de ayıp olmasın diye bir şeyler mırıldandı. ‘’Müsaitim ve sizi dinliyorum doktor bey.’’ Sustu, sessiz ama titrek nefesler aldı. Bu sırada ‘’Tahlil sonuçlarını söylemek için aramıştım.’’ diyen adamın sesi durgun, hatta üzgün gibi çıkınca kanının çekildiğini hissetti. Sanki ayakları onu daha fazla taşımayacak gibi karıncalanmıştı. ‘’Evet, ben de sizden haber beliyordum.’’ dedi bir umut. Hayat zaten umut etmek değil miydi?
‘’Sonuçlar… Pek umduğumuz gibi gelmedi.’’ Dediğini duyunca masaya zar zor tutundu. ‘’Yine mi?’’ Diye sorarken gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü hissetti. ‘’Maalesef… Kanser tekrarlamış… Ve diğerinden daha ileri bir düzeyde.’’ Duymak istemediği ne varsa kulağına, tam da duyabileceği şekilde fısıldanırken dünya var gücüyle dönüyordu.
Yirmi yaşındaki kardeşi ikinci kez mi kanserle savaşacaktı? Peki bu sefer o savaşı kazanabilecek miydi? Peki ya kendisi, kardeşine yeniden hastalığın belirdiğini nasıl söyleyecekti?
Tüm bu sorular aklında dolanırken ne yaptığını, nereye baktığını, nasıl baktığını, nasıl göründüğünü bilmiyordu. Aslında o andan sonra ne konuştuğunu da hatırlamıyordu. Aklındaki tek düşünce Toprak’tı. Ne yapacağını bilemez hâlde koltuğuna çöküp kaldı. Bir insanın dünyası kaç kere yıkılabilirdi? Bergüzar saymayı bırakalı çok olmuştu. Bir süre oturup sakinleşmeye çalıştıktan sonra lavaboya gidip yüzünü yıkadı.
Aynada gördüğü yansımasına bakarken, teninin beyazlığı onu yıllar evvele götürmüştü. Toprak’a ilk kez kanser tanısı konduğu o güne. Gözlerini kapatıp o günden bugüne yaşadıkları her şeyi tek tek ve en ince ayrıntısına kadar düşündü. Gözlerini araladı ve dimdik durup yansımasına ters ters baktı. Şimdi pes etmenin sırası değildi. Kardeşinin kendisine ihtiyacı varken ağlamak, dövünmek olmazdı. Bir kere daha savaşır, bu savaşı yine kazanırlardı.
Bu düşüncelerden güç alarak yeniden masasının başına geldiğinde telefon ekranına düşen mesaja öfkeyle baktı. ‘Gizli Numara’ – ‘Kardeşine geçmiş olsun dileklerimi iletmeyi unutma. Şimdi, yapacağın iş karşılığı benden alacağın paraya daha çok ihtiyacın var. Bil istedim. Kolay gelsin!’
‘’Allah seni kahretsin!’’ Öfkeyle bu sözleri fısıldarken mesajı da silmişti.
Bu sırada yeni bir toplantı için odasından çıkan Alparslan, yüzü bembeyaz olmuş asistanına dikkatle baktı. Ancak onun bu hâline sebep gördüğü, aklında dolaşıp duran sebepler başkaydı. ‘Gece hayatı bu kıza yaramıyor’ diye düşünüp, koridorda ilerlemeye başladı.
Bergüzar, patronunu takip edip toplantı odasına girerek, yanındaki yerine oturdu. Toplantı esnasında not almaya çalışıyordu fakat aklındakiler buna engel oluyordu. Yazım yanlışlarının üstünü çizmekten kâğıdı rezil etmişti. Alparslan ise durumun farkındaydı ve göz ucuyla kızı izliyordu. Bir süre daha bu durumu görmezden gelse de sonunda dayanamayıp bakışlarını ona çevirdi. ‘’Sevgili asistanım Bergüzar Hanım, gece eğlencesinin dozunu kaçırmış olmalı ki toplantıya bir türlü adapte olamıyor.’’ Bergüzar duyduğu sözlerle başını kaldırıp önce patronuna, ardından da masada gülmemek için kendini sıkan diğer çalışanlara baktı ve gözlerini yeniden ona çevirdi.
Az evvel sessiz kalmıştı ancak yine sessiz kalmak istemeyerek, ağzını açtığı anda aklına gelenlerle susmayı tercih etti. Toprak’ın tedavisi için bu işe her zamankinden çok ihtiyacı vardı. Haksızlığa tahammülü olmadığı hâlde sustu. Gururunu kıran adamın ağzına yumruk atmak istese de sustu. Zaten yirmi altı yıllık hayatında hep susmuştu. Dahası susmak zorunda bırakılmıştı.
‘’Doğru. Gece fazla eğlenmişim, o yüzden de toplantıya adapte olamadım.’’ Deyip gözlerini yeşil gözlerin sahibine dikip öylece baktı. Aslında Alparslan o bakışlarda öfke arıyordu ama bulamıyordu. Dün akşam karşısında dimdik duran o kıza ne olduğunu merak etse de hiçbir şey dememiş gibi yeniden toplantıya döndü.
***
‘’Yekta, Bergüzar Kesen. Bu isimle ilgili tüm bilgileri en kısa süre içerisinde istiyorum. Kimseye fark ettirme! Hadi kolay gelsin.’’ Deyip telefonu kapattı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve Alparslan hâlâ şirketteydi.
Bergüzar ise çoktan eve gelmiş, Toprak’la sarmaş dolaş yatıyordu fakat ikisi de uyumuyordu. Toprak hastalığın tekrarladığını öğrenince bir süre sessizleşmişti. Sonra oturduğu koltuktan kalkıp, kendisine endişeyle bakan yorgun gözlerin sahibinin dizine yatmıştı. ‘’Bu sefer de biz kazanacağız. Sakın aklına başka bir şey getirme.’’ dediğinde Bergüzar’ın gözünden birkaç damla yaş arka arkaya düşmüştü. Kimin kimi teselli ettiği, moral verdiği belli değildi ama güçlüydüler. İnançları, umutları vardı. Sabahın ilk ışıkları Ankara’yı aydınlatırken Alparslan telefonunun sesiyle irkildi. ‘’Efendim Yekta?’’
‘’Abi, verdiğin isimle ilgili doğru düzgün hiçbir veri yok. Yirmi altı yaşında, Ankara’da doğmuş. İlkokul, lise ve üniversiteyi birincilikle bitirmiş. Hatta üniversiteden çift anadal yaparak mezun olmuş. Bir kız kardeşi var. Babası Akif Kesen, hayatını kaybetmiş ama ne zaman öldüğünü bulamıyorum. Annesiyle ilgili de hiçbir bilgi yok. Sanki hiç anneleri olmamış gibi. Bir isim bile yok.’’ Alparslan’ın kafası iyice karışmıştı.
‘’Anladım Yekta. Sen yine de bir kere daha araştır bakalım. Belki gözden kaçan bir şeyler vardır.’’ Dedikten sonra telefonu kapattı.
2 Hafta Sonra
”Bir saat sonra Esen Holdingden Necmi Bey ile toplantınız var. Hemen ardından, yapımına başlanan konut projelerinde çıkan sorunu gidermek adına bir toplantıya daha katılacaksınız…” Bergüzar, topuklu ayakkabılarına rağmen koşturup dururken patronunu da bugünkü programından haberdar ediyordu. Alparslan, direkt olarak kendi odasına çıkan özel asansöre binip tuşa basmadan önce ”Programımı zaten biliyordum, yani boşu boşuna kendini harap ettin. Kahvemi toplantı odasına getir.” deyip aralarına kapıların girmesini sağladı. Kapılar kapanır kapanmaz biri sinirden ayağını yere vururken, diğeri zevkten dört köşe oluyordu.
Alparslan, iki haftadır Bergüzar’a yapmadığını bırakmamıştı ve bırakmıyordu da. Kadının bütün sabır taşlarını yerinden oynattığını bilse de bu yaptığında vazgeçmeyip, onun öfkeden mora dönen yüzünü görmekten garip bir zevk alıyordu. Davranışlarının, tavrının yanlış olduğunu bilse de kendine engel olamıyor, bazen kendine ‘hasta mıyım?’ sorusunu soruyordu.
Toplantı odasına girip yerine oturdu ve notlarını son kez incelemeye başladı. Bu sırada kahvesi asistanı tarafından getirilmişti. Her zamanki gibi, bir teşekkürde bulunmayarak kahvesini yudumlamaya başladı. ”Bergüzar Hanım, başımda dikileceğinize yanıma oturmaya ne dersiniz?” Diye sorarken, düşünceli olduğu sesinden anlaşılıyordu. Bergüzar, onu rahatsız etmemeye çalışarak yanına oturdu. Alparslan ise sessizliğini koruyarak dosyaya göz atıp kahvesini yudumlamaya devam etti.
‘’Şuna bir de sen bak bakalım.’’ Derken dosyayı Bergüzar’ın önüne itmiş, dakikalardır tek elinde tuttuğu fincanı iki avucunun arasına alıp arkasına yaslanmıştı. Gözleri pür dikkat kıza kilitlenirken, onun da aynı dikkatle dosyaya kilitlendiğini gördü. Zekiydi, çalışkandı, hırslı ve inatçıydı. Aradan geçen bir ayda onunla ilgili net olarak öğrenebildiği şeyler bunlardı. Bergüzar Hanım, özel hayatıyla ilgili gizemini hâlâ koruyordu ve bu durum Alparslan’da merak uyanmasına sebep oluyordu.
‘’Bence olması gerektiği gibi. Ne eksik, ne fazla.’’ Deyip başını kaldırdığında göz göze geldiler. Az evvel dosyayı incelemesi için kendisine uzatmasına zaten şaşırmıştı. Şimdiyse böyle dikkatli bakmasına şaşırıp, gerilirken toplantı odasının kapısı açıldı ve beklenen iş insanları birer birer içeri girmeye başladı. Alparslan ve Bergüzar yerlerinden kalkıp, onları güler yüzlü şekilde karşıladılar. Alparslan yeniden yerine oturduğunda misafirlerine de oturmalarını işaret etmişti. Bu sırada gözleriyle Bergüzar’a da yanındaki sandalyeye oturmasını işaret etmeyi ihmal etmemişti. Bergüzar, son bir aydır kendisini canından bezdiren bu adamla ne yapacağını, onun bu tavırlarına daha ne kadar sessiz kalacağını düşünmemeye çalışarak toplantıya döndü.
Yaklaşık bir saat nefes almadan geçen toplantı herkesi bir hayli yorunca Alparslan durumu fark ederek, ”Kahve molası verelim.” demekle yetindi. Bergüzar duyduğu sözlerle ayaklanıp patronuna tam da sevdiği gibi bir fincan kahve doldurup önüne bırakırken, boşalan su bardağını da doldurdu. Farkında olmadan birbirlerinin huylarına alışmaya başladıklarını anlamayacak kadar kör olsalar da etraftaki insanlar açıkgözlüydü. ”Alparslan Yalın’a tahammül edebilen bir kadın!” Yüzünde ima dolu gülümsemeyle bu sözleri sarf eden adama dönen yeşil ve koyu kahve gözler ne demek istediğini anlamaya çalışmıştı.
Alparslan’ın kaşı tehditkâr şekilde havaya kalkarken, Bergüzar önce patronuna sonra da sözleri sarf eden adama baktı. ”Yanlış hatırlamıyorsam… Üç hafta önceki toplantımızda da bu güzel hanımefendi asistanlığınızı yapıyordu. Sizin, çevrenizden kadınları kaçırmakla ilgili namınızı duyduğum için bu duruma şaşırdım. Bergüzar hanım, güzel ve dikkat çekici olduğu kadar sabırlı da anlaşılan.” Arsız bir şekilde Bergüzar’a gülümseyen adamın bakışlarını fark eden Alparslan’ın alnının ortasında damar belirivermişti. Bu, çok öfkelendiğinde ve o öfkeyi kontrol etmek zorunda kaldığında olurdu. Yine öyle olmuştu.
Sinirle kemirdiği alt dudağını bırakıp, kan toplanmasına neden olduğu yeri usulca yaladı ve cevap vermek için ağzını açtı ancak eline değen, bir hayli yumuşak el dikkatini dağıttı. Önce elinin üstünde duran ele, ardından da kızın güzel yüzüne ve koyu kahve gözlerine baktı. O gözlerde gördüğüyse kendisine izin vermesini isteyen bir bakıştan fazlası değildi. Alparslan kafasını hafifçe eğip, cevap vermesi için asistanına müsaade ederken içinden de ‘Hadi yap hamleni esmer kız.‘ diye geçirdi.
Bergüzar, patronunun onayını aldıktan sonra elini onun elinden geri çekti, sandalyesinde ağır ağır adama döndü. Parmaklarını birbirine kenetleyip masanın üstüne koydu. Sağ kaşını havaya kaldırdığı esnada ağzından çıkan kelimeleri de toplantı odasının ortasına bıraktı. ”Alparslan Bey’in zor biri olmadığını söylersem düpedüz yalan atmış olurum. Her zorluğun bir güzelliği vardır. Alparslan Bey’le çalışmanın güzelliğiyse prensip sahibi, ne istediğini bilen ve istediği şeyi başarana kadar asla vazgeçmeyen birini tanımış olmak. Bugüne kadar kendisine adapte olamamış bütün asistanları muhtemelen çalışma hayatını anlayamamışlar. Yani onların sorumsuzluğunun patronumla pek de alakası olduğunu sanmıyorum. Ayrıca son sözlerinize gelecek olursam…” deyip Alparslan’a baktı. Adamın şaşkın, meraklı fakat memnuniyet dolu yeşil gözlerini gördüğünde bir an için zaman durdu sanki. Alparslan göz kapaklarını yavaşça kapatıp açtığında Bergüzar topu doksana atmak için tekrar adama döndü. ”…Alparslan Bey’e sabrım var. Fakat ulu orta edilen imalı sözlere ve gözlere hiçbir zaman sabrım olmamıştır.” Deyip, sanki onca lafı söyleyip de adamı mosmor etmemiş gibi önündeki notlara göz atmaya devam etti. Alparslan, yüzünde memnuniyet dolu bir bakış barındırırken, Semih Bey duyduğu sözlerden hiç memnun olmamıştı.
Bu sözlerin, adamın içindeki pisliği dirilttiğini kimse anlamamıştı. Anlayamazlardı zaten. Sonuçta Semih, takım elbise giymiş, kravat takmış, tam da toplumun beğeneceği ‘ne kadar Beyefendi’ diyeceği tarzda sinekkaydı tıraşını olmuştu. Bu topraklarda, takım elbise giyen herkes normal, herkes adam sanılır, adam sayılırdı. Bir gömlek, bir kumaş pantolon, bir ceket ve yarım yamalak bağlanmaya çalışılmış kravatla süslenince adam sanılan ‘adamlar’ vardı her yerde. Ancak adam olmak, takım elbise giymekten ibaret değildi. Bunu göreceklerdi.