4.BÖLÜM
Kollarının arasında bir süre sakinleşmesini beklediği kızdan uzaklaşıp, onu önünde ilerleterek merdiven boşluğunun kapısını araladı ve yeniden çalıştıkları kata girdi.
“Lavaboya gidelim de elini yüzünü yıka.” Derken onun gergin sırtına bakıp gözlerini kapatıp iç çekti. Kaskatı kesilmiş bedeniyle zar zor yürürken, yumruk yaptığı ellerini de görmüştü. Bunca zamandır sahip olduğu sabrı tükenmiş, hâkim olduğu sinirlerinin ipi kopmuş gibiydi. Yaşadığı sinir harbinden sonra bedeninin titremesi hâlâ durmamıştı, bunu da görüyordu. Lavabonun önüne gelince, seğirip duran sırtına dokunup “Hadi elini yüzünü yıka. Seni burada bekliyorum.” demesiyle, parmak uçlarının dokunduğu bedenin kendinden uzaklaşması bir olmuştu. Bergüzar, sessizliğini koruyarak lavaboya girince omuzlarını düşürüp, siyah rugan ayakkabılarının parıldayan yüzeyine baktı.
“Allah seni kahretsin Alparslan. Kızı mahvettin. Sen de mahvol inşallah.” Ağzına gelen, aklından geçen bütün bedduaları kendisi için sayarken koluna dokunan eli hissetmesiyle başını hızla kaldırdı. Bergüzar’ın kıpkırmızı olmuş, kan oturmuş göz bebeklerine bakamayıp gözlerini kaçırdı.
“Daha iyiysen işimize devam edelim.” Arkasını dönüp hızlı adımlarla odasına girip kapıyı gürültüyle kapattı. Kendine öfkeliydi, hem de çok öfkeliydi. Bu yüzden onun gözlerine bakamamış, odasına kapanmıştı. Saatler akşamı bulup herkes şirketten gitse de o hâlâ odasındaydı ve kafasını gömdüğü dosyaları okuyordu. Mesai saatinin son bulmasıyla doldurduğu içki kadehini eline alıp, hepsini tek seferde içti. Boğazından aşağı inen sıvı, geçtiği her yeri cayır cayır yakarken gözlerini kapatıp arkasına yaslandı. Kaçıncı kadehini içtiğini saymaya çalıştı ancak sayıların sırasını bile tutturamadı. Nadiren yaşadığı sarhoşluk, kanına sızıyordu.
Bu sırada odasının kapısı çaldı ancak cevap vermedi. Bir kez daha çalan kapıya yine aldırmadan öylece oturmaya devam ederken kapının aralandığını duydu. Masasına yaklaşan kadının, topuklu ayakkabısının sesini sakince dinlemeye devam etti. “Neden gitmedin?” Gözleri hâlâ kapalıydı, gözlerini açsa dünyanın fırıldak misali döneceğinden zerre şüphesi yoktu.
“Sizin iyi olduğunuza emin olmak istedim.” Cevabıyla homurtulu gülüşünü serbest bıraktı ve yemyeşil gözlerini kocaman açıp Bergüzar’a baktı. “Seni delirttim. Delirttim. Sabrını taşırdım, sinirden tir tir titremene sebep oldum. Defalarca ağlattım, gözlerine kan oturdu. Haksızlık ettim hem de birçok kez.” Koltuğundan kalkıp ona yaklaşmak istedi ancak o kadar ani kalkmıştı ki aldığı alkolün de etkisiyle başı döndü. Zar zor masaya tutunurken, kendisine uzanıp kolunu sımsıkı kavrayan ele baktı.
“Alparslan Bey… İyi değilsiniz. Oturun!”
“İyi değilim, evet. Ben hiç iyi bir adam değilim. Vicdansız, lanet olası herifin tekiyim. Sana onca şey yaptım ama sen hâlâ bana yardım etmeye çalışıyor, ayakta kalmam için sıkı sıkı tutuyorsun. Sen… Neden bu kadar iyisin be kadın? Hıı… Neden?” Son kelimeleri zorla söylese de bas bas bağırmış, resmen kendine duyduğu öfkeyi kusmaya başlamıştı.
“Bana dedin ya… ‘Sizden nefret ediyorum. Sizin yüzünüzden kötü bir insan oluyorum.’ Dedin ya…” Bergüzar, gündüz öfkeyle söylediği sözleri yeniden düşünürken zor nefes almıştı. Aslında o sözlerin, Alparslan’ın kişiliğiyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla ilgisi yoktu. Ona ve çalıştığı şirkete zarar vermeye, ihanet etmeye hazırlanan zihninden kopan o sözleri aslında kendine söylemiş, kendinden nefret etmiş, tiksinmişti. Ama bunu, ona anlatamadı ve söyleyeceği her şeyi dinlemeye devam etti. İçi ezile ezile…
“Sen, kötü olma. Bu hikâyedeki kötü ben olurum, sen olma. Sen, hep böyle kal. Tertemiz, güçlü, masum.” Gözleri birbirine kenetlenmiş, aralarında bir solukluk mesafe kalmıştı.
“Hani bir de ‘Bırakın gideyim’ dedin ya…” Yemyeşil gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı ve yeniden açtı. Ancak o yeşillerin cayır cayır yandığını, içinde bin bir türlü acı ve kayıp barındırdığını anlamak zor olmadı. Bergüzar, ilk kez gözlerine perdeler çekmeden, duygularını gizlemeden bakan adama bakarken soluğu boğazına düğüm oldu. Onun da acıları, yaraları, kırık bir kalbi, boynu bükük kalmış duyguları, parçalara ayrılmış güveni, en derinlere sakladığı vicdanı vardı. Acının ortak diliyle konuştular sanki. İlk kez görmesine izin verdiği bu gerçekle sendeleyip bir adım geri gitmek istediği anda beline dolanan kollarda nefessiz kaldı. Az önce zar zor aldığı nefesleri artık hiç alamıyordu.
“Gitme, kaçma. Ne olursa olsun kal ve savaş. Giden kaybeder, arkada kalan ise o gidişin acısıyla yanar kavrulur. Bir de sen gitme, bir de sen yakma Bergüzar. Ben zaten yanmışım. Yeterince yanmışım.” Ne diyeceğini bilemedi, dili lâl olmuştu sanki. Fakat bedeni ne yapacağını bilir gibi hareket etti. Elini usulca kaldırıp, sakallanmaya başlayan yüzüne dokunurken, gözlerinin titreye titreye kapanışını izliyordu. Lâl olan dili, ‘Kim gitti ve seni böyle büyük bir acıyla, yalnızlıkla bıraktı?’ diye sormak için çırpınsa da sormadı. Soramadı. Sanki kendinden istenenleri yaptıktan sonra arkasına bakmadan kaçmayacak mıydı? Kendisi de ihanet edip gitmeyecek miydi? Ee o zaman sormanın ne gereği vardı ki?
“Çok yoruldunuz. Arkadaki odanıza geçip uyuyun. Yoksa sabaha, hayatı burnumdan fitil fitil getirecek enerjiniz olmayacak. Bu beni epey şaşırtır ve alıştığım gerilimli çalışma hayatımın düzenini bozar. Düzenimin bozulmasından nefret ederim. Hadi… Gelin…” Alparslan’ın elinden tuttuğu gibi odanın sol tarafına gizlemiş yatak odasına geçiş sağlayan duvar görünümlü kapıya ilerleyip kapıyı yana doğru çekti. Az evvel söylediği sözlerden dolayı onun kıs kıs güldüğünü görmemişti bile. Odaya girip kenara çekildi. “Güzelce dinlenin, yarın yoğun bir gün olacak. İyi geceler.”
“Her zamanki gibi!” Çalışmaktan zevk aldığını söyleyen, bunu davranışlarıyla da kanıtlayan patronunun dilinden dökülen sözlerle şaşırmış ama sessizliğini korumuştu. Alparslan savsak adımlarla yatağa ilerleyip ucuna oturdu, dirseklerini dizlerine dayayıp başını elleri arasına aldı. Bir süre öyle durduktan sonra toparlanıp dikleşti. Bergüzar, odadan çıkmaya yeltenirken çift görmesine neden olan gözlerini kendi üstüne çevirip isyan eder gibi sesler çıkarttı.
“Bergüzar… Ben bu kafayla bunu ölsem çıkartamam.” Deyip gömleğini gösterdiğinde, birkaç saniye öylece durduğunu fark etti. Ancak tedirgin, tereddütlü ve temkinli adımlarla yanına gelmesi de çok sürmemişti. Tam önünde duran kadının uzun bacakları, kıvrımlı beli ve kalçaları göz hizasındaydı. Bu durum ise aklına en olmayacak şeyleri getiriyordu. Zaten sarhoştu ve doğru düşünemiyordu. Aklının doğrudan şaşması yetmezmiş gibi bir de bedeni, hisleri, arzuları yolunu sapıtmıştı. Dudakları arasından küfür mırıldandığı esnada önünde bu kez o kahve hareler belirmişti.
Bir dizini yere koyan Bergüzar, topuklu ayakkabılarına rağmen önünde diz çökmüştü. Önünde! Bu görüntü az öncekinden de tehlikeliydi. İçinden ‘eyvah’ demeye kalmadan, gömleğinin düğmelerini açmaya başlayan ince uzun parmakları hissedip gömleğine baktı. Kafası bir dünyaydı. Aptal gibi hissediyordu. Ceketinin bile hangi ara bedenini terk ettiğini hatırlamıyordu. Belki de ceketini çok önceden kendisi çıkarmıştı. Hatırlamıyordu.
Gömleğin düğmeleri açılıp, bembeyaz teni, hafif tüylü göğsü, yıllardır spor yapmanın görüntüdeki en büyük nimeti olan karın kasları ortaya çıktıkça kızın yanaklarının kızarışını keyifle izledi. Yüzündeki tebessümü saklamak için dudaklarını kemirip kesik ama derin bir soluk aldı. Diz çöktüğü yerden kalktıktan sonra ellerinin omuzlarını bulduğunu hissetti. Bir an için omuzlarında dolaşan eller gömleği çıkarmak istemişti ama gömlek çıkmamıştı. Üstüne doğru eğilen kızın boynu, göğüs oluğu, önüne dökülen siyah saçları burnunun ucundaydı. Gömleğin derdi neydi? Kendisini sınamaya, erkeklik hormonlarıyla savaşmaya mı karar vermişti?
“Kol düğmelerinizi unuttum.”
“Hıı?” Bu aptalca tepkiyi verdiğine inanamayıp soluk almak istediği anda genzine dolan kokuyla dişlerini alt dudağına geçiriverdi. Bu koku… Büyülü gibiydi. Çok zarif, naif, abartısız ama etkili, doğaldı. Tıpkı tenine işlediği kadın gibiydi. Fakat koku, Bergüzar’ın kokusuna karışıp bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Sahi, Bergüzar’ın kendine has, insan yapımı hiçbir kokuyla örtülmemiş kokusu nasıldı acaba?
Aklında bu gibi birçok soru dolanırken gömleğin bu sefer sorunsuzca çıktığını hissedip rahat edecekti ki… O kahrolası başını kaldırdı. İçinden ‘Kafan kopsun Alparslan’ derken dudaklarının dibindeki yüze temas etti. Siyah saçlar sakallarına dolandı, saçlarını kurtarmak için başını çeviriveren kızın dudakları, dudaklarını teğet geçti. Geçti ama Alparslan geçsin istemedi. Kalsın, yanında, yakınında, teninde dursun istedi. Mantıklı düşünmeyi son kadehinde bırakan aklı, derinden bir yerden alarm verirken, elini kızın ensesine dolayıp dudaklarını birleştiriverdi.
Bergüzar, bir anda dudaklarına örtülen dudaklarla şok olup kalmış, ne geri gidebilmiş, ne de onu itebilmişti. Öylece durup kocaman açılan gözlerinin dibindeki adamın kapalı göz kapaklarına baktı. Derken, dudaklarından uzaklaşan sıcaklığın yerini dondurucu bir ayaz aldı. Alparslan gözleri kapalı hâlde yatağa yığıldı. Sızmıştı.
Bergüzar yaşanan anın şokunu atlatamasa da geri gitmeyi başarırken “Gitme… Sen de gitme.” Diyen fısıltılı sesle durdu. Sanki o yemyeşil gözler kendisini görüyor gibi hissetti ancak gördüğü falan yoktu. Tekrar hareketlenip odadan çıkmaya hazırlanırken bir kez daha aynı sesi ve sözleri duydu. Bu sefer adını da fısıldamıştı. “Gitme Bergüzar.” Öfkeli değilken, imalı konuşmuyorken, bağırmıyorken adını ilk kez söylemişti. Bir ninniyi söyler gibi söylemişti. Bergüzar, daha önce adını böyle söyleyen kimse olmadığını düşünürken ürperdi. Adının dışarıdan bu kadar naif ve güzel duyulduğuna tanık olmamıştı ki… Afallaması, kalbinin teklemesi, nefesinin sıklaşması bu yüzdendi ve normaldi. Ona göre!
Geri dönüp, neden geri döndüğüne mantıklı açıklamalar getirmeye çalışan aklını yok sayıp, patronunun üstünü örttü. Bir süre derin uykuya dalmasını bekledikten sonra ise ayakkabılarını çıkarttı ve parmak uçlarına basarak kendi masasının başına geldi. Çantasını eline alıp Alparslan’ın odasına girdiği gibi kapıyı kapattı. Eline aldığı telefonla bakışırken, geceyi burada geçireceğini haber vermek ve buna gerçekçi bir sebep bulmak için düşündü. Evde kendisini bekleyen kardeşinin yanına kız arkadaşlarından birini göndermesinin ve ‘Ben gelene kadar göz kulak olun’ demesinin açıklaması olmalıydı. Kızlar da buna inanmalıydı.
‘Bana dünyayı dar eden patronum sarhoş olup sızdı, hatta sızmadan önce beni öptü. Gitmek için hareketlendiğimde ise gitme dedi. Sarhoş kafayla söylediği sözlere bile kıyamadım. Başında bekleyeceğim.’ Diye açıklama yapsa… İnanmazlar, ‘elin adamından sana ne kızım’ diye sorarlardı.
Aklından son geçenlerle gözlerini kapatıp iç çekti. ‘Sahi, sana ne Bergüzar. Niye buradasın?’ Yatak odası kısmına hızla ilerleyip ayakkabılarını aldı, tam çıkıp gidecekti ki yatakta mışıl mışıl uyuyan adama bakıp kaldı. Kendisine onca eziyet eden adam, onca gözyaşı döktüren adam… Bu adam mıydı?
Hafif çatık kaşlarının üstüne uzanan, alnına dökülmüş koyu kumral saçları, yüzündeki huysuz ama biraz da huzurlu ifadeye bakınca, tanıdığı adamla bu adamın alâkası olmadığına kanaat getirdi. Bu adam, kardeşi hastalandığında geceden sabaha yanında duran, kendisini dizinde uyutan adama benziyordu. Ardındaki koltuğa uzanır gibi oturdu, yüzünü ona döndü. Elinde sımsıkı tuttuğu telefonu hatırlayıp, kızların olduğu gruba mesaj attı. ‘Mesaim uzadı. Biriniz Toprak’ın yanına gidebilir misiniz?’
Yalandan kim ölmüştü değil mi? Zaten son zamanlarda yalana dolana iyice alışmış, profesyonelleşmişti. Yine kendisiyle yüzleşmeye, kendine söylenmeye başlayacaktı ki arkadaşlarından cevap mesajı geldi. ‘Dışarıdan yiyecek bir şeyler alıp Toprak’ın yanına geçiyoruz. Aklın kalmasın. Toprak, ne yersin? Sana ne alalım?’
Kızların olumlu döneceğinden şüphesi yoktu ama yine de biraz olsun rahatlamıştı. Onlar, ne yiyeceklerine karar verirlerken telefonu sessize alıp, yanında duran sehpanın üstüne koydu. Gözleri yine Alparslan’ı bulduğunda, göğsünün sol tarafındaki dövmeye uzaktan ama uzun uzun baktı. Kalbinin tam üstünde kanat açmış, tıpkı kendisi gibi soğuk, asi bakışlara sahip bir kartal dövmesi vardı. Sol kanadı omzundan koluna hatta biraz da omzunun gerisine uzanırken, sağ kanadı kalbini tutuyor gibiydi. Tuttuğunu koparan o gagası ise kalbine doğru eğilmişti. İyi bir ustanın elinden çıktığı belli olan dövmeyi ne kadar merak etse de merakını bastırıp yüzüne odaklandı. Onu izlerken de uyuyakaldı.
Uyuduğu süre boyunca rüyasında asistanını öptüğünü gören ve bunun sebebine zerre akıl erdiremeyen Alparslan sinirle gözlerini açtı. Ofisine gizlenen yatak odasının aynalı tavanındaki yansımasına bakarken kıpırdanmak istemiş ancak yapamamıştı. Çünkü bedeni kaskatıydı. Gördüğü rüyalar yüzünden kontrolden çıkan hormonlarının sebep olduğu gerçekle yüzleşip, öfkeyle inledi.
“Kaç yaşında adamsın ulan. Ergenler gibi… Tövbe yarabbim!” deyip örtüyü yine aynı öfkeyle savurup ayaklandığı gibi gördüğü diğer gerçekle dondu. Odasındaki ikili koltuğa kıvrılmış, dizlerini karnına çekip başını koltuğun kolçağına dayamış, öylece uyuyan kıza baktı, baktı ve
“Siktir… Siktir oradan. Hepsi rüyaydı. Belki de hâlâ rüyadasın.” diye fısıldadı. Birkaç adımda kıza yaklaşıp usulca omzuna dokunurken bunun gerçek bir an mı yoksa rüya mı olduğuna hâlâ karar verememişti. Fakat titreşip açılan göz kapaklarının ardındaki sımsıcak kahvelerle karşılaşınca gerçek olduğunu anladı. Ne yapacağını bilemeyerek saate baktı. Saat sabaha karşı dörttü. Bu kızın, bu saatte burada ne işi vardı? Sarhoş olduğunu, onunla bu odaya girdiğini anımsıyordu ancak gerisi yoktu.
“Bergüzar… Sen neden buradasın? Neden gitmedin?” diye sorarken önünde diz çökmüş, gözlerinde ise merak belirmişti. Uykusundan ayılmayı başaran Bergüzar hızla doğrulup oturdu, bacaklarını koltuktan sarkıtıp yere bastı. Elleriyle dizlerini kavrayıp başını öne eğdikten sonra dudaklarını kemirmeye başladı. Onun bu hâli ise Alparslan’ı iyice tedirgin etmişti.
“Bergüzar, ben… Bir densizlik yapmadım değil mi? Sana bir şey…” Sözlerini nasıl devam ettireceğini bilemeyip susarken “Gitme dediniz.” Demesiyle şok oldu. Uyumaktan, yorgunluktan şişen göz kapaklarına inat gözlerini kocaman açıp baktı. Ne yani, sarhoş kafayla ‘gitme’ dedi diye gitmemiş ve burada, bu koltukta uyanmasını mı beklemişti. Üstünde iş kıyafetleriyle, rahatsız bir şekilde uyumuş, yastık, pike gibi hiçbir şeyin olmayışını göz ardı mı etmişti?
‘Gitme’ dedi diye!
“Sen, ‘gitme’ dedim diye mi gitmedin? O yüzden mi burada kaldın? Bu koltukta iki büklüm uyudun?” Şaşırdığını belli eden ses tonunu duyan Bergüzar başını kaldırıp, uzun siyah kirpiklerinin ardından ona kısacık bir an baktı ve fısıldadı. “Evet… İyi görünmüyordunuz, biraz endişelendim. O yüzden de gidemedim.” Alparslan, iki dizini de yere koyup, karşısındaki kadına gerçek mi diye uzun uzun bakmamak için savaş veriyordu. Bergüzar ise ‘densizlik’ yapıp yapmadığını sorguladığı o soruda takılıp kalmıştı. Aklını toplayamıyordu. Ne diyebilirdi ki?
‘Çok büyük densizlik yaptınız Alparslan Bey… Sızmadan önce beni öptünüz.’ mü diyecekti? Diyemeyeceğini bildiği için sustu. Zar zor yutkundu. “Daha iyiyseniz ben artık gideyim.” Deyip gözlerine belli belirsiz baktı. Yanakları al al olup, esmer tenine kafa tutar gibi rengini belli ederken, Alparslan’ın yüzünde çok nadir beliren o şefkatli, sıcak bakışı yakalamıştı. “Sabah olmak üzere, git gel diyene kadar gün başlayacak. Sana iki seçenek sunayım… Ya burada saat dokuza kadar uyursun ya da eve gider ve tüm gün izin yaparsın.”
“İyi de bir sürü görüşme ve toplantı var. Ben yokken bunlara yetişmeniz imkânsız değil ama zor. İzin yapamam.” Aniden, telaşlı telaşlı söylediklerini duyup gülerken başını önüne eğdi. Çalışanlarından herhangi birinin bu fırsatı kaçırmayacağına, gözü kapalı yemin ederdi. Bergüzar ise seçenekleri hiç düşünmeden elemişti. Çalışmayı, en az kendisi kadar seven, işine değer veren bir kadın… Annesi ve kız kardeşi dışında bir kadında rastladığı nadir bir özellikti.
“‘Bergüzar’sız Alparslan neyler ki?’ diyorsun yani! Olsa olsa işler yetişmiyor diye bağırır, sinirinden kudurur, köpürür, çalışanlarına sarar, işi burunlarından getirir…”
“Kendinize haksızlık etmeyin Alparslan Bey, onları ben varken de yapıyorsunuz. Hem de bizzat benim üstümde pratik ederek.”
“Bergüzar!..”
“Yalan mı?” İnat edercesine gelen bu soruya isyan edip başını salladı. Onun haklı olduğunu biliyordu ama Alparslan Yalın olmak, haksızken de isyan eden taraf olabilmek demekti. Patronluğun forsu batsındı. “Bana laf sokacağına uyu Bergüzar Hanım.” Deyip odadan çıkıp gitmişti. Dengesizdi bu adam. Bir yanı cehennem ateşi kadar sıcak ve yakıcı, bir yanı buzullar kadar soğuk ve dondurucuydu.
Onunla olmak, tahterevallide olmak gibiydi. Ağırlığını verirse ayaklarınız havada sallanıyor, geri çekilirse ayaklarınız yerle buluşuyordu. Dengede kalmak, dengeyi kurmak zordu çünkü ağırlıkları eşit değildi. O, nerede olmanızı isterse orada oluyordunuz. Ya yerde, ya da yerden çok uzak, güvensiz bir yerde!
***
O gece yaşananlardan bir haber olan Alparslan, Bergüzar’ın gitmeyişine takılıp kalmıştı. Kızdan köşe bucak kaçmak ve anlam veremediği duygularını yok saymak için soğuk karakterinin ardına sığınmıştı. Esiyor, gülüyor ama bir türlü yağamıyordu. Bu hâl ise onu hepten çekilmez yapmıştı. Yarım saatte bir, koridorda “Bergüzar Hanım!” diye bağıran sesi yankılanıyordu. Her bağırışın sonu ise saçma sapan sebeplerle resmen fırtınaya dönüyor, kendi kasırgasının içine esmer kızı da katıp karıştırıyordu.
O, yaşadığı duygusal buhran ve bilinmezlikle Bergüzar’a saldırırken, kız ağzını bile açmıyordu. Sessizdi, her dediğine ‘he’ der gibiydi. ‘Peki, tamam, hemen hallediyorum, ilgileniyorum, az sonra istediğiniz bilgiler elinizde olur’ gibi gibi cevapları, sakinliği Alparslan’ı iyice kışkırtıyordu.
Eskisi gibi bağırsaydı ya, tepesine çıksaydı, ağzına sıçsaydı ya. Ama yok. Hiçbir tepki yoktu. Çünkü Bergüzar’ı oraya getiren koşullar dallanıp budaklanıyor, derdi dağları aşıyor, o dertlerin içinde sıkıştıkça sıkışıyordu. Nefes alacak yer bile bulamaz olmuştu. Yalın Holding’in adını taçlandıracak, başarısını şahlandıracak projeler tamamlanmıştı. Dosyalar hazır hâle gelince de gizli numaranın çağrıları artmıştı. Yalın ailesine takıntılı üvey abisi artık dosyaları çalmanın vaktinin geldiğini söylüyordu.
Oradan gelecek olan paraya ihtiyaç duyan ama hiçbir şeyden haberi olmayan kardeşinin de durumu iyiye gitmiyordu. Tedaviler işe yaramıyordu. Doktoru bile ‘Belki yurtdışında farklı tedavi yöntemleri uygulanabilir’ demişti. Kısa süre önce doktorun da bunları söylemesiyle, canı yanan bir kaplan misali gözünü karartmıştı. İlaçların parasını yettiremediği için girdiği bu oyunun seyri de değişmişti. Şimdi o paraya yurtdışı tedavisi için ihtiyacı vardı. Üvey abisinin istediği dosyayı çalacak, kardeşini yurtdışına gönderecekti. Kendisine ne olacağı, başına neler geleceği umurunda bile değildi.
Yaptıkları duyulursa insanların gözünde yiyeceği ‘hırsız’ damgası, hırsızlığı hukuki sürece taşınırsa ‘ki taşınırdı’ alacağı cezalar da umurunda değildi. Yeter ki Toprak yaşasın diyordu. Kardeşi ailesiydi, hiç var olamayan ailesinden kalan en kıymetli parçaydı.
Başını hafifçe kaldırıp, jaluzi perdenin arasından gördüğü patronuna baktı. Geldiği günden beri emek emek çalıştığına şahit olduğu adamın her şeyini çalıp, düşmanına verecekti. Onun ne kadar çalıştığını, bu projeler için ne kadar ter döktüğünü gözleriyle görmüştü. Hatta kendisi de çalışmıştı. Yine uyumamış, uzun uzun düşünmüş, hastane odasında kardeşini izlemişti. Fakat bu cehennemden çıkmanın başka yolunu da bulamamıştı. Demek ki başka yol yok deyip, gözünü kulağını kapatıp, güneş Ankara semalarına doğarken kararını vermişti.
Acı, gırtlağına kadar acıya batmıştı. Pisliğe, pisliğin birine bulaşmıştı ama o pislik ona kardeşini vereceği için göz yummuştu. Koridorun başındaki asansörün kapılarının açılmasıyla ayaklandı. Alparslan’ın odasına doğru yaklaşan misafirleri karşılayıp içeri aldı. Kahveler ikram edildi, patronu dâhil on kişi, masadaki dosyaları itinayla inceledi. Son kontroller yapılıyor, her ayrıntı tek tek masaya yatırılıyordu. Nasıl yapacaktı bilmiyordu ama yapacaktı. O dosyaları, o şerefsize teslim edecekti.
Daldığı düşüncelerinden ayırılmasına sebep olan, karşısındaki odasının kapısının aralanması olmuştu. Ayaklanıp, güler yüzlü bir şekilde misafirleri uğurladı. Patronu ise sanki görünmez olmuş gibi davranarak, yüzüne bile bakmadan odasına girip kapıyı gürültüyle kapattı. Derdi neydi bu adamın? Sarhoş olan, gitme diyen, kendisini öpen ve yediği boku hatırlamayan oydu. Tavır yiyip duran ise kendisiydi. Yumruğunu sıkıp masaya usulca geçirdi. Ah bu yumruğu onun yakışıklı suratına geçirmek vardı da… Olmuyordu işte.
Şirketteki işlerini toparlayıp çıktıktan sonra doğruca evine geçmişti. Hızla duş alıp, birkaç parça da eşya alarak bu geceyi hastanede geçirecek olan kardeşinin yanına gidecekti. Kendisi hastaneye gidene kadar da kardeşine kız arkadaşlarından Ayten refakat edecekti. Koşar adım apartmana girip merdivenleri çıktı ve çantasındaki anahtarı el yordamıyla bulup kapıyı açtı. Duvarı birkaç kez yoklayıp ışığı yakmasıyla yerinden sıçradı. Giriş kapısına bakan salondaki tekli koltukta, bacak bacak üstüne atmış oturan adamı evinde görmeyi beklemiyordu. Korkuyla tüyleri diken diken olsa da ona doğru ilerledi.
“Senin, benim evimde ne işin var? Buraya nasıl girdin?”
“Hoş buldum canım üvey kız kardeşim. Sağ ol ben de iyiyim. Sen nasılsın?” Adamın umursamazlığı, rahatlığı ve gevşekliği sinirlerini iyice germişti.
“Burada ne işin var dedim Ender?”
Ender… Ender Açıktan! Yalın ailesine delibozuk gibi kafayı takmış ruh hastası herif, onu bu duruma getiren kişiydi. Bu duruma getiren ve kardeşini bu hastalıktan kurtaracak parayı verecek olan kişi!
Memnuniyetle ve güler yüzle karşılanmadığı için suratındaki pis gülümsemesi solarken ayaklandı. Adım adım Bergüzar’ın üstüne gelip, dibinde durdu. “Aaaa ama abisinin güzeller güzeli, yalancı, sahtekâr, hırsız olmak üzere olan kardeşi… İnsan abisini böyle karşılar mı?” Söylediği sözler mi, yoksa o sözlerin doğruluğu mu canını yakmıştı da “Allah belanı versin!” diye bağırmıştı. Bu bağırışın ardından yüzüne inen tokadın sesi evde yankılanırken, dudağından çenesine doğru incecik bir yol gibi süzülen sıcaklığı hissederken oraya dokundu.
“Bana itaat etmek zorundasın. Bir köpek gibi, önüne konacak mamayı iki ayağının üstünde beklemek zorundasın. Asilik edip kaldırdığın o kafanı tek hamlede koparırım Bergüzar. Bana mahkûm olduğunu, o dosyayı bana getirmek zorunda olduğunu ve eğer ola ki hata kaza anlaşmayı bozarsan başına gelecekleri biliyorsun.” Susup kızla arasındaki mesafeyi sıfıra indirirken çenesini kavradı ve kanayan dudağına yaklaştı. Derin bir soluk alıp inler gibi mırıldanırken, Bergüzar buz kesmiş, öylece duruyordu.
“Seninle çok farklı yerlerde karşılaşabilirdik ve ben seni zevkle becerebilirdim. Böyle bir güzellik… Ah kahrolası iş ahlâkım. Çalıştığım kadınları becermememi söylüyor. Özellikle de senin gibi ikiyüzlü, yalancıları… Ne yapacağın, nerede ve nasıl ihanet edeceğin belli olmaz. Bu riski göze alamam. Ama inan bana çok isterdim.” Diye fısıldarken kızın boynunu kavrayıp ensesinden beline oradan da kalçalarına ilerledi. Arsız dokunuşlarıyla irkilip geri kaçmak istemesine kıs kıs gülerken “O dosyaları en kısa sürede bana getireceksin. Duydun mu?” diye sormuş, kızın belini sıkıca sarıp kendine bastırmıştı. Bergüzar, kasıklarında hissettiği sertlikle midesinin kaynadığını, kusma raddesine geldiğini hissediyordu.
“Duydum! Bırak beni…” Dizini kaldırıp adamın bacaklarının arasına sağlam bir darbe indirebilirdi ancak bu, sonu olurdu. Kendisinin değil, kardeşinin. “Yalancı… Hırsız… Sahtekâr… Düzenbaz…” Melodik şekilde, sanki bir çocuk şarkısı söyler gibi başını sağa sola sallayarak hakaretlerin hepsini sıralayıp sırıttı. “Aynı ona benziyorsun. Annene… O da yalancılığıyla, düzenbazlığıyla babamı ayarttı. Annen, orospunun teki Bergüzar. Sen de öyle misin? Eğer öyleysen… Dosya çalmakla uğraşmak yerine yatak odana geçelim. İstediğini iki şekilde de vereyim. Ne dersin?” Bergüzar dişlerini öyle çok sıkıyordu ki nefes alamıyordu. Duyduğu her söz, işittiği her hakaret annesine olan, kaderine olan öfkesini kamçılıyordu.
“Yıllar evvel ailemize bomba gibi düşen annenden alamadığımız tüm intikamın faturasını da ödersin… Bir gece ve tüm borçlar kapanmış, intikam son bulmuş, Toprak’ın tedavi parası karşılanmış. Güzel teklif… Sen bunu düşün.” Arkasını dönüp giderken yine aynı sözleri melodik şekilde mırıldanıyordu. “Yalancı, hırsız, sahtekâr, düzenbaz… Orospu. Annesi gibi orospu.”
Gürültüyle kapanan kapının sesi kulaklarında çınlarken, bacaklarında güç kalmadığını hissederek yere yığıldı. Yaşadığı gerginlik, duyduğu hakaretler, bir meze misali önüne sunulan ahlâksız teklif sinir boşalması olarak bedeninden çıkarken titremeye başladı. Titrerken dişlerinin birbirine vurmasını engelleyemeyip, yığılıp kaldığı yerde öne arkaya sallanıyordu. Çenesini kastı, dişlerini sıktı ama dayanamadı, sinirini, öfkesini, korkusunu daha fazla bastıramadı ve resmen patlama yaşadı. Avazı çıktığı kadar bağırırken, yanındaki koltuğun kırlentine yüzünü yapıştırmıştı.
Bağırdı, bağırdı, bağırdı. Soluğu kesilip, anlatamadığı, söyleyemediği sözleri bağırışlarıyla kusana kadar buna devam etti. Boğazındaki acıyı, yangını, tahribatı anlayıp, sesinin kısıldığını fark ettiğinde ise susmuştu. Ancak her iç çekişinde dudaklarının arasından aldığı kesik kesik soluk sesleri firar etmişti.
Yarım saat sonra yerden sürünerek kalkıp banyoya geçti, duş alıp hazırlandı ve hastaneye gitmek için yola koyuldu. Evinden ana caddeye varıncaya kadar yürüdü, köşedeki taksi durağından bir taksiye bindi. Hastaneye geldiğinde Toprak çoktan uyumuş, Ayten ise koltukta sızıp kalmıştı. Arkadaşını uyandırıp, evine gönderirken biraz uğraşmıştı. Çünkü Ayten, kendisini gördüğü anda ‘Ne oldu, neyin var, patronun yine problem mi çıkardı?’ gibi sorular sormuştu. Ağlamaktan kısılan sesini, şişen ve kan oturan gözlerini saklayamamış ama yalnız kalmayı başarmıştı. Uykusuz, bitap hâlde kıvrılıp yattığı koltukta sabahı sabah etmişti. Toprak’ın çıkış işlemlerinden sonra eve geçip, onu yeniden yatırdı ve şirkete geçti.
“Bergüzar, kahvem!” Rüzgâr misali eserek odasına giren adamın yüzünü görmek ne mümkündü. Yine esmiş, geçmişti işte. Az ilerideki mutfağa ilerleyip, kahveyi hazırladıktan sonra odaya girdi, kahveyi verip günlük programı okumaya başladı. Ancak sesi o kadar kısılmıştı ki konuşmaya başlamasıyla patronunun gözlerinin üstüne dönmesi aynı anda oldu. Çatık kaşlarının altından pür dikkat bakarken, kahve fincanını masaya bıraktı, arkasına yaslandı.
“İyi misin?” Şüphe dolu, biraz da meraklı soruyu duyan Bergüzar, elindeki notlardan başını kaldırıp gözlerini buluşturdu. Alparslan’ın kaşlarının daha da çatılışını, usulca yerinden kalkıp önüne gelişini izlerken “İyiyim.” Demesiyle, adamın adımları durmuştu. Bir süre daha bakıştıktan sonra Alparslan’ın eli havaya kalkıp, kapıyı işaret etti. “Madem öyle, çıkabilirsin.” Dese ve kız odadan çıksa da aynı yerde durup kapanan kapıya bakmayı sürdürdü. Gözlerindeki şişlik, göz bebeklerindeki kızarıklık, uykusuz ve yorgun olduğunu gösteren yüz hatları, hatta kısa sürede verdiği kilolar bile net olarak görülüyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Masasındaki cep telefonunu eline aldı, bir numara tuşlarken Ankara manzarasına döndü. “Alo, şirket kayıtlarından Bergüzar Hanımın ev adresini bulup, bana gönderin.”
***
Haftanın son iş gününü de bitirip evine geçen Bergüzar, elindeki kahve fincanına sıkı sıkı sarılmıştı. Aklında Ender’in söylediği sözler, iğrenç teklifi dönüp duruyordu. Kahve fincanını sehpaya bırakıp Toprak’ın odasına girdi ve ayakucunda duran tekli koltuğa oturup kardeşini izlemeye başladı. Aklında hâlâ aynı sözler yankılanıyordu. ‘Bir gece ve tüm borçlar kapanmış, intikam son bulmuş, Toprak’ın tedavi parası karşılanmış. Yalancı, hırsız, sahtekâr, düzenbaz… Orospu. Annesi gibi orospu.’
Bir gecenin karşılığı olarak sunduklarını düşünürken titredi. Karşılaştıkları ve bu sözleri duyduğu andan beri, iğrenç teklifini kaçıncı kez düşündüğünü bilmiyordu. Fakat kendini kandırmayacak kadar akıllıydı. Evet, düşünmüştü. ‘Eğer her şeye çözüm olacaksa…’ dese de sonunu getirememişti. Aklında canlanan sahneler, o adamın tenine dokunma ihtimali bile iğrençti. Midesini bulandırıyordu. Yerinden hızlı ama sessizce kalkıp banyoya koştu. İçinde ne varsa çıkardı. Yediği bir şey yoktu, bu yüzden de safra kusup duruyordu. Ne zaman aklından bu ihtimal geçse aynısı oluyordu.
Böyle bir şeyi kabul etse, sonradan kendinden nasıl tiksineceğini, kendine bir ömür nasıl öfke duyacağını, bununla asla yaşayamayacağını, olsa olsa yaşayan bir ölü olacağını düşünüp yine öğürdü. Midesi bomboştu. Dışarı çıkacak hiçbir şey kalmamıştı. Boş boş öğürüp, doğruldu ve klozetten uzaklaştı. Yerden destek alıp ayaklandı. Bacakları güçsüzlükten tir tir titrerken aynadaki yansımasına baktı. ‘Hırsız olmak ve ihanet etmek mi, yoksa kendinden ömür boyu nefret edip tiksinmek mi?’ sorusunu sorduğunda cevap gecikmeden gelmişti.
‘Hırsız damgasıyla, hain damgasıyla yaşarsın Bergüzar ama benliğini kaybedersen kaybolursun.’