8.BÖLÜM
Tüm kontroller yapılmış, hastane polisi tarafından ifadesi alınmış ve bir gece müşahede altında kalmıştı. Sabaha kadar başında bekleyen patronuna minnettardı ancak o kadar yorgundu ki tek kelime edememişti. Zaten uğradığı saldırı yüzünden sesi de kısılmıştı, boğazı ağrıyordu. Bu yüzden kendini yormak istememişti. Sabahın ilk ışıklarıyla ilk kelimesi ‘Sedef anne’ olmuştu. Onun çağırılmasını ve onun yanına gitmeyi istediğini belirtince Alparslan sadece başını sallayıp ‘tamam’ dedi. Kızın sessizliğini de, yalnız kalmak istemesini de anlamıştı. Gözlerini gözlerinden kaçırmasından anlamıştı.
Yurt müdiresi Sedef Hanım hastaneye gelip Bergüzar’ı aldıktan sonra kimselere ses etmeden kızı kendi evine götürdü. Tıpkı çocukluğundaki gibi özenle baktı. Gündüzleri işe gidiyor, akşam doğruca eve gelip Bergüzar’la ilgileniyordu. Bu süre zarfında Toprak ve diğer kızlar ise Bergüzar’ı acil bir toplantı için yurtdışında sanıyordu.
Sedef annenin evine gelişinin beşinci gününde, saat öğleden sonrayı gösterirken evin kapısı çaldı. Sedef annenin bu saatte gelmeyeceğini bildiği için kapıya temkinli yaklaşıp, delikten baktığında Alparslan’ı görmesiyle dili damağı kurumuştu. Kapıyı ikinci çalışında usulca araladı ve günler sonra göz göze geldiler.
Gri takım elbisesi kocaman bedenini sarmış, heybetli görüntüsünü, otoriter ve soğuk duruşunu daha da görkemli kılmıştı. Ön kısmı arka ya da yanlara göre biraz daha uzun olan koyu kumral saçları, dokunulası duruyordu. Ama bunlardan daha dikkat çekici olan tek bir şey vardı, o da yemyeşil gözleriydi.
Çatık kaşlarının altından Bergüzar’ın yorgun yüzüne bakarken, günler önce yaşadığı kırgınlığı yeniden hatırladı. Neden kırgın hissettiğini bilmiyor, anlayamıyordu ancak onun kendisiyle kalacağını düşünmüştü. Onun yanında olmak, yaraları sarmak istemişti. Bergüzar ise bunu istemediğini Sedef Hanım’ın yanına gelerek sözsüz olarak belirtmişti. Buna kırılmıştı ama kendine bile itiraf edemiyor, üstüne düşünmek istemiyordu. Doğrusu ona kızamıyordu da. Sonuçta yaşadığı hiç kolay bir şey değildi ve anne bildiği kadını yanında istemesi çok doğaldı.
“Alparslan Bey.” Dediğini duyarak düşüncelerinden sıyrılıp eve girdi.
“Bergüzar, nasılsın?” Diye sorarken boynundaki morluklara, yüzündeki ve tırnaklarındaki yaralara bakmıştı. Gördüklerinin acısı, öfkesi kalbine kırbaç misali inerken az evvel aldığı habere daha da öfke duydu. Bu sırada salona geçip karşılıklı oturmuşlardı. Söze nereden ve nasıl başlayacağını bilememenin sıkıntısıyla nefes alıp, kızın gözlerine baktı.
“Semih, az önce çıkarıldığı nöbetçi mahkeme tarafından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Bir de para cezası verilmiş. ‘Kamu Malı’na zarardan.” Sinirleri bozulmuş,
“Burada bahsedilen ‘mal’ ben olmayacağıma göre… Para cezası başka bir sebepten verildi.” diyen kıza birkaç saniye bakarken, başını sallamış, yüzünü öfkeyle sıvazlamıştı.
“Nasıl başardıysa polisin elinden kaçıp otobüs duraklarından birinin camını kırmış. Görgü tanığı, kanıt ve kamera kaydı da olunca cezadan kaçamamış.”
“Hmm, otobüs durağının camı! Tabii, bu önemli Alparslan Bey. Kamunun malı, kamunun vatandaşından daha değerli ve önemli. Sonuçta kanıt var. Kırılmış. Benim kanıtım var mı? Yok! Mesela vajinam yırtılmış mı, zarar görmüş mü? Hayır! Hem nereden bilecekler, belki kendi rızam vardı.” Bir anda ayaklanıp sigara paketinden sigara aldı, balkona ilerledi ancak kısa sürede duraksayıp patronuna döndü.
“Hem bir kereden bir şey olmaz değil mi? Serbest kalsın, kalsın ki yarım kalan işini tamamlasın. Beni öldürürse ve kanıtı olursa belki bir ihtimal ceza alır.”
“Bergüzar…” diye tedirgin şekilde mırıldanıp ayağa kalktı ama bir adım bile atamadı çünkü Bergüzar öfkeyle bağırmaya başlamıştı.
“Ne Bergüzar, ne? Bu ülkede kaç kadın koca dayağından ölüyor, kaç kadın tecavüze uğruyor, kaç kadın ya da kız çocuğu dayaktan, tecavüzden kaçıp, kadın sığınma evlerine, yetiştirme yurtlarına yerleşiyor, bir günde kaç kadın bindiği otobüste, metrobüste, minibüste tacize uğruyor haberiniz var mı? Siz hiç, toplu taşıma araçlarına binerken ya da hava karardığında yolda yürürken tedirgin oldunuz mu?” Kendi sorusuna gülüp
“Soruyu yanlış sordum. Siz hiç, toplu taşıma aracına bindiniz mi Alparslan Bey? Bakın bu doğru soruydu işte!” derken ona doğru ilerleyip burnunun ucunda durdu.
“Sen, şimdi Semih’e kızıyorsun değil mi? Öfkelisin, gözlerinden belli. Ama sen, çok mu aksın? Bir düşün bakalım.” Demesiyle adamın kaşları katılmış, yüzündeki şaşkın ifade büyümüştü. Bergüzar’ın daha önce de öfke patlaması yaşadığına şahit olmuş, buna sebep olmuştu fakat şu anki kadar öfkeli olduğunu hiç görmemişti.
“O ne demek? Ne demeye çalıştığını anlamadım.” Bergüzar kıs kıs ama yine öfkeyle güldü.
“Şiddet sadece fiziksel olmaz. Sizin aylardır yaptığınıza psikolojik şiddet denir. Canınız isteyince şen şakraksınız, kafanız bozulunca gözünüz kör oluyor, başta ben olmak üzere herkesin canına okuyorsunuz. Bu bir… O Semih itine çok öfkelenmeyin, belli ki kendi yediğiniz haltı hâlâ hatırlamıyorsunuz ancak ben size anlatayım. Artık saklamak istemiyorum… İçip, sarhoş olup, yardımcınızı öpmek de tacizdir ve sizi tacizci yapar Alparslan Bey. Bu iki… İçmesini bilmiyorsan içmeyeceksin. Bu üç…” şok olmuş hâlde bakan adamın gözlerinden gözlerini çekmeden
“Ahh, unuttum. Size bir şeyleri maddeler hâlinde sıralayamazdım değil mi? Bu konuda daha önce uyarmış, yok yok bağırmıştınız!” dedi ve kapıyı gösterdi.
“Lütfen çıkıp gider misiniz? Eğer işsiz kaldıysam da söyleyin, iş aramaya başlayayım. Çünkü vakit kaybetmek gibi bir lüksüm yok.” Arka arkaya yaşadığı şaşkınlıktan kılını bile kıpırdatamayan Alparslan
“Ben… O gece… Seni öptüm mü? O rüya değil miydi?” diye fısıldadığında Bergüzar başını hafifçe sallamıştı. Bir süre daha öylece durup silkelenerek kendine geldikten sonra kızın yanından geçip balkona çıktı ve sigara yaktı. Onun bu hareketi ise Bergüzar’ı şok etmişti. Dakikalar içinde rolleri değişmiş gibiydiler.
“Ne değişik adamsın. Yemin ediyorum seni anlamaya çalıştığım kadar derslerime çalışmamıştım.” Diye söylenerek onun yanına gitti ve az evvel eline aldığı sigarasının ucunu yaktı.
“Az önce söylediklerini daha sonra konuşacağız. Şimdi konuşmamız gereken daha hayatî mevzular var.” Yaklaşık beş dakika sonra ikinci sigarasını içerken söylediği bu sözlerle Bergüzar’ın dikkatini çekmeyi başarmıştı.
“Ne gibi hayatî mevzular?” Sesinin gergin çıkmasına engel olamamış, gözlerini Alparslan’ın yan profiline odaklamıştı.
“Toprak’ın ilerleme göstermeyen tedavisi gibi.” Cevabıyla şaşırıp kalırken,
“Siz nereden biliyorsunuz?” diye sordu. Şimdi gözleri birbirine dönmüş, Bergüzar’ın bakışlarında endişe, merak, şaşkınlık kol gezerken Alparslan ise ona biraz sinirle bakmayı sürdürmüştü. Derken tamamen yüz yüze dönüp bir adımla aralarındaki mesafeyi kapattı. Bir süre sessiz kalıp söylemek istediklerini aklımda toparladı. Kırmadan, incitmeden söze girmenin yolunu arıyordu.
“Alparslan Bey, neden susuyorsunuz?”
“Susmuyorum. Aklımdan geçenleri söylemenin yolunu arıyorum. Seni kırmak ya da incitmek istemiyorum. Bugüne kadar yeterince kırıcı oldum. Bir kez daha seni üzmek istemiyorum ama… Toprak’ın vakti…” sustu. ‘Vakit geçiyor, vakit azalıyor Bergüzar. Bana bu durumu daha önce neden söylemedin?’ diye kızmak istese de sustu. Derin bir soluk alıp
“Ben, zor da olsa doktorunuzdan bilgi aldım. Onun durumunu öğrenmem zor oldu, zaten etik de değil biliyorum ama… İyi ki öğrenmek için ısrarcı olmuşum. Çünkü Toprak için alternatif bir tedavi yöntemi varmış. Biraz araştırdım ve tedavi için yapılacak her şeyi öğrendim. Yurtdışında…” Bergüzar şok üstüne şok yaşıyor, yaşlar dolan gözlerinin ardından ona bakıyordu.
Alparslan’ın bahsettiği tedavi, eğer Ender’den para alsaydı kardeşini göndereceği tedaviydi. O tedaviyi kabul etmesinin ilk amacı ilaç paraları olsa da hastalığın nüksetmesi, paranın amacını da değiştirmişti. Ancak Bergüzar ne olursa olsun, istenilenleri yapamayacağını fark edip geri çekilmişti. Başına gelecek bütün kötü ihtimallere rağmen doğru yolu seçmişti. O anda kulağında Sedef annenin sözleri çınladı. ‘Doğru olan, doğru yoldan giden, hak yemeyen insanlar elbet iyilerle karşılaşırlar. Tam bitti dediklerinde hiç beklemedikleri anda yolları açılıverir. Sen yeter ki iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı kovala Bergüzar kızım. Elbet yolun açılır ve ışık dolar.’
Gözünden bir damla yaş süzülürken, kendi canı ve kardeşinin canı pahasına iyiyi kovalamayı bırakmadığı için mutlu olmuştu. Küçücük bir mutluluk, yüreğinde belirirken
“Bahsettiğiniz tedaviyi biliyorum.” Dedi. Başını önüne eğip derin bir nefes alırken de yüzünü kuruladı. Durmadan dudaklarını kemiriyor, kendine engel olamıyordu. Tabii bir de midesi kasılıp bulanıyordu.
“Bergüzar, yüzüme bak. Madem böyle bir tedavi yöntemi olduğunu biliyordun, o zaman neden daha önce söylemedin?’’
‘’Neyi?’’ diye şaşkınlıkla sorup,
‘’Tedaviden ve doktorun bu tedaviyi desteklediğinden neden bahsetmedin?’’ sorularını duyduğunda inanamıyor gibi bir ifadeyle Alparslan’a bakmayı sürdürdü.
‘’Dalga mı geçiyorsunuz Alparslan Bey? Bu sorularınızın cevabı gayet açık değil mi? Yahu, ben… Ben o tedaviyi nasıl karşılarım? Size bunca bilgiyi veren doktor, tedavi ücretini de söyledi mi? Siz o ücreti Türk Lirasına çevirdiniz mi?’’
‘’Beni çıldırtma Bergüzar. Tabii ki tedavi ücretini ve o ücretin sana yaratacağı yükü biliyorum. Ama sen de şunu biliyorsun, çalıştığın şirketler grubunun günlük kâr oranı o tedavinin yarı parasından fazla. Hatta mütevazı olmaya gerek yok, o tedavi ücreti dediğin para her gün kasamıza kâr olarak giriyor. Bunu biliyorsun çünkü her akşam mesai bitiminde mali durum raporlarını bana getiren de, bazen incelemelerini yapan da sensin. Bilmiyorum de, hadi de! Diyebilir misin?’’ Bergüzar yüzüne tokat gibi inen bu cevaplarla zar zor yutkunurken başını hafifçe salladı.
‘’Diyemem, çünkü biliyorum.’’
‘’O zaman neden anlatmadın, neden yardım istemedin, neden ‘Toprak’ın hastalığı tedaviye yanıt vermiyormuş ama yurtdışında farklı bir tedavi yöntemi varmış’ demedin?’’ diye öyle bir bağırmıştı ki Bergüzar’ın ayakları yerden kesilmişti.
‘’Biz çalışanlarımıza ve onların ailelerine değer verir, gerekli olduğunda da maddi manevi yardım ederiz. Yahu biz insan gücüyle çalışıyoruz ve bunu insan gibi yapmaya çalışıyoruz Bergüzar. Sen daha nerede olduğunu, bizlerin neler yaptığını, yapmaya çalıştığını bile anlamamışsın.’’ Bir an durdu ve kızın yaşlar dolan gözlerine bakarken fısıltıyla
‘’Ya da gurur yaptın, olan biteni anlatmayı yardım istemeyi gururuna yediremedin. Gururun kardeşinin sağlığından, canından önde geldi. Hangisi sen söyle? Söyleyemedin mi yoksa gurur mu yaptın?’’ diye sordu. Kıza iyice yaklaşıp
‘’Sen, gerçekten kardeşini yaşatmak istiyor musun Bergüzar?’’ demesiyle yanaklarına dökülen yaşları içi ezilerek izledi. Son sözlerinin ne kadar ağır olduğunun farkındaydı ancak çok kızmış, yine gözü dönmüş, dilin kemiği olmadığını ise unutmuştu. Söylediklerinin vardığı noktayı aklıselim düşündüğü anda yüreğine ağırlık çöktü ama geç kalmıştı. Her zamanki fevri, acımasız ve öfkeli tavırları patlak verirken gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı.
‘’Özür dilerim… Öyle demek istemedim.’’ Bir adım geri gidip duyduklarını yutkunarak sindirmek için uğraşan Bergüzar, Ender’le yaptığı son konuşmayı hatırladı. Gururuna yediremediğinden ötürü vazgeçtiği tek şey hırsızlık yapmaktı. Bir tek o şerefsizin oyununda olmaktan vazgeçmişti. Kardeşinden asla ama asla vazgeçmemişti. O kadar yüklü miktarda parayı bulmanın imkânı olmadığını kabullenip buradaki tedaviye umudunu bağlamıştı.
‘’O kadar parayı bulamayacağımı kabullenmem aylar sürdü ve inanın imkânlarımı epey zorladım. Bunun için gururumu da ezdim, hem de hiç düşünmeden. Fakat durumu kabullenince… Siz aklıma bile gelmediniz. Hiç gelmediniz.’’ Ne diyebilirdi ki? Gerçekleri nasıl anlatabilirdi bilmiyordu. Sanki o çok çalışan aklı durmuştu. Olan biteni Alparslan’a anlatmayı istese de nereden ve nasıl başlayacağını kestiremiyordu. Ve en çok da alacağı tepkiden korkuyordu. Adamın gözlerine bakarken hızla atan kalbi ‘sus, şimdi değil’ diye fısıldadıkça dili lâl oluyor, bu yüzden de dudaklarını kemirmeye başlıyordu.
‘’Aklına gelecek ilk kişi olmalıydım!’’ Dudaklarını kemirmeyi kesip derin bir nefes daha aldı.
‘’Alparslan Bey, toplasanız üç aydır çalıştığınız birine neden, niye böyle bir para veresiniz? Ben bu parayı geri ödemeye kalksam ömrüm yetmez.’’
‘’Parayı geri öde diyen mi oldu Bergüzar?’’ diye resmen kükremesiyle kız da patlamıştı.
‘’Ne bileyim ben? Ne bileyim? Ben, bugüne kadar her bir boku kendim yaptım. Kendim, tek başıma. Hep tek başımaydım, hep yalnızdım. Kardeşini korumaya çalışan, okutmaya çalışan, büyütmeye çalışandım. Ya siz bana ne anlatıyorsunuz Alparslan Bey! Bizi ailemiz sahiplenip büyütemedi. Annem demeye utandığım kadın para uğruna terk edip zengin adamın birine gitti. Babam depresyona girip gözümün önünde intihar etti. Bizi bir kez olsun düşünmediler, arkalarına bile bakmadılar.’’ İşte kabuğunu kırıp, ilk kez özel hayatıyla ilgili bir şeyler anlatıyordu. Alparslan iki cümlede duyduğu gerçeklere inanamayıp, tokat yemiş gibi sarsılırken yutkunamadı. Çünkü karşısında gördüğü kadının çocukluğu terk edilmek, yalnız bırakılmak, savaşmak zorunda bırakılmakla geçmişti.
‘’Karşılıksız sevgi görmedim ki sevgi gösteren birini görünce tanıyayım, anlayayım. Karşılıksız yardım görmedim ki diyetini ödemeye kalkmayayım. Önemli olmayı, değer görmeyi bilmediğim için her iyiliğin karşılığında da bir şey vermem gerektiğini öğrendim. ‘Bizi kim neden sevsin, bizi kim neden önemsesin, bize kim değer versin ki?’ dedim hep. Bunu ilk kez yüksek sesle söylüyorum çünkü yanımda kızlar yok. Eğer onlar burada olsaydı ve bu sözleri söyleselerdi, kendi sözlerimi yutar ve onları avutmanın derdine düşerdim. Çünkü Bergüzar ‘abla’, çünkü Bergüzar ‘en güçlüleri’, çünkü Bergüzar ‘anne gibi’… Yarım yamalak hatırladığı annesinden görmediği sevgiye rağmen kardeşinin ve arkadaşlarının annesi olan Bergüzar. Her şeyi düşünen, herkesin derdine yetişen, yarasını saran Bergüzar. Bu sefer düşünemedim Alparslan Bey. Bu sefer, çok çalışan kafam çalışmadı ve size gelmeyi akıl edemedim. Belki de tedavi masrafları karşılığında size ne verebileceğimi bilemediğim için aklıma dahi gelmediniz.’’
Daha soluklanamadan kendini Alparslan’ın kolları arasında buldu. Yüzü adamın göğsüne gömülmüş, sıcaklığı yüreğindeki buz gibi geçmişe sarılmış, kokusu dört bir yanını sarmıştı. Ürkekçe kollarını kaldırıp ona sarıldığı anda gözlerinden yaşlar akıverdi. Birine sarılmaz, birine tutunmazsa yıkılacaktı, biliyordu. Derin bir iç çekip, Alparslan’ın gözyaşlarını artıracak, yüreğini dağlayacak bir feryat koptu dudaklarından. Bütün sinirleri boşalmış gibiydi. Bedeni zangır zangır titriyordu. Geçen hafta yaşadığı saldırı, Ender’in sessizliğinin altından çıkabilecek her pisliğin korkusu, Toprak’ın hastalığı, Alparslan’a söylemek istediği ama söyleyemediği her şey hayatını sarmaşık misali sarıyordu. O sarmaşıkların mengenesinden kurtulmak içinse sığındığı adamın Alparslan oluşu hayatın kendisine orta parmağını gösterme biçimiydi. Biliyordu.
‘’Bazı insanlar kendi değerlerini kendileri yaratırlar. Tek başlarına, dişleriyle, tırnaklarıyla kazıya kazıya başarırlar bunu. Ve inan bana birçok insan değer görmek adına öyle kötü yollara sapar ki… Kötü olur, kindar olur, hastalıklı biri olur. Fakat sen böyle biri olmamışsın. Kendini o kadar güzel yetiştirmiş ve değerli hâle getirmişsin ki…’’ Ellerini kızın yüzüne sardı, başını yukarı kaldırdı. Gözlerindeki yaşlara rağmen birbirlerine dikkatle baktılar.
‘’Seninle gurur duyuyorum. Sen çok değerlisin, çok kıymetlisin. Her zaman güçlü olmak ve her şeyle tek başına mücadele etmek zorunda da değilsin. Elimi uzattım, tut diye bekliyorum. Tut elimi Bergüzar. Bir savaş verilecekse birlikte verelim. Bırak yardım edeyim. İzin ver yanınızda olayım. Bu sefer bana bunu çok görme. Bari sen çok görme Bergüzar.’’ Bir an durdu, gözlerini kapattı. Kirpiklerinin birbirine değmesiyle yanaklarına dökülen yaşlarını silen ellerin titreyişini hissederek tebessüm ettim.
‘’O ne demek?’’ Diye soran kızın sorusunu duymazdan geldi. Bergüzar ise onun son sözlerini anlamaya çalışıyor, dikkatle yüzüne bakıyordu.
‘’Hani sarhoş olup, seni…’’ Bu sefer gözlerini aralamış, mahcup bir ifadeyle bakıyordu.
‘’… Öptüğüm gece ‘gitme’ demişim de gitmemişsin. Şimdi de ‘bırak yardım edeyim’ diyorum. Yine dediğimi yapar mısın? Yardım etmeme müsaade eder misin?’’ Bergüzar aralarında geçen konuşmanın şaşkınlığıyla ne diyeceğini bilemeyerek öylece kalınca durumu anlayan Alparslan yine tebessüm etmişti.
‘’Kafan karıştı biliyorum. Zaten son günlerde çok zor şeyler yaşadın farkındayım. O zaman da yanında olmak istedim ama sen, ‘Sedef annede kalmak istiyorum’ deyince ısrar etmedim. Yoksa seni yalnız bırakmazdım. Emin ol, bırakmazdım. Ne kadar değerli olduğunu, ne kadar kıymetli olduğunu, sevildiğini anlayana kadar bırakmazdım.’’ Alparslan’ın gözlerinde gördüğü ışıltıyla kalbi o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki bedeninin verdiği bu tepkiye kendisi bile inanamıyordu. Kalbine ‘dur durduğun yerde’ diye sinirlenmek isterken hissettiği sıcaklıkla irkildi. Başını eğip, kalbinin üstünde duran eli gördü. Az önce dilinin tutulduğunu sanmıştı, şimdiyse onun sahte bir dil tutulması olduğunu anladı. Dişlerini birbirine kenetlenmiş, dili damağına yapışıp kalmıştı. Bergüzar türlü türlü duygu ve düşünceyle boğuşurken Alparslan’ın da ondan farkı yoktu.
Alparslan elinin altında gümbürdeyerek atan, resmen duvarlarını döven kalbi hissettiğinde zar zor soluklanmıştı. Tıpkı Bergüzar gibi başını hafifçe eğdi ve burnunun ucuna değen saçlara gülümsedi. Burun deliklerinden sızan muazzam kokusuyla sakinleşti. Kısa süre önce yaşadıkları duygu patlamalarının tsunamiyi andıran dalgaları durulmuş, aralarındaki sular çarşaf gibi oluvermişti. Kızın kulağına doğru iyice sokulup
‘’Demek ki kalbi ağzında atan bir tek ben değilmişim. Bunu hissettiğime sevindim Bergüzar Hanım!’’ diye fısıldadı. Sözlerini anlamak zor değildi. Bergüzar gözlerini kaçırmak için çabalarken aslında ardına bakmadan da kaçmak istiyordu. Yaşadığı karmaşaya, duygusallığa, Alparslan’ın imalarına inanamıyordu.
“Dinlen, kafanı topla ve Toprak’la ilgili kararını ver. Ama uzun sürmesin, vakit kaybetmeyelim.” Deyip alnına küçük bir öpücük kondurduktan sonra evden çıkıp gitmişti. ‘Toprak’la bir süreliğine vedalaş’ diyordu. Haklıydı da. Eğer şimdi veda edemez ve onu yurtdışına gönderemezse belki de sonsuz bir ayrılık yaşayacağını biliyordu. O gece Ender’e ‘yaşayacaksa burada da yaşar’ demişti ama ya ölürse… Ya kardeşini kaybederse ve ‘keşke o tedaviyi de deneseydik’ derse. İşte en çok böylesi bir pişmanlık yaşamaktan korkuyordu. Bu yüzden çok düşünmedi, saat altıyı gösterip şirket boşaldığında içeri girdiği gibi Alparslan’ın odasına ilerledi.
Çok tanıdık koridorda yürürken bacakları titriyor, vicdanı kalbini sıkıp atıyordu ama gururundan, vicdanından daha büyük olan tek şey kardeşiydi. Bir gün her şey duyulduğunda ‘yüzsüz’ olarak adlandırılmak ‘hırsız’ olarak adlandırılmaktan daha iyidir diyordu. Odanın kapısını çalmayı bile akıl edemeden hızla içeri girdi, çünkü anlık bir duraksamada geri dönmekten korkuyordu.
Masasında oturan Alparslan başını hızla kaldırıp, odasına destursuz giren kişiye bağırmaya hazırlanırken Bergüzar’ın geldiğini görerek ayaklandı.
“Bergüzar…”
“Söz ver…” Alparslan bir şey anlamamış, ona dikkatle bakıyor bir yandan da yanına ilerliyordu. Tam önünde durup gözlerine aynı dikkatle bakarken
“Ne?” diye sordu.
“Söz ver Alparslan.” Kızın ağzından adının ek almadan çıktığını ilk kez duymanın şaşkınlığı ve hoşnutluğuyla gülümsedi. ‘Bir daha söylesene’ dememek için dilini ısırıp
“Söz, söz veriyorum. Neye söz vermemi istiyorsan söz!” demeyi başardığında şaşırma sırası Bergüzar’a gelmişti. Ne için söz vermesini istediğini bile sormamış, sorgulamamıştı. Ona baktı, baktı. İnanamıyor gibi bakmayı bırakıp boynuna atladı. Bir an ileri geri sarsılan bedene sımsıkı tutundu.
“Kardeşimi koruyacaksın. Yerini bizler dışında kimse bilmeyecek. Söz ver…” Yalvarır gibi söylediği sözleri anlamasa da yeniden
“Söz veriyorum.” Demişti. Kızın belini sıkıca sararken saçlarını da okşuyordu.
“Toprak’ın tedavisinin yapılacağı hastanede Atilla’nın arkadaşı Murat’ın annesi çalışıyor. Suna Hanım Beyin Cerrahı ama bize yardımcı olacak. Ayrıca Murat ve kardeşi Arda da Toprak’a göz kulak olacaklarının sözünü verdiler. Kardeşin emin ellerde olacak Esmer kız. Korkma, kötü düşünme. Cevabının olumlu olacağını bildiğimden hazırlıklara başlamıştım.” Alparslan, ‘kardeşimi koruyacaksın’ diye söz isteme sebebini, bilmedikleri bir ülkeye gidecek olmanın korku ve paniği zannetse de işin aslı öyle değildi. Bergüzar kardeşini, üvey abisi Ender ve öz annesinden korumaya çalışıyordu. Ne bilsindi Alparslan…
“Ama ben ondan hiç ayrılmadım ki…” Yakarışıyla içi acırken cevap verdi.
“İstediğin kadar izinlisin, kardeşinle gidebilirsin. Döndüğünüzde yine burada olacak ve işine kaldığın yerden devam edeceksin. Anlaştık mı?” Başını sallamasıyla gülen Alparslan biraz geri çekilip gözlerine baktı. Yine ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Gözlerini böyle görmek artık canını daha fazla yakıyordu. Gözlerinin içi gülsün istiyordu.
“Anlaştık mı dedim Bergüzar?” diye sorarken çenesini kavramıştı.
“Anlaştık…” mırıldayarak verdiği cevaba gülümserken elleri çenesinden yüzüne doğru ilerledi. Kırmaktan, ürkütmekten korkar gibi yüzünü sevdi, yumuşacık tenine defalarca dokundu. Yüzündeki yaralı olan kısma bakmaya bile zorlandığından oraya dokunmaya cesaret edemedi.
“Anlaştığımıza sevindim. Şimdi bu durumu Toprak’a anlatmalı ve onun da onayını almalıyız. Sonuçta bu tedaviyi onun kabul etmesi gerek ama onunla konuşmadan önce ikimiz biraz konuşalım.” Deyip koltukları işaret etti. Koltuğa yan yana oturup birbirlerine döndükleri sırada Alparslan boynundaki kravatı çıkartıp atmış, gömleğin ilk üç düğmesini açıp boynunu esnetmişti.
“Nasılsın?” diye sorarken gözlerinin içinin ışıldaması normal miydi? Ya da bu kadar ılımlı olması. Soruyu bir süre düşünüp omuzlarını silken Bergüzar çocuk gibi başını eğdi.
“Eh işte.” Onun güldüğünü hissediyor ama yüzüne bakmıyordu. Omzuna dokunan eli hissederek toparlanmaya çalışırken
“İyiyi düşüneceğiz, iyi olacak. Bunu daha önce de konuşmuştuk. Moralini yüksek tutmaya çalış, biliyorum zor ama güçlü ol. Sen yaparsın Bergüzar. Ben sana inanıyorum.” Dediğini duyarak yerin dibine geçmek istemişti. Ama yer dediğin de öyle hemen yarılıp içine almıyordu. Önce bir güzel süründürüyor, vicdanınla mücadele ettiriyordu. Ve ne yazık ki kazanan hep korkular oluyordu.
Bergüzar’ın dalıp giden ifadesinin farkındaydı. Şu an kendisiyle konuşmaktansa kardeşiyle konuşmak ve onun düşüncelerini duymak istediği belli oluyordu.
“Hadi, hadi bakalım gidip deli kızla konuşalım. Tamam dediği anda işlemler başlasın.” Hızla ayaklanıp ceketini giydikten sonra Bergüzar’ı da önüne katarak odasından çıktı. Eve varıncaya kadar ikisinin de ağzını bıçak açmamıştı. Evde kendilerini karşılayan kız arkadaşlarını kucaklayıp, Toprak’ın odasına doğru bakan Bergüzar tedirginlikle kıpırdanırken Alparslan’ın ellerini omuzlarında hissederek irkildi.
“Toprak çok akıllı bir kız. Bizi anlayacaktır. Hadi…” Alparslan’ın sözlerini anlayamayan kızlar, ‘neler oluyor?’ diye sorar gibi onlara bakmışlardı. Fakat onların bu bakışlarını kibarca es geçip Toprak’ın odasına ilerlediler.
Yatağında bitkin hâlde yatan Toprak, aldığı ağır ilaçlara, hastalığının adının korkutuculuğuna bile inat eder gibi gözlerindeki ışığı hiç kaybetmeyerek
“Hoş geldiniz.” Diye şakımaya çalıştı. Daha ikinci kelimenin sonunda nefesi daralmış, öksürmeye başlamıştı. Onu usulca oturur pozisyona getiren ablasına tebessüm edip, Alparslan’ın uzattığı sudan içti.
“Nasılsın küçük cadı?”
“Eh işte.” Cevabıyla gülmeye başlayan Alparslan
“Abla kardeş, bugün ‘eh işte’ modundasınız anlaşıldı.” Dediğinde Bergüzar da tebessüm etmişti. Muhabbeti anlamayan Toprak ise onlara merakla, şüpheci bir tavırla bakıyordu.
“Eee, yurtdışı seyahatiniz nasıl geçti?” Bergüzar bu soruyla irkilirken, Alparslan onun sırtına usulca dokunup okşar gibi temas etmişti.
“Ani bir toplantıydı. Seni yalnız bırakmak istemezdik ama mecburen gittik. Kızların sana çok iyi baktığından şüphemiz yok.”
“Baktılar, baktılar ama…” derken kaşları çatıldı ve ablasına doğru uzanıp yüzüne baktı.
“Abla, sana ne oldu? Yüzün…”
“Bir şey yok ablacım. Ben gayet iyiyim. Ufak bir kaza o kadar.” Deyip geçiştirmeye çalışsa da Toprak bundan tatmin olmamıştı. Endişeli bakışları Alparslan’a dönerken
“Ablama ne oldu?” diye çıkışıverdi. Onu sakinleştirmek için elini tutan Alparslan gülümsemeye çalışıp
“Yurtdışında küçük bir trafik kazası geçirdik.” Dediği anda Toprak irkilmiş, boşta duran eliyle ablasının eline sarılmıştı.
“Ablacım, biz iyiyiz gerçekten iyiyiz. Ufak bir kazaydı, geçti.”
“Yemedim ama yorgun olduğum için carlamaya gücüm yok. Böyle bir şeyi benden sakladığınız için ikinize de küstüm.” Küçük bir çocuk gibi suratını asıp gözlerini pencereye çevirdiğinde Alparslan, onun elini avuçlarının arasına alıp okşadı.
“Cadı, valla iyiyiz. Söyleseydik daha çok tedirgin olacaktın. Uzaktayız diye söylemedik.” Bir an kaşlarındaki çatılmanın yok olduğunu gördü ve yumuşamaya başlamışken asıl konuya girdi.
“Hem bunu şimdilik geçelim, sen iyileşince bize gönlünce kız ya da küs. Şimdi konuşmamız gereken daha önemli mevzular var.” Toprak, gözlerini Alparslan’a çevirip omuzlarını hafifçe silkti.
“Neymiş?” Ablası ve Alparslan’ın saniyelik bir bakışma yaşadığını görerek iyice meraklandı.
“Çatlatmayın da söyleyin yahu… Mevzu nedir?” Ona her şeyi en açık hâliyle nasıl anlatacağını düşünen Bergüzar, kafasında dönüp duran kelimeleri sıraya koymayı başardığında bir dakika geçmişti.
“Ablacım…”
“Efendim?”
“Hastalığın tekrarladığında doktorun bana bir tedaviden bahsetmişti. Yurtdışında uygulanan bir tedaviden.” Sustu, zar zor yutkundu.
“Buradaki tedaviye yanıt alamadığımızı sen de yaşayarak biliyorsun. Hastalık gerileyeceğine sinsi sinsi ilerliyor.” Ellerini dizlerine koymuş, var gücüyle sıkıyor sözlerini nasıl tamamlayacağını bilemiyordu. Usulca Alparslan’a ‘yardım et, bir şeyler söyle’ der gibi bakınca Alparslan söze devam etti.
“Biz düşündük ki…” Toprak zorla tebessüm edip
“Yurtdışındaki tedaviyi düşündünüz ama… O tedavi çok pah…” diyemeden sözü kesilmişti.
“O tedaviyi karşılayacak paranız var. Ayrıca sen orasını düşünme. Kendini düşün, sağlığını, geleceğini düşün. Ve bize de ki… ‘Tamam, ben o tedavinin uygulanabilmesi için yurtdışına da giderim.’ Sadece bunu söyle.” Gözlerinin ablasına döndüğünü gördüğü anda sözlerine devam etti.
“Ablan da seninle gelecek. Gideceğiniz yerde sizleri karşılayacak ve orada olduğunuz süre boyunca yanınızda olacak tanıdıklarımız var.” O tanıdıklarla kısa süre sonra aile olacaklarını nereden bilebilirdi ki. Hayat işte, ipleri bir yerden bir yere kusursuzca bağlıyordu. Belki de düğümlüyor. Hiç ayrılmamacasına, kopmamacasına!
Toprak ablasına uzun uzun baktı. Ona bakarken içi parçalanıyordu. Bu yaşına kadar yaptığı fedakârlıkları düşünürken gözleri doldu. Abla gibi değil, anne gibiydi. Onu okutmuş, büyütmüş, sevgiyle sarıp sarmalamıştı ama kendini hep geri plana atmıştı. Kendisi için bir kez olsun yaşamamıştı. Toprak hüzünle yüzünü önüne eğdi.
“Ablamın gelmesine gerek yok. Ben giderim.”
“Ne?” Ablasına bakmadan omuzlarını silkti.
“Daha ne kadar benim peşimden koşacaksın?” Bergüzar irkilerek nefes alırken
“Hayatım boyunca!” diye kendinden emin bir cevap verdiğinde Toprak acı acı güldü.
“Benim için, benim hayatım için kendinden vazgeçmenden bıktım desem nankörlük etmiş olur muyum bilmiyorum ama… Beni kendi hayatının bile önünde tutmandan çok yoruldum. Yaptığın fedakârlıklar artık… Ağır geliyor anladın mı? Biraz da kendini düşünsen, bencil olsan, kendin için yaşasan. Yahu ben senin yerinde olsam… Yaşarım bu hayatı. Eğlenirim, farklı şeyler öğrenirim.” Bir an durup ikisine de gülümsedi.
“Âşık olurdum mesela… Offf! Hem de dibine kadar. Nasıl bir şey, nasıl bir duygu hep merak etmişimdir. Genceciksin abla ve bütün hayatını benim peşimde sürüklenerek geçiriyorsun. Hasta olan, hastane odalarında kalmak zorunda olan benim. Sen değilsin. Sen, ben değilsin. Benim yerime acı çekmeyi kes. Çünkü inan bana ben, senin çektiğin acının zerresini çekmiyorum. Onca tedaviye rağmen. Hepsi fiziksel acılar, geliyor ve geçiyor ama sen… Sen kendine vicdan azabı çektiriyorsun. Keşke Toprak değil, ben hasta olsaydım dediğini biliyorum. Bu normal değil. Ben hayatının merkezi değilim, hayatında bir yol arkadaşıyım. O hayat senin. Yaşasana… Doya doya, sağlıkla yaşasana.” Ablasına yaklaşıp yüzünü ıslatan yaşları silerken yine gülümsüyordu.
“Her şeyi bırakıp, benim peşimden gelmen beni iyileştirmeyecek. Senin her gün kahrolduğunu görmem sadece moralimi bozacak. Burada kal, madem Alparslan abimin güvendiği insanların yanına gidiyorum o zaman problem yok. Sana da fiziksel olarak ihtiyacım yok. Sen, telefonun ucunda olsan da yeter. Geçen her günün tadını çıkartırken sesindeki o eski neşeyi duymak istiyorum. Beni bu iyileştirir. O tedavi sürecinde yanıma bile giremeyeceksin. İyice kötü olacaksın. Ben, morali sıfır bir abla istemiyorum. Bana senin enerjin, gülen yüzün lazım. Sen gül, ben iyileşeyim. Sen… Hatta siz…” derken ikisini de işaret etmişti.
“Benim için de gezin. Gezdiğiniz yerlerden fotoğraflar atın. Beni görüntülü arayın ve ne kadar eğlendiğinizi anlatın.” Durup kıkır kıkır gülerken, bir elini de Alparslan’a uzatmış, yaşlar dolan gözlerine minnetle bakmıştı.
“İyileşince beni de gezdireceksiniz ama… Söz verin.” Dediği anda onların buruk gülümsemelerini görerek nefes aldı ve
“Söz.” Dediklerini duydu. Aslında Toprak sadece gönlünde açan ufacık bir umuda sarılıp, gerçek olmasını dileyip onları bu istekleriyle birbirine bağladığını tahmin ediyordu. Yan yana oturan ve gözünün içine umutla bakan ablasıyla, kısacık sürede abisi gibi olan adamın arasında olabilecek tüm aşk ihtimallerine dua ediyordu.
“O zaman ben gidiyorum. Siz de size verdiğim tüm görevleri yerine getiriyorsunuz söz mü?”
“Söz…” Ellerini çırpıp ikisine de sarıldı. Ablasından gelen şefkati ve saçlarına dökülen gözyaşlarını kabul etti. Alparslan’ın kocaman, sıcacık ve güven veren bedenine sarıldığında ise
“Ablama iyi bak ve yanıma gelmesine engel ol. Lütfen artık kendi hayatını yoluna koysun.” Diye fısıldadı.
“Tamam, onu senden uzak tutmaya çalışırım.” Cevabına kıkırdarken
“Ablamı üzdüğünü duyarsam kalkar gelirim haberin olsun. O soğuk, nemrut tarafını lütfen ablama göstermeyi bırak. Çünkü sen, göstermek istediğin o adam değilsin Alparslan abi. Senin kendin gibi kocaman, merhamet dolu, sevgiyle bezenmiş bir kalbin var. Her şey için teşekkür ederim.” Dedikten sonra alnına konan öpücükle mest olmuştu. Alparslan ise kulağına fısıldanan sözleri dinlerken gözyaşlarını daha fazla tutamamış, ona sarılıp sessizce ağlamıştı. Deli bir kız kardeşi vardı. Kıymetlisiydi. Hem ailenin, hem de kendisinin. Şimdi bir kız kardeşi daha olmuştu.
Gözlerini usulca Bergüzar’a çevirdiğinde ise aklında şu soru belirdi. ‘Toprak kız kardeş tamam ama… Bergüzar bunun neresinde?’ Soruya kalbi gümbür gümbür atarak ‘En özel yerinde’ derken tebessüm etti.