BU KİTAP 31.08.2016 / 12.01.2019 TARİHLERİ ARASINDA YAZILMIŞTIR.

 

1.BÖLÜM

Yürüyoruz ateşe hep bi’ heves
Dönülür mü başa bembeyaz?
Sineye çekilen yangınlardan
Bir avuç kül, biraz alaz

Hayat, yaptığımız seçimlerimizden ibarettir. Bazı seçimler bizi mutluluğa götürürken, bazıları da bize tarifsiz acılar ve pişmanlıklar yaşatır. O pişmanlıkların ağırlığı ömür boyunca taşınacak bir yük olarak omuzlarımıza yüklendiğinde, yaşamak artık acı verici bir hâl alır. Doğan güneş, alınan nefes, sadece yaptıklarının pişmanlığını hatırlatınca, mutluluğun ne demek olduğunu unutur insan.

Bergüzar da tam olarak bunları düşünüyor, kendini sonsuz bir girdaba kapılmış gibi hissediyordu. Kardeşinin içinde bulunduğu aracın paramparça olduğunu gördükten sonra bayılmıştı. İki gündür hastanede gözetim altındaydı ve ilaçlarla sakinleştiriliyordu. Ne zaman gözünü açıp kendine gelmeye başlasa, aklına gelen görüntülerle sinir krizi geçiriyordu. Karnındaki bebeğe zarar gelmemesiyse bunca yaşanan arasındaki en büyük mucizeydi.

Alparslan koridorda oturduğu sandalyeler yüzünden ağrıyan bedenini hafifçe kıpırdattı ve odadan çıkan doktora baktı. ”İyi mi?” Doktor küçük bir tebessümle, haddinden fazla yorgun görünen adama gülümsedi.

”Yeniden uyumak istemediğini söyledi. İki gündür yaşananlara oranla daha sakin. Şu an uyanık ama iyi göründüğünü söyleyemem Alparslan Bey. Eğer görmek istiyorsanız…” Alparslan ayağa kalkıp doktordan ve odanın kapısından uzaklaşırken ”Hayır!” demekle yetinmişti.

Hastanenin terasına çıktığında ilk işi sigarasını yakmak oldu. Soğuk hava iliklerine kadar işlerken onun kılı bile kıpırdamıyordu. Toprak’ı kaybetmek sadece Bergüzar’ı yıkmamıştı. Alparslan da neye uğradığını şaşırmıştı. Yaşadığı acının ağırlığı altında eziyor gibi hissediyordu. Olaya tanık olan Ertuğrul ve Atilla başta olmak üzere herkes travma yaşıyordu. Gencecik bir kız, oyunun kurbanı olmuş, bedeni bile parçalanıp yanmıştı. Havaya uçan arabanın iskeleti o anların gerçekliğini yansıtan tek gerçekti.

Karşısındaki şehre uzun uzun bakarken omuzlarına değen ellerin ağırlığıyla irkildi. ”Günlerdir uyumadın abi.” Atilla’nın sesi endişeliydi. Alparslan’ın dik durmaya çalışmasına saygı duyuyordu fakat yorgun bedeninin hastalanmasından da endişe duyuyordu.

”Gözümü kapattığım her an arabanın patlamasını görüyorum.” Diye fısıldayıp soluklandı. Başı hafifçe önüne düşmüş, gözleri ise akıtamadığı yaşlar yüzünden cayır cayır yanmıştı. “Hiç günahı yokken, böyle ölmesi.” Zorla kurduğu cümleler insanın içini yakıyordu.

”Oyunu günahkârlar kurar, günahsızlar ise bedelini öder. Bazen Bergüzar gibi, bazen ise Toprak gibi. Ama illa ki işin ucu onlara en acı hâliyle dokunur.” Ertuğrul sözlerini sonlandırırken dudaklarının arasına yerleştirdiği sigarasının ucunu yakmış, derin bir nefes çekmişti.

”Onu görmeyecek misin?” Atilla’nın sorusunu duymazdan gelip, manzaraya bakmaya devam ederken kendine aynı soruyu soruyordu. ‘Görmeyecek misin Alparslan?’ diyordu. Fakat cevap veremiyordu. Kendisi de ne yapacağını bilmiyordu. İçinde karmakarışık olan duygu ve düşüncelerini kontrol edemez olmuştu. Birkaç dakika boyunca rüzgârın uğultusunu dinlediler. Üçü de sessizdi. Söyleyecek söz bulamıyor, o sebeple de susuyorlardı. ”Eğer en başından anlatsaydı, Toprak ölmezdi.”

”Bazen konuşmak, olanları anlatmak imkânsızlaşır aslanım.” Süleyman Bey ağır adımlarla onlara doğru gelirken Atilla ve Ertuğrul gitmeleri gerektiğini anlayarak terastan ayrıldılar. Babalarının ses tonunun ne anlama geldiğini en iyi onlar bilirdi. Söze gerek yoktu. Bir bakışı, kelimeleri seçişi, sesindeki tonlama anlatırdı ne demek istediğini. Bergüzar’ın kaldığı odanın koridoruna girdiklerinde Ertuğrul derin bir nefes alıp ”Sence affedebilecek mi?” diye sormaktan kendini alamamıştı.

”Zor olacak ama olacak. Çünkü kalbinde Bergüzar’a kocaman bir yer açtı. Yeniden ve gerçekten sevdi, sevildi. Ne olursa olsun, hayatının o olduğunu biliyor. O yüzden… Bütün yaşananlara, sırlara, kayıplara, gözyaşlarına inat daha çok sevecek ve birbirlerine sarılacaklar. Annem ve babam gibi, sen ve Armağan gibi, ben, Aylin ve Derin gibi.” Deyip kardeşinin omzuna kolunu doladı ve tutunduğu omzu usulca sıktı.

Bu sırada oğlunun elindeki sigara tabakasından bir tane sigara çıkartıp yakan Süleyman Bey ise uzun bir konuşmaya hazırlanıyordu. Herkesin sırları, pişmanlıkları, hataları olurdu. İnsandık en nihayetinde. Ve hiçbir gerçek, sır olarak kalmazdı. Sadece zamanını beklerdi. Gün yüzüne çıkacağı o ânı sinsi sinsi beklerdi.

”Hepinizin adlarını tarihteki kahraman beylerden, hatunlardan feyz alıp koydum.” diyerek sessizleştikten sonra derin bir nefes alıp, yanında yorgunluğu yüzüne yansıyan oğluna baktı. Oğlunun bu hâli onu ne kadar kahretse de belli etmeyip konuşmaya devam etti.

Ertuğrul; Süleyman Şah’tan sonra gelen, Kayı Obasının beyi. Osmanlı’nın kurucusu Osman Beyin babasıdır. Ertuğrul’un adını koyarken hissetmiştim, benden sonra gelecek ve benim yolumu izleyecekti. Hissettiğim gibi de oldu.

Kendine yapılan haksızlıklara başkaldırıp, benim gibi bir adam oldu. Benim ona verdiğim isimle, benden aldığı soyadıyla, benden bile büyük bir adam oldu. Ancak benzerliklerimiz kadar farklılıklarımız da vardı. Mesela Ertuğrul, ailesine daha bağlı, sevgisini belli eden, düşmanına bile affedici olabilen biri oldu. Ender’den intikam alma hırsıyla bulaştığı pis dünyadan tertemiz çıktı.” Yine susmuş ve yine soluklanmıştı. Sözlerine devam etmeden önce göz ucuyla oğluna baktı. Kendisini pür dikkat dinlediğini görüp tebessüm eder gibi oldu.

“Atila; Avrupa Hun devletine hükümdarlık etmiş. Acımasızlığı ile bilinir, Avrupa’da ise ‘Tanrı’nın Kırbacı’ diye anılırmış. Ne ilginçtir ki Atilla da tıptı adını taşıdığı hükümdar gibi acımasızdı. Ancak onun acımasızlığı kendineydi. Neşesinin, gülen yüzünün arkasında hep kendine kötülük etti. Ancak sonra… Sonra zor da olsa toparlandı. Hatta kendini toparlamanın dışında bir kadını da ayakları üstüne kaldırdı. Sevdi, sevdiği kadına ve çocuğuna kol kanat gerdi. Ne güzel bir aile oldular. Onca çileden sonra mutlu olmayı başardı.” Babasının sözleriyle geçmişe kısa bir yolculuk yapan Alparslan hatırladığı gerçeklerle irkilip, başını hafifçe sallamış, zorla soluklanmıştı. Baba ise çoktan konuşmaya başlamıştı.

“Tomris; İlk Türk kadın hükümdar, Sak Kraliçesi. 6. Yüzyılda yaşadığı varsayılan, bir nevi efsane olan Tomris Hatun. Bilinenlere göre aslında barışçıl bir hükümdarmış. Ancak oğlu öldürülünce, intikam ateşiyle oğlunu öldüren Kiros adlı komutanı bulmuş. Kiros’un başını kesip, kanının içine sokmuş. Yaşamı boyunca kan içmeye doymayan bir komutanı, kendi kanında boğacak kadar güçlü, hırslı, acımasız ve adı gibi, Demir gibi bir kadınmış. O yüzden Demir Hatun denilir hâlâ anılır, anlatılır.

Üç oğlandan sonra aileye bir kız geleceğini duyunca, daha o anda fısıldadım adını… Tomris dedim. Sizden bile güçlü olsun, ayakları üstünde dursun, demir gibi olsun istedim. O ise beni hiç şaşırtmadı, yanıltmadı. Anasından bile cevval oldu benim güzel kızım.

Tomris de tıpkı Tomris Hatun gibidir aslında. Her zaman barıştan ve sükunetten yanadır, nahif ve kırılgandır. Fakat ailesinden birinin canı yandığında gözü hiçbir şeyi görmez. Pençelerini çıkarıverir.” Son isme gelmişti artık. Susup sessizce yutkundu ve derin bir nefes aldı. ”Bir de sen varsın aslanım…”

“Alp Arslan; Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı. Çağrı Bey’in oğlu. Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini yöneten, Anadolu’nun kapılarını sonsuza dek Türklere açan, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle tarihe ve akıllarımıza kazınan komutan ve hükümdar.

Devletin Koruyucusu… İşte Alp Arslan Bey’in unvanı buymuş. Bu ismi sana koyarken, bir gün abi olacağını biliyordum. Asla tek çocuk seven biri değilimdir bilirsin.” Kıs kıs gülüp oğluna şöyle bir baktı. Onun da yüzünde seğiren tebessümü görürken omzunu sıktı.

“Benden sonra abi olarak kardeşlerini sen koru istedim. Devlet kadar değerli ve önemli olan ailemizin koruyucusu ol istedim. Adını taşıdığın yiğide benze istedim. Sen de bunu hissetmiş gibi, 1978 yılının 26 Ağustos sabahı, İstanbul semalarını ezan sesleri sarmışken dünyaya geldin.” Yavaşça oğluna doğru döndü ve gözlerine baktı. O bakış Alparslan’ı ürpertmişti. Sert olduğu kadar şefkatli, keskin olduğu kadar da umut dolu bakıyordu.

“Şimdi bu adı hakkıyla taşıyıp taşımadığı gösterme zamanı. Ya yaşananları dinleyip sevdiğin kadına ve çocuğuna sahip çıkacak, onları koruyacaksın. Ya da ilk kez beni yanıltıp, hayal kırıklığına uğratacaksın.” Alparslan böyle bir söz duymayı beklemediği için çattığı kaşlarının altından şaşkınca babasına bakarken ”Ne?” diye fısıldamıştı.

Süleyman Bey bir süre durdu ve düşündü. Söze nereden başlamalı, önce neyi, nasıl anlatmalıydı bilemedi. Sessizlik uzun ve kasvetliydi ama gerçekler de gün yüzüne çıkmalıydı.

”Bergüzar’ın babası benim en gözde çalışanlarımdan biriydi. Ben Toprak’ı pek bilmesem de Bergüzar’ı küçük yaşlarından beri tanıyorum.” Az önce babasının sözlerine şaşırdığını zanneden Alparslan’ın bu sözlerle resmen nutku tutuldu.

”Nasıl olur böyle bir şey? Baba, sen? Nasıl ya?” Aklında dönüp duran binlerce soru vardı ve bu sorular, düzgün konuşmasına engel oluyordu. ”Bergüzar’ın babası Akif, bir gece şirkette düzenlenen yemeğe eşi Meral ile geldi. Zaten ne olduysa o gece oldu. Yani her şey o gece başladı. Meral, o gece Eşref Hulusi ile tanışıyor ve anlatılanlara göre ilk görüşte birbirlerine âşık oluyorlar.

Meral, o tanışmadan kısa süre sonra kendisine deliler gibi âşık olan karısı Akif’i ve iki kızını öylece bırakıp, Eşref Hulusi’ye kaçınca Eşref Hulusi de karısını, iki oğlunun annesini tek celsede boşadı ve Meral’le evlendi. Didem Açıktan bu olaydan sonra psikolojik bir çöküş yaşadı ve hastalıklar kapısına dizildi. En sonunda bedeni hastalıklara daha fazla dayanamadı. Yaklaşık iki yıl içinde hayatını kaybetti. Arkasında Meral’e öfkeli iki genç delikanlı bırakarak göçüp gitti. Ender ise Meral’e olan kinini kızlarını kullanarak kustu.” durup derin bir soluk alan adam, oğluna da duyduklarını sindirmesi için zaman tanıdı.

”O geceki yemeğe katılmaları için o kadar ısrar etmiştim ki, hep bu yüzden suçluluk duydum. Eğer ben ısrar edip Meral ve Akif’i oraya getirtmeseydim belki de bunların hiçbiri olmazdı. Ya da Meral farklı şekilde çekip giderdi. Bilemiyorum.” Pişmanlığı sesinden, uzaklara dalıp giden gözlerinden belli oluyordu.

“Akif eşinden sonra toparlanamadı. Yardım etmeye çalışsam da, ısrar etsem de işi bıraktı ve alkol kullanmaya başladı. Çocuklarını ihmal etti. En sonunda kendine bile tahammülü kalmadı ki intihar etti.” Alparslan, bu yaşananları Bergüzar’dan dinlemişti. Babasının onda bıraktığı derin yarayı gözleriyle görmüştü. Yaptıkları konuşmaları hatırlayıp gözlerini kapattı. Sanki gözlerini kapatırsa gerçekler de uçup gidecekti.

“Bergüzar’ın gözleri önünde intihar etti.” Süleyman, usulca başını sallayıp iç çekerken o geceyi düşünüyordu.

“Evet, gecenin bir vakti polis ekipleriyle eve gittiğimizde kafasına silah dayamış şekilde bulduk. Biz gelince iyice panikledi ve kızının yaşananları görmesini bile umursamadan kafasına sıktı. Orada hayatına son verdi. Toprak görmedi ama Bergüzar her şeye tanık oldu.”

“Siz nasıl haber alıp gittiniz? Nereden anladınız?”

“Beni aradı ve bir şeyler söylemeye çalıştı. Ne dediğini anlamadım çünkü anlatamayacak kadar sarhoştu. Fakat konuşmayı sonlandırırken ‘Yoruldum, artık gitme vakti. Hep birlikte’ gibi sözler söyledi. İşte o anda Akif’i bedenen değil ama psikolojik olarak kaybettiğimizi anladım. Bir şey yapacağını, bu sefer çocuklarına da zarar vereceğini adım gibi biliyordum. Yıllardır yüz yüze baktığım adamdı.” Başını sağa sola sallarken derin ve kederli iç çekişleri gecenin sessizliğinde uğuldadı.

“Akif’in ölümünden sonra Bergüzar ve Toprak yetimhaneye götürülünce olanları Meral’e anlattım. Hatta kurumda çalışan müdire hanım ve diğer yetkililer de anlattı fakat Meral umursamadı bile. Yalnızca Toprak’ı istedi, Bergüzar’ı kabul etmiyordu. Eşref Hulusi ise buna karşı çıktı. Ya ikisini de alırsın ya da almazsın dedi. Meral onun bu sözlerinden sonra kızların ikisini de bıraktı ve arkasını dönüp gitti. Ben her kadının ‘Anne’ olamadığını o zaman anladım oğlum.” Dediğinde Alparslan yetimhaneye gittiği gün öğrendiklerini düşündü. Babasının anlattığı her şey o gün öğrendikleriyle örtüşüyordu.

”Olanlardan sonra Bergüzar ve Toprak için tanıdığım insanları yetimhaneye gönderdim. Koruyucu aile olsunlar, onları oradan alıp baksınlar diye. Ama Bergüzar o kadar inatçı bir çocuktu ki…” bu söze ikisi de gülüp birbirlerine baktılar.

”Belli ki inadı karnındaki bebeğe de geçmiş. Yoksa bunca olana dayanamazdı.” Alparslan’ın buruk bir şekilde söylediği bu söz Süleyman’ın dikkatini çekmişti. Çatık kaşlarının altından ona bakıp

”Bebeğe değil aslanım, bebeğinize, çocuğunuza… Torunuma. O çocuk senin kanından aslanım. Ondan elmiş gibi bahsedemezsin. İzin vermem. O da bir Yalın.” Deyiverdi. Süleyman Bey, Bergüzar’ı ve Toprak’ı küçük yaşta sahiplenip, gizli gizli koruduğu gibi şimdi aynısını, hatta daha fazlasını torunu için yapmaya hazırdı. Her zaman ki Süleyman Yalın’dı işte. Koruyan, kollayan, birleştiren ve koşulsuz seven adamdı. Babaydı.

Gerçek bir babaydı. Çünkü ne sevgisi ne de koruma içgüdüsü sadece çocuklarıyla sınırlı değildi. Koca bir çınar misali gölgesinde tuttuğu ailesini ve sevdiklerini, bir kartal edasıyla kanatları altında koruyan, sahiplenen, bir sözüyle yeri göğü inleten fakat taş üstünde taş bırakmadığı gibi, o taşları tek tek ve tam yerine koymasını bilen bir kurttu.

”Defne’den sonra…” Alparslan cümlesine nasıl devam edeceğini bilemiyordu. Doğru kelimeleri bulmak şu an o kadar zordu ki.

”İlk kez inandım, güvendim, âşık oldum. Ama yine yıkıldım. İkisi de yardımımı, desteğimi istemedi. Aralarındaki tek fark, Defne yanımdan gitti, Bergüzar yanımda kaldı. Ama ikisi de onlara el uzatmamı istemedi. ” Süleyman bu sözlere çok içerlemişti. Çünkü Defne ve Bergüzar’ın arasında hiçbir benzerlik göremiyordu. Oğlunun bu iki kadını birbirine karıştırıyor olmasına üzülüyordu.

”Aralarında çok fark var Alparslan! Defne, sende yaratacağı yıkımı, psikolojik bunalımı, kalbinde oluşacak kırıkları düşünmeden gitti. Bergüzar ise seni düşünerek, seni sevdiği için her şeye rağmen yanında kaldı. Yaşayacağı her şeyi biliyor ya da tahmin ediyordu. Sana açık konuşacağım çocuk… Bergüzar güçlü, cesur, akıllı ve sana çok âşık bir kadın. Sana olan sevgisi ve kaybetme korkusu ondan kardeşini aldı ama o hâlâ çocuğu için güçlü durmaya, toparlanmaya çalışıyor.” Alparslan yaşadıklarına ilk kez bu pencereden bakıyordu. Zaten aradan geçen birkaç gün içinde bunları emine boyuna düşünecek fırsatı bulamamıştı. Yaşanan onca şeye inanamıyor, yüreğinde kopan kasırgalara anlam veremiyordu. Hissettiği tek şey acıydı. Saf bir acı. Kaybetmenin, eksik kalmamın acısı. Kardeşi gibi sevdiği biri gitmişti. Yitip gitmiş, yok olmuştu. Boğazına kadar acıya bulanmak… İşte yaşadığı tam olarak buydu. Düşünmekten ve uykusuzluktan çatlayacakmış gibi ağrıyan başını ovalarken, babası sözlerine yeniden başladı.

”Hatırlıyor musun bilmem ama yıllar önce, sen daha yirmili yaşlarının başındayken yetimhaneden kaçan iki kızı aramıştık…” Alparslan şöyle bir hafızasını yokladı ve tozlu raflardaki o anıyı zor da olsa buldu.

”Gecenin bir vakti apar topar Ankara’ya gitmiştik. Saatler sonra bankta iki kız çocuğu bulmuştuk.” Kendi kendine anlattığı anı aklını başına getirdi. Şaşkınlıkla

”Yoksa onlar… O kızlar, Toprak ve Bergüzar mıydı?” diye sorduğunda Süleyman Bey buruk bir gülümsemeyi kırışan gözaltlarına sakladı.

”Evet aslanım, o kızlar Bergüzar ve Toprak’tı. Yine benim tarafımdan gönderilen bir aileye gitmemek için kaçıp saklanmışlardı. Bergüzar’la aranızda kaç yaş var?” Alparslan gülmemek için dişlerini sıkarak

”On bir.” dedi.

”Sen yirmi bir o ise on yaşındaydı demek ki.” Alparslan hatırladığı anılarla yüzünü memnuniyetsizce ekşitti.

”Yurda teslim edene kadar omzumda taşımıştım. Küçücüktü ama canıma okumuştu. Bücür! Saçımı başımı yolmuştu.” Süleyman Bey gür bir kahkaha atıp oğlunun omzuna kolunu sardı ve onu kendine çekerek saçına bir öpücük kondurdu.

”Sadece bu kadarını mı hatırlıyorsun?” Babasının hınzır çıkan sesiyle Alparslan biraz daha düşündü ve omuzlarını silkti.

”Başka ne olmuştu ki?”

”Bergüzar’ı yurda bırakıp bahçeye çıktığında yüzün sinirden pancar gibiydi. Pencerede sana dil çıkartan o küçük kıza öfkeyle bakıp aynen şöyle dedin, ‘Seni alacak adama şimdiden acıyorum velet. Bundan sonra esmer hiçbir kıza yaklaşmayacağıma yemin ederim.’ ” ikisi de kahkahalarla yaşananlara gülerken gözleri yaşlarla doldu. O gözyaşlarının sebebi her zaman hüzün olmamalıydı zaten.

”Gerçekten dediğini yapıp esmerlerden uzak durdun. Kız arkadaşların hep sarışındı. Sebebini sorunca da ‘aman aman Esmerler benden uzak dursun’ derdin. Belli ki o sözleri unuttun zannetsen de bilinçaltın unutmamış.” Yeniden için için gülüp oğluna yan gözle bakmayı sürdürdü.

“Demem o ki, sana bu yemini ettiren de bozduran da aynı kız Alparslan Yalın.” Daha ne kadar şaşırabilir, ne kadar dili tutup kalabilirdi kendisi bile bilmiyordu. Uzun süre sessizce bu konuşmayı düşündü. Yaşananları gözden geçirdi. Sonra yine babasının sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı.

”O günden sonra Bergüzar ve Toprak için yetimhaneye kimseyi göndermedim. Fakat gözüm hep üstlerinde oldu. Bergüzar on sekizinden sonra iş aramaya başlayınca yine ona fark ettirmeden devreye girdim. Okul masrafları gibi birçok konuda sessizce hep arkasında yer aldım. Ona nefesi kadar yakın, gölgesi kadar uzak oldum. Sonra Toprak hastalandı. Kızlar büyüyüp bizim yardımlarımızı fark edecek yaşa geldiler ve ben bir adım geri çekilmek zorunda kaldım. Babası ve annesinin ayrılmasına sebep olduğum düşüncesi vicdanen beni hep rahatsız etti ve onlarla yüzleşmemi geciktirdi. Belki de ben vaktinde korkaklık etmeseydim, bunların hiçbiri yaşanmazdı. Burada asıl suçluyu arıyorsan o kişi benim oğlum. Ben ve korkularım.” Duyduğu bu sözler, dakikalardır süren konuşmada en şaşırdığı sözler olmuştu. Çünkü daha önce babasının ağzından böyle sözler duymamıştı. Hatta benzeri bir söz bile duymamıştı. Süleyman Bey oğlunun şaşkınlığına gülümsedi.

”Ben de insanım oğlum, ben de korkuyorum. Benim de korkularım var. O iki masum yavrunun gözünde kendimi görmekten korktum. Hâlâ da korkuyorum… Galiba.” Alparslan aklına gelenlerle öfkelenip, kararan yeşil gözlerini babasının kahverengi, güven veren gözlerine dikti.

”Ender ve Eren Açıktan, bunca yıl onlar ne yaptılar peki? Annelerinden sonra yani.” Süleyman Bey’in yüzünde huzursuz bir ifade kol gezdi.

”Kinlendiler aslanım. Annelerinin ölüm nedenini Meral olarak görüp, intikam için yanıp tutuştular. Eşref Hulusi’den çekindikleri için Meral’e dokunamadılar ama kızlar onlar için bulunmaz fırsattı. Hele ki Ertuğrul ve Ender’in husumetiyle yaşananlar bambaşka yerlere geldi. Ben Bergüzar’a senin yanında işe girmesi için teklif götürmeye hazırlanırken Bergüzar’ın zaten şirkete başvuru yaptığını öğrendim. Hatta bu durumdan mutlu bile oldum. Meğerse bu başvuruyu ona yaptıran Ender’miş. Hem onlardan hem de bizlerden intikam almanın derdindeymiş şerefsiz.” Alparslan başını ellerinin arasına alırken, derin bir nefes almayı ihmal etmedi.

”Ne desen, ne söylesen kâr etmiyor. Gönlümdeki yangına çare olmuyor, söndürmüyor. Gönlüm dipsiz bir kuyu, söylediğin her söz o kuyunun içindeki karanlığa gömülüp yok oluyor, kayboluyor sanki.” Bir anda ayaklandı ve terasın çıkışına ilerlemeye başladı.

”Biraz yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacım var.”

1 Hafta Sonra

Hâlimiz darmaduman
Sırrını gel çöz
Sönmeyiz de, ah, inceden
Tüter, oluruz köz

”Abi… Aç şu kapıyı. Ne olur! Bak hepimiz senin için endişeleniyoruz.” Atilla ve Ertuğrul çocukluklarının geçtiği yazlık evin kapısındalardı. İçeride olduğuna emin oldukları abilerine yalvarıyorlardı fakat hiçbir yol kat edememişlerdi. Kapı hâlâ açılmamıştı. İkisinin de morali bozulmuş ve sinirleri iyice gerilmişti. Atilla bu duruma daha fazla dayanamayıp kapıyı var gücüyle yumruklarken bağırmaya başladı.

”Aç şu kapıyı lan! Yaşaman gerekenlerden böyle yaparak kurtulamazsın Alparslan. Yıllar önce bana söylediklerini hatırla. Acınla yüzleş, yalanlarla yüzleş, aşkınla yüzleş, sevdiğin kadınla yüzleş. Kaçarak bir yere varamazsın. Eğer bu evden çıkmazsan yarınki düğünümü iptal ederim. Sen yoksan düğün falan yok.” Ertuğrul bozulan sinirlerinin de etkisiyle bıyık altından gülüp Atilla’ya omuz attı ve

”Ağzın arada iyi laf yapıyormuş, sen aslında baya zekiymişsin. Bunca yıl sana haksızlık etmişim. ” dedi. Atilla’nın suratı sinirden iyice gerildiğindeysekeyiften dört köşe olup pis pis sırıttı.

”Ulan seni var ya!” derken açılan kapı sözlerini yarıda kesti. Didişmeyi bırakıp aralık olan kapıdan içeri girdiler. Ev o kadar havasızdı ki nefes almak bile zor gelmişti. Bunu umursamamaya çalışıp Alparslan’ı takip ederek salona vardıklarında ortalığı savaş alanına dönmüş gibi buldular. Çocukluklarında bile bu ev bu kadar dağılmamıştı. Sonra gözleri Alparslan’a dönünce asıl dağılanın ev değil abileri olduğunu anladılar. Saçı sakalı birbirine girmiş, gözleri yorgunluktan kan çanağına dönmüş, kilo vermiş, suratı çökmüştü.

Göz göze gelen Atilla ve Ertuğrul aynı anda aynı endişeyi paylaşıyorlardı. Abilerini en son bu hâlde gördüklerinde Defne’nin evlendiği haberini almışlardı. Tedirgince koltuklara oturup önlerine baktılar. Alparslan’a bakınca yürekleri dağlanıyordu sanki. Aslında aradan geçen bir haftalık sürede Bergüzar’a baktıkları her anda da yürekleri dağlanmış, gözlerini kaçırmışlardı. Uzun süre sessiz kaldıktan sonra ilk konuşan Alparslan oldu.

”İçimde öyle bir öfke var ki… Dağları yerinden oynatacak, kasırgalar yaratacak, kıyameti koparacak kadar büyük. İçimde öyle bir öfke var ki; hani okyanus tsunamiden önce geri çekilir ve var gücüyle karaya vurur da her şey yerle bir olur ya… Tam da öyle bir his. Kızmak, bağırmak, suçlamak istiyorum… Çünkü Toprak gözümün önünden gitmiyor. Gülüşü ve ölüşü her an gözlerimde. Uyuyamıyorum, yemek yiyemiyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. ‘Niye söylemedi?’ diye sorup durmak dışında hiçbir şey yapamıyorum.” Günler süren sessizliğinin isyanıydı bu sözler. Kendiyle baş başa kalıp düşündüklerinin dile gelmiş hâliydi.

“Bu sorularının cevabı bizde değil abi. Bu soruları Bergüzar’a sorman ve vereceği cevapları dinlemen gerek.” Diyen Ertuğrul sessizleşirken Atilla söze girdi.

“Ama onu sadece dinlemeyeceksin. Anlamaya da çalışacaksın. Onun açısından bakmaya çalışacak, empati yapacaksın. Kardeşi, sevdiği adam ve çocuğu arasında sıkışıp kalmışlığını anlamazsan…”

“Söyleseydi…”

“Söyleyememiş Alparslan! Söyleyememiş işte. O da bununla gurur duymuyor. Mutlu olmuyor. O kadın, kardeşini kaybetti. Canını, çocuğu yerine koyduğu, ailesi olan tek insanı kaybetti. Kusura bakma ama acısı da pişmanlığı da öfkesi de senden daha büyük.” Diye sesini yükselten Atilla, Ertuğrul’un elini dizinde hissederek durulmaya çalıştı. Ancak bir süre sonra konuşmaya devam etti.

“Sen… Sen bir insanın kendine katıksız öfke duymasının nasıl hissettirdiğini bilir misin abi? Yaptığın her şeyle… İyi bir şeyler yapmaya çalışırken bile eline yüzüne bulaştırmanın nasıl hissettirdiğini, nasıl bir yıkım yaşattığını bilir misin?” Ayağa kalkıp abisinin kolunu kavradı ve çekti. Alparslan savrularak ayaklanırken Ertuğrul da tedirginlikle ayaklanmıştı çünkü Atilla gerçekten öfkeli görünüyordu.

“Sen bilmezsin. En azından benimki ya da Bergüzar’ınki kadar derinden bilmezsin. Burada kalıp, kendini eve kapatıp, düşüncelere dalarak filozof olmayı bekleme. Böyle yaparak bir sikim olunmuyor çünkü. Ben çok denedim. Oradan biliyorum.” Onu kolundan tutmaya devam ederek kapıya ilerlerken

”Gel benimle. Bak bakalım hanginiz daha perişan haldesiniz.” Dedi ve Alparslan’ı resmen peşinde sürükledi.

* * *

Eve vardıklarında Alparslan ne göreceğini bilmiyordu. Bu bilinmezlikse onu delicesine korkutuyordu. Aklından ilk olarak bebek geçerken tüyleri diken diken oldu. Ona bir şey olmuş olabilir miydi?

Atilla ve Ertuğrul’un arkasından eve girip üst kata yöneldi ve basamakları ağır ağır çıktı. Misafir odalarının birinin kapısında bekleyen ve durmadan koridorda volta atan babasını gördü. Neler olduğunu anlamaya çalışırken içeride kopan çığlıkla buz kesti. Sesin sahibini çok iyi tanıyordu ama duyduğu feryadın ondan koptuğunu bilmek yüreğini eziyordu.

Gözlerine çöreklenen korkuyla kardeşlerine ve babasına bakarken aynı sesi yeniden duydu ve doğruca odaya yöneldi. Daha fazla düşünmeden kapıyı açıp içeri girdiğinde Tomris’in Bergüzar’a sımsıkı sarılmış hâlde onunla aynı yatakta yattığını fark etti. Annesi ise kızın alnını siliyor ve durmadan bir şeyler mırıldanıyordu. Alparslan zorla birkaç adım atıp yatağa yaklaştığında Bergüzar’ın uyuduğunu ve uykusunda haykırdığını fark edince dizlerinin bağı çözüldü, yatağın kenarına çöküverdi.

O an annesinin, Bergüzar’ın terden ıslanan alnını sildiğini ve başında dua okuduğunu fark etti. Bir haftada resmen çökmüş, zayıflamış ve tanınmayacak hâle gelmiş olan kadına endişeyle bakıyordu.

”Sürekli kâbuslar görüyor ve uykusunda inliyor. Sanırım Toprak’ın… O ânı görüyor galiba.” Zorla konuşan Tomris’in gözlerinden süzülen yaşlar Alparslan’ı daha beter etmişti.

”Toprak’ı sayıklıyor! Hiçbir şey yemiyor, daha doğrusu yiyemiyor. Ne yese kusuyor. Bebek buna daha fazla dayanamayabilirmiş. Doktor her şeye hazırlıklı olun dedi. Hatta bu zamana kadar dayanmasına mucize gözüyle bakıyor.” Neşe Hanım’ın sesi buz gibiydi. Oğluna hiç bakmazken, gözlerini Bergüzar’dan bir an olsun ayırmamıştı. Bir anda ayağa kalkıp odadan çıkmaya hazırlanırken, kararan bakışlarını Alparslan’a çevirdi ve başıyla dışarıyı işaret etti.

Annesini ilk kez böyle gören Alparslan ne yapacağını bilemeyip zorla ayağa kalktı ve dışarıya çıktı. Neşe Hanım elinde tuttuğu su bardağını var gücüyle sıkarken, oğluna doğru bir adım yaklaşıp yakasına asıldı ve göz göze gelmelerini sağladı. Bu hareketiyle Ertuğrul ve Atilla birkaç adım geri giderlerken, Süleyman Bey gördüğü manzaraya tıpkı çocukları gibi inanamayarak bakıyordu.

”Ben seni böyle mi yetiştirdim!” Öyle bir bağırdı ki Alparslan, onun öfkesinden korunmak için gözlerini kapattı.

”Toprak için sadece sen mi üzüldün? Bir tek sen mi acı çekiyorsun?” Sözlerine kısacık ara verip, geri adım atarken yakasını bıraktı ama oğlunun gözlerini kaçırmasıyla sesi yeniden yükseldi.

”Seninle konuşuyorum bana bak! Gözüme bak!” diye bağırırken elindeki bardağı öfkeyle yere fırlatıp paramparça olmasına neden oldu. Süleyman Bey karısına bir adım yaklaşmak isterken, havaya kalkan elini görerek olduğu yerde durdu.

”Sakın Süleyman! Sakın araya gireyim deme. Olanları doğru düzgün anlattın, konuştun. Yine de gitti değil mi? Şimdi bir kez de ben konuşayım bakalım.” Derken kocasına öyle bir baktı ki adam iki adım geri çekildi.

”Bu kız, o çocuğu tek başına mı yaptı Alparslan? Madem kızı hamile bıraktın yanında dur. Onu ve çocuğunu bırakıp gitmek ne demek! Otuz yedi yaşında herifin tekisin! Bunu da sana ben mi söyleyeyim. Bergüzar da Toprak da gözümüzün önünde büyüdü. Yakın olamasak da! O kaltak analarından daha çok canım acıyor. Hem Toprak, hem Bergüzar, hem de doğmamış ve belki de doğamayacak torunum için.” Deyip sustu ve gözünden düşen yaşı hızla sildi.

”Yeniden gir o odaya ve kıza iyi bak. Tanınmayacak hâlde. Biraz daha böyle devam ederse ikisi de ölecek. Kardeşi öldü! Kardeşi şerefsizin biri yüzünden öldü. Kendini suçluyor. Korumaya çalışırken kaybettiği kardeşinin acısını yaşıyor. Peki sen neredesin oğlum? Kafanı dinleyeceksin öyle mi? Yok ya!” diye yeniden bağırdı. Alparslan’ın yüzünü ellerinin arasına alıp, alnını alnına dayadı ve gözlerinin içine baktı.

”O kafanı öyle bir toplarım ki Alparslan, bir daha ömrübillah dağılmaz. Kendine gel! Bak… Kardeşlerine bak. Gözünün önünde paramparça olsalardı ne hâle gelirdin düşün. Kızın bir parçasını bile bulamadık. Mezarı bile yok!” Sözleri ağır, sesiyse bağırmaktan çok uzaktı. Sadece fısıldıyordu.

”Yarın oğullarımdan birini evlendireceğim ve onun mutluluğuna zor olsa da varmak istiyorum. Sana yarına kadar müddet. Şimdi git ve ne halt edeceksen et. Akşam olmadan da eve gelmiş ol. Benim büyüttüğüm, her zaman gurur duyduğum ve sonuna kadar güvendiğim oğlum olarak!” dedikten sonra oğlunun alnına uzun bir öpücük bıraktı. Arkasını dönüp rüzgâr gibi eserek alt kata indi.

Bitmeyen bu sevdada
Perişanız her vedada
Nasıl yaşanacak bir daha?
Ne seninle ne sensiz

 

ESMERİM – ABRE / 2.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!