10.BÖLÜM
Hayat bu kadar acımasız olamazdı. Bunca acıya göğüs gerip altından kalktıkları hâlde bir de çocuklarının acısıyla sınanma ihtimali Alparslan’ın kalbinin sıkışmasına neden oluyordu. Doktorlar bebeği yaşama döndürmeye çabalarken, Alparslan karısının sesiyle kendine geldi.
”Neden ağlamıyor? O iyi mi Alparslan? Doğruyu söyle!” Bergüzar hırıltılı sesi ve zor aldığı nefesine rağmen bağırıyordu. Alparslan gözlerindeki yaşları elinin tersiyle silip, ona döndü ve gülümsemeye çalışarak
”İyi… İyi olacak.” Diye mırıldandı.
”Alparslan doğruyu söyle!” Alparslan’ın gözleri bebek ve Bergüzar arasında gidip gelirken, doktorun derin bir nefes aldığını gördü. O sırada doktorla göz göze geldiler ve o gözlerde gördüğü parıltının sebebini anlaması zor olmadı. Oğlu nefes almıştı. Hayattaydı. Yanlarındaydı.
”Çok kısa da olsa annesine götürün.” Derken bebeğin ağlama sesi her yanı sarmıştı. Alparslan ve Bergüzar bu sesin varlığıyla gözyaşlarını tutamazken hemşireler bebeği annesine getirip, göğsüne yatırdılar. Bebek Bergüzar’ı hissettiği anda ağlamayı bıraktı ve küçücük elleriyle onun tenine dokundu.
Alparslan ve orada bulunan herkes bu manzara karşısında şaşkın, mutlu ve bir o kadar da duygusaldı. İki canın birbirine olan bağlılığının kanıtıydı bu sahne. Bir ömür sürecek ve asla kopmayacak bağ, o ilk kalp atışında, gözyaşında ve dokunuşunda gizliydi. İçeride gözyaşları sel olurken, kapının önünde de gergin bekleyiş sürüyordu.
Doktorlar bebeği Bergüzar’dan alıp, hızla yoğun bakıma yönelirlerken Ayaz yeniden ağlamaya başladı ve sesi yine her yeri inletti. Kapının önünde onu heyecanla bekleyen ailesi, aralanan kapıdan çıkarılan bebeği görüp, sevinçle doktoruna baktılar. Fakat sevinçleri çok kısa sürdü. Bebeğin yoğun bakıma götürüldüğünü öğrenince öylece donup kaldılar. Ne diyeceklerini, ne yapacaklarını bilemez hâlde birbirlerine bakıyorlardı. Kimse tek kelime etmiyordu. Bu sırada içeriden çıkan Alparslan’ın bembeyaz olan yüzü herkesi daha da telaşlandırdı.
”Oğlum, neler oluyor?” Alparslan, asansöre bindirilen kuvözün içerisindeki oğluna endişeyle bakarken kapılar yavaşça kayarak kapandı ve gözden kayboldular.
”Doğduğunda kalbi atmıyordu.” Sesindeki korku, acı ve endişe fısıltısına karışmıştı. Tıpkı kendisi gibi ailesinin de korku ve endişe dolu sesleri uğultuya dönüşüp tüm koridoru kapladı. Neşe Hanım gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlarken, kızlar hem onu sakinleştirmeye çalışıyor hem de kendilerini ağlamamak için var güçleriyle sıkıyorlardı.
”Nasıl? Neden?” Atilla’nın sesi her zamanki ruh hâline göre çok endişeli ve ciddi çıkmıştı.
”Bilmiyorum. Ben… Bergüzar’ın yanına dönmeliyim.” Dediği gibi yeniden doğumhaneye girdi. Bergüzar’ın yanına ulaşmadan sesini duymaya başlamasının iyi olmadığını anlayacak kadar kendindeydi. Bu sebeple adımlarını hızlandırdı ve soluğu karısının yanında aldı.
”Alparslan… Oğlumuzu neden götürdüler? Onun neyi var?” Alparslan yüzüne, saçlarına öpücükler kondururken
”İyi olacak. Sadece gözlem için yoğun bakıma götürdüler. Güçlü ol. Güçlü dur ne olur. Sen böyle yaparsan ben nasıl dayanırım.” Bergüzar yattığı yerden kocasına dikkatle baktı. Bebeğinin hayatı için o kadar endişelenmişti ki kocasının yorgun ve üzgün ifadesini fark etmesi uzun sürmüştü. Derin bir nefes alıp, elini ona uzattı ve parmak uçlarını yüzünde gezdirdi.
”Güçlü olacağım. Söz veriyorum.”
”Güçlü olacağız. Yan yana duracağız. Sizi seviyorum. Seni dışarıda bekliyorum bebeğim.” Diyerek giderken doktorlar dikiş atmaya başlamışlardı.
Yaklaşık bir saat sonra odaya alındığında aldığı ilaçların da etkisiyle iyice sersemlemiş ve duyguları darmadağın olmuştu. Güçlü olacak ve dik duracaktı. Kocasına, kendine verdiği sözü yerine getirebilmek adına, bir damla gözyaşı akıtmamak için direniyordu. Fakat direnci kapıdan giren ailesini görmesiyle bir nebze de olsa kırıldı ve gözünden yaşlar usul usul döküldü. Ertuğrul, Atilla, Murat ve Arda, Alparslan ile konuşurken geri kalan herkes Bergüzar’ın yatağının başucuna toplanmıştı.
”İyi misin kızım?” Süleyman Bey’in sesindeki tedirginlik belli oluyordu. Bergüzar gözünden akan yaşları elinin tersiyle silip
”İyi olacağız.” Dediğinde Süleyman Bey’in yüzünde gülümseme belirdi. Ona yavaşça yaklaşıp, saçlarını öptü.
”İyi olacağız, güzel kızım.” Herkes iyi şeyler düşünmeye çalışıyor, umutlarını kırmıyorlardı. Bu sırada açılan kapıdan içeri hemşire girdi ve doğruca Bergüzar’a ilerledi.
”Annemizin dinlenmeye, bebeğimizin ise annesinin sütüne ihtiyacı var. Sizleri dışarı alabilir miyim?” deyince Alparslan dışında herkes odadan çıkmıştı. Alparslan yorgun bedenini arkasındaki duvara dayayıp, gözlerini kapattığı sırada hemşire ve Bergüzar’a anne sütüyle alakalı bilgiler veriyor, onun moralini yüksek tutmaya çalışıyordu.
”Bebeğin güçlenmesi ve daha hızlı iyileşebilmesi için sütünüz çok önemli Bergüzar Hanım. Ne kadar olursa olsun, süte ihtiyacımız var. Şu an bebeğimiz kuvözde olduğu için gün içerisinde sık sık sütünüzü sağmanız gerekecek.” Dedikten sonra Bergüzar’ın sütünü sağıp götürdü. Baş başa kalan çiftin gözleri buluştuğunda ikisinin de gözünden birer damla yaş süzülmüştü. Bergüzar parmaklarını birbirine kenetleyip, ağlamaya başlayınca Alparslan ona doğru ilerledi ve yatağının kenarına oturup, ona sıkıca sarıldı.
”Ben… biz… Böyle hayal etmemiştik…” Hıçkırıklarına karışan kelimeler Alparslan’ın kalbini paramparça ediyordu.
”Evet bebeğim… Böyle hayal etmemiştik ama…”
”Ben güçlü olamıyorum. Bebeğimi istiyorum. Ona sarılmak, koklamak, uyurken onu izlemek istiyorum. Bu haksızlık Alparslan.” Alparslan’ın kollarında dakikalarca ağladıktan sonra derin bir nefes aldı ve başını kaldırıp ona baktı.
”Beni ona götürür müsün?” Alparslan bir süre düşündü. Buna hazır olup olmadığını kestiremiyordu.
”Dikişlerin var bebeğim. Sana da bir şey olmasına dayanamam.” Deyince Bergüzar’ın bakışları buz gibi oldu.
‘’Görmek istiyorum. Bunun neyini anlamıyorsun!” sesi sert ve son derece yüksek çıkmıştı.
”Anlıyorum ama…”
”Anlamıyorsun! O orada yalnız. Belki korkuyor, belki beni, bizi arıyor. Görmek istiyorum.” Yaşadıklarının ağırlığı, hormonlarının değişimi, ilk sütünü bile ona kendisinin verememesi, kokusunu duyup, küçücük bedenine sarılamaması… Daha nice duygu, boşluk, yokluk. Hepsinin karısını nasıl alaşağı ettiğini gözlerinde görüyordu.
”Tamam, hemşireyi çağırayım. Doktoruna da soralım. O gidebilirsin derse gidelim.” Dediyse de karısının itiraz dolu bakışlarının farkındaydı. Odadan çıkıp hemşireyi bulmak için koridorda ilerlerken ailesine
“Bebeği görmek istiyor. Biraz dinlen dedim ama ikna edemiyorum. Belki doktor ve hemşire ikna eder.” Demişti. Durumu hemşireye ve doktora anlattığında ikisinin de gözlerindeki anlayışı görebiliyordu. Onu, karısını ve endişelerini anlıyorlardı. Annenin bebeğini görmek istemesini anladıkları gibi. Ancak daha aldığı lokal anestezinin bile etkisi geçmemişti. Dikişleri yeni atılmıştı. Bergüzar’ı yatağından kaldırmaları için birkaç saate daha ihtiyaçları olduğunu söylediler ve yüreği ağzında atan babaya destek olmak için ona açıklamayı kendileri yaptılar.
Bergüzar, Doktor ve hemşirenin uyarılarıyla biraz olsun sakinleşip, saati izlemeye başlamıştı. Saatler geçmiyor gibi geliyordu. O ise hızlıca geçsin, bir an önce oğluma kavuşayım, bir kez daha göreyim istiyordu. İlaçların etkisiyle yarı uyur yarı uyanık geçen iki saatin sonunda
”Abi hadi gel biraz çıkalım.” Diyen Atilla ve Ertuğrul ile odadan çıkarken, Tomris içeri girdi.
”Sen gidip biraz hava al. Biz yanındayız.” Alparslan sadece başını sallayıp koridorun sonundaki asansöre ilerledikten birkaç dakika sonra terastaydı. Soğuk havaya rağmen ardı ardına sigara yakıp içerken,
”Oğlumu ilk gördüğüm ânın böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Doktorların onu hayata döndürmek için verdikleri çabayı gördükten sonra ona yeniden bakmaya korkuyorum.” Diye fısıldamış, Atilla ve Ertuğrul sessizce dinlemişti. Çünkü söylenecek söz yoktu. Onların teselli eden sözleri, umut vaat eden cümleleri yoktu ancak Alparslan derin bir nefes alıp, çatallı çıkan sesine inat konuşmaya devam etti.
“Hayatımda bu kadar korktuğumu hissettiğim çok az an vardı. Ama bu kadar canımın yandığı bir başka an hatırlamıyorum.” Gözlerini kapatıp yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi. Omuzlarını kavrayan elleri hissederken
“Hepsi geçecek abi. Bugünler kötü birer anı olarak hafızalarımızda kalacak.” Diyen Ertuğrul’un sözlerini duymuş, öyle olmasını dileyerek iç çekmişti.
Yeniden aşağı indiklerinde Bergüzar’ın yanına girmeden önce derin bir nefes aldı ve kapıyı yavaşça araladı. Kırgınlıkla kendisine bakan kahverengi gözleri gördüğünde içi acımıştı. O gözlerin kendisine kırgın, üzgün bakmasını istemese de yaşananlar başka şans bırakmıyordu. Karısının başucuna gidip, hiçbir şey söylemeden yanına uzandı ve başını yavaşça kalbinin üstüne koydu.
Bergüzar ise hiç beklemediği teslimiyet karşısında şaşırıp kalmış, yanında uzanan kocaman bedene bakıp duruyordu. Kendisi anneyse, sevdiği adam da babaydı. Kendisi ne kadar acılı ve üzgünse o da o kadar acılı ve üzgündü. Yaşananları onun açısından da görmeyi başardığı anda gözyaşları yine yanaklarına düşmeye başlamıştı. Oğlunu heyecanla bekleyişini, onu sever gibi karnını okşayışını, dudaklarını şişkin göbeğine dayayıp kocaman öpücükler konduruşunu, baba oğul yaptıklarını iddia ettiği sohbetleri hatırlarken derin bir iç çekti. Usulca saçlarını okşayıp öperken, onun dudaklarından dökülen
“Korkuyorum Bergüzar! Belki de ilk kez bu kadar çok korkuyorum. Hem senin için, hem de oğlumuz için…” sözlerini duymuştu. Ne ilginçtir ki bu korku ve acı dolu sözler, Bergüzar’ın içindeki yangını bir anlığına söndürdü sanki. Parmaklarının ucuyla kocasının saçlarına dokunmayı sürdürüp bir kez daha öptükten sonra
“Ben de korkuyorum… Ama oğlumuzu görünce bu korkuların son bulacağına kendimi inandırmak istiyorum. Onun bize, anne ve babasına ihtiyacı var Alparslan. Benim için, bizim için değil… Bu sefer oğlumuz için güçlü olmalıyız.” Deyip sustu ve Alparslan’ın başını göğsünden kaldırıp gözlerinin içine baktı. Yüzünü sırılsıklam eden yaşları o an gördü. Avuç içleriyle kocasının yüzünü yavaş yavaş sildi, yanaklarını öptü.
“Oğlumuz yaşıyor. Savaşıyor. Önemli olan da bu! Şimdi onun yanına gideceğiz ve burada kaldığımız her an onun yanında olacağız. Tıpkı yaşamı boyunca yanında olacağımız ve ona güven vereceğimiz gibi.” Dedikten sonra yeniden sessizleşti fakat bu sefer yüzünde bir gülümseme belirmişti.
“Sen baba olmayı kolay zannettin galiba!” Bu sözler üstüne Alparslan da gülümsedi.
“Bu kadar zor olabileceğini düşünmemiştim.”
* * *
Bergüzar anestezi etkisinden çıkıp, ayaklarının üstüne bastıktan sonra birkaç yudum su içmiş, herhangi bir kusma, baş dönmesi gibi aksilikler olmayınca da oğlunun yanına gitme isteğini yinelemişti. Ancak bu sırada odaya getirilen ılık çorbayı içmesi söylendiğinde yüzü yine asılmıştı. Ailesinin endişeli yüzlerine bakınca onları daha fazla üzmemek ve kendisine ısrar etmemeleri için karşı koymayıp getirilen çorbadan da içti. Sonunda herkesi iyi olduğuna ikna etmeyi başardığında soluğu yeni doğan yoğun bakımının önünde almıştı.
Camın arkasında yatan ufacık beden, yüreğe neden böylesine ağır geliyordu? Orada yatan canlarından bir parça olduğu için miydi bu yangın?
Bu soğuk kış gününde sadece beziyle kuvözün içinde yatıyor ama usul usul da kıpırdanıyordu. Ufacık elinin üstündeki iğneye bakarken ikisinin de canı yanıyordu sanki. Elini cama dayayıp oğlunu sever gibi yapan Bergüzar, zar zor nefes alırken diğer eliyle de kocasını tutuyordu.
“Ayaz… Sadullah Ayaz” diye mırıldandı. Alparslan, bir kolunu ona doladığı sırada
“Sadullah Ayaz Yalın.” Diye fısıldadı. Söylediği bu isim kulağına o kadar güzel duyuluyordu ki, içindeki acıya merhem olduğunu hissetti. Aslında Alparslan o an kalbinde, ruhunda bir şey hissetmişti. Oğlunun gitmeyeceğini, önlerinde upuzun bir hayat olduğunu iliklerine kadar biliyordu sanki.
“Gitmeyecek… Daha çok yolumuz var. Yaşayacağımız, göreceğimiz şeyler var. Oğlumuz hiçbir yere gitmeyecek.” karısına sımsıkı sarılıp, saçlarını okşayıp öptü. Daha fazla ayakta durmasın diye onu odaya götürdüğünde Ayaz’a süt sağma vaktinin geldiğini söyleyen hemşire içeri girmişti. Onları odada baş başa bırakıp tekrar oğlunun yanına döndü ve camın ardında yatan oğluna bakmaya devam etti. Bu sırada yanına sessizce gelen kardeşlerinin farkındaydı ama kimse konuşmuyordu.
Alparslan tıpkı Bergüzar’ın yaptığı gibi elini camla birleştirdi. Pürüzsüz ve soğuk cam, avucunun ısısıyla ısınırken uzaktan da olsa oğluna dokunur gibi olmuştu.
“O, içinde huzurla ve güvenle uyusun diye oda hazırladık. Her şeyi tek tek düşündük. Renk renk, çeşit çeşit kıyafetler aldık. Hepsinin içerisinde oğlumuzu hayal ettik. Birlikte oyunlar oynama hayali kurarak oyuncaklar aldık. Eksik bir şey kalmasın diye uğraşırken, kendisinden eksik kaldık. Küçücük bir kuvözde, bedenine takılan aletlerin, damarlarına girilen iğnelerin altında yattığını bilmek, huzursuzluğunu görmek, o ağlarken sadece izlemek zorunda kalmak… Canım acıyor!” Derken yanlarına yaklaşan tanıdık simayı gören Atilla usulca
“Şu gelen, Osman amca değil mi?” demiş ve hepsinin başı aynı yöne dönmüştü. Ertuğrul gözünü ondan ayırmadan
“Gerçekten o. Burada ne işi var ki?” sorusunu sorarken Osman dedikleri Beyefendi yanlarına varmıştı.
“Çocuklar…” deyip onlara bakarken yüzünde buruk bir tebessüm belirdi.
“Size çocuklar demek de garip oldu.” Derken Alparslan’a yaklaşıp elini sıktı.
“Geçmiş olsun Aslanım. Dilerim karın ve çocuğunu yanına alarak buradan çıkarsın.”
“Amin, inşallah Osman amca. Sen… Burada ne arıyorsun? Bir sıkıntı mı var? Nadide teyze iyi mi?” Osman Bey hafifçe başını sallayıp
“İyi.” Demekle yetinirken Atilla ve Ertuğrul’la da tokalaştı. Osman Bey, Süleyman’ın samimi olduğu nadir insanlardan biriydi. Yirmi beş senedir tanışır, görüşür, birlikte iş yaparlardı. Hatta şirketin bir kısmını Ankara’ya taşıdıklarında Alparslan’a yardım eden, yol gösteren Osman olmuştu.
Alparslan’ın Defne’den sonra depresyona girip içine kapandığı o dönemlerde bile hep bir gözünü üstünde tutmuştu. Sonradan birbirlerinden uzak kalmışlardı çünkü Alparslan durmaksızın çalışan bir adama dönüşmüş, dış dünyaya kendini kapatmıştı.
Aralarında kısa bir sessizlik oluştuğu sırada
“Osman!” Diyen tanıdık sesi takip eden adam yılların eskitemediği dostuna gülümsedi. Hızlıca onların yanına gelen Süleyman Bey, eski dostunu görmeyi hiç beklemediği için son derece şaşkındı. İki adam birbirini şöyle bir süzüp gülümseyerek kucaklamıştı.
“Hâlâ aynısın Süleyman.”
“Sen de hiç değişmemişsin Osmanım.” Diyen Süleyman Bey, bir adım geri çekilip aklına gelen soruları telaşla sıraladı.
“Bizi duyup da mı geldin yoksa… Nadide’ye bir şey olmadı değil mi?”
“Hayır hayır. Korkma, Nadide buradaki evde ve gayet iyi. Birkaç günlüğüne İstanbul’a geldik.”
“Hayır olsun Osman, sen İstanbul’a pek gelmezsin.” Osman Bey, dostunun nokta atışı sözlerine zorla tebessüm edip başını yere eğdi. Derin bir nefes alıp başını tekrar kaldırdığındaysa hepsine tek tek bakıp
“Buraya kızımı görmeye geldim.” Demişti. Karşısında dikilen dört adamın da kendisine boş bir ifadeyle bakmasını göz ardı etmeye çalışarak gözlerini camın ardındaki küçük bebeğe çevirdi ve fısıldadı.
“İlk önce annesiyle tanışacaktım ama kısmet torunumu görmekmiş.” Demesiyle Yalın erkeklerinin başları hızla Ayaz’a dönmüş, birkaç saniye sonra da aynı hızla Osman’a geri dönmüştü. Hepsi aynı anda “Ne?” sorusunu sorarken Osman Bey asıl bombayı patlattı.
“Eşref Hulusi Açıktan ve Toprak’ın bulduğu o adam benim!” şok üstüne şok geçiren dört adam bir süre hiçbir şey diyemeden ona bakıp kaldığında Osman da sustu. Sessizce ilk şokun geçmesini bekledi. Silkelenerek kendine gelmeye çalışan Süleyman Bey zor da olsa fısıldayarak
“Bir dakika, bir dakika… Sen, Bergüzar’ın öz babası mısın?” sorusunu sormuş, Osman da başını sallamıştı.
“Nasıl olur? Biz seninle yıllardır tanışırız. Meral’le geçmişiniz olduğundan dahası Nadide dışında bir kadınla geçmişin olduğundan hiç bahsetmemiştin.”
“Annem… Rahmetli annemi bilirdin Süleyman. Çok zor kadındı. Nadide’den öncesini anmayı, Meral’in adının söylenmesini bile yasaklamıştı. Ben de o kadın hiç hayatıma girmemiş gibi devam ettim. İkimiz tanıştığımızda muhtemelen Bergüzar çoktan doğmuştu.” Duyduklarının verdiği sıkıntıyla gömleğini çekiştiren Alparslan
“Osman amca, Bergüzar seninle tanışmaya hazır değil. Zaten şu an çok zor bir süreçten geçerken karşılaşmanız kıyamet olur. Neden geldin, neden şimdi?” diye sorunca Osman suçluluk duygusuyla başını eğmiş ama sorularına cevap da vermişti.
“Korktum Alparslan, korktum. Hiç tanışmadan, bir kere bile yüzünü görmeden kaybetmekten korktum. Aslında amacım böyle bir anda çıkıp gelmek değildi. Zaten o yüzden adımı saklamalarını istedim. Size yüz yüze söylemek için. Ama doğum yaptığını ve bebeğin yoğun bakıma alındığını duyunca dayanamadım.” Süleyman Bey, dostuna kolunu sarıp az ilerideki koltuklara ilerlerken
“O, sen misin?” diyen donuk, duygusuz, çok tanıdık sesi işittiler. Alparslan put gibi kalırken sırtı canını yakacak kadar gerilmiş, gözlerine resmen kor ateşler düşmüştü. Böyle olmazdı, böyle öğrenemezdi. Bu kadın, sevdiği kadın, karısı… Bir de bu yükü kaldıramazdı.
Usulca arkasına dönüp karısının ifadesiz gözleriyle karşılaşınca buz gibi bir ter sırtından aşağı indi. O sırada Osman’ın önünde duran Süleyman Bey ise kızı gibi sevdiği Bergüzar’ın gözlerine bakıyordu. Birkaç saniyelik bakışmanın sonunda kenara çekilmesiyle baba kız ilk kez yüz yüze geldi. Birbirlerinden oldukça uzak ama karşı karşıyalardı.
”Şimdi sen, benim…” tüm kelimeleri tek tek ve üstüne basa basa söylüyordu. Gözlerindeki ve sesindeki öfke o kadar belliydi ki Süleyman ile yaşıt olan adam bir an ürkerek silkindi. Ama beklediği cevabı verdi.
”Babanım!” dediği an da Bergüzar durdu durdu ve sinir bozucu bir kahkaha attı.
”Heh!” öfkeli sesi koridorun duvarlarına vurup, kendilerine geri dönerken
”Bir sen eksiktin!” Demekten kendini alamadı. Osman Bey bu cümleyle olduğu yerde yeniden sendeledi. Onun elinden tutan ise Süleyman oldu.
”Bilmiyordum Bergüzar!” sesi pişmanlık doluydu. Buruk, kırık ve üzgündü. Gözlerinin altındaki çizgilerden usulca dökülen yaşlar, Bergüzar’ın canını acıtıyordu. Fakat onun da canı yanıyordu.
”Yediğin haltı da mı bilmiyordun? Niye geldin? Niye buradasın?” bir an sustu ve sözlerine devam etti.
”Ya da neden bu kadar geç kaldın?” demesiyle arkasını dönüp gitmesi bir olmuştu. Arkasında bıraktığı beş adam birbirine bakıp kalırken Bergüzar hızla odasına girip sıkışan kalbinin üstüne elini koydu. Kalbi resmen ağzında atıyordu.
Günlerdir hayal ettiği, neye benzediğini düşündüğü adamla karşılaşmıştı. Canı yanmıştı ama ona uzaktan da olsa bakarken kendisiyle bir benzerlik aramadan edememişti. Zorla soluklanıp banyoya girdiği sırada odanın kapısının açıldığını duydu. Ancak umursamayıp yüzünü soğuk suyla defalarca yıkadı. Ağlamak, bağırmak, isyan etmek istemiyordu. Çünkü bu ve benzeri tüm duyguların oğlunu o kuvöze mahkûm ettiğini düşünüyor, kendini suçluyordu. Eğer son günlerini stresten uzak geçirebilseydi belki de oğlunun kalbi durmayacaktı ve o, şu an kollarında olacaktı.
Şimdi ise bu duyguları yaşamanın sütünü kesmesinden korkuyordu. Zaten oğluna verebildiği tek şey sütüydü. Onu da kaybetmek, kendi acısının içinde yok etmek istemiyordu. Acıyan canına ağlayacaktı belki ama şimdi değil diyerek dimdik durmaya çalışıp banyodan çıktı.
Banyonun karşısındaki duvara yaslanmış yıkık dökük duran kocasına bakarken usulca adımlamış, sessiz sakin bir şekilde kolları arasına girip yüzünü boynuyla çenesi arasındaki boşluğa saklamıştı.
“Sarılıp kuzum desene…” demesiyle Alparslan acı acı güldü. İçine katmak ister gibi ama canını yakmaya da korkarak sarılırken saçlarını öpüp
“Kuzum…” dedi.
“Bir daha…” çocuk gibiydi. Sevgi, şefkat görmek isteyen bir çocuk gibi. Başını hafifçe geri çeken Bergüzar, kollarını kocasının boynuna dolayıp kendine yaklaştırdı ve dudaklarını birleştirecek oldu. Ancak aklına gelen şeyle durup
“Artık sana yaklaşabiliyorum.” Demesiyle ikisi de birkaç saniye öylece kalıp kahkahayı patlatmıştı. Dakikalar boyu birbirlerine sarılarak katıla katıla gülerlerken, kapının önünde gerginlikle bekleyen Ertuğrul ve Atilla afallayıp bakıştılar. Atilla gözlerini kaçırıp başını usulca salladı.
“Bergüzar’ın akacak gözyaşı kalmadı sanırım. Artık acılarına kahkahayla tepki veriyor.” Aileden biri üzülünce hepsi üzülür, hepsi acı çekerdi. Bergüzar’a inen her darbe onlara da iniyordu sanki.
Ama her darbenin sonunda biraz daha güçleniyor, ellerini daha sıkı tutuyor ve yeniden ayağa kalkıyorlardı. Atilla, omzuna dolanan kolun huzuruyla başını kaldırıp kardeşine zar zor gülümserken
“İyi ki varsın lan. Sen olmasan bu hanımcı kral beni unuturdu. Ağlayacağım galiba.” Bu sefer kahkahayı patlatan iki kardeş olmuş, sesleri koridoru inletmişti. Hastane sessiz olunması gereken bir yerdi ancak şu an içlerindeki acının sesini bastırmak için dış seslerini kısmamaya kararlıydılar.
Tam beş gün, beş gün boyunca oğullarını camın ardından izlemişlerdi. O beş gün boyunca evladını uzaktan uzağa izleyen bir tek Bergüzar ve Alparslan değildi. Osman Bey hastaneden ayrılmamış, kızının gözüne batmadan onu izlemişti. Yavrusu yavrusunu, o ise yavrusunu izliyor, onun için endişeleniyordu. Bir yandan da gidip konuşmak, kendini anlatmak istiyordu ama onu etkilememek için kendine engel oluyordu.
Yılın ilk karının ayazı şehre düştüğü gecenin sabahı doktor, Bergüzar’ın odasından içeri girdi. Alparslan uzandığı koltuktan doğrulup, elindeki kitabı başucunda duran şifonyerin üstüne koyup başını kaldırdığı anda donup kaldı.
”İstanbul’a çöken ayazdan üşümeyin diye, size içinizi ısıtacak bir oğlan getirdim. Adı tıpkı dışarısı gibi Ayaz ama kendisi sıcacık.” derken tıpkı kocası gibi şaşkın bakan kadına yaklaşıp bebeğini kollarına bıraktı ve müjdeyi verdi.
”Artık sizinle vedalaşma vaktimiz geldi. Ayaz bebekte korkulan hiçbir semptom görülmedi. Kendisi turp gibi. Evinize gidebilirsiniz.” Bergüzar kollarında duran çocuğuna bakıp kalırken, Alparslan odanın tavanındaki desenleri inceliyormuş gibi bir ileri, bir geri yürüyüp duruyordu. Gözlerine dolan yaşların akmaması için verdiği çaba gerçekten görülmeye değerdi.
Şaşkınlığın ardından gelen sevinç gözyaşları, bugüne kadar yaşanan tüm acıları bir bir silerken Bergüzar oğluna sokulup kokusunu çekti.
“Oğlum… Bitti. Her şey geçti, geride kaldı bebeğim.”
“Bitti!” Diye fısıldayan kocasına bakıp gülümsedi.
Yarım saat sonra yatağından kalkıp, eşyalarını toplamak için harekete geçmek istemişti ama oğlunu bırakamıyordu. Daha doğrusu bıraksa nasıl bırakacak, tekrar almak istese nasıl alacaktı bilmiyordu. Yanlarında kazık gibi duran kocasına yaklaşıp bebeği kollarına bırakmak için bekledi. Onun bu bekleyişini anlayamayan Alparslan ise yüzüne bakıyor öylede duruyordu.
“Açsana kollarını be adam. Oğlun geldi.” Demesiyle gözlerindeki paniği, yüzündeki gerginliği görüp güldü.
“Ben tutamam ki Esmerim. Çok küçük. Bir yerini acıtırım.”
“Alparslan, hadi…” derken sesi sakin ama bir o kadar da heyecanlıydı. Oğlunun ve kocasının ilk temasını görmek için sabırsızlanıyordu. Alparslan kocaman kollarını ürkekçe açıp oğlunun kollarındaki kuş misali varlığını hissedince kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Küçücüktü ama kara kara gözlerinin ardından sanki yüzüne bakıyordu. Sakallarını batırmaktan korkarak oğluna sokulup kokusunu çektiği anda gözlerinden yaşlar düşüvermişti. Öyle güzel, öyle mucizevi, öyle korunasıydı ki o an candan daha kıymetli olanın evlat olduğunu gerçekten anladı. Ona gelmesin de bana gelsin demek ne demekmiş, nasıl hissettirirmiş bildi.
“Senin kadar güzel kokan biri var Esmerim. Pamuk gibi… Şuna bak.” Gözleri buluşup sözsüz şekilde birbirlerine teşekkür ederlerken hemşire odaya girmişti.
“Bebeğimiz artık annesini emmeyi öğrenebilir.” Demesiyle Alparslan, oğlunu annesine uzattı ve yataktan kalktı. Yaklaşık bir saat süren emzirme çabalarının sonunda Ayaz memeyi tutmayı başarmıştı. Bergüzar gözünü kırpmadan oğlunu, Alparslan da aynı şekilde oğlunu ve karısını izliyordu. Ne muazzam bir manzaraydı. Oğlu küçücük elleriyle annesini tutmaya çalışıp, peşi sıra yutkunurken çıkan o ses. Belki de hayatında duyduğu en güzel seslerden biriydi. Usulca karısının yanına oturup boynuna doğru sokulurken
“Ama bu hergele yine aramıza girdi kadınım.” Demesiyle Bergüzar kıs kıs gülmüş, Ayaz ise huzursuzlanıp homurdanmıştı. Emerken rahatsız edilmek istemediğini anladıkları ilk an ise bu olmuştu. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakıp yine kıkır kıkır güldüler. Onlar güldü, Ayaz homurdandı, onlar fısıldaştı, Ayaz memeyi bırakıp yaygarayı bastı.
Artık karısını bir erkekle daha paylaşması gerektiği bilincine eren Alparslan suratını asıp söylenirken Ayaz da söyleniyor, Bergüzar ise onlara bakıp gülüyordu. Baba ve oğulun aynı kadına olan sevgisinden doğan savaş, şimdiden başlamıştı.
* * *
Ayaz bebeğin eve geleceği haberi günler sonra ailede bayram havası esmesine neden oldu. Herkes artık rahatça gülüyor, espriler havada uçuşuyordu. Bu durumdan en memnun olan ise tabi ki Atilla’ydı. Çünkü günlerdir yapamadığı kötü esprileri artık içinde patlamak üzereydi. Ardı ardına patlattığı esprileri herkesi delirtme noktasındaydı ama o asla vazgeçmiyor ve aynı soğuk şakalarını yapmaya devam ediyordu.
Bu sırada evin kapısından içeri giren Bergüzar ve Alparslan karşılarında duran ailelerine gülümseyerek baktılar. Herkes hasretle bekledikleri bebeği görmek için onlara ilerlerken, Bergüzar kucağında tuttuğu oğlunu Süleyman Bey’in kollarına bıraktı. Süleyman Bey, gözleri dolu dolu torununa bakarken
“Büyük Selçuklu’nun hükümdarı Alp Arslan’ın oğlu… Ayaz…” diye mırıldandığı sırada oğluna gururla bakıyordu.
“Ailesine, vatanına, milletine hayırlı bir evlat olsun inşallah. Seni çok bekledik oğlum… Zorlu yollar aşıp aramıza geldin. Bize hep mutluluk getir inşallah. Hoş geldin Ayaz Yalın! ” Dedikten sonra bebeğin kokusunu içine çekip, alnına dudaklarını hafifçe bastırdı. Alparslan ve Bergüzar Ayaz’ın ilk adını kimseye söylememişti. Bunun için Sadullah dedenin de aralarında olması gerektiğini düşünmüş ve böyle bir karar almışlardı.
Tüm aile sevinçle Ayaz’ı kucaklayıp, sevgiye boğarken, Toprak Ankara’da haber bekleyen Sedef anne ve kızları aramış, Süleyman Bey ise babasını arayıp müjdeyi vermişti. Sadullah Bey’e Ayaz’ın hastanede kaldığını hiç söylememişlerdi. Heyecan yapar, üzülür de bir şey olur diye Ayaz’ın sağ salim eve geleceği ânı beklemişlerdi. En küçük torununu görmek için en kısa sürede toparlanıp yola çıkacağını söyleyen adamın sesindeki neşe duyan herkesi gülümsetmişti.
Bebeğe alışma dönemini Neşe Hanım ve Tomris’in yanında geçirmek isteyen Bergüzar, kendilerine hazırlanan odaya çıkarken arkasında bir kadın ordusu vardı. Neşe Hanım, Tomris, Toprak, Armağan ve Aylin her zamanki gibi arkasındaydı. Onların desteğini almak Bergüzar’a güç veriyordu. Aylin, kızı Derin’i kucağında oynatırken bir yandan da
“Bak sana bir arkadaş geldi prensesim.” Diyordu. Sözlerinde ne kadar haklı olduğunu, aileye katılacak her çocuğun arkadaştan, kuzenden ziyade kardeş olacaklarını yıllar içinde göreceklerdi. Neşe Hanım ve Süleyman Bey’in evinde geçen bir hafta zordu. Zorluğun sebebiyse Ayaz’dı. Durmaksızın ağlıyor, ortalığı inletiyordu. Bu durumdan resmen zevk alan ikili ise babaanneyle dedeydi. Ayaz’ın her yaygarayı basışında birbirlerine bakıp mest oluyorlardı. Bu ev, Derin doğana kadar torun hasreti çekmişti. O hasretten sonra bu ses, onlara mükâfat gibi geliyordu.
Bir hafta boyunca bebeği görmeye gelen herkes evde ağırlanmış, Ayaz doyasıya sevilmişti. Sedef anne ve kızlar iki gün misafir olup gittikten sonra ailenin asıl dedesi eve giriş yaptı. Bütün aile onu karşılamak için bir aradaydı. Hatta Suna Hanım ile Mehmet Bey bile işlerinden izin alıp gelmişti.
Sadullah dede önce dünürleri olan ailenin büyükleriyle selamlaşıp, hoş geldiniz demiş, sonra oğlu Süleyman ve Neşe’yi tebrik etmişti. Gözlerini torunlarının üstünde gezdirip, sarı saçları ışıl ışıl parlayan Derin’i kucaklayıp sevmişti. Sıra en küçük toruna geldiğindeyse heyecanı gözlerinden okunuyordu. Usulca adımlayıp torunu Alparslan’ın kollarındaki küçük bedeni kucakladı. Dudakları kıpır kıpırdı. Dua ettiği belliydi. Herkes sessizce onları izlerken, Sadullah dede usulca bebeği kokladı.
“Adınla yaşa, var ol, Ayaz Yalın…” demesiyle Alparslan’ın gözleri karısına döndü ve onayını bekledi. Bergüzar hafifçe başını sallayıp gülümseyince Alparslan, ailesine dönerek konuşmaya başladı.
”Herkes bu aslan parçasının adını Ayaz olarak biliyor ama oğlumuzun bir ismi daha var. Bu haberi sana telefonda vermek istemedik.” derken gözleri dedesini buldu.
”Oğlumuzun asıl adı, Sadullah Ayaz Yalın.” Dedi.
Sadullah dede ne diyeceğini bilemeyerek zorla yutkundu ve boşta kalan eliyle yaşaran gözlerinden akmaya hazırlanan yaşları sildi. Aslında gözleri dolan ya da ağlayan bir tek kendisi değildi. Süleyman Bey ve Neşe Hanım başta olmak üzere herkes duygulanmıştı.
”Çok yaşasın, ömrü uzun, sağlıklı ve güzel olsun. Vatanına, milletine, ailesine ve ana babasına hayırlı bir evlat olsun. Senin adın, Sadullah Ayaz Yalın olsun.” Derken gözlerindeki yaşlar yanaklarına vardı.
Adını aldığı büyük dedesi kulağına ezan okuyup, ismini tekrarlarken Ayaz sessizce durmuştu. Sanki olan biteni anlıyor gibiydi. Alparslan ve Bergüzar’ın dedelerine teşekkürüydü bu.
Eğer o gelip de Alparslan ile konuşmasaydı belki de şu an mutlu bir aileleri olmayacaktı. Bergüzar bu yaşananları duyduğu ilk anda oğlunun adının Sadullah Ayaz olmasını istemişti. Kocaman gönlüyle, ince düşüncesiyle, nahif ruhuyla Bergüzar yine Alparslan’ın gönlünü fethetmişti. Bir gönül kaç kez kazanılırdı bilmiyordu ancak bu kadın her hareketiyle içine işliyordu.
Herkes yemek telaşında koştururken oğlunu uyutan Bergüzar pencerenin önünde durmuş dışarıyı izliyordu. Alparslan karısına usulca yaklaştı, arkasından sıkıca sarıldı. Yüzünü boynuna gömüp, kokusunu derince içine çekti ve dokunduğu noktayı öptü.
“Bebeğim…” Bergüzar gözlerini huzurla kapatıp, elini arkasına uzattığında Alparslan’ın yüzünü kavramıştı.
“Canım…”
“İyisin değil mi bebeğim?” Bergüzar kocasının kolları arasında dönüp gözlerinin içine baktı. Böyle sessizleştiğinde aklından neler geçtiğini en iyi anlayan oydu. Aklında babası vardı. Günlerce hastanede kendisini uzaktan uzağa izleyen babası. Ancak hâlâ onunla yüzleşmeye hazır olup olmadığını bilemediğinden konusunu açmıyordu.
“İyiyim. Daha da iyi olacağım.” Usulca başını sallayan Alparslan dudaklarına küçücük bir öpücük kondurdu.
“Seni görmek isteyen biri var. Onunla bir kez olsun konuşmanı istiyorum.” Bergüzar huzursuzca gözlerini kapatıp nefes alırken
“Osman Bey mi?” Diye sormuştu. Alparslan, karısının huysuz ifadesine anlayışla gülümseyip parmak uçlarıyla yanaklarını okşadı.
“Hayır bebeğim. Gelen Osman amca değil.” Bergüzar gelenin kim olduğunu şimdi merak etmişti.
“Kim öyleyse?”
“Babamın çalışma odasında seni bekliyor!” Dedikten sonra dudaklarını tekrar öptü. Önünden çekildi. Bergüzar hem meraklı, hem de endişeliydi. Kendisini görmek için gelen kişin kim olduğunu düşünerek toplantı odasına varıp, kapının önünde kısacık bir an soluklandı. Kapının kolunu bastırdıktan sonra yavaşça ittirdi ve odaya girdi.
Karşısında Neşe Hanım yaşlarında bir kadın durduğunu gördüğünde biraz şaşırmıştı. Fakat bozuntuya vermeden kendinden emin adımlarla kadına yaklaştı ve daha kendisi hamle edemeden kadın elini ona doğru uzatarak
“Nadide Özden…” dedi. Bergüzar kadının kim olduğunu ve neden kendisiyle görüşmek istediğini şimdi anlamıştı.
“Osman Özden’in eşisiniz sanırım.” Nadide Hanım, başını usulca salladıktan sonra
“Evet.” Derken Bergüzar koltukları gösterdi.
“Lütfen buyurun. Ayakta kalmayın. Size ne ikram etmemi istersiniz?” Kadın ona içtenlikle gülümseyip bir şey istemediğini belirtti ve vakit kaybetmeden söze girdi.
“Sana rahatsızlık vermek ya da huzurunu kaçırmak istemem kızım… Fakat seninle kadın kadına konuşmak istememi mazur gör lütfen!” Bergüzar bu sakinlik, mahcubiyet ve kibarlık karşısında şaşırmıştı.
“Rica ederim Nadide Hanım. Asıl ben, bilmeden hayatınıza girerek huzurunuzu kaçırdıysam özür dilerim. Sanırım benimle de bunu konuşacaksınız. Eminim ki kimse yıllar sonra bir anda ortaya çıkıveren bir çocuğu istemez. Sizi anlıyorum gerçekten. Eğer sözünü edeceğiniz şey kendi çocuklarınıza veya mal mülk paylaşımına gelecekse bunları konuşmaya hiç lüzum yok. Benim asla öyle bir talebim olmayacaktır.” Sözlerini hızla, karşısındaki kadına müsaade etmeden sıralayı vermişti. Bergüzar’ın kendini anlatmaya çalışması ve telaşlı sözleri Nadide Hanım’ı güldürünce, Bergüzar yine kadına bakıp kaldı.
“Bizim çocuğumuz yok Bergüzar kızım!” Bergüzar kırdığı potu o an fark edip, pişmanlık, mahcubiyet ve üzüntüyle yüzünü ekşitti.
“Yirmi altı senelik evliyiz fakat hiç çocuğumuz olmadı. Çünkü ben…” sözlerini tamamlayamayıp, gözlerini anında pencereye çevirdi ve birkaç saniye dışarıyı izledi.
“Ben çok özür dilerim Nadide Hanım. Sizi bir an da karşımda görünce aklıma başka bir sebep gelmedi. Lütfen özürlerimi kabul edin!” Derken gerçekten sesi titriyordu. Yerinden kalkıp, az ilerideki su sebilinden iki bardak su doldurdu ve bir bardağını kadına uzatıp yine karşısına oturdu.
“Önemli değil, nereden bilebilirsin ki… Tıpkı bizim, senin varlığından yıllarca haberdar olmadığımız gibi!” Demesiyle asıl konunun ne olduğunu anlayan Bergüzar, yerinde huzursuzca kıpırdandı.
“Osman ile bir çocuğumuz olmasını o kadar çok istedik ki… Günlerdir evladının başını bekleyen bir ‘anne’ olarak bizi en iyi sen anlarsın diye düşünüyorum. Her hamileliğim hüsranla sonuçlandı. Defalarca bebeklerimi kaybettim. Ben bu durumu o kadar kafama takmıştım ki olacağı varsa da olmadı. İsyan ettim… Osman’a sebepsizce küstüm. Yaradan belki de benim bu davranışlarımın cezası olarak bize hiçbir zaman bir evlat vermedi. Sonunda anladım ve kabullendim.” Kadın gözünden akan yaşı yavaşça silerken, Bergüzar da kendini zor tutuyordu. Zaten hormonları dalgalı deniz gibiydi. Nadide Hanım’ın söyledikleri ise o denizi coşturuyordu.
“Zaman geçti… Günlerce hatta aylarca kimseyle konuşmadım. Bir de baktık ki hayat arkadaşımı da kaybetmek üzereyim. Osman’ın benim ardımda darmadağın olduğunu fark ettiğim gün kendime geldim ve yeniden ayağa kalktım. Tamam, çocuğum olmuyordu ama yardım edebileceğim binlerce çocuk var dedim ve hayata döndüm. Yıllar böyle geçti, Osman ile baş başa, el ele, kol kola, yürek yüreğe… Fakat hep bir yanımız eksik kalmıştı işte…” Susup soluklandı. Suyundan yudumladı.
“Bir akşam Osman eve öyle bir girdi ki aklım yerinden çıkacaktı. Telaşla ellerimden tutup beni koltuğa oturttu ve o kadını anlattı. Benden önce yaşanan bir şey olduğunu fakat bir çocuğunun olduğundan hiçbir zaman haberinin olmadığını söyledi. Öncesinde çok şaşırdım. Ne diyeceğimi, düşüneceğimi ya da hissedeceğimi bilemedim. Ama sonra bir şeyin farkına vardım. Osman’ın bir çocuğu vardı. Kaç yaşında olursa olsun onun çocuğuydu.” Bergüzar, karşısındaki kadının kim olduğunu anladığı anda aklından onlarca kötü senaryo geçirmişti ancak hiç böyle bir gerçekle karşılaşacağını düşünmemişti. Kadının, yıllarını geçirdiği kocasının çocuğuna yani kendisine duyduğu saygıya hayran olmuştu. Ne diyeceğini bilemeyerek susarken Nadide Hanım
“Arada bir bizi ziyarete gelip hâlimizi hatırımızı soran, bayramlar da kapımızı çalan birinin olabileceğini fark ettim. Bana bir şey olursa Osman yalnız başına ne yapar diye korkmadığımı fark ettim.” Dediği anda Bergüzar’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Kendini tutmak istese de başaramayıp, içini çekerken ellerini yüzüne kapattı ve içinden geldiği gibi ağlamaya başladı. O ağlıyor, Nadide Hanım ağlıyordu.
Bergüzar, başka bir adamı baba bilip yıllarca onun gidişinin travmalarını yaşayıp, annesiz babasız büyümenin hüznünden, Nadide Hanım ise yıllar boyu evlat hasreti çekip belki de şimdi bulmuş olmanın mutluluğunda gözyaşı döküyordu. İkisinin de sebepleri farklıydı ama gözyaşıydı işte. Dakikalar sonra Nadide Hanım yerinden kalkıp Bergüzar’ın yanına oturdu ve ellerini yüzünden çekip koyu kahve gözlerine dikkatle baktı.
“Biz… Yaşı kaç olursa olsun, kim ya da kimden olursa olsun, geçmişinde neler yaşamış olursa olsun, evimize bir çocuk geldi diye o kadar sevindik ki sana anlatamam Bergüzar. Bizlerle konuşmak istemiyorsan, görüşmek istemiyorsan bunu anlarız. Neden diye sormaya hakkımız yok. Yıllar sonra karşına dikilip, hadi bizi sev, hadi bizi kabullen diyemeyiz.” Derken Bergüzar’ın ellerini usulca seviyordu. Tıpkı bir anne gibi… Tıpkı, Sedef anne gibi. Neşe ve Suna anne gibi…
Kadın gözlerini yeniden ona çevirdi ve fısıldadı.
“Senden tek ricam var…” Bergüzar ağlamaktan kısılan sesiyle
“Sizi dinliyorum!” Derken kadının ellerinin hafif hafif titrediğini hissedebiliyordu.
“Bugün iyiyim, sağlıklıyım, ayaktayım, kocamın yanındayım ama eğer bir gün bana bir şey olursa ve Osman arkamda kalırsa… Osman’ı lütfen yalnız bırakma kızım!” Demesiyle Nadide Hanım yeniden ağlamaya başladı.
Fakat bu seferki ağlayışındaki acı bariz belliydi ve Bergüzar onun hâline dayanamayıp sımsıkı sarıldı. Nadide Hanım bu dokunuşla önce ne yapacağını bilemese de çok geçmeden o da Bergüzar’a sıkıca sarılmıştı. Dakikalarca birbirlerinin omuzlarına gözyaşlarını emanet ettiler. Bir süre sonra ikisi de sakinleşip birbirlerinden ayrıldıklarında Bergüzar ağlamaktan kaybolan sesini bulmaya çalışıp
“Konuşmanın başındaki sözlerimle ve Osman Bey’i görmek istemememle sizi üzdüysem çok özür dilerim. Ben, böyle olduğunu bilemezdim.” Dediğinde Nadide Hanım, adına yakışır bir incelikle gülümsedi.
“Kimse bilemezdi kızım. Sözlerinle beni kırmadın, sakın kendine dert edip üzülme. Emzirdiğin bir evladın var. Ve ne olur bizleri suçlama. Tüm bu yalanlar, oyunlar o kadının işi. Seni ve Toprak’ı yıllar evvel bulabilseydik eğer… Ah keşke… Her şey bambaşka olabilirdi.” Bergüzar başını sallayıp tebessüm etmeye çalıştı. Sahi, bu gerçekler taa o zamanlar ortaya çıksaydı hayatları bambaşka olur muydu? Yaşadığı her yokluk, her acı, üzüntü ve niceleri bugünkü kadını doğurmuştu. Şimdi bu kadar güçlü bir Bergüzar ise, bunu geçmişine borçlu olduğunu bilerek ‘keşke’ demedi.
“O zamanlar yollarımız kesişseydi ne ben şimdiki ben olurdum, ne de Toprak. Biz, zor büyüdük ama güçlü büyüdük. Ayaklarımız yere hep sağlam bassın diye çabaladık. Çünkü düşersek kaldıracak bir ailemiz, annemiz, babamız yoktu. Eğer biz o yolları yürümeseydik ne Alparslan’la tanışır âşık olur, sever ve sevilirdim. Ne de oğlumuz olurdu. Belki yine tanışırdık ama böyle sever miydik? Bilemiyorum.” Kadının elini usulca sıkıp gözlerine içtenlikle bakarken
“İyi ki o zamanlar tanışmamışız demek daha iyi. Böylece binlerce farklı ihtimali düşünüp savaşmak zorunda kalmayız. Bize nasip olan, bundan sonrasıymış.” Demiş ve susup sözlerine nasıl devam edeceğini düşünmüştü. Çünkü bu nahif ve yüce gönüllü kadını asla kırmak istemiyordu.
“Nadide Hanım, ben de sizler gibi olan biteni yeni öğrendim. Hâlâ şaşkınım, inanmakta zorlanıyorum ama onu da merak ediyorum. Gösterdiği sabrın, çabanın farkındayım. Eninde sonunda yüz yüze geleceğiz bunun da farkındayım. Bu süreç ben ve ailem için olduğu kadar sizin için de zor ve sancılıdır muhakkak. Bu süreci en az hasarla atlatmaya çalışmak, ne kendimi ne de ailemi etkilemek istemiyorum. Madem büyüklük edip, nezaket gösterip evimize kadar geldiniz ve kendinizi en şeffaf şekilde anlattınız, ben de sizleri elimden geldiğince anladım… O zaman idamını bekleyen mahkûm gibi gerilip durmanın, diken üstünde oturmanın anlamı yok.” Babasıyla tanışacağını bu sözlerle söylerken Nadide Hanım’ın yüzünde gülümseme oluşmuştu. Bergüzar da ona gülümsemeye çalışıp aklına gelen şeyle ayaklandı.
“Oğlumu görmek ister misiniz Nadide Hanım?” Onun çocukları sevdiği gözlerindeki parıltıdan belli oluyordu. Kadın bu soru karşısında hem sevinmiş, hem de çok duygulanmıştı. Usulca yerinden kalkıp, elleri arasındaki kol çantasını sıkıca tuttu.
“Beni çok mutlu edersin Bergüzar.” Sözleriyle odadan birlikte çıktılar. İkisi de elini yüzünü yıkayıp, kendilerine çeki düzen verdikten sonra birlikte alt kattaki salona inmişlerdi. İçeriye adım atmalarıyla tüm gözler üstlerine döndü.
Herkes tedirginlik içerisinde onlara bakıp, ilk tanışmanın nasıl geçtiğini anlamaya çalışıyordu. İki kadının gözlerindeki kızarıklıklar ise ağladıklarını açık ediyordu. Hızlıca ailesine bakan Bergüzar Ayaz’ın Neşe Hanım’ın kucağında olduğunu fark edip yaklaştı. Neşe torununu annesine verip birkaç adım geri çekilirken kocasının yanına gitmiş, heyecandan titreyen elini kocasının güçlü ellerine emanet etmişti.
Bergüzar ise hiç tereddütsüz Nadide Hanım’ın yanına ilerleyip, bebeği kollarına bıraktı. Kadın heyecandan dolan gözlerle bebeğe bakarken
“Adı nedir?” Diye sormuştu, Bergüzar ise çoktan Alparslan’ın yanına ilerlemiş, kolunun altına girmişti.
“Sadullah Ayaz.” Dediğinde Nadide Hanım’ın gözleri taze babayı buldu.
“İlk adı deden, ikinci adı tarihten geliyor demek. Doğru mu tahmin ediyorum?” herkes gülümseyerek ona tahmininin doğru olduğunu söyledikten sonra bütün aile salondaki koltuklara oturmuş muhabbet ediyordu. Uzun zaman sonra herkes gerçekten keyifliydi. Nadide ve Neşe Hanım’ın yıllar evvele dayanan tanışıklığı, dostluğu ortamı biraz daha yumuşatmıştı. Neşe, Nadide ve Suna’yı tanıştırmış üçü baş başa vermiş, hem Ayaz’ı seviyor hem de muhabbet ediyorlardı.
Bergüzar yine sessizdi, kocasının kolunun altında düşüncelere dalmış öylece oturuyordu. Alparslan’ın sorular sorup üstüne gelmemesini, duygularına, dalıp dalıp gittiği düşüncelerine saygı duymasını çok seviyordu. Kocasını çenesiyle yanağı arasındaki noktadan öptü ve birkaç dakika sonra ayağa kalkıp Süleyman Bey’in yanına ilerledi. Mehmet Bey’le muhabbete dalmış gibi görünüyordu ki Bergüzar’ın yanına gelmesiyle bir anda susup gözlerine baktı.
“Aramamı ister misin kızım?” Daha ağzını açmadan ne diyeceğini bilecek kadar akıllı bir adam olmasına hâlâ şaşırıyordu. Bergüzar sadece başını salladı ve üst kattaki odasına gitmek için merdivenlere yöneldi. Biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı. Bunu sağlamanın en kısa yolunun duş almak olduğunu düşündüğü için banyoya girdi.
Üstündekileri çıkartıp kirli sepetine attıktan sonra sıcak suyu açıp, bedenini akan tertemiz suya bıraktı. Bir süre sonra banyonun kapısının açıldığını duymuş, çok geçmeden de sırtına yaslanan bedenin hissettirdiği huzurla gözlerini aralamıştı. Alparslan omuzlarını usul usul öpüyordu. Onunla bir şeyler paylaşmayalı çok uzun zaman olmuştu, bu ani yakınlık bedenine değen bedenin varlığı içinde biriken duyguları gün yüzüne çıkarıyordu.
“Alparslan…” sesi buğulu, özlem dolu ve binlerce duyguyu taşır gibi çıkmıştı. Alparslan’ın elleri karnından yukarı çıkarak göğüslerini buldu ve onlara hafifçe dokundu. Bergüzar bu dokunuşla gözlerini kapatırken, bacakları titremeye başlamıştı. Kısa süre sonra elleri göğüslerinden kalçalarına inmiş, dudakları da sırtındaki dövmeye öpücükler bırakmıştı.
“Seni çok özledim bebeğim. Ama kavuşmamıza daha var. Beni daha fazla delirtip, aklımı almadan şuradan çıkalım ve aşağıya inelim.” Derken dişlerini sıktığını anlamak zor değildi. Bergüzar onun kolları arasında dönüp, gözlerinin içine baktı.
“Sonradan gelip olayı bambaşka yerlere götüren sizsiniz Alparslan Bey.” Alparslan ise bu sözlerin altında kalmayacak kadar karısını özlemişti. Onu duvarla arasına sıkıştırıp dudaklarına yapışırken Bergüzar da tırnaklarını hatırı sayılır şekilde omuzlarına geçirmişti. Hissettiği acıyla Alparslan’ın boğazından bir inleme koptu.
Birkaç dakika boyunca süren öpüşme sonunda kendilerine gelmeleri için arkalarında duran musluğu soğuk kısma çeviriverdi. Aniden soğuyan suyun şaşkınlığıyla çığlık atan Bergüzar, ona daha sıkı sarılırken Alparslan kıs kıs gülüyordu.
“Hadi bebeğim… Başımıza iş çıkartmadan şuradan çıkalım.” Deyip karısını son kez öptü ve duştan çıktı. Bergüzar da onun ardından dışarı çıkıp, üşüyen bedenini bornozuna sararak yatak odasına geçti. İkisi de hızlıca üstlerini giyip, saçlarını kuruttular ve alt kata inmek için odadan çıktılar.
Akşam yemeği hazırlanmış, masaya geçmek için son misafirin de gelmesi bekleniyordu. Bu sırada Bergüzar oğlunu emzirip uyuttu. Ayaz huzur içerisinde uyurken, hafifçe vurulan dış kapının sesiyle irkildi. Kapıyı açması için herkes kendisine yol verince elleri heyecandan titremeye başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı. Karşısında heyecanla bekleyen Osman Bey’i görünce ne yapacağını bilemeyerek geri çekildi. Ancak onu içeri davet etmeyi de ihmal etmedi.
“Buyurun, hoş geldiniz.” Sesi soğuk, gözleri binbir türlü duyguyla bezeliydi. Osman Bey tutmaya çalıştığı çiçek ve tatlısını Bergüzar’a uzatıp içtenlikle gülümsedi.
“Davetin için çok teşekkür ederim Bergüzar. Beni çok sevindirdin.” Bergüzar da ona samimiyetle gülümsemeye çalışıp ellerindekileri aldı.
“Zahmet etmişsiniz. Teşekkür ederim. Lütfen içeri buyurun.” Diyerek yemek salonunu göstermişti. Alparslan, Osman Bey’in elini öpüp sarıldı.
“Hoş geldin Osman amca. Davetimizi kırmayıp geldiğin için çok teşekkür ederiz.”
“Asıl ben teşekkür ederim. Beni ve karımı böyle güzel bir günde evinize davet ettiniz. Ailenizle baş başa olmak isteyeceğiniz bir günde…” dedikten sonra Sadullah deden başlayarak tüm aileyle selamlaştı. Karcan ailesiyle ilk kez tanıştığı için selamlaşma kısmı biraz uzun sürmüştü ve herkes iyice acıkmıştı.
Daha fazla vakit kaybetmeden sofraya geçtiler. Yemekler yendi, sohbetler edildi. Bu sırada ağlamaya başlayan Ayaz’ın sesi tüm evde duyulunca Bergüzar masadan kalkıp oğlunu almak için üst kata çıktı. Birkaç dakika sonra kucağında Ayaz’la içeri girdiğinde tüm gözler yine üstlerindeydi. Fakat en heyecanlı ve meraklı olan kişi Osman’dı. Bergüzar bu durumu fark edip, oğlunu Alparslan’a uzattı ve göz ucuyla Osman Bey’i işaret etti. Alparslan oğlunu kucakladı ve onu diğer dedeye, yani Osman Bey’e verdi. Osman heyecanla torununu kucağına alıp, kokusunu yavaşça içine çektiğinde yaşlar dolan gözleri Alparslan ve Bergüzar’ı bulmuştu.
“Allah bir daha kötü gün göstermesin. Analı babalı büyüsün inşallah.”
“Amin.” Sesleri herkesten yükseldi. Yemek son bulunca kızlar kahve yapma bahanesiyle mutfağa geçmiş, Toprak ablasına sarılmıştı.
“İyi ki onu da çağırdın. Çok mutlu olmuş baksana.” Bergüzar başını salona çevirip uzaktan uzağa babasına bakarken Osman Bey de bunu hissetmiş gibi başını çevirmişti. Gözleri buluştuğunda ilk kez uzun uzun bakıştılar. İkisi de gözlerini birbirinden ayırmıyordu. Tanımak ister gibi, benzerlik bulmaya çalışır gibi bakarlarken Bergüzar
“Bunlar hazır. Hadi biriniz götürün.” Diyen Tomris’in sesiyle kendine gelip gözlerini kaçırdı.
Kahveler de içildikten sonra herkes ayaklanmaya başlamıştı. Suna Hanım ve Mehmet Bey dünürleriyle vedalaşıp kapıya ilerlerken Suna Hanım aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve Toprak’a baktı.
“Toprakcığım, birkaç gün sonra Amerika’ya döneceğiz ama dönmeden önce bize yemeğe gelirsen çok seviniriz.” Demesiyle kıs kıs gülüşmeler başlamıştı. Arda, annesine şaşkınca bakıp kaldığı sırada Toprak da ne diyeceğini bilemeyerek Arda’ya dönmüştü. Arda’nın tepkisizliğiyle homurdanan Alparslan, sırtına hatırı sayılır bir tokat indirince kendine geldi.
“Lan dingil, bön bön bakacağına araya girsene. Toprak ne diyeceğini şaşırdı.”
“Hee… Tamam, peki!” Deyip yine öylece durunca herkes kahkahayı basmıştı.
“Peki ne demek lan?” diye ensesinde hırlayan adamın korkusuyla ufalan Arda birkaç adımda ilerleyip onun menzilinden uzaklaşmaya çalıştı. Onların bu hâllerine gülen aile fertlerini görmezden gelmeye çalışan Arda
“Çok iyi fikir. Bence de bir akşam bizde yemek yiyelim.” Deyip Toprak’ı yanaklarından hızlıca öptü ve resmen toz oldu. Toprak kıpkırmızı olan yüzünü yere eğip birkaç soluk aldı. Suna ve Mehmet, Toprak’a gülümseyip dışarı çıktıklarında Nadide Hanım ve Osman Bey de kapıya yönelmişti ki az evvelki gülüşmeler kesildi ve ortam sessizleşti. Bergüzar, Nadide Hanım’ın elini sıkıp vedalaşırken, Alparslan da Osman Bey’le vedalaşıyordu.
“Davet için de, yemekler için de çok teşekkür ederiz.”
“Rica ederiz Osman amca. Geldiğin için ben teşekkür ederim.” Diyen Alparslan’dan gözlerini ayırıp Bergüzar’a dönmüştü.
“Müsait olduğun bir zaman seninle görüşmek istiyorum. Bu isteğimi geri çevirmezsen beni çok mutlu edersin.” Deyip kızına biraz baktıktan sonra cevap vermesini beklemeden eşinin elini tutup evden çıktı. Kardeşleri ve eşleri de onlarla vedalaşıp, evden sırayla çıktığında Alparslan salonda uyuyan oğlunun yanına ilerledi. Ayaz’ı uyandırmadan kucağına alıp yatak odasına giderken Bergüzar’ın da elini tutuyordu. Bir süre yatağın yanındaki beşiğin başında durup oğullarını izlediler. Sessizliğiyse Alparslan bozdu.
“Osman amcayla konuşmana sevindim…” Bir yandan Ayaz’a bakıyor, bir yandan da karısının ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu.
“Eninde sonunda karşılaşacaktık. En azından bütün ailemiz yanımdayken yaşansın istedim.” Alparslan gözlerini ona çevirip kollarını açtı ve hiç vakit kaybetmeden kollarının arasına giren karısına sarıldı.
“İyi yaptın bebeğim. Çok iyi yaptın.”
“Çocuklarının olmadığını neden söylemedin?”
“Aranıza girmek istemiyorum. Ben, her zaman yanındayım ama onlarla kendin tanışmalıydın. Hikâyelerini onlardan dinlemeliydin. Eğer ben anlatsaydım… Nadide Hanım’ın yerini asla tutmaz, belki de seni tanışmaya ikna etmezdi.” Bergüzar usulca başını sallayıp
“Doğru.” Derken gözleri yorgunluktan kapanmaya başlamıştı. Alparslan onun kapanan gözlerini fark edip
“Hadi artık uyuyalım.” Dediğinde sadece başını salladı.