16.BÖLÜM

 

Birkaç Yıl Sonra

Annesinin şirketteki odasından içeri giren Nazlı Yadigâr yanına koşarak ilerleyip kucağına oturdu ve yanaklarını öpmeye başladı. Bergüzar mest olarak

“Kızım…” derken kızının kokusunu içine çekti.

“Anne ne zaman eve gideceğiz?” Bergüzar, saatin neredeyse dört olduğunu görünce kucağında kızıyla ayağa kalkıp ceketini aldı ve doğruca kapıya ilerledi.

‘’Irmak, Alparslan Bey’e eve geçtiğimizi haber verir misin!’’ dedikten sonra şirketten çıktı.

‘’Şimdi eve gidip kız kıza tatlı yapacağız.’’ Demesiyle sevinçle iki yana açılan küçük kollar boynuna dolanmıştı. İkisi güle oynaya eve geçerken Alparslan da şirketten çıktıklarının haberini almıştı.

Eve geldiklerinde Yadigâr araçtan koşarak inip bahçeyi ‘biz geldik’ diye inleterek eve girmişti. Bergüzar ise eve girmeden önce aile büyüklerinin evlerine uğramak için yürümeye başladı. Dört şirketin aynı arazide yer alma projesi kabul görünce Süleyman, Neşe ve Suna, çocuklarına şöyle bir fikirle gelmişti. Bütün ailenin birlikte bir sitede yaşaması fikri.

Mehmet Bey’in kaybının çok yeni olduğu zamanlardı. Yaşını alan, ölümün gerçeğiyle, acısıyla yüzleşen büyüklerin bu fikrini gençler çok sıcak karşılamıştı. Hem her biri çalışıyordu. Onlar işteyken çocukların yan yana olması, bir arada büyümesi ve tabii nine dedelerin gözetiminde olması fikri hoşlarına gitmiş, daha güvenli gelmişti. İşte buradan yola çıkarak villalardan oluşan kocaman bir site kurulmuştu.

Bergüzar, büyükleri ziyaret edip evine geçtiğinde üstünü değiştirdi. Kızını da yanına alarak mutfağa girdiğinde işe koyuldular. Bergüzar, bacaklarının arasında koşturan kızını kucaklayıp tezgâha oturttu.

‘’Şimdi ne yapacağız biliyor musun?’’ sorusunu sorarken kızının burnunun ucunda durmuş onu gıdıklıyordu. Yadigâr şen kahkahalarıyla evi inletirken konuşmaya çalıştı.

‘’Ne yapacağız?’’

‘’Bombaaa!’’ Bergüzar’ın heyecanlı bağırışı Yadigâr’ı daha çok güldürdü.

‘’Nasıl bomba?’’ Bergüzar gerekli tüm malzemeleri tezgâha sıraladı ve Yadigâr’ın eline bir kap verdi.

‘’Şimdi bu malzemeleri kaba koyacağız ve yoğuracağız. Sonra hamuru incecik açıp, içine çikolata dolduracağız ve fırında birkaç dakika pişireceğiz.’’ Yadigâr merakla annesine bakarken tezgâhın üstünde ayağa kalktı ve

‘’Oleyy! Çikolata.’’ Diye bağırmaya başladı.

“Oley, babanın en sevdiği tatlı.” Evin içi iki esmer güzelinin sesiyle inliyordu. Yadigâr yeniden tezgâha oturup elindeki kabı önüne yerleştirdi ve annesiyle birlikte kabın içine malzemeleri koymaya başladı. Sıra unu katıp hamuru yoğurmaya geldiğinde ise ortalık birazcık kirlenmiş, dahası onlar baştan aşağı una bulanmışlardı. Simsiyah saçları, yüzleri, kıyafetleri unla kaplıydı ama ikisi de bunu problem etmiyordu. Keyifleri yerindeydi ya, gerisi mühim değildi.

Yoğurdukları hamuru küçük bezelere bölüp incecik açmaya başladılar. Hamuru önce Yadigâr açıyor, Bergüzar ise onun yamuk yumuk da olsa açtığı hamuru inceltiyordu. İncelen hamurların içine çikolata koyan kızının ardından hepsini kapatıp yuvarlak şekil verdiğinde son aşamaya gelmişlerdi. Tatlıları birlikte tepsiye dizip fırına yerleştirdikten kısa süre sonra kapıdan giren Alparslan ve Ayaz’ın şaşkın bakışları ikisinin üstünde donup kaldı. Birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından hepsi kahkahalarla birbirlerine gülerlerken Alparslan karısına yaklaşıp dudaklarına küçük bir öpücük kondurdu.

‘’Bebeğim, saçlarına undan aklar düşürmüşsün.’’

“Sana yetişebilmenin başka yolunu bulamayınca.” Dedikten sonra poposuna inen tokatla yerinden sıçramıştı.

“Çok ayıp…”

“Asıl senin yaptığın ayıp. Kocanla dalga geçiyorsun Bergüzar Hanım.” Yadigâr, annesiyle babasının bu hâline hayranlıkla bakarken, Ayaz’ın gözü fırındaki tatlıdan başka hiçbir şeyi görmüyordu.

‘’Anne, bu ne?’’ diye sorduğunda bile gözleri hâlâ fırındaydı. Bergüzar ona gülerek

‘’İzmir bombası.’’ Dediği anda Alparslan’ın gözleri kocaman olmuştu.

‘’Şaka yapıyorsunuz!’’ derken eğilip fırına baktı.

‘’Vallahi yapmışsınız.’’ Bergüzar eline eldiven giyip fırına yaklaştı ve başında bekleyen meraklıları kovaladı. Fakat onların heyecanlı hâline gülmeden edemedi. Fırından çıkardığı tepsiyi tezgâha bırakmasıyla kocası ve çocukları soluğu tepsinin başında almışlardı. Suratlarındaki sabırsız ifadeyi gören Bergüzar sıcak tatlıdan birini bölüp, ağızlarına küçük parçalar hâlinde verdi. Ayaz’ın gözleri hamurun içini dolduran çikolatayı hissetmesiyle kayıp giderken, Alparslan konuşmayı bırakmış ânın keyfini çıkartıyordu. Yadigâr ise küçücük ağzını dolduran sıcaklıkla baş etmeye çalışırken, annesine hayran hayran bakıyordu. Hepsi aynı anda nefes alıp

‘’Çok güzel!’’ dediğinde Bergüzar gülümsedi ama bir kez daha tatlı yemelerine izin vermeyerek

‘’Yemek hazır! Devamı yemekten sonra.’’ Dedi. Hayal kırıklığı yüzlerinden okunan Ayaz, Yadigâr ve Alparslan kendilerini bekleyen masaya ilerlerken gözleri hâlâ tatlıdaydı.

Yemeğin ardından salona geçip bir süre sohbet etmiş, tatlılarını yemişlerdi. Çocuklar babalarıyla sohbet ederken salondan çıkan Bergüzar, birkaç dakika sonra geri geldiğinde neşeyle şakıdı.

‘’Bu gece ne gecesi?’’ Arkasına sakladığı şeyi göstermemek için kapıdan kafasını uzatmış içeride oturan üç kişiye dikkatle bakıyordu. Hepsi bir an durup düşünürken Ayaz ayağa fırladı ve zıplayarak

‘’Oyun gecesi.’’ Diye bağırdı. Hafta içi çok yoğun çalıştıkları için çocuklarla yeteri kadar vakit geçiremiyorlardı. Bunun çözümünü ise Cuma akşamlarını oyun gecesi ilan ederek telafi etmeye çalışıyorlar. Bergüzar içeri girip elindeki oyuncağı gösterdiği anda çocuklar sevinç çığlıklarıyla salonda koşarlarken, Alparslan kırlentler yardımıyla kendini gömüyordu.

‘’Hayır ya! Kaç yaşında adamım bebeğim. Bu oyunu oynayamam. Karizmama ters!’’ derken Bergüzar kahkaha atıp, yüzüne kapattığı kırlentleri kaldırdı.

‘’Kalk bakalım koca adam. Bu hafta da eğitici değil, eğlenceli bir şeyler oynayalım.’’ Dediği gibi Alparslan’ı orta sehpanın yanına getirdi ve yere oturttu.

‘’Pie Face ne kadar eğlenceli bir oyunsa artık!’’ derken karısına surat asmış bakıyordu. Çocuklar heyecanla sehpanın iki yanına geçip yerdeki minderlere oturdular. Bergüzar da tıpkı onlar gibi oturup oyuncağı ve sprey krem şantiyi sehpaya koydu.

‘’Kuralları herkes biliyor değil mi?’’ çocuklar

‘’Evet.’’ Diye bağırırken, Alparslan gözlerini devirip

‘’Hayır!’’ dediğinde Bergüzar ona sırıttı. Oyuncağa düşmanıymış gibi bakıp homurdanışıyla çocuklar gülmeye başlamıştı.

“Kuralları biliyorsun baba… Hadi ama oynayalım. Lütfen.” Diyen kızının yüzündeki hevesli ifadeye, oğlunun sessiz ama heyecanlı hâline dayanamamış ve başını sallayıp durumu kabullenmişti. Suratsızlığına inat oyun başladığında ilk oynayan Ayaz, kazasız bir şekilde oyuncağı kendisine uzatınca suratı iyice asılmıştı.

‘’Kesin o krem şanti benim yüzüme fırlayacak.’’ Derken sayıların olduğu çarkı döndürdü, çenesini oyuncağın çeneliğine dayadı ve oyuncağın kolunu çıkan sayı kadar çevirmeye başladı. Birkaç santim ötesindeki plastik elin üstü krem şanti doluydu ve kolu her çevirdiği an o el suratına havalanacak gibi hissediyordu. Çocuklar ve Bergüzar’ın gözleri ise pür dikkat Alparslan’daydı. Ve o çok beklenen olay gerçekleşti. Alparslan kolu son kez çevirmek için hamle ettiği anda krem şantinin hepsi suratına fırlamıştı. Bir anlık şoktan sonra gülmeye başlayan Bergüzar ve çocuklara söylenerek yüzünü silerken oyuncağı Bergüzar’a uzattı.

‘’Bunun bir intikamı olacak Bergüzar Hanım. Bilin istedim.’’ Derken gözleriyle kadını yakıp geçmişti sanki. Gece Bergüzar için unutulmaz geçeceğe benziyordu. Kadın yeniden oyuna odaklanıp oynamaya devam ederken suratını kaplayan krem şantiyle şok oldu.

‘’Ama ya! Bir an olmayacak sandım.’’ Derken bu sefer gülen Alparslan’dı. Karısının burnunun ucundaki krem şantiyi alıp tadına bakarken

‘’Bergüzar’lı krem şanti de güzelmiş.’’ Diyerek dalga geçiyordu. Gecenin sonunda hepsi batmıştı. Oyuncağa sinirlenen Alparslan krem şanti dolu şişeyi alıp bir anda karısına ve çocuklara sıkmaya başlayınca ortalık iyice karıştı. Çocuklar çığlık çığlığa odalarına kaçarlarken Bergüzar yatak odasına zor varmıştı. Arkasından açılan kapının hızla kapandığını duyduğunda ise daha banyoya bile varamamıştı. Alparslan kapıyı kilitleyip karısına doğru yürüdü ve onu duvarın önünde sıkıştırdı.

‘’Şimdi intikam vakti.’’

***

Hafta sonunun en keyifli tarafı bütün ailenin bir arada olmasıydı. Çocuklar havuzda yüzerken erkekler çardak altında oturmuş sohbet ediyordu. Hanımlar ise bahçedeki ağacın altındaki masada kahvelerini yudumluyordu. Hepsi kahvelerinden keyifle yudum alırken Toprak yüzünü asıp elindeki meyve suyuna gözlerini devirince Bergüzar gülerek elini onun kocaman olan karnına uzattı. Kısa süre sonra aileye bir torun daha katılacak, Toprak ile Arda’nın bir kızı olacaktı.

“Asma suratını. Kahve içince miden bulanıyor biliyorsun.” Diyen ablasına gülümseyip

“Biliyorum.” Dedi ve meyve suyunu yudumladı. Birkaç yıl önce Tıp Fakültesinden mezun olan Toprak Kalp ve Damar Cerrahisi alanında uzmanlık eğitimi almaya başlamış. Hamileliğinin ilerlemesiyle izne ayrılınca evde vakit geçirmek onu epey bunaltmıştı ama ağzını açıp tek kelime etmemişti. Çünkü bebek müjdesi hiç bekledikleri, umut ettikleri bir haber değildi. Genç yaşta iki kez kanserle mücadele etmiş, o yıllarda gördüğü tedaviler de vücudunda bazı sıkıntılara yol açmıştı. Bu sıkıntıların en büyüğü çocuk sahibi olmasının zor hatta imkânsız görülmesiydi. Arda bu durum karşısında sakin olmayı başarıp her şeyi akışına bıraksa da Toprak’ın anne olamama ihtimalini kabullenmesi uzun ve sancılı sürmüştü. İkisinin de umudunu kaybettiği anda ise bebekleri olacağı haberi ailede bayram havası estirmişti.

İşte bu yüzden Toprak evde oturmaktan sıkılsa da kahve içemediği için surat assa da bunların hiçbirini kelimelere dökmüyordu. Zaten kızının varlığını düşünmesi de tüm bunları yok saymasına yetiyordu.

“Nasılsın? Ağrıların hâlâ devam ediyor mu?” diye sorarken kardeşinin saçlarını okşayıp yanağına uzun bir öpücük kondurmuş, Toprak ise onun kolları arasına girmişti.

“Özellikle geceleri hiç durmuyor. Kıpır kıpır ve olması gerekenden daha kilolu olduğu için bu beni biraz yoruyor ama o iyi olsun yeter.” Son sözleriyle tebessüm eden Bergüzar bir eliyle Toprak’ın saçlarını, diğer eliyle de karnını seviyordu. Tam bu sırada elinin altında kıpırdanan yeğenini hissedince gözlerine yaşlar doluvermişti.

“Merhaba teyzecim. Bu haylaz çocukların arasına katılmak için sabırsızlandığını biliyorum. Ama az kaldı. Yakında yanımızda olacaksın ve biz seni çok seveceğiz. Öpüp koklayacağız.” Dediği sırada bahçeden içeri giren aracı görmeleriyle herkesten sevinç dolu sesler yükselmişti. Hepsi bir anda ayaklanıp sürpriz misafirlerini karşılamak için ilerlediler. Araçtan inen Yaşar ve Zeynep, aileye gülerek bakıp arka kapıya yönelince hepsinin heyecanı artmıştı. Zeynep uzun süre evlenmekten korktuğu gibi çocuk sahibi olmaktan da korkmuştu ancak Yaşar ne yapıp etmiş ve onu ikna etmişti.

Fotoğraflar ve görüntülü aramalar sayesinde gördükleri bebeği şimdi canlı göreceklerdi. Heyecanın asıl sebebi buydu. Zeynep kucağına aldığı kızını arabadan çıkardığı anda bir yaygara kopuvermişti. Zeynep gibi kıvırcık, kızıl saçlı, bembeyaz tenli kız, babası gibi masmavi gözlerini kalabalığa çevirmiş tatlı tatlı bakınıyordu. Zeynep ‘merhaba’ deyip herkese gülümsese de önce Armağan’la kucaklaştı. Neredeyse çocuklukları bir arada geçmiş iki kadının da gözleri dolu doluydu. Çünkü ikisi de peş peşe doğum yapmıştı. Armağan, dördüncü çocuğu Destan Neşe’yi, Zeynep ise Mihriban Ada’yı iki gün arayla dünyaya getirmişlerdi. Çocuklukları birlikte geçmişti, şimdi ise çocukları birlikte büyüyecekti. Öyle farklı ama öyle güzel bir duyguydu ki onları da bu duygulandırmıştı.

“Senin güzelliğini ne yapacağız teyzem…” derken küçük kızı kucaklayan Armağan gibi Zeynep de Destan Neşe’yi kollarına almıştı. Gelecekte tıpkı anneleri gibi dosttan ziyade kardeş gibi olacak iki kız bebeğin tanışmasından sonra Zeynep ve Yaşar bütün aileyle kucaklaştı. Bahçedeki upuzun masanın etrafında toplandıklarında hasret dolu bir sohbet başlamıştı. Bu sırada da herkes Mihriban Ada’yı kucaklayıp seviyordu. Bebeğin sakinliği, güleç yüzlü oluşu, kimseyi yabancılamaması hepsini mest etmiş.

“Mihriban Ada…” Bergüzar kızı kollarına alıp kokusunu yavaşça içine çekti.

“Sen ne güzelsin küçüğüm.” Deyip ona sevgiyle bakarken Alparslan’ın gözleri karısı ve kollarındaki küçük kıza dönmüştü. Gülümseyerek

“Bizimkiler büyüdüler galiba. Bir tane daha mı yapsak Bergüzar?” Deyip karısına çapkın çapkın bakıp göz kırptı. Onun bu sözleri herkesi güldürürken Bergüzar, Mihriban Ada’yı Alparslan’ın kollarına bırakmış

“Bence böyle gayet iyiyiz.” Deyip tıpkı onun gibi göz kırpmıştı. Alparslan yenilgiyi kabul edip gözlerini karısından ayırdı ve kucağındaki küçük kıza dikkatle baktı. Saçlarını öperken

“Hoş geldin Ada kız.” Diye fısıldadı. Ada, aileye ilk kabulünün daha bir buçuk yaşındayken yaşandığından ise tamamen habersizdi. Alparslan küçük kızı severken yanına gelen Ayaz ve Yadigâr’a baktı. Çocuklar kalabalık ve bol çocuklu bir ailenin içerisinde büyüdükleri için kıskançlık duygusunu hiç tatmamışlardı ve bu durum en çok ebeveynlerini mutlu ediyordu. Yadigâr heyecanla babasına yaklaşıp

“Onun adı ne?” Diye sorduğunda Alparslan tam cevap verecekti ki Ayaz

“Turuncu!” Dedi. Gözleri küçük kızın üstüne kilitlenmişti sanki. Merakla onlara yaklaştı ve Ada’nın saçlarına dokundu.

“Adı Mihriban Ada. Turuncu falan değil!” Diyen Alparslan oğluna uyarı dolu bakışlar atıyordu.

“Ama bence bu isim ona çok yakıştı.” Ayaz bu ismi küçük kıza çok yakıştırmıştı ve ona Turuncu demekte kararlıydı. Tabi bu kararlılığının yıllar sonra başına açacağı dertlerden de bir haberdi. Zaman geçecek, çocuklar büyüyecek ve Kara oğlan, taa bugün gönlünü Turuncu kıza verdiğini anlayacaktı. Ancak o günlere çok vardı.

Çocuklar akşam olup hava kararıncaya kadar bahçede oyun oynamaya devam ederken büyükler de misafirleriyle ilgilenmişlerdi. Yemek masası kurulup rakı şişeleri açıldı. Hasret kaldıkları dostlarıyla uzun uzun sohbet ederlerken saatler ilerledi. Çocuklar çoktan yataklarına gidip uyumuş, bahçeye garipsedikleri bir sessizlik çökmüştü. Bütün gün duymaya alıştıkları sesler kesilince eksik hissediyorlardı sanki.

Herkesin keyfi yerindeydi, gözlerinin içi gülüyordu. İşte bu anlarda kötü bir haber gelir de o gözlerdeki mutluluğu çalardı ya, o gece de öyle oldu. Ne yazık ki Alparslan’ın geve vakti çalan telefonu sohbeti kesti. Gözler onun üstüne dönüp neler olduğunu anlamaya çalışırken Alparslan’ın yüzü değişiverdi. Yeşil gözleri karardı, teninin rengi beyaza çaldı sanki. Telefonu kapatıp merakla yüzüne bakan ailesine döndü.

“Eşref Hulusi Açıktan hayatını kaybetmiş.” Ender ve Eren’in babası, Meral’in kocası Hulusi Bey göçüp gitmişti. Oğlu Eren ve karısı Meral’in yaptıklarından sonra hayat onun için epey zor olmuştu. Kendisinden çalınanları toplayıp yeniden ayağa kalkmıştı ancak psikolojik olarak da çökmüştü. Bu da onu hasta etmişti. Hastalıkla daha fazla mücadele edemeyen bedeni iflas edince kaçınılmaz son yaşanmıştı.

Masayı derin bir sessizlik kaplarken Bergüzar ve Alparslan’ın gözleri buluştu. Hulusi Bey, yıllar evvel verdiği sözü tutmuş, oğlunu ve karısını aileye yaklaştırmamayı başarmıştı. Peki ya şimdi? Şimdi Eren gibi takıntılı, hasta ruhlu bir adamı kim tutacaktı?

Bu düşünceler herkesin aklından geçiyordu ancak kimse tek kelime etmiyordu. Gece sabah döndü, günler birbirini izledi. Bu sırada güvenlik önlemleri arttırılmıştı fakat içlerine düşen endişeyi hiçbir önlem gideremiyordu.

Kum torbasına ardı ardına inen yumrukların ve tekmelerin sesi odanın içini doldururken, Alparslan evin alt katına yapılan spor salonunun kapı kirişine omzunu dayanmış, içindeki endişeyi kusmaya çalışan karısını izliyordu. Biraz daha bu şekilde devam ederse kendine zarar vereceğinin farkındaydı. O yüzden sakince adımlayıp Bergüzar’ın boşluğundan yararlandı ve onu yere yatırdı. Bergüzar bir an ne olduğunu anlayamayarak nefes nefese karşısındaki yüze baktıktan sonra

“Alparslan?” Demeyi başardı.

“Yarın kaslarının ağrısından duramayacaksın. Ben ise kas ağrısı yerine başka bir ağrıdan mustarip olmanı tercih ederdim.” Demesiyle karısının dudaklarına öpücükler kondurmaya başladı. Bergüzar’ın ellerindeki bandajları çıkartmak için hamle ettiği sırada

“Ringe gel.” Diye fısıldadı ve sözlerini tamamlamasıyla kocasını üstünden attı. Alparslan onun bu çevikliğine gülerken Bergüzar ayaklanıp ringe çıktı ve onu beklemeye başladı. Adam tişörtünü tek hamlede çıkartıp atarken, spor odasının kapısını kilitledi ve doğruca karısına yürüdü.

“Öyle ya da böyle üstünde durduğun ringde sevişeceğiz bebeğim. O yüzden fazla yorulmak gibi niyetim yok.” Bergüzar silik bir gülüşle onun bu açık sözlülüğüne gülerken emreder gibi

“Isın!” Dedi. Alparslan ona dikkatle bakarken ringe adım attı ve eldivenlerini taktı.

“Gittikçe bana benziyorsun yavrum. Bilmem farkında mısın?” Bergüzar birkaç adım önünde durup bandajlarını çıkarttı ve onun yerine el lapalarını taktı. Alparslan verdiği komutla el lapalarına yumruklar atmaya başladı. İki beden ringin üzerinde tüm hareketlerini senkronize olarak yapıyorlardı. Bergüzar ise tüm darbelerini firesiz karşıladıkça Alparslan daha da hızlandı, ter damlaları bedeninden akarken Bergüzar’ın dikkatinin dağılmak üzere olduğunun farkındaydı. Alparslan’ın kasıklarından düşecekmiş gibi duran şortu, gözler önüne serdiği vücudu, sol göğsünün üstündeki kartal dövmesi ve kalbinin üstünde yazan isimlerini görmek aklını karıştırıyordu. Bu sırada gelen bir hamleyi karşılayamayınca Alparslan’ın güldüğünü fark etti.

Kocasının yapmak istediğini anlamasıyla kaşları çatıldı ve bir anda karın boşluğuna tekmesini geçirdi.

“Gıcık herif!” Derken el lapalarını çıkartıp attı ve elleri anında üstündeki tişörte gitti. Tişört terden bedenine yapışmıştı ama onu çıkarttığı gibi ringin dışına savurdu.

“Ama bu haksızlık Esmerim…” spor sütyeni ve poposunu zor örten şortuyla kocasının karşısında dururken sırıttı.

“Ben sana göre hâlâ giyiniğim sevgilim.” Deyip Alparslan’a yaklaştı ve dudaklarına küçük bir öpücük bıraktı. Bu sefer ellerine eldivenlerini takmasıyla aralarındaki mücadelede başlamış oldu. Terden sırılsıklam oluyor ama bunu umursamıyorlardı. Hâlâ kontrollü şekilde devam eden mücadeleyi kızıştıran Alparslan’ın son hamlesiyle öfkeden gözleri parlamıştı. Böyle devam ederse yenilecekti.

Gözlerinde parlayan kazanma hırsı gören Alparslan durdu ve eldivenlerini çıkartıp onu belinden kavradı, ayaklarının arkasına çelme takıp ringin ortasına yatırdı.

“Öfken, hırsın sakatlık çıkaracak.” Derken sesi uyarı doluydu. Bergüzar bir an ne olduğunu anlamasa da kollarını zemine yapıştıran kolları yakalayabilmek için eldivenlerinden kurtulmaya çalışırken, bacaklarını ona sarmış kalçalarını sıkıştırıyordu. Bu durum ise Alparslan’ı tahrik ediyordu.

“Ateşle oynuyorsun yavrum.” deyip tenine dudaklarıyla dokunmaya başlayınca Bergüzar ani yakınlıkla çığlık atmıştı. Kocasının gülümsediğiniyse tenine değen dudaklarının kıvrılmasından anlayabilmişti. Sıktığı bacaklarından güç alıp Alparslan’ı üstünden atarken, kendini onun üstünde oturur hâlde buldu.

“Sen ne inatçı, öfkesini kontrol edemeyen, sinirli bir kadın oldun böyle!” Alparslan, Bergüzar’ın ellerini yakaladığı gibi onu yeniden ringin zeminine yapıştırdı.

“Derdin ne Esmerim? Susma söyle derman olayım.” Sözlerini duymasıyla gözlerini kapatmış, gözyaşları yanaklarına dökülmüştü.

“Ya geri gelirse. Onun ne kadar kindar olduğunu biliyorsun. Hulusi Bey yıllarca onu takip etti, bize bir kez daha dokunmasına engel oldu ama… O, her şeyini bizim yüzümden kaybettiğini düşünüyor. Öyle bir düşünce, var olan öfkesini ne hâle getirmiştir, nasıl büyütmüştür düşünsene.” Bir süre sessizce birbirlerine baktıktan sonra Alparslan dudaklarını onun alnına bastırıp kokusunu içine çekti.

“Evin ve herkesin etrafındaki güvenlikler bilgilendirildi. Elimizden gelen en iyi şekilde önlemimizi aldık.” Bergüzar hafifçe başını salladı ve zorla nefes aldı.

“Gelemez, bize dokunamaz demiyorsun. ‘Elimizden gelenin en iyisi’ diyorsun.” Alparslan huzursuzluğunu açıkça belli eden bakışlarla

“Evet.” Dedi ve devam etti. “Çünkü o manyağın neler yapabileceğine akıl sır erdiremiyorum. Toprak’a yaptıklarından sonra… Üzgünüm, özür dilerim.” Bergüzar onun da ne kadar gergin ve üzgün olduğunu görmüştü. Başını zeminden ayırıp dudaklarına yaklaştı.

“Hadi devam edelim ve bu sefer dövüşmek yerine sevişelim.” Alparslan’ın birkaç saniye sekteye uğrayan nefesi, ardından yükselen kahkahası yüzünü güldürmüştü.

***

Sabahki dövüşme ve ardından sevişme fikri ikisine de iyi gelmişti. İçlerini kemirip duran gerginlik son bulmamıştı ancak o gerginliği çocuklarına yansıtmamayı başarmışlardı. Öğleden sonra çocuklar güneşin ve havuzun keyfini çıkarırken Alparslan’la Bergüzar da çalışma fırsatı bulmuştu. Akşam yemek saatinin gelmesiyle çalışma odalarından çıktıklarında evin içini inleten bağırışı duydular ve ‘yine ne oldu acaba’ der gibi göz göze geldiler.

“Anne… Ben bıktım bu çocuklardan!” ortalığı birbirine katan Nazlı Yadigâr’ın sesiyle hızla merdivenlerden inen Bergüzar’ın arkasından Alparslan da geliyordu.

“Kızım, neden bağırıyorsun?” Yadigâr, abisiyle Cihangir’e öfkeyle bakıp onlara doğru koştu ve Cihangir’e tekme attı. Alparslan gördüğü bu manzaraya kahkahalarla gülerken

“Aferin kızım!” Diye bağırıp ıslık öttürüyordu. Fakat Bergüzar ise Nazlı Yadigâr’ı çocuklardan ayırıp kucağına almaya çalışıyordu. Kısa süreli bir mücadelenin sonunda kızını kucaklamayı başarmıştı.

“Çok ayıp kızım!”

“Ayıp diyene bak! Anasına bak kızını al demişler Bergüzar Yalın!” Sözlerini duymasıyla kocasına dönüp imalı imalı güldü.

“Bana bakıp, kızını alacak adamın vay hâline. Hayatında yaptığı en son şey bu olurdu herhalde.”

“Doğru bildin yavrum.” Derken kollarını karısının beline dolayıp dudaklarına küçük bir öpücük kondurmuştu.

“Ben, bu gıcıklarla yemek yemeyeceğim.” Yadigâr’ın erkekleri boykot etmesine kahkaha atıp kapıya yönelen Bergüzar kollarında sıkıca tuttuğu kızıyla kapıdan çıkarken

“Bu akşam siz erkek erkeğe yemek yiyeceksiniz beyler! Biz kızımla gidiyoruz.” Demişti. Süleyman Bey ile Neşe Hanım’ın evine doğru ilerleyip kapıyı çalarken Yadigâr hâlâ olanları anlatıyor, durmadan söyleniyordu. Kızının öfkesine gülüp, gönlünü kırmamak için dişlerini sıkarken kapı Süleyman tarafından açıldı.

“Kızlarım…” Bergüzar, Süleyman Bey’e sarılıp öptükten sonra Yadigâr’ı onun kucağına bıraktı. Süleyman Bey de önce büyük kara kızını, ardından da küçük kara kızını alnından uzunca öptü.

“Akşam yemeğine size geldik.”

“Hoş geldiniz, geçin içeri. Neşe, kara kızlarımız geldi.” Karısı ve kızının eve girişini pencereden izleyen Alparslan, ikisinin de bir olup kendilerini öylece bırakıp gitmelerine gülüyordu. Onlar gözden kaybolunca masaya dönüp iki küçük adama baktı.

“Kızımı yine nasıl delirtmeyi başardınız merak ediyorum?” Cihangir derin bir nefes alıp kararlı bakışlarını Alparslan amcasına çevirdi. Bu sırada Alparslan onların kâselerine çorba koymuş ve yerine oturmuştu.

“Okulda onu rahatsız eden olursa bize söylemesini söyledik. O da sinirlendi.” Alparslan gülmemek için yanağının içini kemirirken

“Bir şey sorabilir miyim? Öyle bir şey olursa nasıl baş etmeyi düşünüyorsunuz?” Diye sormaktan kendini alamadı. Bu iki küçük adamın vereceği cevabı çok merak ediyordu. Ayaz ve Cihangir önce yumruklarını tokuşturdular sonra o yumrukları Alparslan’a çevirdiler.

“Böyle baş etmeyi düşünüyoruz!” bu cevapla ve görsel şovla Alparslan’ın kahkahaları evi sarmıştı. İkisinin de saçlarını karıştırarak severken

“O yumrukların güçlenmesi için yemek yemeniz lazım. Hadi, çok bile gevezelik ettik.” Deyip gözleriyle tabaklarını işaret etti.

“Ulan hergeleler!” mırıltısı dudaklarının arasında dolanırken yemeğine başladı. Bu sırada Süleyman Bey ise Yadigâr’ı kucağına oturtmuş, onun büyük dertlerini dinlemeye hazırlanıyordu.

“Söyle bakalım güzel kızım, o hergeleler seni niye sinir etti?”

“Biri beni rahatsız ederse, onlara söyleyecekmişim. Kaba kuvvetle iş çözecekler uyuzlar!” Dediğinde Süleyman, gülmemek için dudaklarını kemirdi.

“Hmm, sen de buna kızdın öyle mi güzel kızım?”

“Evet dedem. Kavga edip duruyorlar. Ama kavga kötü bir şey değil mi dedem?” Süleyman, torunuyla birlikte oğlanlara kızar gibi yaparken

“Kavga kötü bir şey dedeciğim. Kavga edilmez.” Demesiyle gözlerini önündeki tabaktan ayırdı ve kendisine imalı imalı bakan Neşe ve Bergüzar’ı gördü. Gözleriyle Yadigâr’ı gösterip dudaklarını

“Ne diyeyim yani!” diye oynatmasıyla iki kadın da gülmeye başlamıştı. Yemeklerini yedikten sonra salona geçtiklerinde Bergüzar aile grubuna “Annemlerdeyiz. Çaya bekliyorlar.” mesajını attı. Mesaj iletildikten kısa süre sonra herkes eve gelmeye başlamış, çocukların neşeli sesi evi sarmıştı. Bu sırada mutfaktan elinde pasta ve meyve suyu dolu tepsiyle çıkan genç kadın

“Çocuklar, üst katta sizin için çok güzel şeyler hazırladım. Hadi gelin.” Demiş, pasta ve meyve suyunu gören çocuklar ise onun peşine takılmıştı. Çocuklarla oldukça iyi anlaşan bu genç kadın, Neşe ve Süleyman’ın yeni yardımcısıydı. Kısa sürede hem ev işlerine alışmış, hem de çocuklara kendini sevdirmeyi başarmıştı.

Evin küçüklerinin yokluğunda işten güçten konuşup çaylarını içerlerken çocukların odasından kopan çığlık sesleriyle hepsi göz göze gelmişti.

“Ayaz ve Cihangir, eğer bu çığlıkların sebebi sizseniz…” diye üst kata seslenen Alparslan, onların bir yerlere saklanıp sonra da dışarı çıkarak çocukları korkuttuklarını düşünmüştü. Fakat çığlıklar kesilmeyince gözlerindeki sakinliğin yerini endişe almaya başladı ve hepsi bir anda ayaklandı. Bir şey olmuştu. Ne olduğunu bilmiyorlardı ama akıllarından geçen yeni düşünce çocuklardan birinin düşüp kendini sakatlamış olma ihtimaliydi.

Onlar telaşla salonun kapısına vardığında çocuklar görüş alanlarına girmişti. Hem de arkalarında çocuklara silah doğrultmuş Eren Açıktan’la birlikte. Onu evin içinde görmek zaten herkesi şoka uğratmıştı. Bir de çocuklara silah çektiğini görmek vardı ki bunu anlatacak kelime yoktu. Korku, endişe, onları koruma arzusu, hiçbir şey yapamamanın çaresizliği, öfkesi… Duyguları karmakarışıktı.

‘’Benden o kadar çabuk kurtulabileceğinizi nasıl düşünürsünüz!’’ diyen adamın yüzündeki çirkin gülümsemeye eşlik eden nefret dolu sözleri kulaklarında çınlarken evin mutfağından elinde silahla çıkan kadın çalışan ise ikinci şokun başlangıcı oldu. İşe yeni giren kadına bakıp kalmışlardı.

‘’Hangileri onların?’’ sorusunu soran Eren, Alparslan ile Bergüzar’ı işaret edince kadın çocuklara yaklaştı ve Ayaz ile Yadigâr’ı kollarından tutup çekiştirerek diğer çocuklardan ayırdı. Alparslan’ın

“Sakın!” diye bağırışına, Yadigâr’ın çığlıkları eşlik ediyor, Eren ise katıla katıla gülüyordu. Bergüzar, oğluna ve kızına doğru atılmak isterken Alparslan onu belinden yakalamış, kulağına

“Sakin ol Esmerim. Sakin ol, onlara hiçbir şey olmayacak.” Diye fısıldıyordu.

‘’Buraya nasıl girdin bilmiyorum ama bu kapıdan çıkamazsın Açıktan!’’ öfkeyle bağıran Ertuğrul’a gülen Eren, silahı yeniden çocuklara doğrulttu.

‘’Bunların hangileri senin Ertuğrul…’’ derken gözleri Armağan’ı da bulmuş ve pis pis sırıtmıştı.

‘’Ve eski dostumuz Armağan!’’ çocuklara dikkatle baktı ve namluyu Mavi’nin başının üstünde durdurdu.

‘’Bu küçük sarı kız aynı sana benziyor. Gözleri, saçları, yüzü…’’ Armağan titreyen bacaklarına hâkim olamamaktan korkarken Ertuğrul’un eline sıkıca tutundu.

‘’Yüzünde gördüğüm bu korku… İkinizin de kibirli bakışlarını örten bu korku var ya… Bana istediğim cevabı verdi.’’ Bir an susup yeniden gülerken Alparslan ve Bergüzar’ı göstermişti.

“Ama bu ziyaretimin sebebi siz değilsiniz, onlar! Çünkü her şey onlar yüzünden oldu.” Dedikten sonra silahını bir anda ateşledi. Evin içinde kopan çığlıklar gecenin sessizliğini yırtarken site güvenlikleri geç kalınmış bir koşu sarf ediyorlardı.

 

Gönül isterdi ki hep iyi olsun çok iyi olsun

Bütün acılar bitip her an hoş olsun

Ama ne yaparsın insanoğlusun

Acı olmayınca tatlı da olmaz

 

ESMERİM – ABRE / 17.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!