17.BÖLÜM
ABRE; 1) Gözyaşı
2) Tutkular, Duygular Anlatan Bakış
Silah sesi evin içinde yankılandığı an kopan çığlıkların arasından kurtulup evden kaçmaya çalışan Eren arka bahçeye bakan pencereden atlayarak çıktı ve hızla koşmaya başladı. Kimseyi vuracak cesareti olmadığı için havaya ateş etmişti. Alparslan çocukların gözlerindeki korkuya ve yaşlara bakarken içinde büyüyen öfkeyle koşarak evden çıktı ve Eren’in peşine takıldı. Bergüzar o hengâmede kocasının dışarı çıktığını bile anlamamıştı. Bırakın Bergüzar’ı kimse Eren ve Alparslan’ın yokluğunun farkında değildi. Atilla ve Ertuğrul çalışanları olarak hayatlarına giren kadını etkisiz hale getirip, elindeki silahı alırken bütün aile korku dolu anlar yaşayan çocuklarını sakinleştirmeye çalışıyordu. Alparslan’ın yokluğunu ilk fark eden ise Neşe Hanım oldu. O da evladını arayan, iyi olduğunu görmeye çalışan bir anneydi sonuçta ve oğlunu göremeyince herkesin aklını başına getirecek o ismi söyledi. “Alparslan!” Hepsi sessizleşip, duruldu. Alparslan’ı görme umuduyla etrafa baktılar. Bergüzar titreyen ellerini yumruk yapıp ayağa kalktığı anda Süleyman Beyle göz göze geldi.
“Baba… Alparslan nerede?” Atilla, Ertuğrul, Murat ve Arda koşarak dışarı çıkarken güvenliklerin bir yere doğru topluca ilerlediğini fark ettiler. Güvenlik araçları park alanından tek sıra halinde çıkıyordu.
“Yekta! Abim nerede?” Yekta onlara bakmaya bile fırsat bulamadan arabaya koşmaya devam etti.
“Eren Açıktan’la aynı araçtalar ve hızla uzaklaşıyorlar. Aracı Eren kullanıyor!” Dört adam birbirlerine korkulu gözlerle bakıp kaldıktan kısa süre sonra Ertuğrul kendine gelip kapalı otoparka koşmaya başlayınca diğerleri de onu takip etmişti. Alparslan ise hızla giden arabanın içinde Eren’in başına silah dayamış hâlde bilinmezliğe doğru ilerliyordu.
“O tetiği çekersen ikimiz de ölürüz. Bunu biliyorsun değil mi Yalın?” deyip gülmeye başladı. Aklı başında değildi. Ya delirmişti, ya da bir maddenin etkisi altındaydı. Hareketleri normalin dışındaydı ve durmadan terliyor, aynı zamanda da titriyordu.
“Madde bağımlısısın değil mi?” Eren dişlerinin arasından tıslayarak gülerken Alparslan’a baktı.
“Kafam o kadar güzel olmasa mabedinize girmeye nasıl cesaret edebilirdim, Alparslan Yalın?” Deyip bu sefer kahkahalar atmaya başlamıştı.
“Bozuk saat bile gün iki kere doğruyu gösterir misali! Şerefsiz geri zekâlılar bile bazen doğru şeyi söyleyebilir.” Eren direksiyonu öfkeyle sıkıp
“Bizi takip ediyorlar! Söyle adamlarına peşimizi bıraksınlar. Yoksa arabayı uçurumdan aşağı sürmekten asla çekinmem.” derken Alparslan aynalardan arkaya baktı. On kadar araba peşi sıra kendilerini takip ediyordu.
“Sen bunca adamın arasından, kale gibi siteye nasıl girdin Açıktan?” Eren gözlerini bir an bile yoldan ayırmazken yine pis pis sırıtarak cevap verdi.
“Sizinle çalışan o kızın sayesinde girdim. Bana o yardım etti.”
“Tamam, yardım etti. Orasını anladım fakat kapılardan nasıl geçtin?” Eren yine gülmeye başladı.
“Kapıdan girdiğimi kim söyledi Alparslan! Ben, yerin altından girdim.” Demesiyle Alparslan dişlerini sıkmış, karanlığa uzanan yol ve Eren arasında gözlerini gezdirmişti. Her evin altında bulunan ve sitenin dışına uzanan tünelleri kullanarak içeri giren, akıllı ama şerefsiz adama öfkeyle bakıyordu.
Şimdi ona saldırsa ve onu etkisiz hâle getirse aracı nasıl kontrol edip, en az hasarla durdurabileceğini düşünüyordu. Bunu düşünürken bir yandan da karısını, çocuklarını ve ailesinin geri kalanını düşünmeden edemiyordu.
Direksiyonun başındaki adamın hayatta kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını biliyordu. Parasını, itibarını, babasından kendisine kalacak olan şirketi yıllar evvel kaybetmişti. Bu kayıplara sebep olduğunu düşündüğü insanlardan intikam almak içinse sessiz sessiz beklemişti. Ne zamanki babası vefat etmiş, işte Eren o zaman yeniden harekete geçmişti. Onu ailelerinden uzak tutan Eşref Hulusi Bey’in vefatıyla aslında herkes teyakkuza geçmiş ve Eren’in hamle yapmasını beklemişti. Ancak Eren beklediklerinden çok uzun süre sonra, tam da rahatlamaya başladıkları anda geri gelmişti.
Kendi sinirine hâkim olmaya çalışarak Eren’le konuşmayı ve onu bir şekilde ikna ederek, bu araçtan tek parça inmek için çabalamaya karar verdi. Canı bir tek kendine ait olsa umurunda olmazdı ancak taşıdığı can sadece kendisinin değildi. Yaradanın emaneti bu can, karısına yoldaş, eş olmuşken çocuklarına ise güven ve şefkat veren bir sığınak olmuştu. Hepsinin hakkı vardı canında. Alparslan’ı Alparslan yapan onlardı. Evi, yuvası, ailesiydi. Bir gün karşısına geçip ‘neden o arabaya bindin ve bizi bırakıp gittin?’ diye sorsalar cevap veremezdi. Sahi, ne demeye binmişti bu arabaya? Şuursuzca, mantıklı düşünemediği bir anda öfkesine kapılarak hareket etmişti ancak şimdi aklı ermiş ve pişman olmuştu. Şayet son pişmanlık neye yarardı. Pişman olup kendine söylenmeyi bırakıp derhal harekete geçmeliydi.
Daha oğluyla çizgi film izleyecek, ardından kızına Deniz Kızı masalını okuyacak, onunla uçsuz bucaksız maviliklerde yüzdükleri anların hayallerini kuracak ve çocuklarını huzur içinde uyutmanın mutluluğuyla yatak odasına gidecekti.
Çeşit çeşit geceliklerinden birini giymiş, simsiyah saçlarını özenle tarayıp kendi hâline bırakmış ve yatağa sere serpe uzanmış kitabını okuyan karısının yanına gidecekti. Ona usulca sokulup başucundaki ışığın aydınlattığı esmer tenine içi giderek bakacak ve güzelliğine iç çekecekti. Her gece yatağa yatmadan önce aldığı duşta kullandığı vücut losyonunun kokusu, saçlarına sürdüğü şampuanının kokusuna karışmış olacaktı. Kendisi de bu kokuların mı yoksa Bergüzar’ın teninin kokusunun mu efsunlu olduğu hakkında birkaç kelime edecekti. O konuşacak, karısı bu sözlerine belli belirsiz gülmeye başlayacak ama kitabından gözlerini ayırmayacaktı. Derken Alparslan, dokunuşların sözlerden daha etkili olduğunu mırıldanıp âşığı olduğu tene dokunacaktı. Bergüzar ise daha ilk dokunuşta yenilgiyi kabul edip, kitabını gelişi güzel şekilde başucuna bıraktığı gibi kocasının başlattığı oyuna seve seve dâhil olacaktı.
Yüreği bu düşüncelerle dalgalanırken, aslında evlerinde rutin olan anların ne kadar kıymetli, eşsiz ve şükür edilmesi gerekenler anlar olduğunu anlamıştı. Her akşam yaptığı ve yapacağını zannettiği şeyleri ya bir daha hiç yapamazsa? Düşüncenin yarattığı korkuyla buz gibi olan Buz Adamın eli usulca kalbinin üstünü bulmuştu. Kalbine yazılı, kazılı üç isme de dokunup zihninde iç sesinden yankılanan sözlerini dinledi. ‘Şu kahrolası araç dursun, sizi her zamankinden daha çok seveceğim. Her gün bir öncekinden daha çok seveceğim. Şuradan sağ salim çıkayım. Sizin kokunuzu duymak, gözlerinize bakmak, sizi mutlu etmek dışında hiçbir amacım olmayacak.’
Zaten onların mutluluğundan huzurundan daha büyük bir amacı yoktu. Bunu yıllardır biliyor, hissediyordu. Evet, her zamanki gibi çalışkan ve işinde başarılıydı. Ancak eskiden çalışma hayatında hissettiği hazzı, mutluluğu şimdi hissetmiyordu. Kucağına oturup sakallarını okşayan kızının küçük ellerinin verdiği huzur, adı gibi nazlı nazlı ‘babacığım’ deyişinin yüreğinde yarattığı heyecan, oğluyla oynadığı oyunlar sırasında attığı kahkahalar, film izlerken koyun koyuna uyumanın, her solukta oğlunun kokusunu duymanın mutluluğu hiçbir şeyde yoktu.
Bunları düşünürken birkaç saniye süren sessizliği
“Senin o karın var ya Alparslan!” diyen bu sözler bölüverince Alparslan, gözlerinde şimşekler çaktığını bilerek Eren’e döndü. Ne demişti o? Kime demiş, kimi ağzına almıştı? Karısını mı? Güzeller güzeli karısını mı?
Sanki az önce sakinleşmeye çalışan, mantıklı olmaya çalışan, çocuklarını ve karısını düşünerek sakinleşen, ehlileşen kendisi değilmiş gibi bir anda değişiverdi. Onu sakinleştiren ailesi, aynı zamanda öfkelenmesini de sağlıyordu. Biri onlara dil uzatınca gözüne perde iniyor gibiydi.
“Ne diyorsun lan sen?” İçine dolan öfkeyle tam Eren’in yakasına yapışacakken, onun kendinde olmadığını ve bilincinin iyice sersemlediğini fark etti.
“Seninle yattığını duyan abim, ona daha önce sahip olmadığı için o kadar pişman oldu ki… Anlatamam! Zevkli adamsın Alparslan. Kırkına kadar bekleyip, kaptın kaymak gibi karıyı.” Demesiyle Alparslan elinin tersini Eren’in yüzüne indirmişti. Ne demekti sahip olmak, yatmak… Kaymak gibi karı demek ne demekti? Başına ağrılar girerken, dişlerini var gücüyle sıkıp
“Yemin olsun seni sikerim! Piç kurusu!” Diye arabayı inletircesine bağırdığında Eren olduğu yerde sıçramıştı. Ancak süngüsünü indirmeye de niyetli değildi. Alparslan’a yenilmektense ölmeyi yeğleyecek kadar gözü dönmüş, aklını, kalbini, mantığını kin bürümüştü.
“Hayatın bu arabada benim ellerimdeyken yaptığın hareketlere dikkat et ulan!” Diye bağırınca Alparslan gözünü karartıp adamı yakasından tuttuğu gibi kendine çekti ve kulağına fısıldadı.
“Karıma uzattığın o dili keserim Eren.” Alparslan’ın öfkesini tiye almaya çalışan Eren, direksiyonu tutmanın hayatını da koruduğunu zannederek, onu umursamayıp dilini göstere göstere gülmeye ve Alparslan’ı kışkırtmaya devam ediyordu ki bir an da kendi kanının cama doğru fışkırmasıyla şoka girdi.
Alparslan dediğini yapmış ve cebindeki özel yapım çakıyla Eren’in dışarı çıkarıp durduğu dilini kesmişti. Eren yaşadığı şokla direksiyona hâkim olmakta zorlanırken, Alparslan tek eliyle direksiyonu tuttu, diğer eliyle onu ensesinden yakaladığı gibi cama vurmaya başladı.
“Seni şimdi o şerefsiz abinin yanına göndereceğim Eren!” Demesiyle Eren’in öfkesi dirildi, kin dolu mantığı şoktan çıktı sanki. Tek yapabileceği şeyi yapıp, ayağının altındaki gaz pedalına var gücüyle bastı. Pedal en geriye dayanırken araba hızlandı. Alparslan ise onun bu yaptığına rağmen direksiyonu sıkıca tutuyor, aracı kontrol etmeye çalışıyordu ama hemen önlerinde beliren keskin virajı görünce çabalarının yersiz olduğunu anladı. Frene basıp aracı yavaşlatma ihtimali yoktu, Eren’in de böyle bir niyeti yoktu. Onu ensesinden sımsıkı tutan elini, el frenine götürdü. El frenini çekti ancak bu hiçbir işe yaramadı. Hatta her şeyi daha da kötüleştirdi. İbresi hız panelinin sonunu gören araç, aniden el freninin çekilmesiyle savrulmuş, taklalar atmaya başlamıştı. Keskin virajı dönemeyip yol kenarındaki tepenin eteğine takla atarak çarpması ve tepe taklak sürüklenip durması sanki saniyeler içinde olmuştu. Tüm bunlar yaşanmadan önce Alparslan’ın dudaklarından çıkan fısıltılı sözler ise şunlardı.
‘’Özür dilerim Esmerim.’’
* * *
Ertuğrul, Atilla, Murat ve Arda nefes almayı unutup önlerindeki viraja hızla çarpan ve defalarca takla attıktan sonra ters vaziyette durmayı başaran arabaya bakıp kaldılar. Gecenin sessizliğini delen fren sesinin ardından kopan gürültü son bulmuş ancak onların endişeyle atan kalpleri daha da hızlanmıştı. Atilla gözlerine dolan yaşların yanaklarını ıslattığının farkında olmadan araçtan indiği gibi Alparslan’ın içinde bulunduğu arabaya koşmaya başladı.
“Abi! Abiii!” Feryadı gecenin sessizliğini bölerken arkasından gelen onlarca ayak sesini duyuyordu. Bir an tökezleyip düşecek gibi olduğu anda kolundan tutan Ertuğrul’la göz göze geldi ve yan yana koşmaya devam ettiler.
Arabanın başına geldiklerinde içini görebilmek için dizlerinin üstüne çöküp içeriye bakmaya başladılar. İlk gördükleri kişi ise Eren’di. Direksiyon ve koltuk arasına sıkışmıştı. Ağzından durmadan akan kanları görünce dördü de birbirlerine baktılar.
“Bu adama ne olmuş?” Murat’ın fısıltıyla sorduğu sorunun ardından Eren gözlerini açtı.
“Şerefsiz! Abim nerede?” Atilla kısılan sesine inat eder gibi bağırmaya devam ederken Eren ağzını açmaya çalıştı ama başaramadı. Ertuğrul ise elini ona doğru uzatıp çenesini sıkarak ağzını açtığı anda çenesinden oluk oluk kan akmış, boşalan kanın yerini yenisinin almasıysa çok uzun sürememişti. Bu sırada gördüğü manzaraya inanamayarak elini hemen geri çeken Ertuğrul
“Lann! Abim bu piçin dilini kesmiş!” Deyince herkes ânın gerginliğinden kopup gülmeye başladı.
“Ulan Alparslan!” Diyen Alparslan’ın şoföründen başkası değildi. Neredeyse herkes aracın başına toplanmıştı. Eren’i kendi hâline bırakıp, bundan zerre kadar vicdan azabı duymayan Ertuğrul’un gözleri şoför yanına ilişti. O taraftaki camın parçalandığını fark ettiği anda hemen toparlanıp ayağa kalktı ve
“Arabada değil. Muhtemelen kemeri takılı değildi ve dışarı fırladı.” derken boğazı kurumuştu. Aklına gelen kötü ihtimaller yüzünden içi yanıyordu. Sanki aklı çalışmayı bırakmış gibi öylece boş boş abisine, Murat’a ve Arda’ya bakarken,
“Herkes dağılıp yakın çevreyi aramaya başlasın. Abimi bulan kim olursa olsun kesinlikle hareket ettirmesin.” Diyen Atilla’nın sesiyle kendine gelmeye çalıştı. Atilla sözünü bitirir bitirmez korumalar dört bir yana dağılıp Alparslan’ı aramaya başlamıştı. Telefon ışıklarının yardımıyla zifiri karanlığı aydınlatmaya çalışıyorlardı. Birinin telaşlı bağırışı kulaklarına ulaşırken, kalabalık olmalarının faydasını görmüşlerdi.
“Burada!” Diyen canhıraş bağırışla hepsi aynı yöne koşmaya başlamıştı. Ertuğrul ve Atilla, abilerinin kanla kaplanmış bedeninin yanına yaklaşırlarken, hayatlarında hiç yaşamadıkları bir korkuyla sarmalanmışlardı. Canlarıydı o, abileriydi. Babalarının eksikliğini bir kez bile hissettirmeyen, hep seven, saran, kollayan, babacan abileriydi. Yerde öylece hareketsiz olarak yatıyor, yüzü gözü yara bereden görünmüyor olabilirdi ama insan, canını bilmez, tanımaz mıydı?
“Ambulans çağırın!” Atilla’nın sesi yeri göğü inletirken Yekta yanlarında bitmişti.
“Kaza olacağını anladığımız anda aradık. Birkaç dakikaya burada olur dediler.” Herkes ona dokunmaktan, yanlış müdahalede bulunup durumunu daha kötü hâle getirmekten korkarak ambulansı beklerken, arkalarında birkaç araç daha belirmişti.
Arabalar durup kapılar açıldı ve ailenin geri kalanı göründü. Bergüzar, titremesine engel olamadığı bacaklarının üstünde dikilip çevresindeki insanlara baktı. Kocasını arıyor, onu dimdik, sapasağlam karşısında görmek istiyordu. Kaza yapmış araçtan ise bile bile gözlerini kaçırıyor, kendisini bekleyen gerçeğe olabildiğince geç ulaşmak için çırpınıyordu. Süleyman Bey hızlı ama korku dolu adımlarla yanlarına gelip oğlunu görünce öylece kalmış, zar zor
‘’Neşe’yi götürün. Annenizi uzak tutun.’’ Demeyi başarmıştı. Bir anne, evladını böyle görmenin acısını nasıl kaldırırdı hiçbirinin cevabı yoktu. Atilla, babasının elini usulca sıkarak arka tarafta adım adım yanına gelen annesini tutup uzaklaştırmak istedi. Ancak Neşe Hanım tek hamlede oğlunun kolları arasında çıkıp biraz daha ilerledi ve dünyaya getirdiği ilk canı, ilk göz ağrısını gördü.
‘’Oğlum…’’ diyen feryadı karanlığın koynunda yankılanırken olduğu yere yığılacak gibi olmuştu. Aylin ve Armağan onu araca geri götürmeye çalışırken Bergüzar hepsinin yanından bir hayalet gibi geçti. Ve kocasını gördü. Yerde yatan bedenine şok olmuş vaziyette bakıp kalırken, gözleri Alparslan’ın bedenini tarıyor, durumun ehemmiyetini iyice kavramaya çalışıyordu. Bacağının birinin normalden farklı bir açıyla durduğunu gördüğünde ilk kırığını tespit etmişti. Tek hasarın bacağındaki kırık olmadığı ise aşikârdı. Kıyafetlerinin parçalanmasıyla açılan bedeni, yüzü, elleri, kolları… Her yeri kan, her yeri yaraydı. Başının arka tarafından da oldukça yoğun bir kan akıyordu.
‘’Ambulans…’’ diye fısıldarken, gözlerinden dökülen yaşlar oluk oluk yanaklarına süzülüyordu. Onun ambulans demesiyle girdiği şoktan kurtulan Suna Hanım ve Toprak, karşılarındakinin Alparslan değil de bir kazazede olduğunu kendilerine tekrar ederek yanına gitmişlerdi. Doktor da olsanız, yüzlerce belki de binlerce hastaya müdahale etmiş de olsanız, karşınızdaki aileden biri olunca insanî duygulara engel olmak imkânsızlaşıyordu.
Suna dikkatle Alparslan’ın nabzını duymaya çalışırken, bir yandan da telefon ışığı yardımıyla göz bebeklerine bakıyordu.
“Kalbi atıyor ama bilinci kapalı, durumu ağır. Acilen hastaneye götürülmesi lazım!” Demesiyle Bergüzar’ın bacaklarının bağı çözüldü sanki. Kolu kanadı kırılmış, mutluluğu çalınmış bir kuş misali olduğu yere yığıldı.
Bu sırada gelen ambulansla Alparslan’ı hastaneye yetiştirmiş, çeşitli tetkikler yapıldıktan sonra hazırlanan ameliyathanede Suna Hanım önderliğinde gerekli müdahale başlamıştı.
Kapının önünde sessizliğe bürünmüş aile fertleri ise içeriden gelecek iyi bir haberi hasretle bekliyordu.
Bergüzar, Alparslan’ı kaza yerinde gördüğü ilk ânı düşünürken üstüne örtülen battaniyeye anlamsızca bakıp, kendisini örten kişiye döndü. Osman Bey ve Nadide Hanım yaşlı gözlerle yüzüne bakarlarken, sesini çıkarmadan boşluğa bakmaya devam etti. Saatler geçiyor ama bir kişi bile açıklama yapmıyordu. Bergüzar olduğu yerde ağır ağır sallandığı sırada güçlü kollar bedenini sıkı sıkı sardı. Sağına Atilla, soluna Ertuğrul oturmuş ve bir kollarını sırtına sarıp, diğer elleriyle de titreyen ellerini tutmuşlardı. Atilla fısıltıyla
“Güzelim… Yapma böyle! Bugün gördüğümüz, yeri göğü inleten güçlü Bergüzar nerede?” Dediği anda saatlerdi tuttuğu yaşlar, gözlerinden inci gibi döküldü. Zorla nefes almayı başarıp
“İçeride yatıyor!” Dediğinde Ertuğrul ve Atilla’nın da gözlerinden yaşlar usulca dökülmüştü.
“Güçlü olmamız lazım Esmer… Oğlumun Esmeri…” Süleyman, Bergüzar’ın önünde durmuş, acının tarifi olan kıpkırmızı gözlerini gözlerine dikmişti. Bergüzar duyduğu Esmer kelimesiyle boğazına düğümlenen yumruyu yutmaya çalıştı ama dudaklarından acı bir iç çekiş firar etti. Süleyman elini uzatınca, titreyen ellerini babasının avucuna bırakıp bedenini taşımakta zorlanan ayaklarının üstüne bastı.
“Canı çok acımış mıdır?” Bu soruyla dişlerini sıkıp kendine hâkim olmaya çalışsa da başaramayan Süleyman’ın, yüreğinin derinliklerinden kopan feryadı koridorda yankılandı. Katıla katıla ağlarken kollarını sıkı sıkı Bergüzar’a sarmıştı. Yaşı iyice ilerlediği için bedeni bu acıya daha fazla dayanmadı sanki. Nefesi daralınca olduğu yerde seğirdi. Durumunu fark eden oğulları, kollarından tutup koltuğa oturttular. Ertuğrul dizlerinin üstüne döküp babasının elini avuçlarının arasına alıp sıkıca tutarken, Atilla da ona su içirmeye çalışıyordu.
“Babam… Yapma ne olur! Sen yıkılırsan biz nasıl ayakta dururuz.” Süleyman’ı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama bu pek mümkün değildi. Acı büyük, ağırlığı ise çok fazlaydı. Süleyman’ın bile taşıyacağından fazla!
“Süleyman!” Duyduğu sesle anında susarken, gözlerini açıp karısına baktı. Neşe, hastaneye getirildiğinde baygındı. Yeni yeni kendine gelebilmişti. Kolunda serum takılı hâlde koridora girdiği an herkesi bir telaş aldı ama kadın bunu umursamadan kocasının başına gitti.
“Sen kendini toplar mısın? Yoksa ben yardımcı olayım mı?” Derken yüzünde tek bir mimik bile kıpırdamamıştı. Ellerini uzatıp kocasının gözyaşlarını sildi.
“Bizim oğlumuz oradan sapasağlam çıkacak!”
Bu sözlerden sonra bir daha hiç kimse ne konuştu ne de ağladı. İçine içine ağlamak vardır ya hani, şu an bunu yapıyorlardı. Saatler sonra ameliyathanenin kapısı yana doğru açılıp, Suna Hanım koridora adımını attığı an herkes ayaklandı ve ona doğru koşturdu.
“Suna!” Süleyman ve Neşe aynı anda aynı ismi söylerken, kadın başındaki boneyi çıkartıp derin bir nefes aldı. Onlara tek tek baktı.
“Yaşıyor!” Dediği anda herkesten yükselen iç acıtan sesler huzurun kapısını biraz olsun aralamıştı sanki. Bergüzar ise hiç sesini çıkarmadan dikkatle Suna Hanım’a bakmaya devam ediyordu.
“Bu kadar mı? Yaşıyor ama…” dediğinde Suna başını usulca salladı.
“Şimdilik en önemli şey bu güzel kızım. Hâlâ hayatta olması. Başından çok ağır darbeler almıştı. Oluşan hasarı şimdilik giderdik fakat bundan başka bir şey söyleyemem. Bizi zor saatler hatta günler bekliyor. Omurgasında, bacağında ve kafatasında kırıklar vardı. Zor bir ameliyattı ancak atlatmayı başardı. Şimdi sabırla kendine gelmesini beklemekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” Diyerek sessizleşti ama Bergüzar o gözlerde dile getirilmeyen başka şeyler olduğunu görüyordu.
“Her şeyi söylemediğini düşünmem niye o zaman Suna anne?” Suna usulca Bergüzar’ın eline uzanıp tuttu. Yeniden herkese baktıktan sonra gözleri Bergüzar’ın gözlerinde durdu.
“Başına aldığı darbe çok ağırdı ve hassas bir bölgedeydi.” Bergüzar gözünü bile kırpmadan ona bakıyor ve artık en kötüsünü duymak istiyordu.
“Söyle ne olur!” Sesi titriyor, gözlerinden bir damla yaş süzülüyordu.
“Alparslan uyandığında ileri derecede…” herkes nefesini tutmuş Suna’nın ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. Tüm eşler birbirine sarılmış, destek olmaya çalışırken Bergüzar yalnızlığının altında ezildiğini hissetti.
“Hafıza kaybı yaşayabilir!” Dediği an yer sanki ayaklarının altından kayıp gitti. Bacakları öyle çok titriyordu ki kendine hâkim olamıyordu.
“Yani hiçbir şey hatırlamayabilir mi?” Suna onu sakinleştirmek ister gibi sarıldı.
“Bunun olup olmayacağını ya da ne derecede olacağını uyandığında göreceğiz.” Bir dakika kadar süren sessizliğin ardından
“Şimdi müsaadenizle üstümü değiştirip geleyim.” diyerek yanlarından ayrıldı. Duydukları her şey yavaş yavaş zihinlerinde yer ederken, akılları yeni yeni başlarına geliyordu sanki. Bergüzar zorla koridordaki koltuklardan birine oturup elleriyle yüzünü sıvazladı. En iyisini düşünmek isterken sadece “yaşıyor” diye kendi kendine fısıldadı.
“Yaşıyor ve hâlâ benimle!”
Yoğun bakım bölümünde önce saatler, sonra günler geçti. Bergüzar dışındaki herkes eve gidip geliyordu ama o, yerinden bir an olsun ayrılmadan kocasına bakıyordu. Eve gitmiyordu çünkü çocuklar babalarını sorduklarında ne diyeceğini bilemiyordu. Derin bir nefes alıp, elini cama koydu, kocasını sever gibi parmaklarını usulca kıpırdattı.
“Uyan artık ne olur! Seni çok özledim sevgilim.” Diye fısıldarken, yine gözlerinden yaşlar döküldü. Bu sırada yanına hemşire gelmişti.
“Beş dakika hastanızı görebilirsiniz. Hazırlanmanız için size yardımcı olayım.” Bergüzar yoğun bakıma girebilmek için hazırlandıktan sonra soluğu onun yanında aldı. Başucunda duran sandalyeye zorla oturup bir dakika kadar sadece Alparslan’ı izledi.
“Daha yapacağımız çok şey, gideceğimiz çok yol, biriktireceğimiz çok anımız var! Uyan artık ne olur!” elini hafifçe tutuyordu.
“Alparslan, ben seni o kadar çok özledim ki… Sanki on gün değil de yıllar geçmiş gibi. Saçlarıma aklar düşürdün be adam… Kalk artık, evimize gidelim. Çocuklarımızı çok özledim!” Diye fısıltıyla ona isyan etti. Beş dakika dolarken son sözleri ise
“Seni çok seviyorum.” Oldu ve onu yine ardında bırakarak dışarı çıktı. Gün boyunca belli aralıklarla bütün aile Alparslan’ın yanına girmişti. En sona Ertuğrul, Atilla ve Tomris kalırken onlar da abilerinin başucundaki yerlerini aldılar.
“Ulan yeter be! Kalk artık! Çok özledik oğlum seni. Hem kardeş olmanın en güzel yanı kendinden büyük bir hergelenin olmasıdır. Sen olmazsan biz eksik kalırız abim. Uyan ne olursun!” Atilla sözlerini bitirip gözlerinden dökülen yaşları hemen sildi. Ertuğrul ise hem güç vermek, hem de güç almak adına onun omzunu sıkı sıkı tutuyordu. Elindeki fotoğrafa bakıp gülümsedikten sonra çerçeveyi Alparslan’ın başucuna bıraktı. Bir bayram sabahı çekilen aile fotoğrafında hepsi gülümsüyordu. Abilerine güç olsun diye getirdikleri fotoğraftan gözlerini zorla ayıran Ertuğrul,
“Valla ben küçük erkek kardeşim diye söz söylemem zannediyorsan yanılıyorsun Alparslan Yalın! Yeter bu kadar yattığın. Ömrü hayatında uyumadığın kadar uyudun galiba. Aç şu gözlerini de dünyamız yeniden yeşillensin.” Tomris ağlaya ağlaya abilerini dinledikten sonra sıranın kendisine geldiğini anladı ve derin bir nefes aldı.
“Bana bak dev adam! Beni dellendirme oğlum! Sinirleniyorum artık hee!” Derken gözyaşlarına hâkim olamadı.
“Al işte yaptığını gördün mü? Ağlattın beni, şimdi de sümüklerim akıyor.” Demesiyle Ertuğrul ve Atilla’nın da gözlerinden yaşlar sicim gibi süzüldü. İki abi küçük kız kardeşlerini kolları arasına alıp, sımsıkı sarılırlarken camın ardında onları izleyen Murat, Aylin, Arda ve Armağan da birbirlerine sarılmışlardı. Bu sırada ablasının yanında dimdik duran Toprak da onun camda duran elini tutmuştu.
“Alparslan abim iyi olacak. Ne olur güçlü ol abla.” Derken gözleri buluştu. Bergüzar başını usulca sallayıp tebessüm ederken kardeşinin elini güç almak ister gibi sıktı.
Alparslan’ın yanından ayrılmak üzere olan üç kardeş bir anda duraksayıp telaşla onun başına geri dönünce hepsi dikkatle içeriye bakmaya başladılar. Ertuğrul, Alparslan’a doğru eğilmiş sanki söylediği bir şeyleri anlamaya çalışır gibiydi.
“Ne dedin abim?” Atilla ve Tomris de Alparslan’a bakıyor ve ne dediğini anlamaya çalışıyorlardı.
Alparslan’ın dudaklarından dökülen ilk kelimeyi, dahası ismi anlamalarıyla hepsi şok olmuş hâlde birbirlerine bakıp kaldılar. Doktorlar tüm ihtimalleri açıklamış olsa da umut etmekten hiç vazgeçmemişlerdi ancak o umutları şu an, Alparslan’ın tek kelimesiyle yok olup gitmişti.
“Defne!” Alparslan durmadan bu ismi sayıklarken, Yalın kardeşler önce birbirlerine ardından da camın ardında hasretle kocasını bekleyen kadına baktılar. Şimdi ne olacağını kestiremiyorlardı ve bu bilinmezlik içlerini kurt misali kemirmeye başlamıştı.
* * *
Suna Hanım koşar adımlar koridorda göründü ve hızla Alparslan’ın yanına girdi. Onu dikkatlice muayene ederken
“Alparslan beni duyabiliyor musun?” Diyerek iletişim kurmaya çalışıyordu. Alparslan zorla gözlerini aralayıp, nerede olduğunu anlamaya ve odaklanmaya çalıştı. Dudaklarının kuruluğu çatlamasına neden olmuştu ve içgüdüsel olarak diliyle onları ıslatmaya çalıştı. Ardından da
“Neredeyim?” Diye fısıldadı. Sesi yorgun, çatallı ve tanınmayacak hâldeydi. Suna ona dikkatle bakıp
“Şimdi sana sorular soracağım. Cevaplayabilir misin?” Diye sorunca başını usulca salladı. Suna derin bir nefes alarak sandalyeye oturdu.
“Adını hatırlıyor musun?”
”Alparslan Yalın.”
”Kaç yaşındasın?” nefesini tutmuş dikkatle Alparslan’dan gelecek cevabı bekliyordu. Alparslan bir süre durdu ve düşündü.
”Otuz üç!” demesiyle Suna duraksadı ama ona duygularını belli etmemeyi başararak
”Kaç yılındayız?” diye yeni bir soru yöneltti. Bu sırada Alparslan’ın başucunda duran aile fotoğrafını fark ettirmeden alıp dosyanın arasına koymuştu.
”2011 Yılındayız.” Durup dikkatle Suna’ya baktı ve yaka kartında yazan ismi okudu.
”Suna Hanım, bana bunları neden soruyorsunuz? Niye buradayım? Bana ne oldu?” Suna, Alparslan’ın elini sıkı sıkı tuttu ve ayağa kalktı.
”Trafik kazası geçirmişsiniz. Ağır yaralı olarak buraya getirildiniz. Ardından da zorlu bir ameliyat oldunuz. On gündür yoğun bakımda uyutuluyordunuz. Aileniz dışarıda sizden iyi bir haber bekliyor. Müsaadenizle ben onlara uyandığınızı haber vereyim. Bu arada siz biraz daha dinlenin.” yoğun bakımdan çıkmak için dışarı yöneldi. Fakat fark ettiği ayrıntıyla camın önüne gelip jaluzi perdeyi indirdi ve dışarıyla bağlantısını kesti.
Dışarı çıktığı anda çevresini saran insanlara ama en çok da Bergüzar’a bakmakta zorlandı. Çünkü günlerdir iyi bir haber duymak için burada bekleyen kadına ne diyeceğini bilemiyordu.
”Uyandı!” dilinden zorla dökülen bu kelimenin, gözlerindeki hüznün anlamını aslında Bergüzar biliyordu.
”Ne kadar yıl öncede olduğunu sanıyor?” derken dik durmaya çalışıyordu ama yıkılmışlığı gözlerinde çoktan belli olmuştu. Neşe ve Süleyman nefeslerini tutmuş alacakları cevaba kendilerini hazırlarken, ellerini birbirlerine kenetlediler.
‘’Karcan, Alazoğlu, Özden ailelerinin buradan gitmesini ve evde bizlerden haber beklemelerini istesem.” demesiyle Bergüzar dudağını ısırdı. Ayakta durmakta zorlanıyor, kesik kesik ve hızlı nefesler alıyordu. Suna dosyasını açıp, fotoğrafı Bergüzar’ın eline bıraktı.
”Şu an bunu görmesi hiç iyi olmaz…” Durup nefeslendi ve devam etti.
”Ayna, telefon, kamera gibi hiçbir araçla kendini görmesine izin veremeyiz. Çünkü şu an hafızası on üç yıl önceye dönmüş durumda ve kendini otuz üç yaşında zannediyor.” Bergüzar yanındaki duvara tutunup, destek almaya çalışırken elindeki fotoğrafa bakmaktan kaçındı.
”Otuz üç yaşında olduğunu düşünürken, kırk altı yaşındaki hâlini görmesi hiç iyi olmaz. Bu durumu ona psikolog ve psikiyatrist arkadaşlarım yardımlarıyla anlatacağız. Fakat bu sırada Süleyman, Neşe ve kardeşleri dışında kimse onunla görüşmemeli. Anlatabiliyor muyum?” Dediğinde kalabalıktan onaylayan mırıltılar yükseldi. Bu sırada yanlarına gelen ve psikiyatrist olduğunu belirten Yücel Bey aileye baktı.
”Hafızasının on üç yıl önceye gitmesinin bir sebebi olmalı. On üç yıl önce ağır bir travma yaşadı mı?” Herkesin gözleri Yücel Bey’den ayrılıp Bergüzar’ı buldu ama kimse ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Ertuğrul özellikle Bergüzar’a bakmamaya özen göstererek
”Evet, yaşadı.” demekle yetindi. Ancak doktorlar işleri gereği daha net cevapların peşindeydi.
”Ne gibi bir travmadan bahsediyoruz?” Murat, Bergüzar’a yavaşça yaklaşıp elini tutarken Atilla da tam arkasında durmuş ona güç vermeye çalışıyordu.
”Sevgilisi vardı, kız bir anda abimden ayrıldı. Sonra hasta olduğu için kendisinden ayrıldığını öğrendi. Ona destek olmak istedi ancak kız kabul etmedi ve yurtdışına gitti. Kısa süre sonra da kızın doktoruyla evlendiğini duyduk. Çok vakit geçmeden de öldüğünü haber aldık. Bu durum Alparslan’ın en büyük kırılma noktalarından biri oldu. Kendisini istememesi, yardım etmesine müsaade etmemesi, başka biriyle evlenmesi ve ölmesi… Hepsi ağır geldi, içine kapandı, sessiz ve agresif bir adama dönüştü. Ta ki Bergüzar hayatına girinceye kadar.” Ertuğrul durup soluklanırken Atilla söze girmişti.
‘’Aslında o günleri atlattı, unutmayı, kendini suçlamayı, eski sevgilisine kızmayı, öfke duymayı bıraktı. Yani bırakmıştı.’’ Doktor usulca başını sallayıp
‘’Bazı olayları aştığımızı zannederiz, hatta biraz olsun aşarız da. Ancak olay sonucunda aldığımız yaralar, içeride bir yerde varlığını daima korur ve en olmayacak anda yeniden nüksedebilir. Bu bazen ilerleyen yaşlarda görülür, yaş alan bireyler geçmişlerindeki bir olaya takılıp kalırlar ve durmadan o anları zihinlerinde yeniden yaşar, çevrelerine de aynı şeyi anlatırlar. Bazen de travmaları tetikleyici etken vardı. Tıpkı Alparslan Bey’de olduğu gibi. Kaza ânında başına aldığı darbe onu yıllar önceye götürdü. Çünkü derinde bir yerde hesaplaşamadığı, sorular sorup cevaplar alamadığı, kalbini kıran bir olay vardı. İnsan her şeyi unutsa da bazı dönüm noktalarını, buna sebep olan olayı unutmaz.’’ Dedikten sonra gözleri kalabalığın içinde Bergüzar’ı aradı. Bulduğunda ise konuşmaya devam etti.
”Kişi ya da kişiler değil, olaydır esas olan. O olayın, eylemin sonucunda yaşananları aşamamış belli ki. Aşmak için çabaladığını söylüyorsunuz, bu iyi bir şey. Çünkü şimdi de çabalaması gerek, eskisinden daha çok çabalaması gerek çünkü şu an evli ve iki çocuğu var değil mi?” Hâlâ Bergüzar’a bakıyordu. Bir süre sorusuna cevap alamasa da toparlanmaya çalışıp sadece başını sallayan kadının koluna usulca dokundu.
”Güçlü olmanız gerekiyor Bergüzar Hanım. Şu an yaşadığını zannettiği o olayın geçmişte kaldığını, bunu aşıp yeniden âşık olduğunu, birini sevdiğini ve hatta evlenip iki de çocuk yaptığını anlaması, hatırlaması zaman alacak.’’ Bir adım daha atarak Bergüzar’a iyice yaklaşan doktor bu sefer fısıltıyla konuştu.
‘’İnanması, kabullenmesi, dayanması zor biliyorum ama ne olur güçlü durmaya çalışın.’’ Sözleriyle dolu dolu olan gözlerini yere indirdi. Böyle bir durumda güçlü olmak sadece iki kelimeden ibaret gibiydi.
‘’Alparslan Bey’in biraz daha kendine gelmesini bekleyip, en doğru anda onunla konuşacağız ama o âna kadar sizinle görüşmesi mümkün değil. Bunu anlıyorsunuz değil mi?” herkes ‘evet’ derken, Bergüzar yanında duran Murat’ın elini var gücüyle sıkıyor, ayakta kalmaya çalışıyordu.
”Yaşadığı kazanın sonucunu kabullenmesi ve hayata yeniden dönmesi uzun zaman alacak. Beynindeki hasarın kalıcı mı yoksa geçici mi olduğunu zamanla göreceğiz. Sizleri hatırlaması için kesinlikle baskı yapmamalısınız. En zor ama en çok ihtiyacımız olan şey zaman ve sabır.’’ Dedikten sonra yine Bergüzar’a odaklanmıştı. Gözlerinden akmayan yaşların izlerinin can bulduğu gözlerine bakmak, üzüntüsüne ortak olmadan onu gerçeklerle yüzleştirmek zordu. Doktorlar da insandı en nihayetinde ve onların da duyguları vardı.
‘’Bergüzar Hanım, çocuklarınıza bu durumu açıklamamız gerekecek. Oğlunuz yedi, kızınız ise dört yaşındaymış, öyle değil mi?” Bergüzar sessiz ve sakin
”Evet!” dedi ama içinde kopan fırtına öyle böyle değildi. Çocukların sözü edildiği anda yüreğindeki ağırlık katbekat artıyordu sanki. Elini göğsüne götürüp soluklanırken doktoru da dinlemeye çalışıyordu.
”Alparslan Bey’le karşılaşmadan önce onları bu duruma hazırlamamız en önemli ve hassas noktalardan biri. Çünkü çocuklardan bu durumu gizlerseniz, onlara babalarının bu ruh hâlini, kendilerini neden hatırlamadığını açıklayamaz ve onların hafızalarında, ruhlarında geri dönülmez izler bırakırsınız.” Çocuklarının kırmamaya, üzmemeye özen gösterdikleri tertemiz yüreklerinde, zihinlerinde açılacak yaraları düşünmek bile istemiyordu. Çocuklarını sevgiyle, saygıyla sarıp sarmalayarak bu yaşlarına getirmişlerdi. Şimdi o nahif kalplerin kırılması, hele de buna babalarının istemeden sebep olması ihtimali ne acıydı.
”Böyle bir şeyi gizlemek onlara yapılabilecek en büyük kötülük olur.” derken kendini toparlayıp, dik durmaya çalıştı. Yolunu gözleyen ve desteğini her zamankinden çok isteyecek iki evladı o anda bile ona güç vermişti.
”O zaman, şimdilik sizinle burada vedalaşmalıyız. Anne, baba ve kardeşler dışındaki herkesle.” demesiyle Murat, Bergüzar’a sıkıca sarılıp onu kolunun altına aldı.
”Hadi güzelim biz eve gidip bekleyelim.” dese de Bergüzar olduğu yerden bir milim dâhi kıpırdayamamıştı. Gözlerini yerden kaldırıp hepsine baktı. İsyan etmek isteyen her hücresi için derin bir nefes alırken, Atilla önüne geçip saçlarını öptü, yüzünü ellerinin arasına aldı ve gözlerinin içine baktı. Daha ağzını bile açamadan Bergüzar’ın,
”Siz içerideyken, uyandığında ne dedi?” soruyla derin bir sessizliğe mahkûm oldu. Atilla gözünden akmaya çalışan yaşı hızla silip,
”Eve git abicim. Biz size her an haber vereceğiz.” diyerek sorusunu geçiştirdiğinde hem Bergüzar, hem de diğer herkes cevabını almıştı. Kimse sesli olarak söylememişti ama Yücel Bey’in soruları, Alparslan’ın on üç yıl önceye gidişi en büyük cevaptı.
”Onu mu…” sözlerinin gerisini getirmek, kalbini ateşin içine atmak ve yanışını izlemek gibiydi. Atilla’nın ya da başka birinin konuşmasına izin vermeden arkasını döndüğü gibi koridorda ilerledi ve gözden kayboldu.
* * *
Eve girdiği anda merdivenlerden koşarak inen çocuklarına bakarken ağlamamak için kendini sıktı.
”Anne…” Ayaz ve Yadigâr aynı anda boynuna atlayıp ona günlerin yorgunluğunu ve acısını bir anlık da olsa unutturdular. Üçü birbirlerine uzun uzun sarılıp, hasret giderirken onların bu hâlini izleyen Emine abla ve yardımcısı gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Bergüzar ise bacaklarının bedenini taşıyamayacağını kabullenip olduğu yere çöktü, çocuklarını kucağına oturttu.
”Babam gelmeyecek mi?” Nazlı Yadigâr’ın dolu dolu gözleriyle sorduğu bu soru içini yakıp kavururken
”Bir süre daha bizimle olamayacak.” diyerek sorusunu da merakını da geçiştirmeye çalıştı. Ayaz ise yaşına göre olgun bakan gözlerini annesine dikmişti. Soru sormuyor fakat onun gözlerindeki bilinmezliği hissedebiliyordu. Oğlunun bakışlarından kaçma umuduyla konuyu değiştirmeye çalışan Bergüzar,
”Ben yokken neler yaptınız anlatın bakalım?” deyip gülümsemişti. Yadigâr heyecanla konuşup, neler yaptığını bir bir anlatırken Ayaz sesini dahi çıkarmıyordu. Gözü annesi ve evin kapısı arasında mekik dokurken, o kapının ardından girmesini istediği adamı bekliyordu. Bergüzar, oğlunun sessizliğinin de davranışlarının da farkındaydı ama eli kolu bağlı olduğundan ve ne söyleyeceğini bilemediğinde susmaya kararlıydı. Ne yapacağını bilememek, onların omuzlarına böylesine ağır bir yükü yüklemek zorunda olmak ruhunu daraltıyordu. Bir saate yakın yerde öylece oturup sohbet ettikten sonra Bergüzar ayaklanıp çocuklarına baktı.
”Ben duş alıp geleceğim ve hep birlikte yemek yiyeceğiz. Anlaştık mı?” Yadigâr uysal ruhuna yakışır şekilde başını sallarken, Ayaz
”Hep birlikte değiliz. Babam yok!” deyivermişti. Bu sözlerle tokat yemiş gibi sarsılan Bergüzar donup kalırken ağzını bile açamıyordu. O daha küçücük bir çocuktu. Günlerdir babasını görmemişti ve babasıyla ilgili bir gariplik olduğunun da farkındaydı. Merakı acısı olmuştu, o yüzden de o acıyı dışarı atacak yollar arıyordu. Emine abla Bergüzar’ın şok olmuş hâlini fark ettiği anda mutfaktan çıkıp
”Çocuklar hadi siz ellerinizi yıkayıp sofrayı kurmam için bana yardım edin. Bu arada da anneniz duş alsın.” diyerek onları lavaboya yönlendirdi. Bergüzar minnetle Emine’ye bakarken, yaşlı kadının gözünden yaşların döküldüğünü gördü.
”Sağ ol Emine abla.” diye mırıldanıp doğruca merdivenlere yöneldi. Yatak odasının kapısına geldiğinde oraya kadar hızla gelen ayakları bir anda durdu sanki. Eli kapının koluna gidip gidip geri geliyordu. İçeri nasıl gireceğini düşünmek o kadar garip ve can yakan bir histi ki bunca zamandır buna nasıl dayanabildiğine şaşırdı. Usulca kapının kolunu indirip odaya adımını attığında burnuna dolan kokuyla gözyaşlarına hâkim olamadı. Kapıyı kapatıp kilidi çevirdiği gibi olduğu yere çöktü ve katıla katıla ağlamaya başladı.
Canından can kopar da insan o acıya ağlamaz mıydı? Bergüzar on gündür hiç ağlamamıştı. Neşe Hanım’ın hastanedeki sözlerinden sonra ağlamayı bırakmış ve kendini tutmuştu. Şimdi karşısında duran bu odaya bakıp Alparslan’ın kokusunu duyarken dayanmak imkânsızlaşmıştı. Ne kadar süre öylece oturdu, ağladı bilmiyordu. Ama onu kendine getiren şey Emine ablanın kapıyı yavaşça çalması olmuştu.
”Kızım, çocuklar yemeklerini yediler ve uyudular. Seni bekledik ama…” Bergüzar şaşkınlıkla başucunda duran saate baktı. Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Zorla ayağa kalkıp kapıyı açtı ve Emine’ye sımsıkı sarıldı. İkisi de yeniden gözyaşlarına boğulurlarken, çocuklar seslerini duyup uyanmasınlar diye odaya girdiler. Yatağın ucuna oturduklarında Emine, Bergüzar’ın ellerini sıkı sıkı tutmuş seviyordu. Sessizlik, iç çekiş sesleriyle bölünürken
”Alparslan çok şanslı bir adam.” diyen Emine, Bergüzar’ın dikkatini çekmeyi başarmıştı. Merakla ona dönmüş, gözlerine bakıyor, söyleyeceklerini duymayı bekliyordu.
”Çok güçlü bir karısı var. Her anne, çocuklarının karşısında senin gibi duramazdı kızım.” deyip ellerini öperken, gözyaşları Bergüzar’ın ellerini ıslattı.
”Ama o ne beni, ne de çocuklarını hatırlamıyor!” Emine, hastaneden az da olsa haber almıştı ama durumu tam olarak bilmiyordu. Alparslan neyi ne kadar unutmuştu, hiç mi hatırlamıyordu, net bir bilgiye sahip değildi. Yine de gözlerindeki yaşları silip, gülümsemeye çalıştı.
”Ama kalbi seni biliyor kızım. O hâlâ seni ve çocuklarını seviyor. Sadece bundan aklının haberi yok. Kalbi hâlâ sizin.” Bergüzar, bilinmezliklerle dolu geleceğinde o kalbin hâlâ kendilerine ait olup olamayacağını düşünüyordu. Düşünecek aklı da dermanı da kalmamıştı ama düşünüyordu işte.
”Kaç yıldır birlikteyiz Bergüzar?” Bergüzar şöyle bir düşündü.
”Dokuz yıl…” Emine başını sallayıp,
”Ben ise o adamı taa çocukluğundan beri tanıyorum. Onun sana baktığı gibi kimselere bakmadığını bilecek kadar eskiye dayanan bir tanışıklığımız var. Onun o yeşil gözleri var ya, senden önce kimseye sıcacık bakmamıştı.” Bergüzar’ın yanaklarından süzülen yaşları silerken konuşmaya devam etti.
”Çocukluğundan beridir hep soğuk, kurallarla yaşayan, net olmayı seven ve karşısından da onu bekleyen biriydi.” gülümseyerek
”Tıpkı Sadullah Ayaz gibi…” demesiyle Bergüzar gerçekten ilk kez güldü.
”Babasını bile mumla aratacak bir adam olacak değil mi?” diye sorarken hem ağlıyor, hem de gülüyordu. Emine de ona yoldaşlık ederken ”Evet.” diye fısıldadı. Aralarına yine bir sessizlik çöktü ama yaşlı kadın da bazı şeyleri sormak istiyordu ve ellerinde büyüyen o adamı merak ediyordu.
”Şu an durumu nasıl?”
”Doktorlar, ‘yaşıyor’ diyor. Buna şükür etmemiz ve bizi bekleyen zorluklara dayanabilmemiz için ilk önce bunu söylüyorlar.” Emine elini kalbine götürüp zorla bir nefes aldı.
”O kadar mı vahim?” Bergüzar başını sallayarak onu onaylarken
”Şu an otuz üç yaşında ve 2011 yılında olduğumuzu zannediyor.” Emine şaşkınlıkla ellerini ağzına kapatıp, oturduğu yerde sallanırken gözlerinden yaşlar yeniden boşalıvermişti.
”Ne beni, ne de çocukları hatırlamıyor. Kardeşlerinin eşlerini, yeğenlerini… Son on üç yılda yaşadığı ne varsa silinip gitti sanki!” deyip sustu ve zorla nefes alırken ayağa kalkıp pencerenin önüne ilerledi.
”Şimdi hastaneden çıksa evini bulamaz, şirketini bulamaz. Hatta İstanbul’u bile tanımakta zorluk çeker. Çünkü kendini Ankara’daki şirketin başında ve Defne’nin ölümünden sonraki günlerde olduğunu zannediyor.” demesiyle Emine’den
”Hii!” diye bir nida koptu.
”Onu çok mu sevmişti Emine abla?” Emine huzursuz bir öfkeyle yerinde kıpırdandı.
”O kızın sevgisi de, adı da yere batsın!” dediği anda Bergüzar şaşırmıştı. Onu daha önce hiç böylesine öfkeli görmemişti.
”Gitti ama giderken Alparslan’ı da yıkıp gitti. Yıllarca kendini toplamasını bekledik. Sen ise hepimize umut oldun ve umudumuz gerçek oldu. Az öncede söyledim kızım, Alparslan hiç kimseye sana baktığı gibi bakmadı bile. Değil sevmek, hele de çok sevmek… Ben onun sevmesini de çok sevmesini de sende gördüm. Sadece sende. Esmerin de.”
* * *
Güneş yeniden göğe yükselirken serin esen rüzgârlar İstanbul’a sonbaharın geldiğini haber veriyordu. Bergüzar elindeki kahve fincanının sıcaklığına sığınmış bahçeye dalgın dalgın bakarken, zihninde canlanan anılara engel olamıyordu. Oysa bu evler ve bu bahçe ne çok anıya şahit olmuştu. Rüzgârın getirdiği yağmur kokusunu ciğerlerine çekip hapsederken bedeninin ağrılarını hafifletip, hamlığını atmak için odaya girdi ve spor kıyafetlerini giydi. Saat daha sabahın altısıydı ve evdeki herkes uyuyordu. Giysi odasından hızla çıkarken, Alparslan’ın dolaplarına bakmamayı zor da olsa başarıp bodrum kata kurdukları spor salonuna ilerledi. İçeriye adım atmasıyla ışıkları yaktı ve gözleri tek bir noktada takılı kaldı. Burada en son çalıştığı gün yanına gelen Alparslan’ın yerde duran tişörtünü titreyen ellerine inat alıp kokusunu özlemle içine çekti.
‘Seninle öyle ya da böyle üstünde durduğun ringde sevişeceğim bebeğim!’ dediği ânı hatırlayıp gözyaşlarına engel olamadı. Tişörtü sol dirseğinin yukarısına bağlayıp tişörtünü çıkarıp attı. Yarım saate yakın ısındıktan sonra kum torbasının başına geçerken ayak ve kaval koruyucuyu ayağına giydi. Ellerine bandajlarını sarmadan önce saçlarını sıkıca atkuyruğu yapıp arkasındaki aynaya göz ucuyla baktı. Sırtını kaplayan düş kapanı dövmesi gözler önüne serilmişti. Alparslan’ın dövmesine bakarken tutkuyla kararan gözlerini hatırlamasıyla kum torbasına ilk darbeyi indirdi. Dokuz yıl boyunca yaşadıkları her şeyi, her anı hatırlayıp torbaya vurmayı sürdürdü.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmeden orada öfkesini, hüznünü ve gözyaşını dökerken sırtına bir anda gelen darbeyle neye uğradığını şaşırmıştı. Ertuğrul tam arkasında durmuş dikkatle bakıyordu. Bileğinden tutup, kendisini ringe sürükledikten sonra boks eldivenlerini fırlattı. Kendisi de abisinin eldivenlerini giyip tam karşısında durdu. Bergüzar ona bakarken sabah koşusunu yaptığını sırtındaki terle kaplanan tişörtten anlamıştı.
”Sen hastanede değil miydin?” Ertuğrul ilk hamleyi Bergüzar’a bırakmıştı ama onun bir şey yaptığı yoktu.
”Başla!” derken çıkan sesi tıpkı Alparslan’ı anımsatmıştı. Gözlerindeki hâkim olmaya çalıştığı öfkesini gördüğü an Bergüzar hamlesini yapıp sağlam bir yumruk, ardından da sağ kalçasına bir tekme savurdu.
”Gözlerinde neden öfke görüyorum Ertuğrul Yalın?” diye sorarken ondan gelen darbelerden korunmaya çalışıyordu. Ertuğrul, yüzünü korumak için önünde birleştirdiği ellerine acımadan var gücüyle vurunca sarsıldı.
”Kendinle zorun ne senin? Kaç saattir buradasın farkında mısın?” Sesi bütün salonu inletmiş resmen kulağını çınlatmıştı. Bağırması yetmez gibi Bergüzar’ı tek hamlede dizlerinin üstüne düşürüp koluyla boynunu sararken kapının oradan gelen korku dolu sesler dikkatlerini dağıttı. Daha doğrusu Bergüzar’ın dikkatini dağıttı. Ertuğrul, salona geldiği andan beri izlendiklerinin farkındaydı. Bunu fark etmeyen ise Bergüzar’dı. Armağan, Aylin, Atilla, Toprak, Arda, Murat ve Tomris kapının eşiğinden onların mücadelesini izlemişlerdi. Ertuğrul hiç acımadan koluyla Bergüzar’ın boynunu sıkıştırırken kulağına eğildi.
”Üç saate yakın süredir buradasın. Ne kendine, ne çocuklarına, ne de bizlere bunu yapamazsın Bergüzar!” diye fısıldarken kadının gözlerinden yaşlar süzüldü. Ertuğrul onu bırakıp eldivenleri öfkeyle ringe fırlattı ve oradan dışarı çıkıp kapıya doğru ilerledi. Sonra aniden geri döndü, ringe atladı ve Bergüzar’ı kollarının arasına alıp sıkıca sardı. Bergüzar yıkılmışlığın verdiği ağırlıkla bağıra bağıra ağlarken, hepsi gözyaşlarına boğulmuştu. Ertuğrul, Bergüzar’ın saçlarını usulca öpüp yüzünü avuçlarının içine aldı, gözlerine baktı. Kendi gözlerinin yorgunluktan ve ağlamaktan kıpkırmızı olduğundan bir haber
”Yapma güzelim!” diye fısıldadı.
”Yapma! Çocuklar yukarıda kahvaltı için seni bekliyorlar.” deyip susarken ringin ortasına oturmuş, Bergüzar’a sıkıca sarılmıştı. Dakikalarca süren ağlama krizi son bulduğunda
”Canım yanıyor!” diye fısıldadığını zorla duydu. Sesi çatallaşmış, kısılmıştı. Ertuğrul sakin sakin onun saçlarını okşarken
”Hepimizin canı çok yanıyor Esmer!” dedi. Tıpkı Bergüzar gibi fısıldayarak konuşuyor, son iç çekişlerinin de bitmesini bekliyordu. Bu sırada ringe yaklaşan Atilla ve Murat onların yanına çıktılar. Atilla, Bergüzar’a, Murat ise Ertuğrul’a elini uzatıp onları ayağa kaldırırken, herkes gözündeki yaşları sildi ve derin bir nefes aldı. Çocukların karşısına darmadağın çıkmamak için mücadele veriyorlardı.
* * *
Öğleden sonra gözlerini açan Alparslan, zor da olsa bir şeyler yiyerek kendine gelmeyi başarmıştı. Karşısında duran ailesine dikkatle bakıp
”Üzüntü size hiç iyi gelmemiş resmen on yaş atmışsınız.” diyerek gülmeye ve ailesini güldürmeye çalıştı ama bilmeden öyle bir laf etmişti ki hepsinin kanı donmuştu sanki.
”Yaa… Sorma abi, ne üzüldük. Saçlarımıza aklar düşürdün!” diyen Atilla gülmeye çalıştı ama başarılı olamadı.
”Siz iyi misiniz? Hepinizin yüzü kireç gibi ve bana donuk donuk bakıyorsunuz? Bilmediğim bir şey mi var?” demesiyle birbirlerine baktılar. Bu sırada odaya giren Suna, Sibel ve Yücel önce aile fertlerine, ardından da Alparslan’a bakıp gülümsemeye çalışmıştı.
”Geçmiş olsun Alparslan. Bugün kendini nasıl hissediyorsun?” diye soran Suna onu muayene edip dosyasına notlar alırken, bir başka hekim daha odaya girdi. O da Alparslan’ın kırılan bacağı ve omurgasının bir bölümünün kontrolünü yaptı ve odadan ayrıldı. Hâlâ olan biteni idrak etmekte zorlanan Alparslan ise diğer doktorlara yani Sibel ile Yücel’e döndü.
”Siz nere mi kontrol etmeye gelmiştiniz acaba?” Gözlerini devirerek, sitemle sorduğu bu sorunun cevabını beklerken Yücel Bey söze girdi.
”Ben psikiyatrist Doktor Yücel Öz.”
”Ben de psikolog Sibel Şahin.” Alparslan kaşlarını çatarak onlara bakıp şaka yapma niyetiyle
”Aklımı mı kaybettim?” deyip göz kırptı ama kimsenin gülmediğini fark ettiği an göz bebekleri karardı.
”Neler oluyor?” bu sorusuyla birlikte Sibel Hanım konuşmaya başladı.
”Alparslan Bey, öncelikle sakin olmanızı ve bizi sonuna kadar dinlemenizi rica ediyorum.” Alparslan annesine, babasına ve kardeşlerine, ardından doktorlara ve psikoloğa baktı. Bir şeyler anlamaya çalışıyor ama başaramıyordu.
”Dinliyorum!” derken sesindeki endişeyi herkes fark etmişti.
”Trafik kazası geçirdiniz. Ağır yaralandınız, o esnada başınıza büyük darbeler aldınız. Beyin Cerrahımız Suna Hanım ve ekibi sizi hayatta tutmak için çok uğraştı. Tabi ortopedi uzmanımız Rıfat Bey ve ekibi de öyle.” deyip bir an durdu ve onun her şeyi anlayabilmesi için zaman tanıdı.
”Evet, devam edin!”
”Başınıza aldığınız darbeler temporal loblarınızda hasara neden olmuş.” Alparslan sabırsızca nefes alıp
”Türkçe Sibel Hanım! Türkçe konuşun. Açık açık.” derken öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu. Onun kafasının daha da karıştığını, endişelenmeye başladığını anlayan Suna söze girdi.
”Bu bölge hafızamızın olduğu ve anılarımızın saklandığı bölgedir Alparslan. Sen bu bölgeden çok ağır bir darbe almıştın.” Alparslan az önce ailesini güldürmek için yaptığı şakaları hatırlayıp onlara şok olmuş ifadeyle döndü. Şimdi onlara daha dikkatli bakıyor ve anlamaya çalışıyordu.
”Siz bana… Hafızamı kaybettiğimi mi söylemeye çalışıyorsunuz?” diye sorarken her şeyi yanlış anlamış olmayı diledi ama karşısında duran insanlar ya başını sallıyor ya da ‘evet’ diyerek onu onaylıyordu. Yattığı yerden kalkmaya yeltendiğinde omurgasında hissettiği şiddetli ağrıyla kasılıp kaldı. Doktorlar tarafından yatağına geri yatırıldı. Bir süre sessizce aklını toparlayıp, duyduklarını sindirmeye çalıştı.
”Hayatımın ne kadarını unuttum ya da şu an hatırlayamıyorum?” karşısındaki yüzlere bakarken bu sürenin çok da az olmadığını idrak edebiliyordu. Tereddütle
”Altı ay?” dedi… Baktı ki tepki yok bir tahminde daha bulundu.
”Bir yıl?”
”Söyleyin artık!” dese de gelecek cevabı duyduğunda ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Bu sırada babasına ve Ertuğrul’a takılan gözleri donup kaldı. Çok uzun zamandır birbirleriyle konuşmayan iki adamın şimdi karşısında yan yana duruyordu. Bu ise işleri iyice karıştırmıştı.
”Daha önce de kötü olaylar yaşadık ama Ertuğrul ve Süleyman Yalın hiçbir zaman bir araya gelmedi! Demek ki ya durumum çok vahim diye buluştunuz, ya da…” sustu, soluklandı ve zorla devam etti.
”O köprünün altından çok sular aktı! Değil mi?” Ertuğrul ve Süleyman başlarını sallayıp,
”Evet!” diye fısıldarlarken Alparslan üstüne örtülü olan pikeyi öfkeyle savuruvermişti. Ayağa kalkmak, her şeyin şakadan ibaret olduğunu duymak istiyordu. Örtüyü atıp biraz doğrulmasıyla kalbinin üstünde yazan üç ismi gördü. Çatık kaşlarının altından isimlere bakıp onları tersten de olsa okudu.
”Bergüzar… Ayaz… Yadigâr…” fısıltıyla söylediği isimlere bakmayı sürdürürken
”Bunlar…” dedi. Başını hızla kaldırıp doktorlara baktı.
”Size birkaç sorum var Suna Hanım. Şu an kaç yaşındayım ve hangi yıldayız?” Uyandığında kendisine sorulan ilk soruları, soruları soran doktoruna yöneltmişti. Suna derin bir nefes alıp
”Şu an kırk altı yaşındasın ve 2024 yılındayız Alparslan.” demesiyle Alparslan’ın yüzünün kireç gibi beyazlaması bir oldu.
”Ne?”