18.BÖLÜM

Alparslan’ın her şeyi öğrendikten sonra yaşadıklarını kabullenmesi tam iki haftasını almıştı. Odada ne zaman yalnız kalsa, tek başına kalkması yasak olmasına rağmen koltuk değneklerinden destek alarak tuvalete gidiyor, lavabonun üstünde asılı olan aynada yaş aldığını gösteren yüzüne dikkatle bakıyordu. Saçlarındaki aklaşmış yerler, gözlerinde beliren kırışıklar ve yüzüne oturan olgun, babacan ifadeye inanamıyordu. Yüzünden sonra sürekli baktığı tek yer kalbinin üstündeki dövmelerdi. Orada yazan üç ismi gece gündüz düşünüp hayal etmeye, neye benzediklerini hatırlamaya çalışıyordu. İki haftanın sonunda uykusuz geçen gecenin sabahı babasını aradı ve saat çok erken olsa da yanına gelmelerini istedi. Eksik kalanların konuşulmadan çözülemeyeceğini anlamıştı. Bu esnada ne karısını, ne de çocuklarını görmüştü. Zaten görse de tanıyamazdı.

Babasını aradıktan bir saat sonra çekirdek ailesinin fertleri bir eksikle karşındaydı. Aslında şu anki çekirdek ailesinin bambaşka olduğunu fısıldayan gerçekliği duymamaya çalışarak ailesine baktı.

‘’Tomris nerede?’’

‘’Biraz gecikecek ama en kısa sürede burada olacak.’’ Diyen annesinin sözlerine başını sallayarak tepki verdikten sonra onlardan ayrılan gözleri yine kalbinin üstündeki isimlerle buluştu. Aklı bulanmış, unutmuştu belki ama gözleri gördüğü hiçbir ânı, anıyı, yaşanmışlığı unutmamış gibi sürekli o isimleri arayıp buluyordu.

”Bergüzar?” deyip sustuğu anda belki de yaşanacak en sancılı anlar başlamış oldu.

”Dokuz yıl önce, yani 2015 yılının Nisan ayında şirkette asistanın olarak işe başladı. Kadına öyle bir vuruldun ki…” deyip gülümseyen Süleyman, göz ucuyla Neşe’ye bakıyordu.

”Vuruldum?” Alparslan bu kelimeyi tekrarlayıp boş bir nidayla güldü. Birini sevmek, onunla hayatı paylaşmak hatta iki çocuk yapmak kısmına bile inanamıyorken, ‘vurulmak’ tabiri ona çok iddialı gelmişti. Bir de boş, bomboş. Çünkü babasının vurulduğunu iddia ettiği kadını hiç hatırlamıyordu. Birazcık bile.

”Kim ki bu kız?” bir an sustuktan sonra konuşmaya devam etti.

”Durun tahmin edeyim… Uzun boylu, rahat 1.75’in üstünde boyu var. Sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü biri değil mi?” Tüm aile onun tahminlerinin saçmalığını düşünüp gülerken

”Aaa… Bir de kesin gamzeleri vardır.” diye ekledi. Atilla günler sonra attığı kahkahalarından karnına giren sancılara engel olamıyordu.

”Sen baya baya, kriterlerinin dışında, tam tersi bir kadınla evlendin abicim. Sadece gamzelerinin oluşu ve boyunun uzunluğu doğru tahmindi.” dediği an Alparslan hafızasını yokladı ama nafileydi. Hiçbir şeyi hatırlayamıyordu.

”Peki… Ayaz?” dediği an da hepsi susup sessizleştiler. Süleyman Bey gözlerinin önüne gelen torununun hayaline tebessüm edip

”Ayaz… Aslında Sadullah Ayaz.” Deyince Alparslan da zorla

”Oğlum mu?” demişti. Az önce gülmekten akan yaşlar ise şimdi hüzünden akmaya başlarken Süleyman sadece

”Evet.” dedi. Alparslan yatağında doğrulmak istiyordu fakat bu mümkün olmadığı için yatağın yanında bulunan tuşlara dokunup sırt kısmını dikleştirdi. Onları biraz daha net görmeyi başardı.

”Kaç yaşında?”

”Yedi!” Duyduklarına, yaşadıklarına inanamıyordu. Kafasının içerisindeki boşluk o kadar büyük ve o kadar saçma sapandı ki başı ağrıdan çatlayacak gibiydi.

”Yadigâr… O da kızım mı?” Bu sefer devreye Neşe Hanım girdi.

”Nazlı Yadigâr. Evet, o da kızın. Dört yaşında ve sana çok âşık.” dediği an Alparslan’ın gözlerinden ilk kez yaşlar dökülmüştü.

”Ama ben hiçbir şey hatırlayamıyorum.” Bu sırada sandalyesinden kalkan Suna Hanım ona yaklaşıp elini sımsıkı tuttu.

”Zaman oğlum… Zaman ve sabır. Biliyorum çok zor ama bunlar yaşanacakmış deyip daha iyi günler için çabalamalı ve önümüze bakmalıyız.” derken sadece dünürü değil dostu olan karı kocaya ve damattan ziyade oğulları olan iki adama da gülümsedi. Alparslan ise bu durumu pek anlamamıştı. Suna’dan ayırdığı gözleri kardeşlerini buldu ve ilk baktığı nokta sol ellerinin yüzük parmakları oldu.

”Siz de evlendiniz değil mi?”

”Hem de bir güzel evlendik sana anlatamam. Tabi bunda annemin güzelliğinin payı büyük!” Atilla’nın bu sözleri Alparslan’ı gülümsetti ama o sözleri söylerken neden Suna Hanım’a göz kırptığını hâlâ anlayamamıştı. Onlara bakıp başını sorar gibi salladı. Ertuğrul,

”Suna Karcan, benim eşim Armağan ve Atilla’nın eşi Aylin’in annesi. Ve…” deyip bir anda sustu. Gözleri annesi, babası ve Atilla üzerinde gidip gelirken fısıltıyla ‘Tomris’ dedi. Şimdi birden Tomris evlendi derseler bilmem kaç yıl önceki kıskanç hâline de geri döner miydi bilemiyorlardı? Alparslan’dı bu en nihayetinde. Olur muydu? Olurdu. Atilla bir an duraksayıp,

”Ya abicim… Hatırlıyor musun benim bir arkadaşım vardı…” demeye çalışırken Alparslan bu kez durumu anlamış

”Tomris o arkadaşınla mı evlendi?” deyivermişti. Suna onların bu hâline gülümseyip,

”Benim oğlumla, aynı zamanda Atilla’nın arkadaşı Murat’la evlendi.” dedi ve onun tepkilerini dikkatle izledi. Alparslan, Murat’ı bir süre düşündükten sonra

”Hatırladım galiba… Uzun boylu, yapılı, sarışın, mavi gözlü yakışıklı bir çocuktu.” deyince Suna onun bu sözlerine bir anne olarak mest olup gülümsedi. Tabii bir doktor olarak da sevinmişti. Son on üç yılı hatırlamıyordu fakat onun öncesinde problem yok gibi duruyordu.

”Evet, aynen o çocuk.” Cevabıyla yine uzun uzun düşünmüş, bu hikâyeyi çok ilginç bulmuştu.

”Yani siz, kız alıp, kız verdiğinizi mi söylüyorsunuz?” Herkes onun bu tespitini onaylayınca gülerek

”Eee, bir kız alıp, iki kız vermişsiniz Suna Hanım. Buna kocanız nasıl razı oldu?” sorusunu sorunca Suna’nın yüzünden hüzünlü bir tebessüm geçti. Alparslan da onun hâlini hemen anladı.

”Sanırım kendisi…” sözlerini Suna tamamladı.

”Hayatta değil maalesef. Bir uçak kazasında 2017 yılının ağustos ayında kaybettik. Fakat kardeşlerin çok dirayetli çıktılar. Şayet kocam Mehmet, kızlarına baya düşkün bir adamdı ama muratlarına erdiler.” Alparslan kardeşlerine bakıp gülümserken

”Sorulacak o kadar çok soru var ki? Ama kendimden önce sizleri duymak istiyorum. Belki böylesi daha kolay olacaktır. Anlatın bakalım, kimin kaç çocuğu var?” dediği an da Ertuğrul ve Atilla gülme krizine girip gözlerinden yaş gelene kadar devam ederlerken Süleyman, Neşe ve Suna’dan ”ohooo!” sesleri yükseldi. Alparslan şok olmuş, aynı anda da duyacaklarını çok merak etmişti.

”Nasıl yani?”

”Şimdi şöyle abicim…” deyip söze başlamaya çalışan Ertuğrul’un bu neşeli hallerine, gülen yüzüne ve attığı kahkahalara inanamıyordu. Bu yüzden

”Sana on üç yılda ne oldu oğlum?” diye sormaktan kendini alamadı.

”Âşık oldum. Rakı içen kadın buldum.’’

‘’Sonunda aradığını buldun yani.’’ Deyip kardeşinin gözlerinde gördüğü ışıltıya tebessüm ederken sözlerini de dikkatle dinlemeye başladı.

‘’Buldum tabii. Bulunca da kaçırmayıp evlendim ve dört çocuk babası oldum.’’

‘’Dört mü? Koçum, ülke nüfusunu bu kadar desteklemek istediğini hiç bilmiyordum. Umudun harbiden genç nesildeymiş.’’ Sözleriyle kahkahalara boğulmuşlardı.

‘’Dalga geçme de dinle yahu, daha liste uzun.’’ Alparslan kocaman açılan gözlerini annesi, babası ve Suna üstünde gezdirip

‘’Şaka yapıyor değil mi? Bakın şaka olsun ne olur.’’ Dese de Ertuğrul evdeki minik gerçekleri anlatmaya başlamıştı.

‘’Bir numara tıpkı annesinin kopyası bir kız, adı Mavi. Sonraki iki tane ikiz, adları Süleyman Tuğra ve Mehmet Tuğrul. Son olarak da bir yıl önce bir kızımız daha oldu. O da Neşe Destan.” deyip Suna Hanım’a göz kırpmayı ihmal etmedi. Alparslan çocukların isimlerini içinden geçirirken gözlerini Atilla’ya çevirdi.

”Ertuğrul’a inanamıyorken, senin baba olduğuna nasıl inanacağım gerçekten bilmiyorum!” deyip kolunun altındaki kırlenti kardeşine fırlattı.

”Hepimiz çocuk sayısında zirveyi Ertuğrul’a kaptırdık abiciğim. Benim listem o kadar uzun değil. Bir kızım oldu adı Derin, bir de oğlum var. Deniz Ege…” Bu sırada açılan kapıdan içeri giren Tomris,

‘’Evde ufak bir sorun vardı o yüzden geciktim özür dilerim.’’ Derken hepsini öpmüştü.

”Hehh, kaçak da geldiğine göre ona da sorayım. Senin kaç çocuğun var?” Tomris, şaşkın şaşkın diğerlerine bakınca Alparslan biraz hüzünlü bir gülümsemeyi yüzüne konuk etti. Atilla ya da Ertuğrul tamamdı da el bebek gül bebek büyüyen, gözünden sakındığı Tomris’i ne ara büyümüş, evlenmişti. Boğazın oturan yumruyu gidermeye çalışırken yanı başında duran kardeşinin elini sıkıca tutup üstünü öptü.

”Herkes anlattı. Sıra sende Tomris Karcan!” dedi demesine de çok garip geldi. Tomris, abisinin yüzündeki ifadeyi anlayıp gülümserken, gerçekten mutlu olduğunu bir gülüşle anlatmaya çalışmıştı. Abisinin elini tutmaya devam ederken diğer elini de Suna Hanım’ın omzuna sardı.

”İki çocuğum var. Kızım Yağmur Suna ve oğlum Mehmet Yiğit. Aralarında on sekiz ay olması beni bazen hayattan bezdirse de yan yana olmak işleri kolaylaştırıyor.”

”Yan yana?” Alparslan bu sözlerle neyi kastettiğini merak etmişti.

”Hepimiz büyük bir sitenin içerisinde yaşıyoruz. Çocukların gönlünce büyüyebilmeleri, her zaman birlikte olabilmeleri için böyle bir karar aldık.”

”Ama Ankara ve İzmir’deki şirketler?” Bu sefer söze Süleyman Bey girdi.

”Hepsini İstanbul’a taşıdık. Bana bağlı olan kısmı Tomris ve Atilla yönetiyor. Ertuğrul’un kurduğu kısmı ise sen ve Ertuğrul. Şirketlerinde yerleri değişti. Murat ve Arda Karcan’ın yönetimindeki Karcan Holding, Armağan’ın markası Armi Karcan, Yalın Holding ve Özden Holding aynı arazi üzerinde dört ayrı binada yer alıyorlar.” diyerek durumu kısaca özetledi. Ancak Alparslan bu sefer başka bir soru sordu.

”Özden Holding…” deyip kısa süre düşündükten sonra

”Osman Özden ile ortak falan mı oldunuz?” herkes ona gülümserken Tomris soruyu cevapladı.

”Holding şu an karın Bergüzar Özden Yalın yönetiminde.” Alparslan’ın kafası iyice karışmıştı.

”İyi de bana Bergüzar’ın asistanım olduğunu söylemiştiniz? Madem Osman amcanın kızıydı…” Aklına bir anda gelen şeyle durdu.

”Osman amca ve Nadide teyzenin çocukları mı vardı?” işte dananın kuyruğu tam da bu soruda kopmak üzereydi ki araya Suna girdi.

”Alparslan bugünlük bu kadar yetsin mi! Kafan iyice allak bullak olacak. Kendini bu kadar zorlama oğlum.” deyip onun elini tuttu ve hafifçe sıktı.

”Ben hastaneden ne zaman çıkacağım?” Suna Hanım’a dikkatle bakıyordu.

”Çok yakın bir zamanda.” cevabıyla yataktan zorla kalkıp koltuk değneklerinden birinin yardımıyla ayakları üstünde durdu.

”Ben buradan çıkınca nereye gideceğim peki? Hiç tanımadığım bir kadın ve hiç tanımadığım iki çocuğumun yanına mı?” bu soru herkesin moralini bir anda alt üst etmişti. Süleyman yavaşça oğluna yaklaşıp omuzlarını tuttu ve sıktı.

”Zamanı gelince konuşmamız en doğrusu.” deyip oğluyla vedalaşmaya hazırlanıyordu ki Alparslan’dan bir soru daha geldi.

”Özel Yalın Üniversitesi Hastanesi derken?” Neşe Hanım da oğluna yaklaştı ve

”Onu da başka zaman anlatırız. Şimdi uyuyup dinlenmen lazım.” dedikten sonra onu öpüp kapıdan çıktı.

* * *

Bergüzar başını kaldırıp karşısındaki saate bakarken telefonu çalmaya başladı. Arayanın Ertuğrul olduğunu gördüğü anda toplantıdan çıkıp kendi odasına ilerledi ve aramayı yanıtladı.

”Ertuğrul?”

”Yanından şimdi çıktık. Biraz daha iyi görünüyordu. Sanırım kabullenmeye başladı. Sizleri sordu, bizlerin hayatını sordu. Hem sorularını cevapladık hem de şirketleri ve oturduğumuz siteyi anlattık.” Bergüzar duyduklarıyla derin bir nefes alıp akmaya hazır gözyaşlarına hâkim olmaya çalışırken başı hafifçe önüne eğilmişti.

”İyi mi?”

”İyi güzelim, iyi. Zamanla her şey daha iyi olacak. Biz de az sonra şirkette olacağız zaten. Yanına gelince uzun uzun konuşuruz.”

”Tamam. Sizi bekliyorum.” deyip telefonu kapatırken İstanbul’a uzun uzun baktı. İki hafta içerisinde kaç gece gizli gizli hastaneye gidip Alparslan’a camın ardından baktığını saymamıştı. Aklı fikri kocasındaydı. Ona hissettiği özlem o kadar fazlaydı ki bununla artık başa çıkamıyordu. Çocukların sessizleşen tavırları, Yadigâr’ın özlem dolu bekleyişi, Ayaz’ın günden güne içine kapanışını izlemek ve hiçbir şey yapamamak canını yakıyordu. Her cuma akşamları yaptıkları oyun gecesi etkinliğinde babası olmadığı için oynamak istemeyen Ayaz’ı artık ne kendisi, ne de amcaları ikna edebiliyordu. Bu düşüncelerle ve yüreğini dağlayan acıyla dakikalar saatlere dönerken kapısının çalınmasıyla kendine geldi.

”Gir!” Ertuğrul, Atilla ve Tomris içeri girince kendini biraz olsun toplamayı başardı ve onların anlatacaklarını dinlemek için sabırsızlıkla koltuklardan birine oturdu. Hastanede yaşanan tüm olayları ve edilen sohbeti dinlerken hem sevinmiş, hem de içi düğüm düğüm olmuştu. İçinde kopan fırtınaları gözleri açıkça belli etse de o, güçlü durmaya devam ediyordu. Alparslan’dan gelen bir tek iyi haberin hasretiyle yanıyor, o yangını ise çocuklarıyla dindirmeye çalışıyordu.

İşten eve dönüp çocuklarla vakit geçirmiş, onlar uyuduktan sonraysa sessizliğin çöktüğü evin salonunda öylece oturmuştu. Sabaha karşı düşüncelerinden sıyrılıp odasına gitmeden önce çocukların odalarına girip onları kontrol ederken Ayaz’ın ateşi olduğunu fark etti. Çocuk resmen cayır cayır yanıyor ve babasını sayıklıyordu. Bir an ne yapacağını bilemeyip telaşa kapılmak üzereydi ki sakin olması gerektiğini hatırlatıp, Ayaz’ı kucakladığı gibi banyoya gitti. Oğlunun üstündeki her şeyi çıkartıp hasta, uykulu ve yorgun bedeniyle birlikte ılık suyun altına girip bir süre ateşinin düşmesini bekledi. Ayaz ise gözlerini açmış, neler olduğunu anlamaya çalışarak annesine bakıyordu.

”Anne?” Bergüzar ıslanınca iyice koyulaşan saçlarını sakince okşayıp

”Azıcık ateşin çıkmış bebeğim. Onun için banyodayız.” diye fısıldadı. Ayaz’ın gözleri yeniden kapanırken sudan çıkıp onu bornozuna sardığı gibi odasına ilerledi ve oğlunun üstünü giydirdi. Ayaz’ı yatağında bırakıp kendi yatak odasına ilerledi. Üstündeki ıslak kıyafetlerden kurtuldu ve yeniden giyindi. Hızlı adımlarla bakıcının kaldığı odanın kapısına vardığında kapıyı yavaşça çalmış sonra aralamıştı.

”Saadet!” kadın uykusundan anında uyanıp telaşla doğrulurken

”Bergüzar Hanım” demeye çalıştı ama uykunun verdiği sersemlikle bunu pek başaramadı.

”Ayaz ateşlendi onu hastaneye götüreceğim. Yadigâr’a göz kulak ol ve bir şey belli etme. Kimseye de haber verme. Gerekirse ben onları ararım.” Saadet ayaklanıp üstüne sabahlığını geçirirken

”Duyunca bir şey demesinler?” diye sordu. Şimdi ikisi de Ayaz’ın odasına ilerliyorlardı.

”Herkes haftalardır perişan oldu. Bırak uyuyup dinlensinler. Ben Ateş ile giderim.” dediği gibi Ayaz’ı kucakladı ve merdivenlerden hızla inip kapıya vardı.

”Bana da haber verin Bergüzar Hanım.” diyen genç kıza gülümseyip

”Tamam. Yadigâr ile ilgili bir şey olursa hemen ara.” diyerek kapıyı açmasıyla korumaların gözlerinin üstüne dönmesi ve az ilerideki çardakta uyuklayan Ateş’in yerinden kalkıp yanına koşar adımlarla gelmesi bir oldu.

”Bergüzar Hanım bir sorun mu var efendim?” diyen korumalara başıyla selam verip doğruca Ateş’e baktı ve

”Arabayı getir!” demekle yetindi. Araba otoparktan çıktığı anda korumalardan biri arka kapıyı açıp Ayaz’ı kollarından aldı ve önce onun binmesini bekledi. Arabaya yerleşip hızla oğlunu kucaklarken iki koruma aracı da arkalarına gelmişti bile.

”Hastaneye Ateş. Çabuk!” demesiyle adamın gaza basması bir oldu. Ayaz yol boyunca yarı uyur, yarı uyanık annesinin saçlarıyla oynarken ‘baba’ diye sayıklamaya devam ediyordu. Ateş ise yoldayken hastaneyi aramış ve durumu kısaca anlatmıştı. Çocuk servisinin acil girişindeki iki nöbetçi doktor, hemşire ve hasta bakıcılar hazır beklerken araç kapının önünde durdu ve korumalardan biri kapıyı açıp Ayaz’ı kucakladığı gibi sedyeye yatırdı. Bergüzar müdahale odasına giden sedyenin peşinden koşar adımlarla ilerlerken doktorlara açıklamalar yapıyordu.

”Bergüzar Hanım, lütfen siz de içeri girin. Ayaz’ı tedirgin etmek istemeyiz.” deyip onu da müdahale odasına aldıktan sonra kapıyı kapattılar. Doktorlar onun üstünü çıkartıp, ateşini ölçmüş, sırtını dinlemişti. Korkulacak bir şey olmadığını ama her ihtimale karşı kan alıp tahlil yapacaklarını söyleyen doktorun sözleriyle Bergüzar derin bir nefes aldı.

”Biz bu küçük beye serum takalım. Olur mu yakışıklı? İğneden korkuyor musun?” bu soruyu soran doktora dönüp ters ters bakan Ayaz’ın gözlerindeki soğukluk neredeyse Bergüzar’ı güldürecekti. Ağzının ucuyla ‘babasının oğlu’ demekten kendini alıkoyamadı. Ayaz takılan serumun etkisiyle uyuyup kalınca Bergüzar montunun cebini yokladı ve sigara paketinin varlığını hissederek derin bir nefes aldı. Oğlunun başında bekleyen hemşireye sigara içmek için dışarı çıkacağını işaret edip kapıya ilerledi ve usulca dışarı çıktı. Bahçenin köşesine geçip sigarasının ucunu tutuştururken yanına gelen Ateş’in uzattığı kahveye minnetle bakmıştı. Çünkü gözleri yorgunluk ve stresten kapanmak üzereydi.

”Sağ ol Ateş.”

”Nasılsın Bergüzar, diye soracağım ama hiç iyi görünmüyorsun!” yılların verdiği tanışıklık, dostluğa döneli çok olmuştu. Bergüzar ve Ateş yalnızken adlarının arkasına sıfat takmadan konuşmayı öğrenmişlerdi.

”İyi değilim ki iyi görüneyim Ateş.”

”Duyduğuma göre Alparslan Bey’in durumu daha iyiymiş.”

”Beni ve çocukları sormuş.” Ateş uzun sayılabilecek bir süre sessiz durduktan sonra günlerdir merak ettiği o soruyu sordu.

”Ya bir daha hiç hatırlamazsa Bergüzar?” Bergüzar’a bu soru bir ya da bir buçuk ay önce sorulsa ne diyeceğini bilemezdi ama hayat kısacık zamanda ona bunun cevabını bile öğretmişti.

”Ben hatırlıyorum. Yetmez mi?” Ateş hiç beklemediği cevap karşısında şaşkınlığını gizlemeden ona döndü ve gözlerine dikkatle baktı.

”Yeter mi?” Bergüzar onun şaşkınlığına gülümseyip şaşıracağı bir cevabı daha verdi.

”Hem de hayatımın sonuna kadar…”

”Takdir mi etsem, yoksa hayran mı olsam bilemedim. Sen çok güçlü, duygularına ve ailene dahası kocana sonuna kadar bağlı bir kadınsın.”

”Ben ailesiz büyüdüm. O bana aile oldu, sığınak oldu. Her zaman iyi bir anne olacağıma inandığını söyleyerek, hayatımdaki en büyük eksiklerden, acılardan birine yani anneme rağmen iyi bir anne olmama yardım etti, destek oldu. Düşsem de, kalksam da yanımda hep o vardı. Kardeşimin hastalığında, annem demeye utandığım kadın kardeşimi öldü gösterip kaçırdığında, manyağın biri tarafından neredeyse tecavüze uğrayacağım anda, Babamın gerçek babam olmadığını öğrendiğimde, gerçek babamla tanıştığımda… Her zaman iyi, güzel şeyler yaşamadık. Bazen birbirimizi en çok yaralayan yine biz olduk ancak açtığımız o yaraları kapatan da bizdik.’’ Bir an durdu ve sigarasından derince soluk aldı. Dumanı göğe usulca bırakırken

‘’Bunca şeyi sırf o istemeden unuttu diye ben nasıl unutmuş gibi yapıp arkamı döner giderim. Unutmadığım hâlde bunu ona, çocuklarıma nasıl yaparım? Hadi gitmek istedim diyelim, aptallık ettim diyelim… Kalbim? O hâlâ Alparslan’a aitken nasıl giderim?” demiş, Ateş duyduklarını sindirmeye çalışıp, sessizleşmişti.

”Vay be patron… Aşk tam olarak bu olsa gerek…” Bergüzar gülerek onun omzunu dürterken

”Tabi ya ne sen ne sandın!” dediğinde ikisi de gülüyordu. Biten kahvelerin bardaklarını çöpe attılar, ardından tekrar hastaneye girdiler. O sırada ise Ateş’in telefonu çaldı ve aramayı yanıtladı. Karşıdakinin söylediklerini dinlerken Bergüzar’a durmasını işaret etti.

”Tamam!” telefonu kapatıp

”Ayaz’ı bir odaya almışlar. Diğer binanın üçüncü katıymış. Hâlâ uyuyormuş.” Deyince Bergüzar saatine bakıp oğlunu hemşireyle bırakalı on dakika olduğunu gördü.

”Hadi gidelim!” hızlı adımlarla diğer binaya giden koridora saptılar. Saatler sabaha karşı beşi gösterdiğinde Ayaz’ın ateşi düşmüştü ama uyumaya devam ediyordu. Bergüzar oturduğu koltuktan yavaşça kalktı, gerindi ve odanın kapısına doğru ilerledi. Koridora çıkmasıyla kapıda bekleyen Ateş’i gördü.

”Ateş… Sen bir kahve daha mı alsan?” der demez adam başını sallayarak resmi bir selam vermiş, saniyeler içinde gözden kaybolmuştu. Bergüzar koridorda ağır ağır yürüyor, sırtını esnetiyor, kollarını açıp kapatıyordu. Yorgunluktan ve uykusuzluktan tüm bedeni isyan ettikçe, ayakta kalmak için direniyordu.

”Bergüzar Hanım!” adının seslenilmesiyle duraksadı ve arkasına baktı. Bu sırada ismini duyup duraksayan sadece kendisi değildi. Uyku tutmadığı için koridorlarda yürüyüş yapan Alparslan, az önce duyduğu isimle adım atmayı bırakmış ve olduğu yerde durup, konuşmanın devamını dinlemeye odaklanmıştı.

”Sadullah Ayaz’ın bazı bilgilerinde eksikler var. Sizi birazcık yorsam.” diyen görevliye gülümseyen Bergüzar

”Hayat az yordu, biraz da sen yor. Ne olacak ki!” deyip gülerken, kocasının onun sesini duymak için verdiği çabadan bir haberdi. Alparslan ise kulağına ulaşan o sesin sahibini deli gibi merak ediyordu. Aslında internette tek tuşla yüzlerce, belki de binlerce bilgiye ve görsele ulaşabileceğinin farkındaydı ama bunu yapmak istemiyordu.

Alparslan, duyduğu sesi tekrar tekrar hatırlamaya çalışırken atladığı ayrıntıyı o an fark etti. ‘Sadullah Ayaz’ın bilgilerinde eksikler var’ demişlerdi. Hiçbir şeyini hatırlayamadığı oğlu için garip bir endişeye kapılırken, bunun sadece merak olduğuna kendini inandırıp, başını koridorun diğer tarafına kimselere fark ettirmeden uzattı. O sırada kapanan bir kapının arasından gördüğü siyah, upuzun saçların sahibini tahmin etmek pek de zor değildi. Derin bir nefes alıp çevresine baktıktan sonra, en hızlı hâliyle odanın kapısına ilerledi. Kapıyı usulca aralayıp, o sesi tekrar duymak için dikkat kesildi.

Bergüzar ise her şeyden habersiz odaya girmiş, oğlunun uyandığını görüp onun yanına ilerlemişti. Yatağına usulca uzanıp, onu kolları arasına alırken bir yandan da saçlarını, alnını öpüyordu.

”Nasıl oldun bebeğim?” Ayaz kollarını sıkıca annesine dolayıp

”İyi!” dediğinde kapının önünde konuşmayı dinleyen Alparslan önce şaşırdı, sonra da istemsizce kendini gülerken buldu.

”Nasıl ya… Tek kelimelik cevaplar, duygusuz bir ses tonu.” diye kendi kendine mırıldanırken Ayaz’ın sesini yeniden duyup sustu.

”Babam da bu hastanede mi?” Bergüzar onun saçlarını usulca okşarken birkaç kat yukarıda yatan kocasını düşündü. Sanki düşünmediği tek bir an varmış gibi!

”Evet canım.”

”Ben babamı çok özledim. Ne zaman gelecek?” Alparslan az önce duygudan yoksun dediği sesin şimdi hayal kırıklığı içerisinde olduğunu anlayabiliyordu.

”Umarım en kısa zamanda bize döner. Çünkü ben de onu çok özledim.” Bergüzar’ın bu sözleriyle bedeni buz gibi olurken kapıyı kapatmaya yeltendi ama Ayaz’ın sorduğu yeni soruyu duyunca kendine engel olamadı ve dinlemeye devam etti.

”Anne, sen babama âşık mısın?” Bergüzar oğluna içtenlikle gülümserken, gözlerinin önüne kocasının güzel yüzü gelmişti.

”Hem de çok!” Ayaz bu sefer birazcık düşündü ve bir soru daha sordu.

”Aşk nasıl oluyor?” Bergüzar bu soruya kahkaha atıp oğlunu sımsıkı sararken, Alparslan ise duyduklarını dikkatle dinliyor ve kendisine bir ipucu olmasını diliyordu.

”Bir kız ve bir erkek birbirini kocaman sevince aşk olur. Ama böyle, çook kocaman.’’

‘’Vay be, demek kocaman. Babamdan bile kocaman mı yani?’’ demesiyle Bergüzar yine gülmüştü ama Alparslan ne ifadesiz kalabilmiş ne de gülebilmişti. Oğlunun dilinden dökülen o masum sözlerle yüreği yanmıştı sanki. Anlayamadığı, aklının almadığı ama sol yanını cayır cayır yakan bir alevdi bu. Oğlun sana hayran demişti babası. Şimdi ne demek istediğini onu görmeden, sesinden anlıyordu.

‘’Aşk, önce babandı. Biz birbirimizi kocaman sevince aramıza sen eklendin. Sevgimiz seninle daha da büyüdü büyüdü ve Yadigâr da aramıza katıldı. Böylece durumu dört dörtlük hâle getirdi.” Alparslan istemsizce bu cevaba gülümserken, kapıyı usulca kapattı ve oradan hızla uzaklaştı.

* * *

Aradan yine uzun günler geçti ve takvimlerden bir ay daha eksildi. Alparslan bu esnada kendini daha da toplamış, ayağındaki alçısı çıkmış, fizik tedavi desteğiyle yeniden dimdik ayaklarının üstünde durup adımlar atar olmuştu. Hastane odasının banyosundaki aynada beliren yansımasına bakmayı bıraktığı an yine gözleri dövmesine takılmıştı. Parmakları farkında olmadan o isimlerin üzerinde gezinirken aklında hâlâ aynı ses vardı. Karısı ve oğlunun sesi, gülüşleri. Son bir ay içerisinde hafızasında hiçbir değişiklik yaşanmamıştı. O sesler yine yabancıydı. Tanıdık olmasını sağlayacak bir gelişme yoktu.

Ellerini dövmesinden ayırıp, gömleğinin düğmelerini hızla ilikledikten sonra pantolonun düğmesini de ilikleyip, kemerini güzelce beline oturttu. Sıra kravatını bağlamaya geldiğindeyse bunu hiç özlemediğini fark ederek söylene söylene onu boynuna bağlayıp, düzeltti. Odasının kapısı açılıp kardeşleri, annesi, babası ve Suna Hanım içeri girdiğinde onları takım elbiselerinin içerisinde karşıladı.

”Ooo! Hayırdır canım benim, Nereye böyle?” diye soran Atilla da orada bulunan diğer herkes de alacağı cevabı çok iyi biliyordu. Alparslan onu duymazlıktan gelip yatağın üstündeki ceketine uzandı ve yavaşça üstüne giydi.

”Çok yattım, biraz çalışmak iyi gelebilir. Merak ettiğim çok şey var ve ben her şeyi yattığım yerden dinlemekten çok sıkıldım.” demesiyle odadan dışarı çıkması bir oldu. Ekim ayının serin havasına inat eder gibi derin derin nefesler alırken, burnunun ucuna yağmur damlası düştü. Bunu hala hissediyor olabilmek bile Alparslan’ı gülümsetmişti. Hastanenin önünde kendisini bekleyen şoförüne sıkıca sarıldı.

”Nasılsın Alparslan?”

”İyiyim abi… Daha da iyi olacağım inşallah.” birbirlerine tebessüm ettiler.

”Şirkete gidelim abi fakat ben yolu bilmiyorum.” durumunu şakaya vurduğunda, şoförü ona anlayışla gülümsedi.

‘’En azından birimizin aklı hâlâ yerinde ve o biri, seni şirketine götürebilir.” deyip kapısını açarken kıs kıs gülüyordu.

‘’Yıllar sana espri yeteneği katmış abi… Ama saçtan baştan da almış. Sen biraz çökmüşsün müsün?’’

* * *

Bergüzar, kahvaltı masasında tek lokma yemeyen ve bir kez olsun konuşmayan çocuklarına baktı.

”Sanırım açlık grevindesiniz?” ikisinden de cevap gelmemişti. Hiçbir şey yokmuş gibi kendi kahvaltısına dönüp birkaç lokma ağzına attı ama yutmak ne mümkündü.

”Çocuklar… Biliyorum, duyduklarınız çok zor ama bunu artık kabullenmelisiniz. Çok üzgünüm gerçekten!” son sözleri söylerken sesinin titremesine engel olamamıştı. Çocuklar onu duymazdan gelip yüzüne bile bakmazlarken zorla nefes almaya çalıştı.

”Tamam! Kalkın sofradan. Kahvaltı bitti. Okula aç da gidebilirsiniz!” demesiyle sinirlerine hâkim olamayıp masadan kalktı ve doğruca yatak odasına ilerledi. Kapıyı kapatıp kilitlemesiyle gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı. İki aydır yaptığı gibi yatağın içinde duran yastığı kollarının arasına aldı ve kokusunu ciğerlerine kadar çekti. Artık dayanacak gücünün kalmadığını hissediyordu ve bu hisle birlikte gelen ağlama krizlerinin süresi her geçen gün artıyordu. Bir saat boyunca Alparslan’ın yastığına sarılıp ağladıktan sonra kendine gelmeyi başardı ve doğruca duşa girdi.

Çocuklarla bir hafta önce pedagoglar eşliğinde konuşulmuş ve Alparslan’ın durumu en anlaşılır şekilde onlara anlatılmıştı. Fakat çocuklar bunu bir türlü kabullenemiyor, babalarının onları hatırlamadığına inanamıyorlardı. Yadigâr’ın öfke ve ağlama krizleri, Ayaz’ın kırgın ve öfke dolu bakışları, ‘Anne, babam bizi bir daha hiç hatırlamayacak mı?’ ‘Anne, babam bizi bir daha hiç sevmeyecek mi?’ ‘Anne, babam artık bu evde yaşamayacak mı?’ gibi bitmek bilmez can yakan soruları, Bergüzar’ı dipsiz bir kuyunun içine atıyordu. Her sorularına sakince cevap verip, duygularını kontrol etmeye çalışsa da bunu her an başaramıyordu. Tıpkı bu sabah kahvaltıda başaramadığı gibi.

Çocuklar akıllarınca bir haftadır babalarını cezalandırmak adına aç geziyor, tek lokma yemek yemiyorlardı. Bergüzar ise onların her an gözleri önünde eriyip bitmelerine katlanamıyordu. Düşüncelerini bir kenara bırakıp duştan çıktığı gibi giyinme odasına girdi ve dolabının kapaklarını açtı. Uzun kollu, bilekleri bol bir beyaz kazak, dar kesim, önünde v şeklinde yırtmacı olan gri mini eteğinin altına siyah stilettolarını giyip, saçlarını kuruttu ve onları kendi hâline bıraktı. Evden çıkmadan önce ayak bileklerine kadar uzanan gri kaşe montunu giyip, kol çantasını da aldıktan sonra kapıyı açıp dışarıya adım attı.

* * *

Atilla, Tomris ve Alparslan, Ertuğrul’un odasında oturmuş kahvelerini içiyorlardı. Alparslan Yalın Holding’in ‘yeni’ binasını gezmiş, şu an ise kaçırdığı tüm işlerle ilgili bilgi almak için kardeşlerini sıkıştırıyordu. Bergüzar ise şirketindeki odasında elindeki dosyalarla boğuşurken kafasına takılan bir yeri sormak için Ertuğrul’u aradı ama ne şirket telefonunu, ne de cep telefonunu açan kimse olmayınca söylene söylene yerinden kalkıp hızla odasından çıktı. Alparslan şirkete çok erken saatlerde geldiği için birkaç güvenlik elemanı dışında kimse onunla karşılaşmamıştı. Alparslan’ın şirkette olduğunu Bergüzar’a haber vermekse ne Ertuğrul’un, ne de diğerlerinin aklına gelmişti. Onlar muhabbet ederek kahvelerini içerken Bergüzar, şirket binalarının bağlantı noktası olan ortak otoparkına inip, Yalın Holding’e çıkan asansöre binmişti.

Yöneticilerin bulunduğu kata geldiğinde Alparslan’ın boş duran odasına bakmadan hızla Ertuğrul’un odasına ilerlemişti. O sırada hâlâ dosyaya göz atıyor ve neyi atladığını bulmaya çalışıyordu. Onu gördükleri an yüzlerinde güller açarak

”Günaydın Bergüzar Hanım!” diyen asistanlara anlamsızca baktıktan sonra gülümsemeye çalışarak

”Günaydın” Deyip Ertuğrul’un odasının kapısına iki kez vurdu ve

”Gir!” dediğini duyar duymaz kapıyı açıp içeri adımını attı. Elindeki dosyada takıldığı noktaya o kadar odaklanmıştı ki başını kaldırmadan birkaç adım daha attı.

”Ertuğrul şu dosyadaki çizimlerde eksik var ama bulamıyorum. Bir kez de sen bakar mısın?” deyip kafasını kaldırdı ve doğruca Ertuğrul’a baktı. Kafası o kadar dalgındı ki odadakilerin yüzüne bile bakmamıştı. Ancak Alparslan duyduğu sesi tanımış, ne yapacağını bilemeyerek karşısında duran kadına öylece bakakalmıştı. Gözlerini tanımadığı karısının üstünde dolaştırırken ilk fark ettiği şey beline kadar uzanan siyah saçları oldu.

O sırada Atilla, Tomris ve Ertuğrul bir abisine, bir de Bergüzar’a bakıyordu. Habersiz bir karşılaşma asla planlanmamıştı ama artık geri dönüş de yoktu. Ne yapacaklarını bilemeseler de onların ilk karşılaşmalarındaki tepkilerinin merakıyla nefeslerini tutmuşlardı. Alparslan sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürüp, onlara susmalarını işaret ederken, bir ay önce aşkı tarif eden kadının kendisini gördüğü ilk anda vereceği tepkiyi merakla bekliyordu.

Bergüzar dosyadan gözlerini zorla ayırıp Ertuğrul’a uzattığı esnada çalan telefonun ekranına baktı. Sırtı onlara dönük olarak camın önüne yürürken, Alparslan da kahve fincanını usulca sehpaya bırakıp, arkasına yaslandı. Gözlerini bir an bile ondan ayırmadan bakıyor, sağ elinin işaret ve orta parmağını dudaklarının üstüne koymuş, düşünceli şekilde kadının tüm hareketlerini izliyordu.

”Efendim!” derken çıkan donuk sesin, onun resmi konuşma ses tonu olduğunu anlayan Alparslan dinlemeye devam etti.

”Size de günaydın müdire hanım. Bu aralar ne sık konuşup görüşür olduk öyle değil mi!” derken ki iması Atilla, Tomris ve Ertuğrul’un sırıtmasına neden olunca, Alparslan kaşlarını çatıp onlara göz kırptı. Atilla ise ‘Ayaz’ diye dudaklarını oynatıp, havaya bir yumruk atınca Alparslan’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü.

”Bu sefer kiminle kavga ettiğini öğrenebilir miyim?” sinirlendiği sesinden belli oluyordu. Karşısında nefes almadan konuşan müdirenin bitmeyen sitemlerinden sıkılıp, birkaç saniye telefonu kulağından uzaklaştırdı ve derin bir nefes aldı. Bu hareketi ise Alparslan’ı güldürmeye yetmişti. Beyaz yün kazağı, gri mini eteği, siyah topuklu ayakkabılarının oluşturduğu bu şık görüntüye tezat olarak yaptığı harekete inanamamıştı. Bergüzar hâlâ arkasında oturan ve kendisini izleyen adamdan habersiz olan gözlerini manzaradan ayırmayıp, derin bir nefes daha aldı.

”O zaman okul kurallarınız neyi ya da hangi cezayı gerekli görüyorsa onu yerine getirin Müdire Hanım!” diye bir anda yükselen sesiyle birlikte müdire hanımın da sesi yükseldi. Şimdi hepsinin kaşları derince çatılmış, karşıdan gelen çığlık çığlığa bağırışı anlamaya çalışıyorlardı.

”Ben oğlumun ya da kızımın soyadı Yalın diye, size onların yaptıklarını mazur görün dedim mi! Ya da Alparslan’dan böyle bir şey duydunuz mu!” demesiyle Alparslan oturduğu yerde irkildi. Adının öfke dolu o sesin sahibi tarafından söylendiğini duymak garip hissettirmişti.

”Anlaşıldı, siz telefonda bağırırken konuşamayacağız. Oraya geleyim yüz yüze konuşalım. Bakalım yüz yüze konuşurken de bağırabilecek misiniz?” derken tıpkı müdire gibi sesini yükseltmesiyle ellerinin arasından telefonun alındığını hissetti. Siniri tepesine çıkmış, öfkesi resmen yüzünün rengini değiştirmiş bir vaziyetteyken

”Ertuğrul! Bir bırak ya!” diye bağırıp arkasına döndüğü an çok tanıdık bir yüzle burun buruna geldi ve donup kaldı.

”Müdire Hanım! Ben Alparslan Yalın! Sizi dinliyorum.” derken çıkan sesin tanıdıklığı, soğukluğu ve kararlılığı Bergüzar’ın tenini dondurdu sanki.

Gözlerine inanamayarak bir adım ötesindeki adama bakarken, içinde yükselen ağlama isteğine engel olmak için gözlerini Alparslan’dan kaçırdı ve duyularını harekete geçiren kokusundan uzaklaştı. Aylardır hasret kaldığı o koku, sevdalandığı, huzur bulduğu o koku hiç değişmemişti. Burnuna dolduğu her an yaşattığı acı ise yaşadıkları gerçeklerin en büyük kanıtı gibiydi.

”Bu ilk kavgası değilmiş. Evet duydum! Annesinin dediği sözleri tekrarlamak istemiyorum müdire hanım. Cezası neyse verin. Çeksin!” deyip telefonu kapattı. Sırtında gezen şaşkın, hüzünlü, üzgün bakışların ağırlığını hissederek yüzünü Bergüzar’a döndü ve birkaç adımla aralarındaki mesafeyi kapattı. Kadına bu sefer açık açık dikkatle bakıp, buz gibi bakışlarını onun gözlerine dikti ve telefonu ona uzatırken

”Sanırım sen Bergüzar’sın… Hani adı kalbimin üstünde yazılı olan!” dedi. Bunu dile getirirken de kadının gözlerinden, duygularını anlamaya çalışıyordu ama Bergüzar, onunla geçirdiği yılların hakkını vermek ister gibi gözlerinde tek bir duyguyu bile açık etmiyordu.

”Evet!” Bergüzar, onun ukala, burnu havada, ve tepeden bakan tavırlarını hiç özlemediğini fark ettiği anda kısa cevap vermeyi tercih etmişti. Çünkü onun, kendisini çözmek için damarına bastığını ve gözlerinde bir duygusallık aradığını çok iyi biliyordu. Ama az önceki sözleri o kadar canını yakmış, kendisinden öylesine el gibi bahsetmişti ki daha fazla konuşmak istememiş, zaten konuşamamıştı da. Elbette hatırlamadığı hâlde sıcak, samimi davranmasını beklememişti. Zaten olduğunu sandığı yaşta sevimli, anlayışlı bir adam olmadığını da biliyordu. Fakat canı yanmıştı işte. Onca yıldan, onca yaşanmışlıktan, birbirlerinin gözlerinde nefes alıp hayatı durdurdukları onca andan sonra duyduğu bu sözler ağır gelmişti.

Ayrıca Alparslan yanlış konumda, yanlış hamleler yapıyordu. Şu an bu bir oyuna dönecekse -ki onun tavırlarından bunu anlıyordu-kazanan şimdiden belliydi. Çünkü Alparslan Bergüzar’ı hiç tanımıyor ama Bergüzar karşısında duran ve kendisine meydan okuyan adamı çok iyi tanıyordu. Aklına gelmeyen yılların, aklına gelmeyen ailesinin acısını çıkartacak yer arayacaktı. Hayata zaten öfkeli olduğu yılların üstüne bir de bu eklenecek, öfkesi dağlanacaktı. İçinde kopan kıyametin etkisini azaltmaya çalışırken ise kırk altı yaşındaki aklıselim Alparslan değil, otuz üç yaşındaki pervasız, acımasız Alparslan olacaktı. Bergüzar bu gerçekle yüzleşip, acıyla gölgelenmek üzere olan yüzünü sabit tutmayı başardı. Kolay olmayacağını biliyordu ama bu kadar zor ve acımasız olacağını da düşünmemişti. Düşünmek bile istememişti.

Bergüzar, duygularını ustaca gizlese de gözlerindeki dalgınlık belliydi. Alparslan onun aklından geçenleri anlamak ister gibi yüzüne bakarken Bergüzar bir kez daha toparlandı. Bugünler geçip giderse toparlanacak hâli kalacak mıydı emin değildi ama şimdilik hâlâ başarabiliyordu. Alparslan’ın keskin bakan yeşil gözlerine bakıp imalı imalı gülmemek için dişlerini sıktı ve başını iki yana salladığı sırada oyununa ortak olmuştu. Ona, yanlış yolda olduğunu sözle anlatamazdı. Kim, hiç tanımadığı birinden kendisi için tavsiye alırdı ki? Hiç kimse. Hele de Alparslan gibi bir adam asla!

Kendi pervasız ve acımasız hareketine aynı şeklide karşılık veren kadına şaşkınlıkla bakarken

”Ben seninle tanışmak istiyorum ve sen bana sadece ‘evet’ mi diyorsun?” demiş, Bergüzar ise hamlesinin doğru olduğunu anlayarak gözlerini ondan ayırmadan aleni şekilde gülümsemişti.

”Sen beni tanımıyor olabilirsin ama ben seni çok iyi tanıyorum Alparslan Yalın! Ve prensip olarak tanıdığım insanlarla tekrar tanışmam. Özellikle de kocamla tekrar tanışmak için ayaküstü flörtleşmeye hiç niyetim yok!” Alparslan, arkasını dönüp kapıya doğru yürüyen kadına neye uğradığını şaşırmış vaziyette bakıp kalmıştı. Atilla, Ertuğrul ve Tomris ise şahit oldukları diyaloğun şokunu atmaya çalışırlarken Bergüzar bir an durdu ve kocasına yeniden baktı.

”Yanlış konumda yanlış hamleler yapıyorsun Yalın! Yapma!” deyip göz kırptı ve kapıyı hızla çekip çarparak kapanmasına neden oldu. Asansöre binmesiyle tüm acısı, kırgınlığı, şaşkınlığı, yaşadığı şok açığa çıkmış, o yüzden de gözlerinden dökülen yaşlara engel olamamıştı. Alparslan’ın telefon konuşması sırasında söylediği bir söz kulaklarında çınladı. ‘Annesinin dediği sözleri tekrarlamak istemiyorum müdire hanım.’ Sadece ‘annesinin’ demişti. En azından Bergüzar demesini bekleyen kalbine inen bu darbe diğerlerinin yanında hiçbir şey olsa da canını yakmıştı. Karıcım diyerek boynuna atlamasını falan beklemiyordu tabi ama karşısına geçip ukala ukula ‘Sanırım sen Bergüzar’sın… Hani adı kalbimin üstünde yazılı olan!’ demesi de zaten gergin olan sinirlerine, bedenine ve ruhuna inen son yıkıcı darbe olmuştu.

”Neyinim ben senin geri zekâlı! İlkokul aşkın mı!” diye Alparslan’a söylenerek gözyaşlarını anında silip asansörden indi ve kendi şirketine geçti.

 

ESMERİM – ABRE / 19.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!