3.BÖLÜM
Ter döküyor dört duvar ter bense beklerim bir gün mutlaka
Ters dönecek anahtarlar bir gün elbet çıkacaksın ışığa
Sen aydınlığa ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş
Bergüzar’ın ruh hâlini hepsi az çok anlıyordu da bu inatçı hergele anlamıyor ya da götünden anlıyordu ya, Süleyman deli oluyordu. Oğlunun aklını başına getirecek tek kişiyi arayıp olan biteni anlattıktan sonra köşesine çekildi ve beklemeye başladı. Tam planı devreye girecekken, Ertuğrul ve Armağan’ın sürpriz düğünüyle herkesin odağı biraz olsun değişmişti. Bu durum ise en çok Alparslan’la Bergüzar’a yaramıştı. Meraklı, tedirgin, gergin bakışların üstlerinden gitmesiyle nefes almış, aldıkları her nefeste birbirlerinden daha da uzaklaşmışlardı.
Düğünün heyecanına gölge düşüren olayların şoku yaşanırken zaman da epey ilerlemişti. Bahar ayının ılık meltemi her yeri sarmaya başlamıştı. Güneş daha sıcak, daha parlak olsa da onların evi hâlâ soğuk hâlâ karanlıktı. İyi olan tek bir şey vardı, o da bebeğin sağlık durumuydu. Bebek her geçen gün büyüyor, gelişiyordu. Aynı evin içinde olsalar da birbirlerini görmemeye devam ediyorlardı. Bebekle ilgili her gelişmeyi Alparslan’a haber veren ise Tomris’ten başkası değildi.
Alparslan olacaklardan habersiz, her zamanki gibi işlerine dalmış, kafasını dağıtmaya çalışıyordu ki odasının kapısı çaldı.
‘’Gel!’’ diye bağırdığı her an olduğu gibi aklına yine Bergüzar gelmişti. Gözlerini kapatıp derin bir soluk alırken,
”Alparslan Bey, sizi görmek isteyen biri var.” Diyen asistanına, ardından da kapının dışına doğru baktı. Kapının yakınında kimse görünmüyordu. Gelenin kim olduğu hakkındaysa en ufak fikri yoktu. Biriyle randevusu olup olmadığını da hatırlamıyordu. Kafası fazlasıyla doluydu, çok yorgundu.
”Kimmiş?” Asistanı gözlerinin içine bakıp usulca
”Sadullah Yalın…” diye fısıldadığında, doğru duyup duymadığını anlamak için beklemişti.
‘’Kim dedin?’’
‘’Gelen Beyefendi, adının Sadullah Yalın olduğunu söyledi.’’ Aynı ismi söylemesiyle silkelenip ayaklandı.
”İçeri al. Hemen!” Üstünü başını düzeltirken kapıya da ilerledi. Asistan, Sadullah Bey’in odaya girebilmesi için kenara çekildiği anda yıllanmış o yeşil gözleri gördü. Kendi gözlerinin mirasçısı, dedesi Sadullah’tı. Kaşını, gözünü, huyunu, suyunu hatta ses tonunu bile bu adamdan almıştı. Onun yıllar önceki hâli gibiydi. Babası hep ‘Aynı Sadullah dedenin gençliğisin’ derdi.
Dedesini bir başka sever sayardı. Onun duruşuna, konuşmasına, oturup kalkmasına bile hayran olarak büyümüş, onu idol almıştı. Babaannesi Feride vefat ettikten sonra Sadullah dede inzivaya çekilerek egenin sahil kasabasına yerleşmişti. Karısını kaybetmenin yasını, bağ bahçeyle uğraşarak hafifletmeye çalışmıştı. Yaşadığı kasabadan nadiren çıkar, ailesini de nadiren misafir kabul ederdi. Keyfi istemedikçe telefonlara bile çıkmazdı. Zaten evinde telefonu da yoktu. Eski toprağın kafası, o zımbırtıyı bir türlü almamıştı. ‘Ölüm kalım olmadıktan sonra aramayın. Arayacaksanız da köyün bakkalını, muhtarını arayın. Ben ölür kalırsam da zaten haberim gelir. Pimpiriklenip durmayın.’ Deyip gidivermişti.
Ailede ona sözünü dinleten iki kişi vardı. Dahası zaafı, yüreğinin yumuşak yanı olan iki kişi. Biri gelini Neşe, diğeriyse ‘tıpkı Ferideme benziyor’ dediği, gözünün içine baktığı torunu Tomris’ti. Ailesinin dört erkeğinin kendilerini paralasalar yaptıramayacakları, ikna edemeyecekleri şeyleri bu iki kadın şipşak hallederdi. Onlara ‘hayır’ deme gibi bir gaflete asla düşmezdi. Ne derlerse ‘he’ der ve yapardı. Yılda bir kez İzmir’e gidip doktor muayenesinden geçmesi de bundandı, günde en az iki litre su içmesi de, sabah yürüyüşlerini aksatmadan sürdürmesi de. Hepsini Neşe kızı istemişti. Onun isteği, başı üstüneydi.
Şimdi burada olma sebebi de yine Neşe kızının isteğiydi. Süleyman hergelesi, işi kendi çözdüğünü zannetse de aslı öyle değildi. Taa ne kadar zaman önce Neşe kızı aramış, olanı biteni anlatmış, ağlamış, yüreğini de dağlamıştı. İstanbul’a gelip Alparslan’ı bacaklarından sallandırmak istese de biraz beklememişti. Alparslan’ın neler yapacağını uzaktan uzağa izlemişti. Gördükleriyse hiç hoşuna gitmemişti.
Ne olacaktı ki… Büyük hergelenin yavruları da hergeleydi. Hergelenin başının kendisi olduğu gerçeğini bir an bile düşünmeden torununa ters ters baktı. Soyuna limon suyu sıkasıca… Gençliğine bürünmüş de karşısında duruyordu sanki. Uzunca boylu, tuttuğunu kopartacak gibi iri yapılı, sert mizaçlı, keskin bakışlıydı. Karşısında ok gibi durup, kuyruğunu dik tutmaya çalışan bu genç adamın, o esmer kızın karşısında kuyruğunu nasıl indirdiğini de biliyordu. Oğlu Süleyman’ın ve torunu Ertuğrul’un, bilmek, olan biteni yönetmek, gözlemlemek gibi huylarının temelini kendisi atmıştı. Taa yıllar yıllar önce. Soydur çeker, boktur kokardı. Çekmiş, kokmuştu. İtalya seyahatinde ayakları yere basmayan aptal âşık torunu, şimdi inadından kuyruğu dikmiş indirmiyordu öyle mi? O kuyruğu tutar, sahibini evirir çevirir, duvara çarpı verirdi.
‘’Bey olmuşsun! Bey olmuşsun ya hani, yanına varmak için kırk kapıdan geçmek gerekir olmuş. Bey olmuşsun ya hani, sesini duymak için kırk kapıya dil dökmek gerekir olmuş. Bey olmuşsun…’’ bir adımda torunun önüne varıp gözlerine baktı.
‘’Olmuşsun da ne olmuş Alparslan? Dilin bıçak kadar keskin, inadın dağlar kadar yüksek, gönül ise ay karanlığı çökmüş geceler kadar kör olmuş.’’ Başını eğip gözlerini kaçırırken
‘’Hoş geldin dede.’’ Demiş, eline uzanıp öpmek istemişti ama Sadullah dede elini vermemişti.
”Süleyman ve Neşe kızım bir şeyler anlattı. İşin içinden çıkamamışlar. ‘Gel de şu oğlanı gör’ dediler.” Buz gibi sesi, mimik kıpırdamayan yüzü ortamın havasını iyiden iyiye geriyordu.
”Bu adam… Süleyman… Yıllardır benden hiçbir şey için yardım istemedi. Her işin üstesinden geldi.” Sadullah Bey susup derin bir nefes aldı, gözlerini gözlerine kenetledi.
”Ulan hergele, koskoca adam ‘oğluma söz geçiremiyorum, bir de sen konuş şununla.’ Diye beni taa nerelerden kaldırıp getirtti. Utanmıyor musun ulan 80 yaşındaki dedeni ayağına getirtmeye.”
”Dede…”
”Sus! Bana dede falan deme. Beni utandırdın Alparslan. Yaptıklarınla yüzümü yere eğdin. Öfkeni düşmanından çıkartamayınca sevdiğin kadını hedef alıp, karnındaki çocuğunu bile hiçe saydın. Ben, baban, anan, insan olmayı size böyle mi öğrettik! Sen istediğin gibi yaşarken, o kızın neler yaşadığını, nasıl bir çıkmaza girdiğini düşündün mü? Sen, aileni kaybettin mi? Sen, sana yadigâr kalan son can için elinden geleni ‘yanlış da olsa’ yapmaya çalıştın mı?’’ Susup bekledi ama bu bekleyiş cevap vermesi için değil, düşünmesi içindi.
‘’Bunları yaşamadıysan o kızı suçlamaya hakkın yok! Anan sağ, baban sağ, kardeşlerin sağ. Allah hepsine uzun ömür versin, fakat sen hiç, birini kaybetmenin korkusunu, acısını yaşamamış biri olarak bu sefer çok ileri gittin.’’ Odada usul usul yürüyüp camın önüne geldi ve manzaraya bakmaya başladı. Bırakıp gittiği şehir daha da büyümüş, daha da kalabalıklaşmıştı. Buradan o kalabalığa bakmak bile ruhunu daraltıyordu. Sıkıntıyla nefeslenip,
‘’Benim anam öldü, babam öldü, kardeşlerim öldü… Karım öldü… Eğer elimden onları yaşatacak ufacık bir şey gelseydi, ne olduğuna bakmaz yapardım.’’ Dedikten sonra yeniden torununa dönmüştü.
‘’Anan ölür, acısını kaldırmak çok zordur. Kolun kanadın kırılır, sığınacak limanın kalmaz belki ama kabullenirsin. Baban ölür, sırtını yaslayacak dağın kalmaz ama toparlanır, daha güçlü durmayı öğrenirsin. Kabullenirsin. Karın ölür… Yol arkadaşın, bir yudum suyu paylaştığın, gözlerinde sevdayı tattığın insan ölür ama kabullenir, anılarına sığınırsın. Kabullenir, ona kavuşacağın günü özlemle beklersin. Fakat kardeşin ölürse…’’
‘’İşte o zaman diğer yarını toprağa saklarsın. Anan baban sana tam olarak akraba değildir. İki ayrı soy, iki ayrı insan, iki ayrı gendir. Ama kardeş… Aynı karında büyümüş, aynı ananın, babanın evladı. Canının diğer yarısıdır. Ne onunla yaşananları unutursun, ne onu unutursun, ne de kabullenirsin Alparslan. Kardeş, etle tırnak gibidir. Ölüm bile kardeşleri ayıramaz.” Kapıdan girdiği andan beri ayaktaydı ama oturmaya niyetli değildi. Bu konuşmanın sohbet havasına girmesini istemiyordu. Torunu aklını başına alsın diye buradaydı ve onu akıllandırmadan gitmeye niyeti yoktu.
”Karım öldüğünde dünya başıma yıkıldı sandım. Deli divane sevdiğim kadını toprağın altına koyarken kalbim de onuna birlikte gitti. Zaten ilk görüşte kalbimi ona vermiştim. Sen şimdi bu kızı sevdiğini iddia ede ede ona çektiriyorsun ya… Allah bunun acısını senden çıkarır. Seni onsuz bırakır. Kaçırdığın bu günlerine ağlarsın.” Sadullah, dolu dolu olan gözlerini yeniden torununa dikti.
”Bu acıları görmeden, yaşamadan, o kızı suçlamaya devam edersen…’’
‘’Seviyorum dede… Çok seviyorum ama sevdiğim kadar da kızıyorum. Ben ona çok sordum, çok söyledim. Bir şey olursa bana anlat diye defalarca söyledim. O, bizi korumak için bunları yaptı biliyorum ama Toprak’ın bendeki yeri Tomris’le aynıydı. Ben de kardeşimi kaybettim. İyi olsun diye debelenip durduğum, gözünün içine baktığım o kız, öylesine biri ya da sevdiğim kızın kardeşi gibi değildi. Kendi canım, kardeşim bildim.’’ Daha fazla dayanamayıp resmen bağıra bağıra bu sözleri söylediğinde Sadullah susmuştu.
‘’Sevmediğimden değil, acı çeksin diye değil kaçışım. Kızgındım, üzgündüm, bana güvenmedi diye düşündüm. Bu düşüncelerle yaklaşırsam biliyorum ki dilim durmaz, bir söz söylerim canını yakarım. Canını yakmamak için geride durdum ve duruyorum. Zaten sadece ben kaçmıyorum. O da benden kaçıyor.’’ Deyince Sadullah dedenin yüzünde tebessüm belirdi.
“Ahh be çocuk… İnsan sevince en çok kendine acımasızdır. Sevdiğini kendinden bile korumak isteyince kaçar. Sen ondan, o senden kaçıyor. Kaça kaça orta yolu bulursunuz elbet. Ama kaçarken kaçırdığınız bugünler bir daha geri gelmez bilesiniz.” Torununa yaklaşıp usulca omzunu kavradı.
“O kaçıyor diye sen de kaçma. Sen, kovala ve yakala. Yoksa bu hâl sizi yer bitirir. Yazık değil mi evladım, yazık değil mi size? Hele bir de çocuğunuz olacakmış. O cana yazık değil mi?” Alparslan zorla nefes alıp boynundaki kravatını gevşetirken hâline tebessümle bakan Sadullah dede son sözlerini söylemeye başladı.
“Baba dediğin derleyen, toparlayan, kaçmayan, ailesi için savaşandır. Dağ gibi duran, güven verendir. Sen de baba oluyorsun Alparslan. Güçlü durmayı, sırtını sana yaslayan ailene dağ olmayı öğrenme vakti. İçinde fırtınalar kopacak belki ama o fırtınaları dağın tepesi hissedecek. Sen hissedeceksin. Eteğine sığınıp sana dayanmış, sana kök salmış olanlar, o fırtınaları hafif bir esinti sanacak. Sen işin aslını bilecek ama onları kuytunda koruyacaksın. Dağın tepesine kar yağacak. Tipi gibi, ese ese, göz gözü görmeyecek şekilde yağacak hem de. Ancak sen tipiyle, fırtınayla, karın keskin soğuğuyla uğraşırken, eteğinde güvenle yaşayanlar ‘baksanıza kar ne güzel yağıyor’ deyip, onun pamuk gibi gökten inişine hayran olacak. Sen ise ağzını açıp da ‘siz bir de dağın tepesinde kopan kıyamet gibi fırtınayı görün’ demeyeceksin.”
Torununu kolunun altına alıp, odadan çıkmak için kapıya doğru ilerledi. Gözleri yine buluşurken
“Hadi bakalım taze baba, kendini de sevdiğin kadını da toplama vakti. Hayat kimseye kolaylık sunmaz, hep şen şakrak olmaz aslan torunum. Asıl önemli olan böylesi zor zamanları el ele atlatabilmektir. Hadi Alparslan… Utandırma beni. Sözlerimi de unutma emi!” dedi ve başının tepesini öpüp sessizce odadan çıktı. Kapının önünde kendisine şaşkın şaşkın bakan torunlarını görünce yüzü aydınlanmıştı. Önce Atilla, sonra Ertuğrul’la kucaklaştı.
“Hergeleler… Siz ne ara bu kadar büyüdünüz de evlenecek yaşa geldiniz diyeceğim ama… Ulan siz ona bile neredeyse geç kalıyordunuz.” İkisini de kollarının altına almış, enselerinden kavrayıp sıkmış ve resmen bağırtmıştı. İki koca adam acıyla inlerken pis pis gülüyor, bir yandan da torunlarının yanlarında duran hanımlarına bakıyordu.
“Ailemize hoş geldiniz Karcan kızları.” Bir anda durdu ve suratı kaskatı olurken
“Ama sen hiç hoş gelmedin sarı çocuk.” Deyip Murat’a dönüverdi.
“Ulan puşt, sen benim gözümün bebeğine, gözlerinde Feridemi gördüğüm biricik torunum Tomris’im için Berdel mi dedin? Sen, benim torunuma mı göz koydun? Gözünü oyarım ulan!” Sesi için için geliyordu ama öyle gürdü ki Murat ne diyeceğini şaşırmıştı. Deli Süleyman’ın babası, ondan daha deliydi. Buna hiç şüphe yoktu.
“Ayy, dedem benim be. Sen, o garibanı boş ver. Çünkü o, kardeşlerini dalyan gibi iki adamla evlendirmenin kıskançlığını yaşıyor. Hırsından da boş boş konuşuyor. Onunki sadece şov. Kendisi fazla hayalperest. Elleme, bırak. Kendi kendine eğlensin çocuk!” Anlık sessizlik esnasında Murat duyduğu sözlerle şoka girmiş öylece Tomris’e bakarken, Tomris de dedesinin kolları arasına girmiş kıs kıs gülmeye başlamıştı. Alparslan, sinirinden kıpkırmızı olan Murat’a acıyarak bakıp kahkahayı basmadan önce
“Öldürmeden gömdü sanki dimi Murat’ım.” Dediği anda herkes gülmeye başlamıştı. Aylin ve Armağan usulca Sadullah dedeye yaklaşıp, Tomris’i iki kolundan tutarak dedesinden ayırırlarken, en sevimli gülümsemeleriyle dedeye bakıyorlardı.
“Neşe kızımın gelinleri de kesin Neşe kızım gibidir. O yüzden…” deyip Tomris’i kollarının arasından çıkartıverdi.
“Aaaa, dede… Resmen beni bu iki cadının haşin ellerine mi bırakıyorsun? Nasıl kıyarsın bana dedişim yaaa…” diye bağırırken, koridoru çoktan yarılamışlardı. Armağan bir kolundan, Aylin diğer kolundan tutup Tomris’i havaya kaldırmış, ayakları yerden kesilen Tomris ise boşlukta öylece sallanıp kalmıştı.
“Bana bak görümcek, kapa o güzel çeneni yoksa…” diyen Aylin’in carlayışıyla ona dönüp kocaman açtığı gözlerinin ardından baktı.
“Yoksa ne? Napcaksınız ya bana?”
“Yoksa saçının her telini düğümleriz. Sus… Zaten çok konuştun. Artık susma vakti.” Diyen Armağan, en psikopat gülüşüyle kendisine dönünce havada süzülen ayaklarını salladı.
“Ayyy, bunlar beni kesicek…”
“Yok kız… Kesmicez, doğrucaz. Lime lime!” Abla kardeşin attıkları kahkahalar koridoru inletirken, onların gidişini izleyen erkekler de kahkahayı basmıştı. Tomris’in havada sallanan ayaklarının taklidini yapan Atilla sayesinde bir kez daha kahkaha atarlarken, Sadullah dede hepsine uzun uzun baktı.
Ailesi büyüyordu. Soyunun dalları genişliyor, torunları sevdikleri insanlarla yepyeni bir hayata adım atıyordu. Bunun huzurunu anlatacak bir kelimesi bile yoktu ama yüzündeki tebessüm, gözlerindeki puslu bakış, mutluluğunun her zerresini anlatıyordu.
***
Alparslan salondaki koltuğa uzanmış dedesinin söylediklerini düşünüyordu. Ona hak veriyordu, zaten Bergüzar’a da hak veriyordu ama içinde kopan fırtınaya dur diyememişti. O yüzden bu hâle gelmişti. Şimdi o fırtınayı sadece kendi içinde yaşamayı öğrenme zamanıydı. Bir baba gibi…
Fırtına kopacak ama dışarıdan kimse anlamayacaktı. Öğrenmenin yaşı yoktu. O da bunu öğrenecekti ve Bergüzar’a ulaşmanın bir yolunu bulacaktı. Ne yapabilirim? Sorusunu düşünürken merdivenlerden gelen ayak seslerini duydu ve başını hafifçe çevirip hole baktı. Emine abla, Bergüzar’ın odasına akşam yemeğini bıraktıktan sonra gitmişti. Yani evde ikisi dışında kimse yoktu ama yine de onu odasından çıkmış, evin içinde gezerken görmek şaşırmasına sebep olmuştu. Bugüne kadar onu odadan çıkartan tek şey doktor muayeneleriydi.
Yolunda gitmeyen bir şeylerin olma ihtimaliyle tedirgin olmuş, sırtı kasılıp kalmıştı. Gözlerini üstünde gezdirirken iyice belirginleşen karnına baktı. Boğazı düğümlenirken yüzünde silik bir tebessüm oluşmuştu. Gecenin bir vakti odasına girip, bebeğine dokunduğu zamandan bu yana ne kadar büyümüştü. Bergüzar’ın yürüyüşünün bile değiştiğini, penguen misali adımladığını görünce gülmek istedi ancak sessiz kalıp onu izlemeye devam etti. Mutfağa girmesiyle merakından ayaklanıp mutfak kapısına yaklaştı ve göz ucuyla içeriye bakmaya başladı.
Bergüzar, buzdolabına başını uzatmış bakıyordu. ‘Acıktı mı acaba?’ diye düşündü ama hemen aklı başına geldi. Hamileydi ve canı bir şey istemiş olabilirdi. Dolaptakileri bir süre daha inceleyip kapağını kapatmasıyla Bergüzar’ın yüzünü görmüştü. Suratı asılmış, aradığını bulamamış gibi bir ifadesi vardı. ‘Acaba canı ne istedi?’ diye düşünürken
“Evde çilek yokmuş bebecik. Şansına küs.” Deyip karnını okşamasıyla Alparslan’ın soluğu kesilmişti. Bir buçuk ay sonra uykusunda sayıklamadığı bir anda sesini duymak, karnını şefkatle okşadığını görmek içindeki dağları yerinden oynatmıştı. Sessizce salona dönüp, Bergüzar’ın odasına gitmesiyle ceketini giydi ve dışarı çıktı. Ona ulaşmak için aradığı yolu, sevdiği kadın bilmeden gösterivermişti. İçi kıpır kıpırdı. Sanki günler sonra kalbi atıyor, damarlarına kan pompalanıyordu.
Ne demişti Bergüzar? Çilek… Canı, canları çilek istemişti. O zaman, o çilek bulunacaktı. Bir saat boyunca geceleri açık olan manavları gezip, birinde çilek bulmayı başardığında
“Ohh!” dedi. Manavın sahibi ise gecenin bir vakti gelen müşterisine anlayışla gülümsedi.
“Hoş geldin evlat.”
“Hoş buldum, şu çileklerden alabilir miyim?”
“Tabii, kaç kilo olsun?” sorusuyla duraksayıp düşünmeye başlayınca adam da gülmeye başlamıştı.
“Hanımın gebe galiba?” ‘Hanımın’ demesiyle öylece kalırken şaşkın şaşkın başını salladı.
“Evet… Çilek dedi.” Yüzündeki afallamış ifadeye gülümseyen adam bir poşete çilek katarken, Alparslan da tezgâha göz attı. Muz, elma, portakal ve daha ne gördüyse hepsinden alıp, eli kolu dolu hâlde eve dönmüştü.
Poşetleri tezgâhın üstüne koyup, çilekleri buldu ve yıkamaya başladı. Birkaç kez sudan geçirdiği çilekleri tabağa koyup üst kata çıkarken elleri heyecandan buz kesmişti. İçeri girip ne diyecek, çilekleri nasıl verecekti bilmiyordu. Odanın kapısında durup soluklandıktan sonra kapıyı usulca çaldı ve araladı. Ancak yatakta ya da koltukta Bergüzar’ı göremedi. Banyodan gelen ışığın yardımıyla meyve tabağını komodinin üstüne bırakıp hemen odadan çıktı.
Banyodan çıkan Bergüzar aldığı solukların arasına karışan kokuyu fark edip duraksarken odaya baktı ama kokunun sahibi odada yoktu. Bir an için onun kokusunu anımsadığını sanıp yatağına ilerlemeye devam etmişti ki başucunda duran çilek dolu tabağı gördü. Ayakları birbirine dolanmış, bacakları titremişti. Buzdolabında çilek ararken yakalandığını fark etmemişti. Fakat Alparslan, aşerdiği çilekleri bulup getirmişti. Hiç rahatsız etmeden bırakıp gitmesi yüreğine ateşler düşürürken, gözyaşları da yanaklarına düşmeye başlamıştı. Kırılan kalbine inat çabaladığını görmenin hüznü ve hâlâ seviyorum sözlerinin gerçekliğiyle ağlaya ağlaya çileklerini yedi.
Ertesi akşam yine aynı saatlerde odasından çıkıp usulca mutfağa indiğinde canı bir şey istemiyordu ama Alparslan’la iletişim kurmanın farklı bir yolunu bulmuştu ve bu yoldan ilerlemeye karar vermişti. Dolabı açıp içine baktığında çeşit çeşit meyveyle karşılaşıp suratını astı. Şimdi ne isteyecekti? Bir süre durup düşünürken, mutfak kapısından gizli gizli izlendiğini biliyordu.
“Tüh… Ananas yokmuş bebecik.” Aklına gelen ilk şeyi söyleyip üzgün üzgün dolabı kapattı ve odasına geri döndü. Bu sırada Alparslan ise
“Ananas ne ya? Küçücük çocuk ananas mı ister? Ne bilsin ananası.” Diye diye evden çıkmış, tıpış tıpış arabasına binmişti. Bir geceyi daha manav manav gezerek geçireceğini zannetse de Ananası bulmak, çileği bulmaktan kolay olmuştu. Bulduğu bütün tropik meyvelerden alıp doğruca eve döndükten sonra ananasla mücadelesi başlamıştı. Bu mereti nasıl kesecekti? Ananasa düşmanı gibi bakmayı bırakıp işe koyuldu fakat bir türlü başaramayınca aklına Tomris’i aramak geldi. O, böyle cins cins şeyleri kesin bilirdi.
“Alo bizim kız, bak sana ne soracağım.”
“Abiciğim, hayırdır gecenin bu saati?” Derin bir iç çekip oflarken
“Bebeğin canı ananas ister mi ya? Nerede görülmüş doğmamış çocuğun ananas istediği. Anasının memleketinde ananas yetişiyor sanki!” demesiyle bir an duraksayan Tomris durumu anlayıp gülmeye başlamıştı.
“Belki ananasın başkenti de Ankara’dır babacık.”
“Bana bak, dalga geçme de bunu nasıl keseceğim onu söyle.”
“Tamam tamam, kızma yahu… Bak şimdi.” Tomris yine şaşırtmamış, envai çeşit gereksiz bilgisinin arasından ananas kesmenin püf noktalarını bulup çıkarmış ve abisine anlatmıştı. Yarım saatlik çabanın sonucunda başarıya ulaşan Alparslan, tabağa koyduğu meyveyi Bergüzar’a götürmek için üst kata yöneldi.
Odanın kapısını usulca çalıp içeri girdiğindeyse onu uyurken buldu. Uyumadan yetişemediği için kendine söyleniyordu ama bunu sessizce yapıyordu. Tabağı yine komodinin üstüne bıraktıktan sonra bir dakika kadar onu izledi ve odadan çıktı. Uyuyor numarası yapan Bergüzar ise o gider gitmez gözlerini açıp başucundaki tabağa bakmış ve gülümsemişti. Günler sonra gerçekten gülümsemek neydi onu hatırlamıştı. Elleri istemsizce yüzüne gitti ve gülerken oluşan ifadesine dokunup kesik kesik soluklar aldı. İnsan gülmeyi bile unutur, ona dokunup da hatırlamaya çalışır mıydı? Böylesi de olurmuş demek ki… Bergüzar da şimdi öğreniyordu.
Ananas dolu tabağı kucağına koyup, meyvesini yerken bir yandan da karnını okşuyordu. Aklında ise iki gecedir yaşananlar vardı. Alparslan canla başla kendine yaklaşmaya çalışıyordu. Bunun farkındaydı. Artık adım atma sırasının kendine geldiğini anlayıp, cesaret bulabilmek için derin bir soluk aldı.
Sabaha kadar gözüne uyku girmemiş, aklından geçenleri yapabilmek için kendisini ikna etmeye çalışmıştı. Daha gün doğmadan yatağından kalkıp duş aldı. Üstünü giyinip, saçlarını kuruttu ve odadan çıktı. Bir gece önce ananas dolu olan tabağın boşuyla mutfaktan içeri girdiğinde Emine abla şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Alparslan ise elinde çatalıyla öylece kalakalmış, gözlerini boş tabağa dikmişti ki yüzünde silik bir tebessüm belirip kayboldu. Binbir zahmetle soyduğu ananasları yediğini görmek, onu burada görmekten daha mutlu etmişti. Bergüzar,
“Günaydın kızım.” Diyen Emine ablaya usulca başını eğerek selam verdi. Yine konuşmayacağını düşünürlerken
“Günaydın.” Demesiyle Alparslan’ın elindeki çatal gürültüyle masaya düştü. Sesi boğuk, hırıltılı ve yorgundu ama konuşmuştu. Elindeki tabağı tezgâhın üstüne bıraktı ve paytak adımlarla buzdolabının önüne geldi. Alparslan pür dikkat onu izliyor, bu sefer ne aradığını anlamaya çalışıyordu. Bir tane salatalık ve havuç alıp yıkadı, kuruladı. Bunları alıp odasına gideceğini düşünürlerken bir kez daha şaşkınlığa sebep olan bir şey yaptı.
Alparslan’ın karşısındaki sandalyeye oturdu ve salatalığını yemeye başladı. Gözleri masadaydı, gözlerine bakmıyordu. ‘Olsun’ dedi Alparslan, ‘Burada ya, bu kadarcık bile adım attı ya… Olsun. Buna da şükür.’
Gözlerini ondan zar zor ayırıp, düşürdüğü çatalı eline aldı. Kahvaltısına devam etmeye çalıştı. Ancak bir yandan da Bergüzar’ın o yedikleriyle doyup doymadığını düşünüyordu. Bir salatalık, bir havuçla doymazlardı. Emine ablaya kaş göz yapıp servis tabağı istedi. Emine abla tabağı hemen ona verip, çamaşırları bahane ederek mutfaktan çıktığında baş başa kaldılar. En son ne zaman baş başa kalmış, aynı masada karşılıklı oturmuşlardı? İkisi de hatırlamıyordu. Uzun zaman olmuştu.
Alparslan, bir dilim peynir, birkaç zeytin ve domates koyduğu tabağı Bergüzar’ın önüne bıraktığında gözleri buluştu. Sessiz, sözsüz… Öylece bakışırlarken ikisinin de yüreği cız ediyordu. Şimdi her şeyi boş verip sımsıkı sarılsalardı ya… Ne çok özlemişlerdi birbirlerini. Ama daha zamanı vardı, biliyorlardı.
“Miden bulanıyor biliyorum ama yine de yemeye çalış.” Diyen fısıltılı sesindeki anlayış, Bergüzar’ı aylar öncesine götürmüştü. İtalya’da her şeyin gün yüzüne çıktığı o gece de gözlerinde bu ifade vardı. ‘Ne olursa olsun, yanındayım’ der gibi bakan gözleri çok iyi tanıyordu.
Uzattığı tabağı alıp önüne koyarken elleri titremesin diye o kadar kasılmıştı ki bebek bile bunu hissetmiş ve kasıklarına sancı girmişti. Usulca nefes alıp sakinleşmeye çalışırken tabağındakileri yemeye başladı. Küçük lokmalar bile ağzında büyüyordu ama buna karşı koyup, doğru düzgün yemek yemeye başlaması gerektiğini kendine hatırlattı. Bebeğinin sağlıkla büyümesi için beslenmeye ihtiyacı vardı.
Alparslan göz ucuyla onu izleyip, memnuniyetle iç çekerken saatini kontrol etti. İşe gitmesi gerekiyordu ama Bergüzar’ı bırakıp gitmek de istemiyordu. Yine odasına kapanır da çıkmazsa, yine kendini yalnızlığa mahkûm ederse diye korkuyordu. Usulca masadan kalkıp ceketini giydi. Yanına ilerleyip durdu, gamzeli yanağını avucunun içine aldı ve başparmağıyla okşarken saçlarına küçücük bir öpücük kondurdu.
“Günaydın Bergüzar…” arkasını dönüp sessizce giderken Bergüzar sessizce ağlıyordu. Ne yaşarlarsa yaşasınlar ikisi de şunu çok iyi biliyordu. Sevdanın yolu hep, birbirlerine çıkacaktı. Yaralarına şifa da şifacı da kendileriydi. Yüzünü avuç içleriyle kurulayıp birkaç kez burnunu çeken Bergüzar, sırtını sıvazlayan eli hissedip yanında beliren Neşe Hanım’a baktı.
“Ağla kızım, ağla ama yalnız başına değil… Onunla ağla. Sen tek başına ağlarken, o da tek başına ağlamıyor mu sanıyorsun? Birlikte ağlamak çok kıymetlidir Bergüzar. Birlikte iyi olmanın yolu, birlikte ağlamaktan geçer güzel kızım.” Durulan gözyaşları yeniden akarken
“Çok ağladı mı?” diye sormuş, sorarken sesi titremişti. Neşe, ona şefkatle bakıp usulca sarılırken sırtını da sıvazlamaya devam ediyordu.
“Çok üzüldü ama sen de çok üzüldün. Çok ağladı ama sen de çok ağladın. Kendi mateminizi yaşadıysanız artık o matemi birlikte tutma vakti gelmiştir belki? Hımm, vakit geldi mi kızım? Yasını önce sevdiğin adamla, sonra da bizlerle paylaşmanın vakti geldi mi?” Bergüzar, onun göğsünün altına doğru yasladığı başını usulca sallayıp derince iç çekerken, saçlarında gezen çok tanıdık birinin elini hissetti. İlk solukta özlemini duyduğu kokusunu aldı ve boğazı düğüm düğüm oldu.
“O zaman Sedef annene de sarılma, dizine yatıp saçlarını sevdirme vakti gelmiştir değil mi kara kızım.” Diyen sesle gözlerini aralayıp, aylardır görmeyi reddettiği kadına baktı. Ağlaya ağlaya birbirlerine bakarlarken Neşe Hanım usulca birkaç adım geri gitmişti. Yerini Sedef anneye bırakmasıyla, kadının dizleri üstüne çöküp, evladı gibi sevdiği kara kızına sarılması bir olmuştu.
Saçlarını sevdi, sırtını sıvazladı, kulağına umut dolu sözler fısıldadı. Tıpkı çocukluğundaki gibi yaralarını sarmak için elinden ne geliyorsa yaptı. Onları mutfağın bir köşesinden izleyen Neşe ve Emine de gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Doğuran mı anaydı, yoksa büyüten mi? Doğuranın sevemediği, acılar yaşamasına sebep olduğu çocuğu, büyüten iyi ediyordu. Yarım saat süren bu sahnenin sonunda Sedef anne önce kızının gözyaşlarını sonra kendi gözyaşlarını sildi ve gülümseyerek Neşe ile Emine’ye baktı.
“Şimdi ağız tadıyla bir kahvenizi içerim Neşecim.” Neşe de kendini toparlamaya çalışıp gülümserken Emine abla çoktan işe koyulmuştu.
“Ben de içebilir miyim? Bir fincandan bir şey olmaz herhalde?” derken bebeğine tedirgin ve şüpheyle bakışı hepsini güldürmüştü. Neşe Hanım her zamanki hoş kahkahasını atıp
“İçersin içersin, bir fincan kahveden hiçbir şey olmaz anneciğim.” Dediği anda gözleri buluşuverdi. Neşe, o kadar içten ve düşünmeden ‘anneciğim’ demişti ki Bergüzar’ı yüreği hop etmişti. Sedef Anne, Neşe Hanım’ın Bergüzar’a ilk kez böyle hitap ettiğini birbirlerine bakışlarından anlamıştı. Heyecan, minnet, şükür ve biraz utangaçlık, Bergüzar’ın gözlerinde kol göz geziyordu.
“Ana kız pek güzelsiniz maşallah.” Omzunu kıra kıra gülerken ikisini de yanına alıp salona doğru ilerlemişti. Sedef annesiyle Neşe Hanım’ın kırk yıllık ahbap gibi sohbet edişine şaşırırken kahvesini yudumlayan Bergüzar, sabahtan beri yaşananlara inanamıyordu. Odasından çıkmasıyla Dünya da yörüngesinden falan çıkmış olabilir miydi?
Ya da şöyle olabilirdi, kendi dünyası aylar önce yörüngesinde çıkmıştı. Odasından çıktığı anda da eski yerine dönmüştü. Bu, daha olağan bir durumdu.
“Siz, tanışıyor musunuz?” sorusuyla iki kadın da kendisine dönüp öylece kalakaldı. Alparslan, kızların geçmişleriyle ilgili bazı gerçekleri Toprak’ı kaybettikten sonra öğrenmişti fakat Bergüzar bundan bir haberdi.
“Tanışıyoruz… Hem Sedef Hanım’la hem de seninle uzun yıllardır tanışıyoruz ama sen bilmiyorsun Esmer kız.” Diyerek odaya giren Süleyman Bey’i görüp ayaklanırken, ne demek istediğini anlayamamıştı. Bu sebeple de yüzüne bakıp kalmıştı. Elinde tuttuğu kahve fincanını usulca alıp sehpaya bırakan Süleyman, omuzlarını kavrayıp sıvazladı. Birbirlerine tebessümle bakmaya çalışırlarken ise sımsıkı sarıldı. Yıllar olmuştu bir babaya sarılmayalı ya da bir baba tarafından sarıp sarmalanmayalı. Göğsünde bir iç çekiş büyürken, beraberinde de huzur ve güven dolu bir hissi büyütüyordu.
“Başın sağ olsun yavrucuğum. Acını anlayamam ama yanında olduğumu, yanında olduğumuzu bil isterim.” Bergüzar gözlerinden yaşlar süzülürken dudaklarını zorla araladı.
“Sağ olun.” Dediği sırada sırtını sıvazlayan adam bir adım geri çekilip koltuğu işaret etmişti. Koltuğun ucuna oturduğunda Süleyman Bey de yanına oturdu.
“Öğrenmen gereken bazı gerçekler var kızım. Yıllardır sana anlatmak isteyip cesaret edemediğim, seninle yüzleşmekten korktuğum şeyler var.” Bergüzar bu sözlerden hiçbir şey anlamamış, Sedef anneye ve Neşe Hanım’a ‘neler oluyor?’ der gibi bakmıştı.
“Biz, senin aileni uzun yıllar evvelden tanıyoruz kızım. Baban, benim şirketimde çalışırdı. O sebepten de aramızda tanışıklık vardı. Senin küçüklüğünü bilirim ama Toprak’ı pek bilmem.” Bergüzar duyduklarıyla şaşırmış, Süleyman’a bakıp kalmıştı.
“Ben… Bilmiyordum.” Dediğinde hepsi tebessüm etmişti.
“Çok küçüktün, bilmemen ya da hatırlamaman normal.” Susup derin bir soluk alan Süleyman zor olsa da sözlerine devam etti.
“Meral ve Eşref Hulusi’nin tanışmasına sebep olan o yemeğe annenle babanı ben davet etmiştim. Böyle olacağını bilemezdim ama yıllar boyunca iki ailenin dağılmasına, Akif’in kendini öldürmesine sebep olduğumu düşünerek vicdan azabı çektim. O sebeple de size yaklaşamadım. Sizin bana öfke duymanızdan, annesiz babasız kalan iki çocuğun hiddetinden korktum.” Yine duraksadı ve hüznün yer ettiği bakışlarını Bergüzar’a çevirip
“Özür dilerim.” Dedi. Bergüzar ise öğrendiği yepyeni gerçeklerle afallamış, özür dileyişiyle içinde garip bir burukluk olmuştu. Onun gözlerindeki mahcubiyeti görmek üzülmesine sebep olmuştu. Aslında olanlarda hiç payı yoktu ama o, yıllar boyunca bunu kendine dert, vicdanına yük etmişti. Bir anda ona sarıldı ve usulca sırtını sıvazladı. Sanki derdine derman olmak ister gibiydi. Az önce kendi sırtını sıvazlayan adamı avutuyordu.
“Senin bir kabahatin yok ki… Böyle olacağını bilemezdin.” Derken saçlarına konan şefkat dolu öpücüğü hissedip ağladı. O ağladı Süleyman’ın içi acıdı. O ağladı, Süleyman’ın yüreği dağlandı. Bergüzar’ın saçlarını sevip okşarken
“O gece…” demesiyle nasıl iç çektiğini duydu. Demek ki o gece yaşananlar hâlâ kanayan yarasıydı.
“…Eve giren polislerin yanında ben vardım. Seni kucaklayıp odadan çıkaran bendim. Sedef anneye emanet eden, yıllar boyunca koruyucu aileler gönderen bendim. Kendim gelemedim ama… Size en iyi şekilde bakılabilsin diye elimden geleni yaptım. Gözüm hep üstünüzdeydi.” Bergüzar her duyduğuyla daha çok şaşırıyor, ne diyeceğini bilemiyordu.
“Yıllarca birçok giderinizi karşılayan Süleyman Bey ve Neşe Hanım’dı. Sen üniversiteyi bitirene kadar gelen eğitim bursu da onlara aitti.” Diyen Sedef annenin sesiyle gözlerini açıp Süleyman Bey’den biraz uzaklaştı.
“Onca yıl… Bize siz baktınız yani.” Neşe ve Süleyman gözlerini kaçırıp başlarını sallarken, Bergüzar aklına gelenlerle başını eğmişti.
“Sizin sayenizde okuyup, sizin şirketinize hırsızlık yapmaya girdim. Ne ironik! Buna şey derler, ‘besle kargayı, oysun gözünü’” demesiyle Süleyman Bey araya girmiş, çenesini kavrayıp yüz yüze bakmalarını sağlamıştı.
“Bir daha böyle sözler söylediğini duymayacağım.”
“Siz de kendinizi suçlamayı bırakırsanız neden olmasın?” cevabıyla gülen adam başını sağa sola sallayıp derin bir soluk aldı.
“Bir numaralı hergeleninki de en az senin kadar dişli çıktı Neşem. Gelinlerinin maşallahı var. Hiçbiri seni aratmayacaklar.” Demesiyle Neşe Hanım’ın meşhur kahkahasını atması bir olmuştu.
***
Bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca güneş
Bir karanlık daha erişti güne saat neredeyse beş
Sen aydınlığa ben sana hasret
Gel eritir demirleri bendeki ateş
Onların evden gitmesiyle salonda tek başına kalan Bergüzar, duyduğu her şeyi baştan sona düşünüp duruyordu. Hiç bilmediği bu bilgilerle o kadar dalıp gitmişti ki kendine geldiğinde saat öğleni çoktan geçmişti. Duş alıp biraz olsun rahatladıktan sonra yarım kalan yüksek lisans eğitimini hatırlamış, bu dönem alması gereken ancak alamadığı derslerin kitaplarına gömülmüştü. Çalışmak, yaşanılanlar dışında bir şeyler düşünmek öyle iyi gelmişti ki saatler su gibi geçmişti. Salondaki koltuğa ve orta sehpaya yaydığı notların, kitapların arasına bağdaş kurup oturmuş, bir yandan bebeğini seviyor, bir yandan da Emine ablanın hazırladığı meyve suyunu içiyordu. Öyle dalmıştı ki
“Bu gece tropik meyveler aşermek yok mu?” diye soran sesle irkilmişti. Ancak o sesin tınısındaki eğlenir hâli duyunca yüzünde belli belirsiz bir tebessüm olmasına engel olamamıştı. Omuzlarını silkip, usulca saate baktı. Saat neredeyse on bire geliyordu. Koltukta oturmaktan sırtı ağrımıştı. Bedenini esnetip, gözünün ucuyla salonun girişine baktı. Ellerini kumaş pantolonunun cebine sokmuş, omzunu kapının kirişine dayamış vaziyette kendini izleyen adamı görünce kalbinin atışı hızlanmıştı.
Ders notlarını toplayıp sehpanın üstüne koyduktan sonra yavaşça ayaklandı. Başının dönüp dönmediğini kontrol etmek içinse birkaç saniye öylece durdu. Başı dönmüyordu. Yani merdivenlerden kendi kendine çıkıp, odasına gidebilirdi. Birkaç adımda kapıya varıp temas etmemeye çalışarak Alparslan’ın yanından geçmişti ancak bunu yaparken, onun kıs kıs güldüğünü de duymuştu. Hiçbir şey duymamış gibi yapıp merdivenleri çıkmaya başladığı sırada
“İyi geceler Esmer güzeli. Eğer canınız bir şey isterse buzdolabına söylemek yerine bana söyleyebilirsin.” Diye arkasından seslendi. Merdiven basamaklarında aniden duran Bergüzar’ın kahverengi hareleri, yemyeşil harelerine değince yüreği dalga dalga oldu.
“Ha buzdolabına söylemişim ha sana… Ne fark eder ki? Sonuçta ikiniz de aynısınız.” Aylar sonra afilli şekilde yediği kapakla gözleri ışıldayan Alparslan’ın dudakları seğirdi ve yana doğru kalktı. Yarım bir gülüşle sevdiği kadına bakarken başını memnuniyetle salladı.
“Ne zamandır laf sokmuyordun. Nasıl, özlemiş misin?” sorusuyla birkaç saniye daha gözlerine baktı ama bu sefer konuşmadı. Sessizliğe bürünüp üst kata vardı. Onun, kendisiyle konuşmasına, gülümsemesine bile alışamamışken şakalaşması hepten şaşırtmıştı.
Odasına doğru ilerlerken gözleri Toprak’ın kaldığı odanın kapısına ilişti. Ayaklanmış, kendini biraz olsun toplamış, günler sonra konuşmuştu. Hayatına devam etmeye başlamıştı ama bu odayı görünce atlatmaya çalıştığı o acı yüreğine çöreklenivermişti. ‘Sen devam ediyor, konuşuyor, gülüyor, sevgiyle sarıp sarmalanıyorsun ama o… O gitti. Hem de hiç suçu yokken gitti’ diyen iç sesini duyunca bacakları titredi, dengesini kaybedecek gibi oldu.
İnsan denilen varlık, kimi kaybederse kaybetsin hayatına devam ediyordu işte. Eksik kalsa da yaşamayı öğreniyordu. Titreyen bacaklarını zar zor o odaya yönlendirip kapının kolunu kavradı. Acaba içerisi hâlâ Toprak gibi kokuyor muydu? Bunu öyle çok merak ediyordu ki yüreğinde büyüyen bu meraka söz geçiremiyordu.
Kapıyı aralayıp gözleri kapalı hâlde içeri adım attı. Bir süre soluk almaya korksa da derince aldığı ilk solukta boğazı yandı, kavruldu, düğüm düğüm oldu. Aylar öncesinden kalan kokusu buradaydı. Gözlerini aralayıp yatağa doğru adım attı ve ürkek bir kuş misali yatağa uzandı. Toprak’ın kokusuna bürünen yastığa sımsıkı sarılırken gözlerinden yaş, dudaklarından ise acı bir mırıltı kopmuştu.
“Özür dilerim… Seni koruyamadım, seni ateşe attım. Seni ben yaktım, kendi ellerimle, lâl olan dilimle yaptım bunu. Belki söyleseydim, söyleyebilseydim… Böyle olmazdı. Seni çok özledim.” Fısıltıyla söylediği her şeyi kapının eşiğinde dinleyen Alparslan’ın da gücü kalmamıştı sanki. Duvara sırtını verip usulca kayarak yere oturdu. O içeride ağladıkça, kendisi de dışarıda ağladı.
Tam ‘her şey yoluna giriyor, galiba toparlanıyor’ diyordu, o anda Bergüzar kaybettiği canını hatırlayıp, bir gülümsemeyi, kısacık bir sohbeti kendine çok görüyor ve içine kapanıyordu. Ona dokunmak istediğinde neden kaçtığı şimdi anlıyordu. Yalnızlaşıp, herkesten kaçıp kendini cezalandırıyordu. Onu düştüğü yerden nasıl kaldıracağını bilmiyordu. Dağın tepesinde fırtınalar kopuyordu ama o, bunu dizginleyip, eteklerine bir esintiymiş gibi hissettiremiyordu.
Darmadağın olmuş hâlde öylece otururken, Bergüzar odadan çıkmıştı. Duvara sırtını dayamış, başını önüne eğip oturmuş adama bakarken nefesi kesildi. Usulca yanına yaklaşıp tıpkı onun gibi oturdu. İkisi de sessizce karşıya bakarken Alparslan elini ona doğru uzattı ve konuşmaya başladı.
“Düştüğümüz yerden ya birlikte kalkacağız ya da bu acıda birlikte boğulacağız. İkimizin de hataları var. Bunu kabullenip devam edecek miyiz yoksa bitecek miyiz? Sen söyle Bergüzar, yaşanan her şeye rağmen elimi tutup ayağa kalkacak mısın?” Bergüzar kendine uzanan ele bir süre bakıp zar zor yutkundu.
“Sen, her şeye rağmen bana güvenebilecek misin? Sonsuz ve şüphesiz güvenebilecek misin Alparslan? Günün birinde karşıma geçip, bu yaşadıklarımızı yüzüme vurursan…”
“Hatasız kul olmazmış. Hatalarınla, günahlarınla, kırık dökük kalbinle gel. Gel ki bütün yaralarını iyileştireyim. Gel ki bütün yaralarım iyileşsin, hasretim bitsin. Seninle nefes almayı, yeniden yaşamayı, sevmeyi öğrendikten sonra sensiz olamam.” Başını çevirdi, gözlerini buluşturdu.
“Ben, her şeye rağmen seni istiyorum. Hayatımda, yanımda, koynumda, kokun kokumda… Dün, bugün ve daima seninle olmak istiyorum. Çocuklarımın annesi, benim de karım ol istiyorum.” Son sözleriyle neye uğradığını şaşıran Bergüzar’ın ifadesine anlayışla tebessüm ederken, elinin içine yerleşip yuva yapan eli hissetti. Gözlerini kapatıp huzurla derin bir soluk aldı.
“Hoş geldin Esmerim… Ne çok özledim bir bilsen.”
Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim
El ele olduğumuz o gün gülmek bizim
Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim
Hasrete vurduğumuz göz göz yürek bizim