9.BÖLÜM

Birkaç saat sonra gözlerini aralayan Bergüzar, gece lambasının loş ışığında çevresine bakıp yavaşça doğruldu. Eli karnını sıkıca sararken yanında içini çeke çeke uyuyan kocasını uyandırmadan yataktan kalkıp odadan çıktı. Uyandığı anda aklına dolan görüntüler, kulağında çınlayan sesler, gün boyunca yaşadıklarını tekrar hatırlatmıştı ama gerçekliğine inanmaya ihtiyacı vardı. Ya gördükleri bir rüyadan ibaretse?

İçine düşen bu korkuyu bastırmak için Toprak’a ait odasının kapısında durmuş, içeri girip girmemeyi düşünüyordu. Kapıyı açıp da Toprak’ı yatağında göremezse yaşayacağı hayal kırıklığı, yüreğini ağzına getiriyordu. Bir dakika kadar kapıda öylece durdu ama daha fazla dayanamayıp kapıyı usulca araladı. Başını içeri uzattığında yatağında uyuyan kız kardeşini görmesiyle gözlerinden yaşlar süzülüvermişti. Parmak uçlarına basarak yatağa ilerledi ve dizlerinin üstüne çöküp yere oturdu. Uzun zaman sonra gördüğü, hasret kaldığı yüze bakıp, hafifçe okşadı. Toprak ise bunu hissetmiş gibi mırıldanırken gözlerini aralamıştı Başucunda duran ablasını fark ederek irkildi.

“Sen rüya değilsin, gerçekten geldin değil mi? Döndün. Buradasın. Bizimlesin. Yanımızdasın.” Ablasının kesik kesik söylediği sözlerle yüreğinde bir hüzün belirmiş. Korkusunu, hüznünü, o hüzünde gizlenen mutluluğu görüyordu. Ancak o gözlerdeki hüznü tamamen silip, yerine mutluluğu koymak için çabalamaya hazırdı.

“Ben buradayım ablam. Artık hep yanındayım. Hadi sen de yanıma gel.” yana kaydı, yorganı açtı.

“Gel, sarılıp yatalım.” Diye tekrarladığı sırada Bergüzar uzun uğraşlarla ayağa kalkmış ve kardeşinin yanına uzanmıştı. Toprak sanki bunu bekliyor gibi ona sarılıp göğsüne yatarken, elini de karnına koydu.

“Abla…”

“Canım…”

“Nasıl bir his? İçinde bir canlı olması? Onu hissetmek… Güzel mi?” Bergüzar, bir eliyle kızım dediği kardeşinin saçlarını, diğer eliyle de oğlunu seviyordu. Kardeşinin sorusuyla gülümseyip iç çekti.

“Tarifi zor, ama çok güzel bir his. Mucize gibi… Senin gibi. Bir gün sen de yaşa ve nasıl bir his olduğunu öğren inşallah.”

“Oğlun doğunca pabucumu dama atmazsın değil mi? Bak söz ver, öyle olursa küserim.” Sözlerine kahkaha atıp kardeşini mümkünmüş gibi daha sıkı sardı.

“Deli kızım, hiç öyle şey olur mu? İkiniz de canımsınız, ikinizi de çok seviyorum.” Toprak içi rahatlamış gibi nefes alıp gülerken, bir yandan da yeğenini seviyor, hareketlerini hissetmek için çabalıyordu. Parmağının ucuyla karnına usulca vurdu.

“Hadi teyzene merhaba de.” bir süre tepki almayı bekledi ancak Ayaz hiç kıpırdamadı. Bu sırada merakına daha fazla dayanamayan Bergüzar

“Arda’yla aranızda…” demiş, sözünü bitiremeden doğrulan Toprak, kıpkırmızı olan yanaklarında beliren utangaç bir tebessümle ablasına bakıp boynunu bükmüştü.

“Aslında geri geldiğimde anlatacaktım ama fırsat bulamadan Meral ve Eren beni kaçırdı.” Bergüzar anladığını belirtir gibi başını sallarken Toprak yeniden konuşmaya başladı.

“Amerika’daki tedavim sırasında Arda hep yanımdaydı. Önce arkadaş olduk, sürekli yanıma geliyor, benimle vakit geçiriyordu. Sonra arkadaşlığımız daha özel bir yöne ilerledi. O, çok eğlenceli, neşeli ve güler yüzlü biri. Sizin yanınızda nasıl davranıyor bilmiyorum ama benim yanımdayken, tıpkı benim gibi azıcık çatlak oluyor.” Bergüzar, utana sıkıla birkaç cümleyi zar zor söyleyen kardeşine bakıp gülerken yanağını okşadı.

“Mutluysan…”

“Mutluyum. Onunla vakit geçirmeyi, sohbet etmeyi ve tüm deliliklerime ortak olmasını, beni küçük bir kız gibi görememesini, davranışlarımı yargılamamasını seviyorum. Tabi bir de bütün tedavim boyunca destek olmasına minnettarım. Arda’yla olmak bana iyi hissettiriyor.” Başını anlayışla sallarken kardeşinin gözlerine uzun uzun baktı ve aklından geçenleri daha fazla tutmayarak fısıldadı.

“Sırf duyduğun şeylerin gerçekliğini öğrenmek için, bana hayatımla ilgili gerçekleri söylemek için orada kaldın. Aylarca yaşayan bir ölü oldun. Benim için…” Aklından geçenler yüreğine ağır geliyordu. Sözlerini toparlamakta bile zorlanarak, göz pınarlarına oturan yaşları serbest bıraktı.

“Ben, bu kadar büyük bir fedakârlığı hak etmiyordum Toprak. Hayatından aylar alıp götüren bir fedakârlığı hak et…” Toprak ona doğru atılıp boynuna sıkıca sarıldı.

“Sen hayatımda gördüğüm en fedakâr kadınsın abla. Kendinden vazgeçip, benim için çabaladın. Yıllar boyunca… Anne oldun, baba oldun, abla, arkadaş, dost, sırdaş oldun. Değil aylar, yıllar geçseydi de o gerçekleri öğrenmeden sana dönmezdim. Sen tüm fedakârlıkları hak ediyorsun.” Yaşadığı şoku atlatan Bergüzar’ın bütün sinirleri bu sözlerle boşalmıştı sanki. Kardeşine sımsıkı sarılıp ağladı. Dakikalar boyunca, sesi kısılana kadar, gücü tükenene kadar ağladı. Bergüzar’ın yokluğunu hissederek uyanan Alparslan, Toprak’ın odasının kapısına gelmiş, aralarında geçen konuşmaları dinlemiş, karısı gözyaşı dökerken kapının eşiğine oturup kalmıştı. Sırtını yasladığı duvar sanki yüreğine yıkılıp kalmış gibi hissediyor, Bergüzar’ın derin derin iç çektiği her an canı yanıyordu.

Ancak kendine hâkim olup orada oturmaya devam etti. İki kardeş omuz omuza, yürek yüreğe vermişti. Yine gözyaşlarını, acılarını, yaralarını bir etmişlerdi. Yanlarına gidip bu özel ânı bozmak istemedi. Sadece dinledi. Bir süre sonra ağlama sesleri kesilmiş, yerini sessizlik almıştı. Ta ki Toprak konuşuncaya kadar.

“Onunla tanışacaksın değil mi abla? Babanla…” Alparslan kapı aralığından işittiği soruyla dikkat kesilirken, Bergüzar’ın ne cevap vereceğini merakla bekliyordu. Kardeşinin sorusunu uzun uzun düşünen Bergüzar ise ne cevap vereceğini bilemeyerek öylece sustu. Fakat Toprak, ablası sussun istemiyordu. İçinde bir yerlerde kıyamet kopuyordu ama ablası yaşadıklarının şaşkınlığından bunun farkında değildi. Usulca elini tutup

“Ben tanışırdım abla. Ona bir şans verirdim. Eğer babam hayatta olsaydı…” derken sesi titremiş, hayal meyal bile hatırlayamadığı babası için gözleri dolmuştu.

“Onu bir kez olsun görmek isterdim.” Bergüzar onun gözlerindeki acıyı görerek kahrolurken elini tutan eli sıkıca sardı.

“Bu yaşa gelmişim, bambaşka hayatlar yaşamışız. Yüzümüzü bilmez, sesimizi tanımayız. Bunca eksik varken baba kız olunur mu bilmiyorum. Belki de tüm bunları hiç öğrenmemiş gibi kendi hayatlarımıza devam etmemiz daha doğrudur.” Ablasının sözleriyle hem şaşırmış hem de üzülmüştü.

“Hayatımda ilk kez senin kaçtığına şahit oluyorum. Benim ablam her şeye rağmen, her şeye inat kalır savaşır.” Bergüzar buruk bir tebessüm edip başını salladı.

“Belki de artık savaşacak gücüm kalmamıştır. Sadece kaçmak istiyorumdur.”

“Sen?” diyen şaşkın sese güldü ve yine başını sallayıp

“Evet, ben!” dedi.

“Yorgunum Toprak. Bin parçaya ayrılmış gibiyim. Savaşacak, mücadele edecek, tanışacak gücüm yok. Kalan tüm gücümü, ne kadar kaldıysa… Hepsini oğluma saklamak istiyorum.”

“Abla…” deyip ona yeniden sarılan Toprak, güç vermek ister gibi sırtını sıvazlıyordu.

“Bak ben buradayım, yanındayım ve sağlıklıyım. Evlendin, seni çok seven bir kocan var. O, her daim yanında. Kocaman da ailen oldu. Neşe hanım, Süleyman Bey ve geri kalan herkes seni çok seviyor. Gözünün içine bakıyorlar ablacığım. Bunu gözlerimle gördüm.” Bir an susup geri çekildi ve ablasının yüzünü sıkıca kavradı.

“Benim yaşadığımı sana söylememişler çünkü bebeğe ya da sana bir şey olmasından korkmuşlar. Size bir şey olacak diye nasıl korktuklarını gördüm. Seni bu kadar seven bir ailen olduğu için çok mutluyum.” Bergüzar aylardır her zorlukta kendisine destek olan, güç veren, yeniden ayağa kalkmasına yardım eden insanları düşündü. Sevgi görmedim demişti vakti zamanında. Ve görmemişti de. Şimdi ise kocaman bir ailesi vardı. Sevilip sayılıyor, el üstünde tutuluyordu.

“Sevgiyle tanışmayan kalplerin her birine böyle bir aile nasip olur inşallah.” Derken gözlerinden yaşlar süzülüvermişti.

“Abla, sen ne karar verirsen ver, hepimiz yanında olacağız. Ama bana soracak olursan… Onunla tanışmalısın. Düşünsene belki de ona benzeyen birçok yönün var ve bunları keşfetmen için bir fırsatın var. Keşfetsene abla, babanı, kendini, ortak noktalarınızı ya da birbirine hiç benzemeyen özelliklerinizi keşfetsene. İkiniz de yaşıyor, nefes alıyorken bunu kaçırma. Kaçma, korkma… Gücün falan da tükenmedi. Sadece yaşadıkların seni çok yordu. O güç hâlâ içinde, yüreğinde.” Kardeşinin sözlerini düşünüp onun gücüne, duruşuna, aklımdakileri dile döküşüne hayranlıkla baktı.

“İyi ki geldin, iyi ki yanımdasın. Sensiz bir hayat… Berbattı Toprak. Sen hep yanımda ol.” Derken yine sımsıkı sarılmışlardı. O gece abla kardeş birlikte uyudular. Yeni güne birlikte uyandılar. Toprak’ın dönüşünün ardından geçen birkaç gün Bergüzar oldukça sessiz ve düşünceliydi. Aklında dönüp duran düşüncelerin ise babasıyla ilgili olduğunu biliyorlardı. Bir hafta böyle geçerken sonbahar yerini kışa bırakmaya hazırlanıyor, hava gittikçe soğuyor, şehre keskin bir ayaz çöküyordu.

Odasının penceren sızan gün ışığıyla uyanan Toprak aylar sonra aynı evde, aynı odada gözlerini açmanın huzuruyla gerinip gülümserken, telefonuna gelen bildirim sesini duydu. Başucundaki telefonu eline aldığında Meteor Kalıntısı adlı kişiden yani Arda’dan mesaj geldiğini görmüş, hemen açmıştı.

‘Günaydın, birlikte kahvaltı etmeye ne dersin?’ Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle yataktan kalkıp odadan çıktı. Bu sırada mesaja da cevap veriyordu.

‘Günaydın, dünya dışı varlık. Bu konuda ablam ve abimi ikna edebilirsem neden olmasın.’ Yazıp gönderdi. Alt kata inip mutfaktan gelen sesleri takip ettiğindeyse gördüğü manzara sırıtmasına sebep olmuştu. Alparslan abisi kahvaltı hazırlarken keyifle ıslık çalıyor, bir oraya bir buraya koşturuyordu.

“Ooo, Alparslan Bey yine seviyeyi arşa çıkarıyorsunuz.” Neşeli sesi mutfakta yankılanırken Alparslan’ın gözleri üstüne dönüvermişti.

“Daha azına tamah etme diye bu çabam. Yani demem o ki o dingil böyle meziyetlere sahip değilse boşuna vakit harcama. Bas götüne tekmeyi.” ‘Dingil’ diye hitap ettiği kişinin Arda olduğunu anlayarak kıkırdayıp, ona doğru yaklaştı.

“Meteor Kalıntısı’na dingil demen gücüme gitti abiciğim. Tamam, sen bir tanesin, efsanesin…” araya girip

“Efsane olan ben değilim, Ertuğrul abin güzelim. Ayrıca o çirkine Meteor Kalıntısı demen…” Demesine gülerken, kolunu usulca dürtmüştü.

“Jensen Ackles’in Türkiye şubesi abim, o kalıntıysa sen meteorun kendisisin. Yani senin yanında lafı olmaz ama…” Resmen öve öve Alparslan’ın sinirini bastıra bilmesi başarı öyküsüydü. Bergüzar ve Toprak’ın bunu aynı genlere sahip oldukları için başarabildiklerini kabul etmek istemese de gerçek ortadaydı.

“Benim yanımda lafı olmaz ama… Gönül işte, boka da konuyor mu diyorsun?” Toprak sağa sola sallanıp, dudaklarını kemirip gülmemeyi denese de çabası boşaydı. Alparslan’ın gözlerinden akan kıskançlığı görüyordu. Güçlü bir kahkaha atıp ona sarılırken, bunun karşılıksız kalmamasına ise bayılıyordu. Ne zamandır özlem duyduğu abi, hatta baba şefkatiydi içini dolduran. Alparslan abisinin her zaman koruyan, kollayan hâli yine yanı başındaydı. Başını kocaman göğsüne yaslamış, küçük bir kız çocuğu gibi kıkırdarken

“Çocuğunuz oğlan değil de kız olsaydı… Vay sana gelecek damadın hâline.” Demiş ve hayaline bile katıla katıla gülmeye başlamıştı. Alparslan da bunu düşünüp oğlu değil de kızı olacak olsaydı, geçireceği kıskançlık krizlerini hayal ederken renkten renge girdi. Hayali bile korkunçtu. Annesi ve teyzesi gibi güzel bir kız. Esmer güzeli, siyah saçlı, kahverengi harelere sahip bir kız çocuğu düşünürken belki de halasına benzerdi diye de aklına geldi. Sonuçta kız halaya, oğlan dayıya derlerdi.

Kime benzerse benzesin kızını kıskanacağını, kıskanırken orta yerinden çatlayacağını, kızı olmasa da biliyordu.

“Belki bir gün Ayaz’a kız kardeş gelir… Hıı, neden olmasın?” Toprak, başını kaldırıp ona gülerken

“Ablama, daha birinciyi doğurmadan ikincinin hayalini kurduğunu sen mi söylemek istersin yoksa ben mi söyleyeyim?” deyince Alparslan durup düşündü.

“Aman güzelim, bu aralar ablana böyle bir hayali sakın söyleme. Beni çatıdan aşağı falan atsa şaşırmam. Zaten seninle ilgili gerçekleri sakladığım için hâlâ kırgın ve kızgın.” Toprak geri çekilip hüzünlü gözlerle

“Çok üzüldü değil mi? Benim yüzümden… Çok üzüldü. Zaten hep benim yüzümden üzülüyor.” Demiş, Alparslan’ı bu sözlerle hem şaşkına çevirmiş, hem de üzmüştü. Kendini suçlaması içini parçalamıştı sanki. Onun yüzünü kavrayıp gözlerine bakarken

“Yaşanan hiçbir şey senin suçun değildi güzelim. Sakın kendini suçlama.” Deyip sımsıkı sarıldı.

“Ablanı uyandırmaya gidiyorum. Toparlan ve gülümse hadi… Seni böyle görmesin.” Toprak ondan ayrılıp gülümsemeye çalışırken mutfaktan çıkıp, üst kata gidişini izlemişti.

Yatak odasına giren Alparslan, Bergüzar’ın derin bir uykuda olduğunu görerek tebessüm etti. Yüzüne ve yastığa dağılan saçları yine onu bunaltmışa benziyordu. Usulca yanına yaklaşıp saçlarını yüzünden çektikten sonra alnını öptü.

“Bebeğim, sabah oldu.” Diye fısıldarken kaşları hafifçe çatılıp, saniyeler sonra eski hâline dönen kadını hayranlıkla izliyordu. Saçlarını okşayan parmaklarını yanağına doğru kaydığında Bergüzar’ın göz kapakları titreşerek aralandı. Dibinde duran yemyeşil gözlere bakıp tebessüm ederken

“İnşallah oğlumuzun gözleri de seninki gibi olur.” Diye dua etmiş, bu dua ise Alparslan’ı mest etmişti. Karısının dudaklarına yaklaşıp küçük bir öpücük bıraktıktan sonra

“Günaydın.” Dedi. Yatağın içinde zar zor hareket edip ağrıyan sırtından dolayı yüzünde bir acı ifadesi beliren Bergüzar da

“Günaydın.” Demeye çalışmıştı. Alparslan, doğum yaklaştıkça onun ne kadar zorlandığını, hareket bile edemez olduğunu, ağrılarının arttığını fark ediyordu. Ancak elinden bir şey gelmiyordu ve buna sinir oluyordu. Yapabildiği tek şey karısının şişen ayaklarına masaj yapmak, oturup kalkarken ona destek olmaktan ibaretti. Bunların bile ona ne kadar iyi geldiğinin farkındaydı.

“Bugün Emine abla izinli olduğu için kahvaltıyı ben hazırladım. Bence bunun için beni öpebilirsin.” Derken yüzünde haylaz bir ifade belirmiş, başını karısının boynuna doğru yaslamıştı. Bergüzar, bu oyunbaz ve hamarat adamın sözlerine gülerken saçlarını okşayıp öptü.

“Sen ve takdir edilmeyi beklemek. Hem de öpücükle… Alparslan Bey, beni şaşırtıyorsunuz.” Alparslan da bu sözlere gülerken sokulduğu boynuna öpücük kondurdu.

“Bergüzar Hanım, sizinle cilveleşmeyi dahası oynaşmayı çok isterdim ancak ortam hiç müsait değil. Bir, aramızda kocaman bir oğlan var. İki, aşağıda kahvaltı etmeyi bekleyen dünya güzeli genç bir kız var.” Ondan uzaklaşıp ayaklanırken gözleri hâlâ haylaz haylaz parıldıyor, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oynaşıyordu.

“Çoluk çocuğa madara olmadan bu yataktan çık da kahvaltı edelim.” Deyip göz kırparak giyinme odasına ilerlemiş ve gözden kaybolmuştu ancak hâlâ konuşmaya devam ediyordu.

“Yataktan çıkmaya karar verdiğinde seslen. Tek başına kalkmaya çalışma.” Uyarı dolu sesi odada yankılanırken Bergüzar sadece gülümsedi. Toprak döndüğünden ve babasıyla ilgili gerçekleri öğrendiğinden beri ilk kez bu kadar gülümsemişti. Kendisini gülümsetmek için etrafında pervane olan kocasına, kardeşine, ailenin geri kalanına ve ailesi bildiği arkadaşlarıyla Sedef annesinin varlığına şükür ediyordu.

Toprak döndükten birkaç gün sonra Ankara’da yaşayan Sedef anneyle dört kız arkadaşını İstanbul’a getirmiş, onlara her şeyi anlatıp, Toprak’la buluşturmuşlardı. Tıpkı gerçeği öğrenen herkes gibi onlar da şok geçirmişlerdi. İlk şaşkınlıktan sonra ise diğer gerçekten yani babasından bahsetmesiyle hepsi bir kez daha şaşkına dönmüştü. Sedef anne yıllar boyunca Bergüzar’dan saklanan bu gerçeğe öfkelenirken bir yandan ona destek olup, bir yandan da babasıyla tanışıp tanışmayacağını öğrenmeye çalışmıştı. Kara kızının korkularını anladığındaysa cesaretlendirmek için uğraşmıştı.

Sedef anne ve kızlar yanında olamasalar da bir telefon uzağındaydılar. Bunu bilmek bile Bergüzar’ı mutlu ediyordu. Usulca doğrulup artık şişliği hiç inmeyen ayaklarını yataktan sarkıttığı sırada

“Yataktan çıkmaya hazırım.” Diye seslendi. Saniyeler içinde soluğu yanında alan kocasına şöyle bir bakıp, baştan ayağa süzerken,

“Bugün 29 Ekim. Cumhuriyet Bayramı sebebiyle resmi tatil. Neden takım elbiselisin ve az sonra şirkete gidecek gibi görünüyorsun hayatım?” diye sormuştu. Gözlerindeki merak, karşısındaki adamın yakışıklılığıyla kıskançlığa dönüp, göz bebekleri gittikçe koyulaşırken Alparslan kıs kıs gülerek yaklaştı ve ayağa kalkmasına yardımcı oldu.

“Böyle bakma Esmerim… Şey gibi…” derken yine karısının boynuna sokulmuştu.

“Ne gibi?”

“Karşında çıplakmışım gibi… Üstümde bu kumaş parçalarının hiçbiri yokmuş gibi… Her şey ulu orta meydandaymış da az sonra üstüme atlayacakmışsın gibi.” Sohbetin seyri değiştikçe Bergüzar’ın yanakları kızarmış, Alparslan’ın ise soluk alışı değişmişti. Aralarında kocaman göbek, yani bebek olmasa ikisi de durmaz birbirine atılırdı. Kendini toparlamaya çalışıp bir adım geri giderken

“Lafı değiştirme de giyinmiş, süslenmiş nereye gidiyorsun onu söyle hayatım.” Diye sorusunu yinelemişti. Alparslan bu sorudan kaçışı olmadığını kabullenip, kravatını bağlaması için karısına tekrar yaklaştı ve cevap verdi.

“Eşref Hulusi Bey ve şirket avukatlarıyla toplantı yapacağız. Hazır herkes tatildeyken ve şirket boşken, gözlerden uzak olmanın avantajını değerlendireceğiz.” Bergüzar çattığı kaşlarının altından onu süzüp, kravatını bağlamaya başlamıştı ama içi içini yiyordu. Hulusi Bey’le yaptıkları anlaşmayı Meral ya da Eren duyarsa olacakları hayal bile edemiyor, korkuyordu.

“Bunun sana zarar vermesinden korkuyorum. Ya o deliler sana bir şey yaparlarsa?” karısının tedirginliğini, gerginliğini dahası korkusunu fark ederek anlayışla tebessüm etti.

“Hiçbir şey olmayacak. Sana söz veriyorum. Onların bir daha hayatımızı mahvetmesine izin vermeyeceğim.” Kravatı bağlayıp kocasının dudaklarına uzun bir öpücük konduran Bergüzar sessiz kalarak başını sallamıştı. İnanmak istiyor, güvenmek istiyor ancak yaşadıklarını düşününce bu duygular içindeki korkuyu yenmiyordu.

“Bergüzar…” diyerek onu kendine çeken Alparslan, olabildiğince yakınına sokulup sıkıca sarılmış ve saçlarını okşayıp öpmüştü. Bu dokunuşların onu sakinleştirmesini dileyerek odadan çıkarken ikisi de sessizdi.

Mutfağa girdiklerinde masadaki salatalıklardan yiyen Toprak’ı görerek gülümsediler.

“Nerede kaldınız yahu, açlıktan ölecektim az daha.” Demesiyle ablasının yüzündeki gülümsemenin solduğunu görerek dilini ısırdı. Ölüm, ölmek gibi hiçbir kelimeye dâhi tahammülü kalmadığını yaşayarak öğreniyordu.

“Ölmem canım, açlıktan kim ölmüş. Bayılırdım belki. Aman neyse…” bir an durup aklına Arda’nın mesajı gelince elini alnına vurdu. Sevgilisi tarafından kahvaltıya davet edildiğini unutmuştu. Hangi genç kız bunu unuturdu ki? Kendi kendine homurdanıp saniyeler içinde en tatlı gülümsemesini takındı.

“Şey, aslında ben kahvaltı için bir yere davetliyim. Eğer size ayıp olmaz…”

“Olur! O kadar hazırlık yaptım.” Diye çıkışıveren Alparslan abisine kocaman olmuş gözlerle bakıp kalırken, Alparslan ise poposuna konan çimdiğin acısıyla inlemişti.

“Karıcığım…”

“Ayıp falan olmaz ablacığım. Zaten günlerdir benim yanımdasın. Arda’yla görüşmek ve vakit geçirmek istiyorsan gidebilirsin. Karşılaştığınız günden beri bir daha görüşmediniz. Eminim o da seni görmek istiyordur.” Toprak, Alparslan’a sırıtıp ablasına sokuldu, yanağından öptü.

“Canım ablam be… Bir tanesin. O zaman ben gidip hazırlanayım.” Alparslan kıskançlığından kızarırken, son duyduğu sözlerle bir anda ona döndü.

“Ne hazırlanması ya, zaten gayet hazırsın işte. Git böyle…” poposuna bir çimdik daha yerken yerinden sıçramıştı.

“Ahh, acıdı ama Esmerim. Koskoca adamım, yaptığın şeye bak!” Bergüzar kahkaha atmamak için dudaklarını kemirip gözlerini kocasına dikti.

“Kızın üstünde pijama var farkında mısın? Saçmalamayı bırak da çayları koy hayatım. Hadi canım!” Uslu uslu ama bolca söylenerek çaydanlığa ilerleyen Alparslan’ın hâline kahkaha atarak mutfaktan kaçan Toprak, üst kata çıkmış olsa da sesi hâlâ duyuluyordu.

“Görüyorsun değil mi, çoluğa çocuğa madara oldum. Kız… Cadı… Gülüp durma. Nereye gideceksen git, gözüm görmesin. Ama o dingile söyle akşam ezanı okunmadan…”

“O ne be, çocuğu mahalleye salan Ruşen Teyze misin sen?” karısı katıla katıla gülerken bir an durdu ve kendi sözlerini düşündü. Gerçekten komik olduğunu kabullenerek kendisi de gülmeye başlarken çayları dolduruyordu.

Onlar kahvaltıya başladıkları sırada Toprak koşarak evden çıkmış, dahası resmen kaçmıştı. Eğer birkaç saniye bile durursa Alparslan abisinin Arda’yı içeri çağırıp sanki hiç tanımıyormuş gibi seceresine kadar sorgulayacağını artık biliyordu. Adama ‘ananın adı, babanın adı, ne iş yapıyorsun?’ diye bile sorardı.

Bergüzar kardeşinin arkasından gülerken, sinirinden rengi mora çalan kocasına bakıp daha da sırıttı.

“Kızma hayatım, genç onlar…” Alparslan tıpkı orta yaşın üstündeki bir anne edasıyla söylenen bu sözlere gözlerini devirip, çatalını zeytine ok misali saplamıştı.

“Biz neyiz, genç değil miyiz? İnsan içeri girip müsaade ister. Dışarı çıkabilir miyiz diye sorar. Amerika’da doğmuş, örf adet bilmeyen dingil! Ama ben ona yapacaklarımı biliyorum. Madem kardeşime âşık oldu, o zaman çekeceği tüm çileleri de kabul etti demektir.” Rüzgâr misali eserek masadan kalkıp gidişini izleyen Bergüzar onun arkasından kıs kıs gülerken oğlunu usulca okşamıştı.

“Kız olsan işin zordu anneciğim. Ama biz yine de bir yolunu bulurduk.” Bir an durup Ayaz’ın kız kardeşi olduğunu, bir kızları olduğunu hayal etti. Alparslan akıl sağlığını kaybederdi muhtemelen ama yine de güzel hayaldi.

“Belki sana bir kız kardeş gelir… İleri de yani. Hemen değil oğlum, tamam yahu kıskanma.” Derken parmaklarını karnına usulca vurmuş ancak oğlu hiç tepki vermemişti. Masadaki çikolata dolu kavanozu göbeğinin üstüne koyup kaşık kaşık yerken onun hareketlenmesini bekliyor, hissetmek için dikkat kesiliyordu ancak yine tık yoktu. Dün de oğlunun çok durgun olduğunu, neredeyse hiç hareket etmediğini düşünerek endişelenmekle sakin kalmak arasında gidip geldi. Tam o sırada mutfağa geri dönen Alparslan saatini kontrol ederek kendisini öpüp, şirkete geçerken Bergüzar hâlâ oğlunun hareketlerini hissetmeye çalışıyordu.

Toprak gün boyu Arda’yla vakit geçirmiş, Alparslan ise Hulusi Bey’le malûm toplantıya dalıp gitmişti. Saat akşamı bulduğunda Bergüzar tıpkı sabahki gibi yine oğluna dokunuyordu. Hâlâ hareket yoktu. Artık sakinliği yerini endişeye bırakmaya başlamıştı. Evde de tek olduğundan ve kimseyi yok yere telaşlandırmamak adına sessizce beklemeye devam etti. Bir saat kadar daha zaman geçip de hiçbir değişiklik olmayınca ilk işi doktorunu aramak oldu.

“İyi akşamlar Bergüzar Hanım. Yoksa bu telefon, Ayaz doğuyor haberini vermek için mi?” diyen neşeli ses bile gülümsetmemişti.

“Merhaba doktor bey. Ben sizi aradım çünkü… Ayaz dünden beri hiç hareket etmedi. Ne yaptıysam onu hissedemiyorum. Bu… Bu normal değil, değil mi?” Telefonun ucunda az önce neşeyle şakıyan doktorun sessizliği tüylerini diken diken ederken

“Bergüzar Hanım, hemen hastaneye gelir misiniz? Bebeği kontrol edelim.” Demesiyle dolan gözlerinden yaşlar süzülmüştü.

“Kötü bir şey oldu dimi…” derken sesi o kadar karamsar ve acı doluydu ki doktor ilk olarak anneyi sakinleştirmesi gerektiğini fark etti.

“Bergüzar Hanım siz sakin olun ve en kısa sürede hastaneye gelin. Ben sizi bekliyorum. Ayaz’ı görmeden neler olduğunu söylemem imkânsız. Siz sadece sakin olun olur mu?” Bergüzar gözlerindeki yaşları silip sanki doktor kendisini görüyormuş gibi başını salladı.

“Tamam, şu an evde yalnızım ama Alparslan’a haber verip hemen yanınıza geleceğim.”

“Bekliyorum…” telefon kapandığı anda elleri karnını sarmıştı. Korkuyla iç çekip

“Ne olur… Sakın gitme. Oğlum…” diye mırıldandı. Titreyen elleri yeniden telefonu kavrarken Alparslan’ı aramıştı. Telefon daha ilk çalışında açılıp

“Bebeğim…” diyen o sesi duymasıyla gözyaşları peşi sıra düşmeye başlamış, göğsü sıkışmıştı. İçini çeke çeke

“Alparslan.” Dediği andaysa karşı tarafta sessizlik oldu ancak çok uzun sürmedi. Toplantı odasında saatlerdir oturduğu koltuktan kalkıp camın önüne ilerleyen Alparslan

“Bergüzar, ne oldu bebeğim?” diye sorarken, duyacağı cevabın iyi olmadığını hissetmiş gibi buz kesmişti.

“Bebek… Oğlumuz…” sözleriyle gözlerini kapatıp, cama avuç içini dayayarak durmaya çalıştı.

“Oğlumuza ne oldu Esmerim? Doğum mu başladı? Hemen geliyorum…” iyiyi umut etmeye çalışarak toplantı odasının kapısına yönelse de yüreğinde bir yerlerde bir ağırlık vardı ve adımlarını yavaşlatıyordu. Onun son sözlerini duyarak ayaklanan babasına, kardeşlerine ve Hulusi Bey’e bakarken

“Oğlumuz dünden beri hiç hareket etmedi. Bütün gün bekledim ama hâlâ hareketsiz. Doktor hastanede bizi bekliyor.” Dediğini duymuş ama idrak etmek istememişti. Başını hızlıca sağa sola sallayıp

“Emin misin?” diye sorarken bacaklarının bağı çözüldü sanki. Bir an bile durmayan, bazen tekme atarken annesinin karnından fırlayacak gibi olan oğlu nasıl hareket etmezdi?

“Korkuyorum. Ona bir şey olmamıştır değil mi?” Bergüzar’ın tek kelimesiyle, ‘korkuyorum’ demesiyle bacakları can buldu. Evde yalnız olduğunu hatırlayıp koşmaya başlarken arkasında telaşlı bir sürü insan bırakmıştı.

“Kapıdaki şoförle hastaneye geç bebeğim. Ben de hemen geliyorum.”

“Toprak…”

“Toprak’a haber vereceğim. Arda onu yanımıza getirir. Sen hemen dediğimi yap.”

“Tamam…” telefon bu sözle kapanırken çoktan arabasına binmiş, gaza basmıştı. Toplantı odasında öylece kalan babasına ve kardeşlerine hiçbir şey söylemediğini hatırlatan telefona cevap verip, Atilla’ya durumu anlattı ve hastaneye gelmelerini söyledi.

Hastaneye giden yollar uzadıkça uzuyor, yaşadıkları korku hepsinin yüreğini eziyordu. Alparslan baba, Bergüzar anne olacaktı elbet ama bir de ailenin geri kalanı vardı. Bir kez daha babaanne olmayı dört gözle bekleyen Neşe Hanım, Derin’in bebekleriyle oynadığı gibi, Ayaz’ın da arabalarıyla oynamayı hayal eden dede Süleyman, amca olacakları ve aileye bir hergele daha geleceği için gün sayan amcalar Atilla ve Ertuğrul, bir kez daha hala olacağım diye gezen Tomris… Bizden yenge değil hala olur diyen Aylin ve Armağan, Ayaz oğlan dayısız kalamaz biz de dayıları olacağız diyen Murat ve Arda, daha yeni yeni teyze olacağı fikrine alışan ve yeğenini heyecanla bekleyen Toprak, küçük oğlanın anneannesi ve dedesi olmaya torun haberini aldıkları ilk andan beri gönüllü olan Suna Hanım ve Mehmet Bey… Ankara’da bebeğin doğum haberini dört gözle bekleyen Sedef anne ve kızlar. Teyze olmayı bekleyen dört genç kadın…

Bir de Bergüzar’ın daha yeni haberdar olduğu babası. Bir kızı olduğunu aylar önce öğrenen, torunu olacağını ise yeni duyan gizemli baba, dede…

Eğer bebeğe bir şey olursa bu sadece Alparslan ve Bergüzar’ı yıkmayacak, üzmeyecekti. Bütün aile bu acının altında ezilecekti. O yüzden herkes yüreği ağızlarında hastaneye geliyordu.

Alparslan, danışmadan bilgi alıp doğruca Bergüzar’ın bulunduğu odaya giderken neyle karşılaşacağını tahmin bile edemiyordu. Birkaç uzman doktorun çevrelediği yatağa yaklaşıp karısının elini sıkıca tuttu. Ağlamaktan kıpkırmızı olan o gözlerde artık yaş görmek istemedikçe hayat üstlerine üstlerine geliyor, bambaşka yerlerden vurup ağlatıyordu.

“Esmerim…” diye fısıldarken terden ıslanan saçlarına öpücük kondurdu. Teninin soğukluğuyla ürperip endişeyle doktorlara baktı. Karısı ve oğluyla ilgilenen doktora gözleri takılırken, bir umut ağzından iyi sözler duymayı diledi.

“Neler oluyor doktor bey?” Doktor ultrasonda oğluna bakıyordu ancak o bakışlar daha öncekiler gibi ışıl ışıl değildi. Zaten doktoru da daha önce hiç bu kadar gergin görmemişti. Ters giden bir şeyler olduğu açıktı.

“Bergüzar Hanım’ı acilen doğuma almalıyız.” Deyip ikisine de ciddiyetle baktı.

“Bergüzar Hanım haklı. Bebek hareket etmiyor, kalp atışlarını duymakta zorlanıyoruz.” Onlar daha duyduklarını algılayamadan hasta bakıcılar Bergüzar’ı doğuma hazırlamak için odayı boşaltmış, Alparslan kapı önünde haber bekleyen ailesine durumu kısaca anlatmıştı.

Odadan çıkarılan Bergüzar, etrafındaki kalabalığa bakarken gözyaşları daha da hızlanıyordu. Yalnız büyümüş, bütün zorluklara yalnız yürümüş biriydi. Ta ki hayatına Alparslan girene kadar. Şimdiyse ailesi vardı ve bu aile çok kalabalıktı. Kardeşinin ağlamaklı yüzüne bakıp elini sıkıca tutarken, ailesinin moral vermeye çalışan sözlerini hayal meyal işitiyor, sadece başını sallıyordu. Dakikalar sonra doğumhanedeki hazırlıklar tamamlanıp ameliyat başlayacağı sırada elini tutan eli ve alnına dokunan dudakları hissetti. Alparslan steril önlük giymiş, saçına bone, yüzüneyse maske takmış vaziyette yanına gelmişti.

Karısının elini sımsıkı tutuyor, saçlarına usulca öpücükler konduruyordu. Gözleriyse doktorların üstündeydi. Görebildiği kadarıyla hepsi temkinli biraz da gergin vaziyette oğlunu sağ salim dünyaya getirmek için uğraşıyorlardı.

“Biz ne zorluklar atlattık. Azıcık bize çektiyse ona hiçbir şey olmaz. Ne olur ağlama bebeğim. Sen ağlayınca benim gücüm tükeniyor. Sen ağlayınca dünyam kararıyor. Ben seni güldürmek, mutlu etmek için varım. Üzme beni… Üzme bizi…”

Karısını sakinleştirmeye çalışırken önlerinde neler olup bittiğini, bebeklerinin iyi olup olmadığını da merak ediyor, anlamaya çalışıyordu. Kısa süre sonra içeride oluşan koşturmacayla Alparslan’ın gözleri ileride toplanan kalabalığa takıldı. Bir şeyler oluyordu ama neler olduğunu anlayamıyordu.

Usulca doğrulduğu sırada küçücük bir aralıktan oğlunu gördü. Doktorun ona kalp masajı yaptığını anlamasıysa çok sürmedi. Yer bir an da ayaklarının altından kayıp giderken, Bergüzar’ın sesi kulaklarına ilişti.

“Ne oluyor Alparslan? Oğlumuz iyi mi?”

 

ESMERİM – ABRE / 10.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.

error: Content is protected !!