11.BÖLÜM
Günümüz – İtalya/Roma
Bergüzar, Toprak’ın yanında olduğu süre boyunca Alparslan’ın yaptıklarını dinlerken çok sakindi. Hatta onun şüphelerinin üstüne gidip, bütün ipuçlarını birleştirerek doğru soruların cevaplarını bulmasına hayran olmuştu. Akıllı bir adam olduğunu zaten biliyordu ama sakin kalarak, sessizce bunları yapması ve olaylar esnasındaki soğukkanlılığının ne kadar iyi olduğunu şimdi fark etmişti.
“Öfkeli misin?”
“Hayır!”
“Kızgın mısın?”
“Hayır!” Bergüzar, ikinci sigarasından son bir nefes çekip izmariti parmakları arasında döndürdü ve kül tablasına bastı.
“Peki benden nefret ediyor musun?” Sorusuyla Alparslan ona doğru yaklaşmış, gözlerinden kıvılcımlar yayılmıştı.
“Hayır, hayır Bergüzar. Ne öfkeliyim, ne kızgınım ne de sana bir nefret besliyorum. Sadece… Daha önce söylemediğin için… Evet, bunun için biraz kızgınım ama…” susup sıkıntılı birkaç nefes aldı, yüzünü sıvazladı, iç çekti. Kendi içinde yaşadığı bu çelişki Bergüzar’a tebessüm ettirirken, bir yandan da onu kendine benzetmişti. Aslında kızgındı. Dediği sebeplerden kızgındı ama hak da veriyordu. Arada sıkışıp kalmış gibiydi. Bağırıp isyan mı etse, yoksa gerçek sebepleri düşünerek sakinliğini mi korusa bilemiyor gibi de duruyordu. Alparslan,
“Vereceğim tepkiyi kestiremediğini biliyorum. Bu yüzden susmanı anlıyorum. Hak veriyorum…” deyip yine susmuş, dudaklarını hınçla ısırmıştı.
“Ne söylemek istiyorsan söyle. Şu an burada olmamızın ve konuşmamızın sebebi bu!” diyen Bergüzar’a kısa süre bakıp aniden ayaklandı ve volta atmaya başladı.
“Ender gibi bir adamın, senin zorda kalışından faydalandığını anlamayacak kadar aptal mıyım? Söyle bana o kadar aptal mıyım?” hâlâ volta atmaya devam ederken kendi kendini yiyor gibi görünüyordu. İçinde kocaman bir savaş vardı.
“Aksine, ne kadar zeki biri olduğunu kanıtladın.” Durdu, karanlık gökyüzüne bakan kıza bakıp soluklanırken
“Anlıyorum, hak veriyorum ama kızıyorum da. Az önce kızgın değilim dedim ama kızgınım. Her şeyle tek başına mücadele ettiğin için kızgınım, hayatın seni zorladığı şeyler için kızgınım, bana tüm bunları en başından anlatamamana kızgınım, kendime kızgınım. Fevri, huysuz, aksi ve öfkeli bir adam olmasaydım belki de taa en başında benimle konuşurdun.” demesiyle göz göze geldiler. Bergüzar yavaşça başını sağa sola salladı.
“Aslında senin ne kadar iyi bir insan olduğunu anladığımda bunları anlatmak daha da zorlaştı. Sen çok sakin bir adam olsaydın da anlatmaya cesaret edebilir miydim bilmiyorum. Sonuçta patronumun karşısına geçip ‘ben sizin işinize çomak sokmak için buradayım’ demek… Bunu söylemenin bir yolu yok. Olsaydı söylerdim. Olsaydı, sen bütün bunları kendi çabanla öğrenmiş olmazdın. Kendini suçlama.”
“Şimdi lütfen otur ve beni dinle.” Karşısındaki sandalyeyi işaret ettikten birkaç saniye sonra Alparslan oturmuş ve beklemeye başlamıştı.
“Öğrendiklerin doğru. Yanlış, yalan ve benzeri birçok kelimeyi söylemeyi çok isterdim ama… Doğru. Meral, bizim biyolojik annemiz. Ben sekiz, Toprak ise iki yaşındayken bizi arkasında bırakıp gitti. Babamız Akif, onun gidişiyle akıl sağlığını kaybetti. İki yıl sonra da…” susup zar zor yutkunurken gözlerinde beliren acıyı, korkuyu, dehşeti Alparslan rahatlıkla görmüştü.
“İntihar etti. Gecenin bir vakti, gözümün önünde kafasına sıktı ve öldü.” Alparslan duyduklarıyla irkilirken Bergüzar anlatmaya devam ediyordu.
“Çocuklarını terk etmiş bir anne ve çocuklarının varlığına aldırmadan, kızının gözleri önünde ölümü seçen bir babanın ardında kalan bizi kimse kabul etmeyince… Devlet koruması altına alındık. O zaman ben on yaşındaydım, Toprak dört yaşındaydı. Meral’in gidişiyle kâbus gibi geçen iki yılın ardından yurtta olmak öyle güzeldi ki… Bunu anlatamam.”
“İki yıl boyunca Toprak’a ben bakmıştım, yani çocuk aklımla bakmaya çalışmıştım. Bir çocuk, bir bebeğe nasıl bakarsa ben de öyle bakmıştım işte. Şu an düzensiz beslenmeme kafayı takmış durumdasın ya… Ben uzun süre düzenli beslenmemeye alışkınım hatta o kadar alışkınım ki yemekle aram yok. Yıllarca dolapta bulduğuyla sadece yaşayacak kadar beslenen birinin yemeklere düşkün olması gerekir sanırım ama ben öyle değilim. Aksine yemek görmekten bile pek hoşnut olmadığım zamanlar oldu.” Durup önündeki çakmağı birkaç kez yakıp söndürdü. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyor gibiydi.
“Babam ölünce Meral’e ulaştılar. Okuduğun dosyada da belirtildiği gibi ‘bizi istemedi’ demek isterdim ama işin aslı öyle değil. Asıl gerçeği ben de birkaç yıl önce öğrendim. Aslında Meral, Toprak’ı istiyor, beni istemiyor. Eşref Hulusi Bey ise ‘ya ikisini de alırsın ya da ikisinden de vazgeçersin’ diyor. Beni almamak için Toprak’tan da vazgeçiyor. Beni neden istemediğini bilmiyorum. Ama beni hiçbir zaman sevmediğini biliyorum. Gerek sözleri, gerek bakışları, gerekse uyguladığı psikolojik ve fiziksel şiddetle bunu defalarca belli etti.” Alparslan’ın gözleri yuvalarından çıkacak gibi açıldı, zihninde canlanan görüntülerle buz kesti. Yüzünü şöyle bir sıvazlayıp yine Bergüzar’a doğru eğildi.
“Küçücük bir çocuğa, öz annesi şiddet uygular mı yahu? Bu nasıl bir şuursuzluk, vicdansızlık? Akıl alır gibi değil.” Diye dişlerinin arasından mırıldanmasıyla Bergüzar sadece tebessüm etmişti.
“Aklınızın alamayacağı çok şey yaşadım Alparslan Bey. Size nasıl katlandığımı merak ediyordunuz ya… Geçmişimde gördüğüm kişilerin merhametsizliğine, vicdansızlığına bakıp, sizi cebimden çıkarır, ne iyi adam diye başımın üstüne koyar gezdiririm. Ki zaten iyi bir adamsınız orası ayrı ama… Siz, onların yanında devede kulak, çıtır çerez kalırsınız. Yani diyeceğim o ki senin dişlerin bana geçmez. Olsa olsa azıcık bir iz bırakır ama asla yaralamaz, kanatmaz.” Dehşete düşmüş, şaşırmış bir ifadeyle bakan adama acı acı gülmeye devam etti.
“Ben, Toprak’a bir hayat borçluyum. Eğer ben olmasaydım o, belki de çok farklı şekilde büyüyecekti. Bunun vicdan azabını hep yaşayacağım. Gelelim bunca şeyi neden bu zamana kadar sakladığıma…” Tıpkı Alparslan’ın az evvel yaptığı gibi masaya yaklaştı ve devam etti.
“Kardeşimin tedavisi sürüyordu ama ilaçlara para yetmiyordu. Derken bunu öğrenen Ender harekete geçti. İlaçlar için yeterinden fazla para teklif etti. Zaten teklifi düşünecek, seçim yapacak durumum yoktu. Elim kolum bağlı gibiydi. Kabul edip şirkette işe girdim. İşe girişimi de o ayarladı yani belli ki şirketteki tek çürük elma ben değilim. İçeride köstebekler var.” Alparslan bu sözlerle gerilip, kaskatı kesilmişti. Yıllar evvel de şirketlerine Ender tarafından birilerinin yerleştirildiği zamanları hatırladı. Ertuğrul’un başına gelenleri düşündü. İçi sıkılıyor, ruhu daralıyordu. Bu şerefsizin dur durak noktası yoktu. Ertuğrul’a saldıramazsa ne yapıp edip bir yolunu buluyor ve yine yapacağını yapıyordu. Bunca yıldır kuyruğuna basıyor ama asla kafasını kopartamıyorlardı. Güçleri eşitti. Bu yüzden birbirlerini yaralıyor ama asla son noktayı koyamıyorlardı. Ayrıca Ender planlarını çok iyi kuruyor, oyununu kusursuz oynuyordu. Her seferinde şeytanın aklına gelmeyecek planlar yapıyordu.
“İşe başladıktan kısa süre sonra hastalığın nüksettiğini öğrendik. Doktor yurtdışındaki tedaviden daha önce de bahsetmişti ama onca parayı bulmam imkânsızdı. Bundan da haberdar olan Ender, arayıp geçmiş olsun dileklerini iletti. Artık vereceğim paraya daha çok ihtiyacın var dedi. Doğru, artık o paraya daha çok ihtiyacımız vardı. Ender de bunu bildiği için kedinin fareyle oynadığı gibi benimle oynamaya başladı. Bundan keyif alıyordu çünkü Meral’e duyduğu öfkeyi benden hatta Toprak’tan çıkarıyordu. Meral, babaları Eşref Hulusi’nin hayatına girince ailesi dağılmış, öz anne ise kısa süre sonra kahrından ölmüştü. Meral, zehirli bir sarmaşık gibidir, gittiği her yeri kurutur, dokunduğu her canlıyı öldürür.”
“Sizler, önümüzdeki beş yılın büyüme, girişim ve benzeri planlarını yaparken Ender de hamlelerini daha büyük atmaya başlamıştı. Evimize girip beni kendi evimde tehdit edecek kadar pervasızdı.” Alparslan ayaklanıp birkaç adım attı, sonra kendi ekseni etrafında döndü. Hızla Bergüzar’ın dibinde bitip
“Sana bir şey yaptı mı?” diye sorduğunda Bergüzar başını hafifçe sallamış ama hatırladıklarıyla da üretmişti.
“Taciz girişiminde bulunmaktan hiç çekinmedi. Bu da yetmezmiş gibi şirketle ilgili bilgileri çalmak yerine, kendisiyle bir gece geçirirsem vadettiği paradan daha fazlasını vereceğini söyledi.” Alparslan dişlerini sıkmaktan çenesinin hissizleştiğini bile fark etmiyordu. Öfke, nefret, sinir… Hepsini hat safhada yaşıyordu.
“Şerefsiz piç kurusu, adi köpek. Sana gerçekten bunu söyledi mi?”
‘’Söyledi. Ne yalan söyleyeyim, ben de bunu düşündüm. Emeğinizi çalmak yerine…’’ susup gözlerini kapattıktan sonra
‘’Ama…’’ diyerek devam etti.
‘’… Ama yapamazdım. Çünkü bu, beni öldürürdü. Yaşarken öldürürdü.’’ Alparslan alamadığı her soluğun acısını çekerken, şakaklarındaki zonklamayı dindirmek için başına baskı uyguluyordu.
“Kadınları herhangi bir zamanda, herhangi bir sebeple tehdit ederken bedenleri üstünden tehdit ettiklerini hepimiz biliyoruz. Buna niye şaşırdınız ki? Ender gibi şeref yoksunu bir mahluk için bu teklifin yanlış bir tarafı yoktur. ‘Parayla değil mi kardeşim? Bir gecede tonla para kazanacak işte… Tabii bir de bakire olmasının avantajıyla prim de alacak.’ Sonuçta bir kadına ilk kez dokunuyor olmanın matah bir şey sayıldığı zihinlerden bahsediyoruz. Bir kadını ilk beceren ve bekâretini bozan erkek olmak onların kulvarında erdemli hareket bile sayılır. Bir de oturup bunu gerine gerine anlatırlar.” Artık duyduklarına dayanamayacağını, dizlerinin bağının çözüldüğünü hisseden Alparslan, Bergüzar’ın usul usul titreyen, birbirine sımsıkı yapıştırdığı bacaklarının önüne çöktü. Bir eliyle titreyen bacağının üst kısmına tutunurken, diğer eliyse dudaklarına doğru gitmişti.
“Şşş… Tamam, tamam ne olursun sus.” Kızın söyledikleriyle içi kalkmış, düğüm düğüm olan midesi bulanmıştı. Ender’in Bergüzar’a dokunduğunu hayal ediyor, bu görüntüyü silip atamıyordu. Midesi gittikçe kaynıyor, karışıyordu. Gözlerinden dökülmeyi bekleyen yaşları hızla silerken başını hafifçe salladı. Çenesini kızın dizlerine dayadı, usulca ayaklarının önünde oturduktan sonra onu dinlemeye devam etti.
“Planlarınızın tamamının yer aldığı dosyayı çalacak, parayı alacak ve sessizce gidecektim ama… Müdürlere söylediğiniz o sözleri duydum. Hani odanızın girişinde bayıldığım gün… O gün benim için dönüm noktası oldu çünkü ‘Bergüzar’a kendimden çok güvenirim’ dediniz. Asıl beni, bana hatırlattınız. Bu yaşıma kadar hiç yalan söylemedim, başıma gelen hiçbir şey için kahrolup, mücadeleyi bırakmadım, yaşamak zorunda kaldıklarımdan utanmadım.” Soluklanıp geçmişini düşünürken yüzü dalgalanmış, gözleri puslanmıştı ama başı hâlâ dimdikti. Birkaç kez yutkunup sözlerine devam etti.
“Yeni bir ortama girdiğimde, tanışma faslında herkes ailesinden neşeyle, övgüyle bahsederdi. Sıra bana gelince ben de bahsederdim. Gizli bir hüzünle, belki biraz öfkeyle, kendi kendime ‘neden?’ sorusunu sora sora bahsederdim. Fakat hiç saklanmaz, gizlenmez, yalana dolana başvurmazdım. Onların hataları yüzünden başımı öne eğmedim, onların yok olan vicdanlarının yasını tutmadım. Geçmişimden utanmadım, utanması gereken ben değildim. O yüzden de başkaları adına hiç utanmadım. İşte o gün, o odada söylediklerinizle aklımı başıma getirdiniz. Ben… Her zaman eşitliğe, adalete, doğruya inanan ben… Yanlışa sapmak üzereyken rotamı düzelttim.” Bir an durdu, tebessüm ederken hâlâ başı dizlerinin üstünde duran adamın ıslanan yanaklarını okşadı.
“Pusulam doğruydu ve farkında bile olmadan bana doğruyu göstermişti. İyi ki… O yüzden iyi ki sen…” Alparslan yüzünde gezen elleri sıkıca tutup önce üstünü sonra da avuç içlerini öptü.
“Kendi yolunu, yönünü kaybeden pusulana pusula olan da sendin Esmer… İyi ki… İyi geldin. Bana yolumu, yönümü gösterdin.” Bir süre sessizce sadece bakıştılar, biraz ağladılar.
“Senin o sözlerin yolumu buldurdu ama bir yandan da çok ağır geldi. Ne yapacağımı şaşırttı. Ben bu düşüncelerle boğuşurken, o akşam gittiğimiz yemekte Semih’i dövdün. Sen onu döverken Ender de beni tuvaletlerin olduğu koridorda sıkıştırdı. Semih’i üstümüze salıp, senin dikkatini dağıtan da oydu.”
“Şerefsiz…”
“Sen, Semih üstünde idmanına devam ederken ben Ender’e baş kaldırıyordum. Çünkü bir şey fark etmiştim. Sen yanımda olduğun sürece bana yaklaşamıyordu. Senden, sizden yani ailenin diğer fertlerinden korkuyordu. Şirketin önünden geçmeye cesaret edemediği için şirket içi kameraları izleyip duruyordu. Beni aradığı numarayı her seferinde değiştiriyor, gizliyor sonra da o hattan kurtuluyordu. Evime girdiğinde bile peşime koruma takmışsındır diye korktuğu için apartmanın arka kapısından içeri girmişti. Yani bana, en azından bir süre hiçbir şey yapmaya cesaret edemezdi. Peki işi yapmazsan parayı da alamazsın diyeceksen… Eğer kardeşim yaşayacaksa burada da yaşayacaktı. Ondan gelen para kardeşimin ömrünü garanti etmiyordu. Ayrıca doğru yolda gidenler daima doğru insanlarla karşılaşırlar. Sedef annem bana böyle öğretti. Tüm tehditlerine rağmen oyundan çıktım ve sen, Hızır gibi yetiştin. Doğru yolumdaki doğru insan sendin. Yine pusulam olmuştun.”
Alparslan dizlerinin üstünde doğrulup Bergüzar’ın yüzünü sımsıkı kavradı. Ağlamaktan kızaran iki çift göz birbirine tebessümle bakarken zaman durmuş gibiydi.
“Sürekli dudaklarımı ısırmam, yediklerimi kusmam konusundaki varsayımın doğru. Ne zaman bir şeyi anlatmak isteyip anlatamasam böyle olurum. Ben, sana her şeyi anlatmak istedim ama korktum. Yarım saat öncesine kadar da bu korkunun sebebinin seni kaybetmek olduğunu sanıyordum fakat o değilmiş.”
“Neymiş?” sorusuyla başını omzuna doğru yatırıp gururlu bir ifadeyle
“Meğer kendimi kaybetmekten korkuyormuşum. Evet sen, benim için çok değerlisin ama ben kendimi kaybeder, kişiliğimden vazgeçersem senin bir anlamın kalmaz ki… Ben, ben olmaktan çıktıktan sonra sen istediğin kadar sen ol… Ne faydası var?” dediği anda Alparslan’ın gözleri de ışıldamıştı.
“Seninle gurur duyuyorum Bergüzar. Kendin olduğun için, dürüst olduğun için, cesur olduğun için, kalıplara sığdırılmaya çalışılırken bile rest çekecek ve o kalıbı kırıp atacak yüreğin olduğu için ve… Hayatın, insanların sana sunduğu yolları elinin tersiyle itip, kendine kendi doğrularınla yol açtığın için seninle gurur duyuyorum.” Bir an durdu, kızı kendine çekip alnından öptü.
“Onca badireden sonra yıkılmak, vazgeçmek en kolay ve en yakın seçenekken sen kendine bambaşka seçenekler yaratmışsın. Daha küçücük çocukken kardeşine anne olmuş, dostlarına abla olmuşsun. Girdiğin bir mekânda neden sevgiyle, saygıyla, ilgiyle karşılandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Sen sadece kardeşinin, dostlarının, Sedef annenin değil, herkesin Bergüzar’ı olmuşsun. Hani bana ‘sevgi görmedim ki’ demiştin ya… Senin gördüğün sevgiyi, saygıyı, hürmeti gören az insan vardır. Bundan emin ol. Belki aile sevgisi görmedin ama gerçek sevginin birçok hâlini görmüşsün, görüyorsun da…” Boynuna sarılı veren kolları hissedip iç çekerken o da kollarını Bergüzar’a doladı.
“Her şey geride kaldı. Artık korkmak yok. Seni hiçbir pislik bozmadı, bozamaz. Sen hâlâ aynı sensin. Unutma Bergüzar, güneş balçıkla sıvanmaz. Onların pisliğe bulanmış elleri senin ışığını söndüremez.”
“Bütün yaşananları öğrendiğine göre artık karar senin…” diyen buruk sesi işiterek güldü, biraz geri çekilip kızın gözlerine baktı.
“Ne kararı, hangi karar? Sen, üstüne düşünülmesi gereken bir seçenek değildin. Hiçbir zaman! Sen, hayatımda gördüğüm en güçlü kadınsın. Beni bile cebinden çıkardın Bergüzar Hanım… Ben sana ancak boynumu eğer, elini öper, kalbimi de öptüğüm ellerinin arasına bırakırım. Tüm bunları şüphe duymadan, gözüm kapalı yaparım ama senden de birkaç şey isterim.” Bergüzar soran gözlerle bakarken bir yandan da sesli olarak
“Nedir?” diye sormuştu.
“Ne olursa olsun bana söyleyeceksin, benden hiçbir şey gizlemeyeceksin ve asla yolun yarısında arkanı dönüp gitmeyeceksin. Söz ver… Sen de söz ver.” Bir süre sessiz kalıp onu izleyen Bergüzar sonunda fısıldadı.
“Söz… Söz veriyorum gitmeyeceğim.” Duraksadı ve devam etti.
“Ama sen de anlatacaksın. Neler yaşadığını, birinin seni bırakıp gitmesine karşı neden bu kadar korku duyduğunu anlatacaksın. Ne zaman istersen o zaman anlat ama bileyim.” Söylediği her sözle Alparslan’ın gözlerine çöken izleri gördü. Geçmişin izleri hâlâ güzel gözlerinde öylece duruyordu sanki. Yavaşça ayaklanıp elini uzattığında Bergüzar hiç tereddütsüz ellerini birleştirdi. Otele doğru yürürlerken usul usul esen rüzgâr tenlerini örtüyor, saçlarını uçuşturuyordu. Devasa yapıdan içeri girip asansöre ilerlerken Bergüzar saçını düzeltme bahanesiyle ellerini ayırmıştı. Bu hareketi ise Alparslan’ı kıs kıs güldürmeye yetmişti.
“Ne o, gören olur diye mi korktun?” Sorusunun saçmalığını, korkusuz, biraz da ukala bakan gözleri gördüğü anda anladı.
“İş için buradayız. Odak dağıtmaya gerek yok. Sadece bu… Korku falan değil!”
“İş başka aşk başka diyorsun yani?”
“Öyle olmalı… Ben hâlâ sizin şirketinizin çatısı altında, sizin yardımcınız olarak çalışıyorum. Bu yüzden özel hayatımız bize özel kalsın.” Derken asansöre binmişlerdi.
“Her sözünüzde de bu kadar haklı olmasanız ve bana benzemeseniz şaşarım Bergüzar Hanım.” Kapılar kapanırken ikisi de imalı imalı gülüyor ama birbirlerine bakmıyorlardı. Asansör hızla yükselip odalarının bulunduğu kata vardığında koridora çıkıp yürümeye devam ettiler. Bergüzar’ın odasının önünde durduklarında sessizlikleri hâlâ sürüyordu.
“Kısa süre içinde çok fazla saat farkına maruz kaldın. Kafanın içi davul gibi olmalı. Yaklaşık bir hafta boyunca buradayız. Hiçbir şey düşünmeden, tedirgin olmadan yat, dinlen. Çünkü işten arta kalan zamanlarda buraların tozunu attıracağız.” Deyip kızın saçlarına dokundu, ensesine ulaşan elleri saç diplerinde gezindikten sonra alnına uzun bir öpücük kondurdu.
“Tamam… O zaman… İyi geceler.” Diye kem küm edip odasına girdikten sonra kapıyı kapattı ve soluklanmaya çalıştı. İki saat içinde yaşadıklarının gerçekliğine inanamıyordu. Hızla atan kalbinin üstüne koyduğu eli titrerken, diğer elindeki çantayı gelişi güzel fırlattı. Yaşadığı adrenalin, korku ve tedirginlik yüzünden vücudundan ter boşalıyordu. Elbisesini terli bedeninden zar zor ayırıp duşa girdiğinde gerçekten huzur dolu bir soluk almış ve gözyaşları yaşadığı rahatlamayla akmaya başlamıştı. Bacakları titriyor, bedenini taşımakta zorlanıyordu. İçini çeke çeke zemine çökerken, duş başlığından akan sular bedenini yıkamaya devam etti.
Bu sırada Alparslan ise görüntülü olarak kardeşleriyle konuşmaya başlamıştı. Ertuğrul evindeki ofisinde, Tomris ile Atilla ise birlikte yaşadıkları evin salonundaydı. Üçü de merakla abilerine bakıyor, anlatacaklarını duymayı bekliyordu. Alparslan ise gayet rahat tavırlarla gömleğinin birkaç düğmesini açıyor, kravatını ve kol düğmelerini çıkartıyordu.
“Pardon canım ama soyunmayı kesip neler olduğunu anlatacak mısın?” Tomris’in carlamasıyla bıyık altından güldü, gözünün ucuyla kameraya baktı.
“Sen, Bergüzar’la çok iyi anlaşacaksın cazgır… Tam birbirinizin kalemisiniz.” demesiyle yerinden fırlayan Tomris
“Gel gelinim gönlüme gel, senden başka yar sevemem.” diye şarkı söylemeye başlayınca hepsi kahkahayı basmıştı. Tomris, abisinin ışıl ışıl gözlerinin mutluluğunu yaşasa da gelin sevincini kısa tutup yerine oturdu ve ellerini dizlerine şap diye vurarak
“Anlat ablana yiğidim… Anlat dinliyorum… Hadi dökül.” Dediğinde Alparslan’ın kaşı havalanmış, Ertuğrul sessiz sessiz gülmeye başlamış, Atilla ise resmen haykırarak kahkahalara boğulmuştu.
“Tomrisss!” diye homurdandıktan sonra
“Atilla kes çeneni yoksa döverim.” Demişti.
“Ayy abla dediysem Güzin abla misali demek istedim canım abim. Hemen kızma.”
“Kızmadım!”
“Ben de yedim. Neyse…” Alparslan gözlerini devirip derin bir iç çektikten sonra olan biten her şeyi başından sonuna anlattı. Anlattığı bazı şeyleri Ertuğrul bilse de Atilla ve Tomris ilk kez duyuyor, şok üstüne şok yaşıyorlardı.
“Adi herif, şerefsiz, soysuz…” diye gürleyen Atilla’nın gözlerindeki öfke kıvılcımları pek görülen bir şey değildi ama delirince harbiden delirdiğini, öfkesinin keskinliğini hepsi bilirdi. O öfkeyle bağırırken Tomris ise ağlamaktan kızarmış gözlerle abisine bakıyordu.
“Şerefsiz herif, gücü o kıza mı yetmiş? Pislik mahluk…” o da veryasını ederken sakin sakin duran Ertuğrul’un boğuk sesinden dökülen küfrü duydular.
“Amına koyduğumun şerefsizi.” Alparslan, onun gevşek bir ifadeyle ama serinkanlı bir öfkeyle kendini tutamayarak ettiği küfre kahkaha atınca hepsi sessizleşmişti.
“Ender’in kulaklarını çınlatmayı bırakın artık.” Diyerek olaya müdahale eden Alparslan boynunu sağa sola yatırıp, arkasına yaslandı ve derin bir nefes aldı.
“Merakınız geçtiyse artık beni salın da uyuyayım.” Demesiyle Tomris, sanki en sevdiği dizi yarıda kesilmiş gibi surat asmıştı.
“Asma suratını cadı… Zaten özledim seni…” kedi gibi mırıldanıp Atilla’ya sarılan Tomris dudağını bükerek Ertuğrul ve Alparslan’a baktı.
“Ben de özledim. İkinizi de çok özledim.”
“Şimdi bu özlemi yanındaki abinle gidermek zorundasın. El mahkûm, göt gardiyan.” Deyip Tomris’i sıkıştıra sıkıştıra öperken bir yandan da
“Abilerinin canı… Güzel kızım.” Diye bağırıyordu. Görüşmeyi yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle kapattıktan sonra Alparslan’ın ilk işi annesini aramak oldu. Neşe Sultanın sesi tüm derdine, üzüntüsüne deva olurdu.
“Annem…” dediği anda içten bir
“Oğlum…” cevabını almasıyla çocuk gibi olmuştu. Zaten çocuklar hep çocuk kalmaz mıydı? Annelerinin babalarının gözünde, dizinin dibinde hep çocuk olurlardı. Hele ki erkekler… Ne kadar büyürlerse büyüsünler içlerinde hep haylaz, yaramaz ama bir o kadar da duygusal çocuk tarafları kalırdı.
“Nasılsın Neşe sultan?”
“İyiyim bebeğim, sen nasılsın? Sesin iyi geliyor.” Sesinden bile içini okuyan annesine gülerken
“İyiyim.” Dedi.
“Çok iyiyim.”
“Hımmm, acaba seni bu kadar keyiflendiren şey ne? Ya da seni bu kadar keyiflendiren kişi kim diye mi sormalıyım?” Güçlü bir kahkaha koy veren Alparslan usulca başını sağa sola sallarken
“Sen var ya sen… Sen az değilsin Neşe Yalın. Yine gözünden bir şey kaçmıyor. Radar gibisin anacım.” Deyince Neşe Hanım da gülmeye başlamıştı.
“Analık zor analık… Ah ah… Gözümden bir şey kaçmaz tabii büyük hergele. Ben sizi, gözünüzün içine bakarak büyüttüm. Büyüdünüz, evden gittiniz diye peşinizi bırakacağımı mı zannettiniz? Hem sen sus bakayım. Araya laf karıştırıp kaçmaya çalışma. Anlat, neler oluyor?”
“Sadede gel diyorsun yani.”
“Oğlum, sen sadede gelmeyecek olsan beni aramazdın. Demek ki sadede gelmişsin ki normal vakit dışında arıyorsun. Dök bakalım içini, içinde neler var görelim.” Alparslan kendi kendine başını sallayıp güldükten sonra
“Âşık oldum.” Demişti. Annesinden bir sevinç çığlığı duymayı beklerken
“Bana anlamadığım, bilmediğim bir şey söyle be evladım.” İsyanıyla kahkaha atarken
“Anne ya…” deyişi Neşe Hanım’ı da güldürmüştü.
“Aylardır sana dayanmayı başaran Bergüzar Hanım kızımız mı bu şanssız kız?”
“Bergüzar Hanım kızımız doğru cevap da… Neden şansızmış yahu? Pekmez gibi oğlanım.”
“He oğlum he… Pekmezi bilmesem belki yerim.”
“Neşe Hanım, lafı dolandırma da Bergüzar Hanım kızın neden şanssızmış onu deyiver hele.” Annesinin oflayışının ardından
“Amannn sen çekilmezsin be Alparslan. Huysuzun tekisin oğlum. Ama benim oğlumsun orası ayrı…”
“Anne böyle de gömmezsin ya, valla diri diri gömdün geçtin. Bu nasıl ana?”
“Sus be! Sanki yalan söyledim. Neyse ki huysuz olduğun kadar da tatlısın ama pekmez kadar değil. Heveslenme yani… Tabii bir de güzel seven bir adamın oğlusun. Eee geninde var. Sen de güzel seversin. Canım kocam, ne güzel sever.” Alparslan duyduğu aşk itiraflarına gülse mi yoksa surat mı assa bilemeyerek
“Şükürler olsun ki bir kardeş daha yapacak yaşı geçtiniz.” Dediği anda kopan kıyameti dinlemişti.
“Bana bak, bana bak edepsiz. Sen buraya gel, ben senin façanı bozacağım. Hem de terlikle. Anne terliği aslanım, bildin mi?” Nasıl bilmesindi? Çocukluklarında o terlik az uçmamıştı üstlerine.
“Bildim bildim. Kızma yahu şaka yapıyorum Sultanım.”
“Kes yalakalık yapmayı da beni dinle.” İkazıyla sustu ve o görmese de oturuşunu dikleştirdi. Annesi önemli bir şeyler söyleyecekti, bunu sesinden bile anlardı.
“Az önceki sözlerim şaka. Sen benim ilk göz ağrım, aklı başında, ağır başlı, güzel kalpli oğlumsun. Senden ve sevginden şüphem olmadığı gibi, o sevgiyi göstereceğinden de şüphem yok. Ama yine de… Kızdığında, öfkelendiğinde o duygularını belli ettiğin gibi sevgini ve saygını da belli et annecim tamam mı? Biz senin yüreğini biliyoruz, yaşadıklarını da biliyoruz. Kırılan kalp tekrar düzelir mi? Bence düzelir. Hayat bu, birinin kırdığını bir başkası sarıp sarmalayabilir elbet. Tabii bunun da dozu var oğlum. Karşındaki kadın senin kalbini sarsın sarmalasın. Buna izin ver ama şunu unutma, o senin yara bandın değil.” Neşe Hanım durup solukladı ve sözlerine devam etti.
“Sevgi karşılıklı olursa güzeldir. O seni sararken sen de onu saracaksın. O seni severken sen de onu seveceksin. O seni sevip, sarıp sen hiçbir şey yapmaz, karşılık vermez ya da yeterince karşılık vermezsen… O sevgi olmaz annecim. Anladın mı?”
“Anladım. Sevgiyi, ilgiyi hep kendine isteme, karşılığını da ver diyorsun.”
“Aynen öyle diyorum. Ben seni çok iyi tanıyorum Alparslan. Eğer gerçekten inanmasaydın, gerçekten sevmeseydin, biz bu konuşmayı yapıyor olmazdık. Yani sen, telefonu açıp asla ama asla ‘Âşık oldum’ demezdin. Demek ki Bergüzar kızımız senin, sen de onun kalbine dokunmuşsun. Bazı şeyleri de netleştirmişsiniz. Yoksa yine hiçbir şey söylemezdin. Hayatta birçok sınava tabii oluruz. Senin sınavın zordu, sonu büyük bir yıkımla bitti. Ama biten hayatın değildi bebeğim, biten sadece o sınavdı. Şimdi bambaşka yollara yürüyecek, bambaşka şeyler yaşayacaksın. Bunları yaşarken asla arkana bakma, geçmişinle bugününü kıyaslama. Sadece yüreğini dinle, yanındaki kadına güven ve yürü. Biz hep buradayız, daima arkandayız. Ne zaman, neye ihtiyacın olursa… Duydun mu beni canımın içi?” Alparslan, başını önüne eğmiş, gözlerinden akan yaşların zemine düşüşünü izliyordu. Alt dudağını ısırıp boğazından yükselmek isteyen hıçkırıklarını bastırmaya çalıştı. Zar zor ve boğuk bir sesle
“Duydum.” dediğinde Neşe Hanım, onun ağladığını anlamış, kendi de ağlamaya başlamış ama hiç ses etmemişti.
“O zaman sev aslanım, madem buldum diyorsun sakın bırakma sev.” Babasının sesini duyup başını hafifçe kaldırırken söyledikleriyle yine yüreği ağzına gelmişti.
“Ben bırakmam ama…”
“Anneni duydun aslanım. Geçmişle bugünü karşılaştırmak yok dedi. Bunu yapma, bu sana da Bergüzar’a da zarar verir. Sevginizin dibini kendi ellerinle kazırsın. Yapma, sadece sevdana sarıl, sevdiğine sarıl ve derin bir soluk al. Hâlâ hayattayız, sağlıklıyız, yan yanayız ve çok aşığız diye bütün gerçekleri sırala. O gerçeklere şükür et. Sevdayı bulanlar bu dünyanın en şanslılarıdır. Acısıyla, tatlısıyla sevda güzeldir, özeldir babacım. Ve hiçbir sevda kollarını açıp, güle oynaya gelmez. Azıcık ağlatır, azcık kahreder, üzer, bol bol sınar ama bunlara dayanabilene de dünyadaki ödül olur.” Derin bir soluk alan Süleyman
“Sevda dediğin biraz cennet, biraz cehennem gibidir. Yaşanacak iyi kötü her şeyle mücadele ise sırat köprüsünden geçmeye benzer. Köprünün ucu cennet, altı cehennem… Eğer köprüyü geçersen cennetine varırsın. Yok, geçemezsen cehenneme düşersin.” dediğinde Alparslan sadece başını sallamıştı. Bir süre üçü de sessizlik içinde yaptıkları konuşmayı düşündükten sonra
“Teşekkür ederim. İyi ki varsınız. İyi ki sizin çocuğunuzum.” demiş, daha fazla konuşmayacağını bildiğinden telefonu kapatmıştı. Kahkahalarla başlayan konuşma hepsini bir güzel ağlatmıştı. Zaten hayatı paylaşmak, aile olmak demek de buydu. Her zaman birlikte gülmek değil, ağlamak da gerekirdi. Belki de gülüşleri paylaşmaktan daha değerli olan tek şey, gözyaşlarını paylaşabilmekti.
Koltuktan darmadağın olmuş hâlde kalkıp gömleğini çıkarıp attı, kemerini de onun yanına gönderdi. Pantolonunu umursamadan yatağa sırt üstü uzandığında aklına gelen şeyle gülümsedi.
Birkaç saat önce Bergüzar’la, birlikte gülmekten daha değerli olan o şeyi yapmış, yaşamışlardı. Birlikte ağlamışlardı. Sessizce, bazen sarılarak, bazense el ele ama birlikte ağlamışlardı. Gözlerini kapatıp yorgunluğuna yenik düşerken rüya gibi bir güzellik zihninde dolaşıyordu. Esmer bir güzellik.
***
Gün ışığı çoktan odasını sarmış, yorgun bedeni uzun zaman sonra ilk kez gerçekten dinlenmişti. Odasının kapısının çalındığını duyarak gözlerini aralayan Bergüzar, bir an nerede olduğunu idrak edemeyip duraksamıştı. Saniyeler içerisinde hafızası yerine gelip, olan biteni hatırlarken yataktan çıktı. Ayakucunda duran sabahlığı üstüne geçirip kuşağı gelişi güzel bağlandıktan sonraysa kapıyı açtı. Karşısında genç bir kadın vardı ve kucağına sığdırmakta zorlandığı kocaman beyaz gül buketini tutmaya çalışırken gülümsüyordu.
“Buongiorno signora…” (Günaydın Hanımefendi)
“Buongiorno…” (Günaydın) Gül buketine uzanıp kucaklarken görevli ise sözlerine devam etmişti.
“Questi fiori sono per te.” (Bu çiçekler sizin için)
“Grazie mille.” (Çok teşekkür ederim) deyip kapıyı kapattı ve çiçekleri yatağın üstüne bırakıp kırmızı renkli not kâğıdını açtı.
‘Günaydın uykucu… Sen uyurken ben uzun bir toplantı yaptım ve bu sırada çok acıktım. Şimdi söyle bakalım… Kahvaltını Alparslan Bey’le mi yoksa Alparslan’la mı yapmak istiyorsun?’
Nota kahkahalarla gülerken başucunda duran telefonu eline aldı ve mesaj bölümüne girdi.
‘Günaydın. Bana ulaşmak için notlar göndermek yerine mesaj atabilirsiniz diyeceğim ama sanırım sizin zamanınızda haberleşmek için kullanılan yöntem buydu. Benim zamanımda ise MSN vardı. Neyse… Şimdi sorunuzun cevabına geleyim. Kahvaltımı Alparslan Bey’le yapmak istiyorum. Patronumun huysuz, muşmula suratını özlediğimden midir bilmem ama… Neyse…’
Alt dudağını ısırıp kahkahalarını bastırmaya çalışırken mesajı gönderdi. Alparslan’ın mesajı okuduğunda vereceği tepkiyi hayal ederken ise kahkahalarına daha fazla mâni olamadı.
Bu sırada toplantısını bitirmiş ancak birkaç kişiyle görüşmelerine devam eden Alparslan, telefonuna gelen mesaj sesiyle duraksadı. Masada duran telefonun ekranında Bergüzar yazdığını görünce hemen mesajı açtı. Açmaz olaydı. Karşısında oturan ve kendisine pür dikkat bakan adamlara aldırmadan katıla katıla gülmek, bir yandan da Bergüzar’ı arayıp laf sokmak istiyordu. Ne demekti sizin zamanınızda, benim zamanımda… Aralarındaki yaş farkına dem vurmasına homurdanırken
‘Yok bebeğim, benim zamanımda ateşle haberleşiliyordu! Ben kendimi geliştirip yazıyı icat ettim. Ey Allah’ım… Gel hadi, açım ve acıkınca huysuz bir adam oluyorum. Bu arada senin yaşın yetmez belki ama ben doksanlar genciyim ve bununla gurur duyuyorum.’ Yazıp göndermişti.
Odasında hazırlığını tamamlayıp çıkmak üzere olan Bergüzar mesaj sesiyle telefonuna koşarken içi kıpır kıpırdı. İlk kez yaşını yaşadığını hissediyordu. Okuduğu satırlarla gülmekten kıpkırmızı kesilirken, kısa süre durup düşündü ve
‘Neyse ki adımı dağlara yazmak için yazıyı bulmuşsunuz. Maazallah bana yürümeye çalışırken Roma’yı da yakabilirdiniz. Bu arada doksanlar genci olduğunuzu söylemişken hadi gelin biraz eğlenelim. Bu şarkı benden size gelsin…
Gülşen’den Be Adam… İçine ata ata ne hâle düştün. Tuta tuta çatlayacaksın be adam. Çekinme hadi hadi söyle de kurtul bundan. Kura kura kurudun be adam’ yazıp gönderdi. Gelecek cevabın merakıyla odadan çıkarken Alparslan da gözlerini telefon ekranına dikmiş bakıyor, bir yandan da yanındakileri dinliyor gibi yapıyordu. Ekran ışığı yandığı anda telefonunu eline alıp mesajı açtı.
Yazdıklarını idrak edip gülmemek için var gücüyle savaş verirken, en sona bıraktığı şarkının adını okumasıyla boş bulunup kahkaha atması aynı anda olmuştu. Adımı dağlara yazmak için mi demişti? Karnına giren kramp yüzünden kıvranırken soluğunu toparlamaya çalışıyordu ki içine içine gülmekten kendini alamadı. Maazallah Roma’yı da yakabilirdiniz mi? Belli ki zeki olduğu kadar espri kabiliyeti de yüksekti. Zaten lafı gediğine koymayı iyi bildiğini çoktan öğrendiğinden seçtiği şarkıya da gönderme yaptığı diğer şarkılara da şaşırmamıştı.
Ufak bir baş hareketiyle masada bulunanlardan müsaade isteyip ayaklanırken, herkesin şaşkın şaşkın yüzüne baktığının farkındaydı ama umurunda değildi. Bergüzar’ın yazdığı şarkının sözleri zihninde dönüp dururken gülümsemesi büyümüştü. Cevap olarak aklına gelen ilk şarkıyı yazarken bir kez daha kahkaha atmıştı.
‘Kenan Doğulu – Yaparım Bilirsin göndermeniz çok zekice. Ne kadar ince ve kıvrak zekâlı olduğunuzun şovunu yapıyorsunuz demek. Adınızı dağlara yazmamı söyleyen günümüz şarkısına da gönderme yapılmış… Madem oyun oynamak istiyorsun, oynayalım o zaman…
Barış Manço’dan Gibi Gibi… Sen de biraz naz ediyorsun amma, yine de bana gönlün var gibi gibi.’ Mesajı gönderip masaya geri döndü ama oturmadı. Bir işi çıktığı yalanını söyleyip çıkışa ilerlerken Bergüzar da otelin giriş katına gelmişti. Asansörden indiği sırada gelen mesajı okuyup tıpkı Alparslan gibi kahkaha atmıştı. Hiç vakit kaybetmeden şarkıları düşündü ve cevabı yazıp gönderdi.
‘Belli ki aramızdaki tek zeki ve kıvrak zekâlı olan ben değilim. Yapılan tüm göndermeleri anlamışsınız. Tebrik ederim.
Grup Gündoğarken’den Gibi gibiyim… İçimdeki her şeyi yitirdim, Seni buldum, Şimdi ben, Senin oluyormuş gibiyim’” Orta yerde öylece durduğunu fark edip, resepsiyonun ilerisindeki bekleme alanına doğru ilerleyip, beklemeye başladı. Gelecek cevabı deli gibi merak ediyordu. Bir dakika sonra duyduğu bildirim sesiyle mesajı açtığı anda gözyaşları yanaklarına dökülmeye başlamıştı.
‘Yonca Lodi – Sana Bir Şey Olmasın… Günahları gönder, bana küçük sevinçler ver. Hataları boş ver, dert olur unutamazsan eğer. Seni benden ne bu şehir ayırır ne de ecel. Yüreğimi en fazla dil yarası acıtır Bu sevdaya hangi yaban eller gelir uzanır Kendine iyi bak, sana bi’ şey olmasın. Yüreğim darda, aklım firarda. Sebebim olur ölüme ayrılık’ Küçük bir oyun olarak başlayan bu atışma, bambaşka bir yere gitmişti. Resmen aşk ilanına dönmüş, yüreği ağzına gelmiş, hızla çarpmaya başlamıştı. Gözyaşlarını silip, tebessüm ederek yine hafızasını yokladı. Türk Pop Müziğinin patlama yaptığı doksanlı yıllarda onlu yaşlarındaydı. Meydan okumaya kalktığı adam ise yirmilerinde. Güzel bir cevap bulmak, hem şaşırtmak hem de kendisine ne hissettirdiyse aynılarını ona da hissettirmek için biraz daha düşündü. Ve buldu. Yaşadığı duygular yüzünden buz gibi olan ellerine inat uzunca bir mesaj yazmaya başladığında Alparslan’ın da giriş katına geldiğinden, kendisini izlediğinden habersizdi. Şu an tek düşündüğü şey şarkının sözleriydi ve o sözlerin Alparslan’a hissettirecekleriydi.
‘Metin Özülkü – Seninle Olmak Var Ya… Öyle deli gibi esme başım dönüyor, Hasretini verme baharın yerine, Öyle arada bir bakma içim gidiyor, Gözyaşımı derme gülümün yerine… Seninle olmak var ya, yeniden doğmak var ya….’ Alparslan, gelen son mesajı okurken boğazına kocaman bir yumru oturduğunu hissetmişti. Yeniden doğmak için gönlüne gelen kadına doğru yürüyüp tam arkasında durdu ve kulağına eğilip fısıldamaya başladı.
“Hiç ummazdım oldu
Sonbaharda hediye gibi geldin
Hoş geldin
Seyirlik değil, ömürlük olsun
Dilerim bu defa bu son olsun
Seyirlik değil ömürlük olsun
Bir yastıkta nasip olsun
Gel, koynuma gel
Oyunuma gel
Akşam gözlü esmer”
Doksanlar pop deyince akla ilk gelen ismin yani Sezen Aksu’nun şarkısıyla sesli olarak cevap verirken burnunu kızın saçlarına dayamış, kokusunu derince solumuştu. Bergüzar ise kulağıyla boynu arasında dolaşan nefesi hissettiği ve şarkının sözlerini Alparslan’ın sesinden dinlemeye başladığı andan beri öyle duruyor, sessiz sessiz ağlıyordu. Yavaşça dönüp, gözlerine bakarken aslında yapmak istediği tek şey ona sımsıkı sarılmaktı ama etrafları çok kabalıktı. Belli belirsiz yutkunup, sesini bulmaya çalışırken
“Hoş buldum…” demesiyle Alparslan’ın göğsü hızla şişti, başı omzuna doğru eğildi. Alt dudağını dişlerinin arasına almış, o meşhur söze cevap verdiğinden habersiz olan kıza bakarken soluğu kesildi.
“Safa geldin son ihtimalim
Bir sana kalmış halim
Hoş geldin Esmerim. Yıllar sonra, en olgun yaşımda bana aşkı, sevdayı getirdin. Teşekkür ederim.”