15.BÖLÜM
Alparslan mahkemeden sonra gözlerini dört açmıştı. Çünkü Ender’in, Semih’in arkasını kollayarak yapmaya çalıştığı hamlesi, çok acı sonuçlanmıştı. Semih için!
Aslında, kadınların çevresinden böyle bir pisliğin uzaklaşmasıyla gurur duyuyordu. Adalet terazisinin dengesini bozan o eli, Ender’in Semih’in sırtını sıvazlayan elini, dolaylı yoldan kesip atmıştı. Bu yüzden iyice öfkelenip, gözü dönmüş şekilde Bergüzar’ı yeniden tehdit etmeye başlamasından tedirgindi. Onun yenilgiyi kabullenip, sessizce gitmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bergüzar’a inanıyor, güveniyor ama düşmanını da tanıyordu. Bergüzar’a belli etmeden, korkutmadan, ortalığı kolaçan etmeye devam ediyordu. Fakat bunu sadece korumalar vasıtasıyla yapıyordu. Bergüzar’ın telefonunu izlemeyi, dinlemeyi bırakmıştı. Çünkü söz vermişti, sözüne de sadık kalacaktı.
Bergüzar mahkeme sürecinde ve sonrasında olanlarla epey sarsılmış, farkına bile varmadan aralarına mesafe koymuştu. O günkü öfkesinden, bir gün o öfkenin kendisini bulabilmesinden korktuğunu biliyordu. Bu düşüncelerle onu Amerika’ya, Toprak’ın yanına uğurlamaya hazırlanırken Ender’in sessizliğinin ilk fırtınası İstanbul’da koptu.
Ertuğrul’un evini hedef alan kurşunların haberi geldiğinde Bergüzar’la havadan sudan sohbet etmeye çalışıyorlardı. Telefonda duyduklarından sonra Bergüzar’ın tedirgin ve korku dolu bakışlarını gidermek için bir süre onu sakinleştirmeye çalıştı. Yanına birkaç tane güvenlik bırakarak apar topar oradan ayrıldı.
İstanbul’a geçtiğinde ilk adresi babasının yanı olmuş, Süleyman Bey de aldığı haberle karısını Bodrum’daki yazlıklarında bırakıp İstanbul’a gelmişti. Oğlu Ertuğrul’un yanına gitmese de verdiği direktifler harfiyen uygulanıyordu.
“Ertuğrul’la derdi var, Bergüzar’la derdi var. Arada seni de delirtmek hoşuna gidiyordur eminim ki. Atilla desen ona da başka yerden saldırıyor. Ulan şerefsiz herif, hepinizle aynı anda uğraşıyor. Planlayarak ve hiçbir planı sekteye uğramadan bunu hallediyor.” Burnundan soluyan babasının ağzından Bergüzar’ın adını duyunca gerginliği hepten artan Alparslan da artık burnundan soluyordu.
Uzun sürecek bir kâbusun ilk adım sesleriydi bunlar. Yaşanacak daha çok şey vardı. Ertuğrul’un evine yapılan saldırı yalnızca başlangıçtı. Kapalı oynanan kartlar gün yüzüne çıkınca, taraflar karşı karşıya gelip en sert biçimde kozlarını paylaşmaya başlayınca ortalık daha da karışacaktı. Bu ‘sessiz’ savaş uzun sürecek, aileyi yıpratacak ama aynı zamanda bağlarını kuvvetlendirecek, yoracak, sarsacak ama asla yıkamayacaktı. Onlar da bunu yaşadıkça anlayacaklardı.
Ertuğrul’dan olanlarla ilgili bir telefon almadıkları için geldiği gibi sessizce Ankara’ya dönmüştü. Evin kurşunlandığını haber veren Yekta’yla, yani Ertuğrul’un korumasıyla sürekli irtibat hâlindeydi. Şirketteki işlerine odaklanmaya çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Aklı bin parçaya bölünmüş, yüreği herkes için ayrı ayrı endişe duymaya başlamıştı. Zaten var olan endişeleri arttıkça da sinir kat sayısı artmıştı. Esip gürlüyor, sesi toplantı odalarından taşıyordu.
Yine ortalığı ateşe vererek çıktığı toplantı odasını arkasında bırakıp kendi odasına hızla girdi ve koltukta oturan kişiyi görerek günler sonra gülümsedi.
“Abisinin güzeli, hoş geldin.” Derken sesi o kadar şaşkın çıkmıştı ki Tomris abisinin bu hâline gülmeden edememişti. Hızla ayaklanıp abisinin boynuna atladı.
“Hoş buldum. Seni çok özledim, dayanamadım geldim.”
“Hoş geldin güzel kızım. İyi ki geldin, nasıl iyi geldin bir bilsen.” Tomris, abisinin göğsüne tıpkı bir kedi gibi sokulup kıkırdarken koltuklara oturdular. Alparslan, iki tane erkek kardeşten sonra gelen bu kızı doğduğu günden beri bambaşka seviyordu. Doğrusu bu durum Atilla ve Ertuğrul için de geçerliydi biliyordu.
“Sadece özlediğin için mi geldin Tomris Hanım?” Sorusunu soran abisine doğru dönerek koltukta hafif yan oturdu, dizlerini kendine çekip sağ kolunu koltuğun sırt kısmına dayadı. Başını da yumruk yaptığı eline dayadı ve abisine uzun uzun baktı.
“Nasılsın abi?”
“Geldi olay yeri inceleme!” diye homurdanan Alparslan belli belirsiz gülerken tıpkı kardeşi gibi oturdu. Ona doğru yan döndü, bacağının birini altına aldı, dirseğini koltuğa, yanağını da eline dayadı.
“Geç geldim, sana biraz zaman tanıdım. Bence bunun için beni takdir etmelisin.” Sözlerine ufak bir kahkaha atarken boştaki eliyle yüzünü sevdi.
“Takdir ediyorum. Gerçekten sabırlı davrandın.”
“Teşekkür ederim, merakımdan çatlayıp, gün aşırı annemle gıybetinizi yaparken bu, pek kolay olmadı ama…” itirafıyla Alparslan önce suratını buruşturmuş, ardından daha güçlü bir kahkaha patlatmıştı. Abi kardeş bir süre karşılıklı güldükten sonra yine duruldular.
“Nasılsın, nasıl gidiyor?”
“Cevabımı almadan gitmem diyorsun…”
“Asla… Bilirsin ki bir Tomris Yalın inadı, bin tane keçiye bedeldir.” İşte bu doğruydu. Tomris deli dolu, azıcık kafadan kırık, çoğu zaman fazla dobra olmak gibi özelliklere de sahipti ama asıl özelliği inadıydı. Yapma denilen şeyi sırf inadından yapardı ve bundan zevk aldığını da açık açık söylerdi.
“O zaman kaçacak yerim yok…” durdu, biraz düşündü. Nasıl olduğunu, ne hissettiğini düşünürken kardeşi sessizce beklemişti. Bu, pek Tomrislik bir davranış değildi ama tam yerinde bir davranış olmuştu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes alırken
“Dünyada cenneti bulmuş gibiyim…” demesiyle yanaklarında şefkatle gezen eli hissederek gözlerini araladı. Tomris, yaşlar dolan gözlerinin ardından gülerek abisine bakıp başını hafifçe sallarken
“Seni şair yapan kadın, bize neler yapmaz.” Dediği anda güldüler.
“Ne o, yoksa kıskandın mı? Görümce mi olacaksın sen…” deyip kardeşinin yanaklarını sıkarken homurdandığını duydu.
“Çek elini çek. Ne kıskanacağım be seni… Çirkin, gıcık, soğuk herif. Yaşlandın zaten. Git evlen de arkandakilerin yolu açılsın. Derdim sen değilsin diğer abilerim. Sayende herkes karta kaçacak.” Alparslan gözlerini kocaman açmış
“Otuz saniyede de yerin dibine sokmazsın be Tomris. Resmen yerin dibine değil itin gö… Tövbe estağfurullah. Konuşturtma beni. Ayrıca ben yaşlı değilim. Sadece favorilerim grileşti. Çok merak ediyorsan diye söylüyorum, Bergüzar da böyle düşünüyor.” Demesiyle Tomris kahkahayı basmıştı.
“Ah benim favorilerine aklar düşmüş… Pardon grileşmiş abim, ah benim canım. Bergüzar sana kibarlık etmiş. Sen resmen ve gerçekten otuz yedi yaşındasın.” Favorilerini parmak uçlarıyla sever gibi yapıp, huysuz bakan yeşil gözlere inat sırıttı ve abisine öpücük attı.
“Bakma öyle, çünkü o bakışlar beni etkilemiyor. Ayrıca Bergüzar’ın bu naif çabasını çok takdir ettim. Eee, anlatsana ya nasıl biri?”
“İki eli, iki ayağı, iki gözü, iki kulağı, bir ağzı, bir burnu…”
“Abiii…”
“Ne, ne abi diye bağırıyorsun? Nasıl biri olacak abicim, normal insan işte. Sen ben gibi.” Tomris acıyla kahroluyor gibi sağa sola sallanıp elini kalbine götürdü.
“Siz erkekler neden bu kadar düz mantıksınız acaba?”
“Siz kadınlar da neden bu kadar meraklısınız acaba?”
“Ayy… Bak, ben buradan elim boş, götüm yaş olarak gidersem ve annem aradığında ona gelin adayını ballandıra ballandıra anlatamazsam… Neşe Yalın hanımefendimiz beni terlikle kovalar. Nolur, nolur anlat.” Asıl derdini bu sözlerle daha doğrusu feryatla anlatınca Alparslan kahkahayı patlatmıştı. Kardeşini göğsüne çekip sıkıca sardı, başının üstünü öptü.
“Senin derdin Neşe Yalın’ın terliği olsun. Biz seni o terlikten her türlü koruruz. Eskiden olduğu gibi.” Deyip biraz geri çekildi, gözlerinin içine bakıp göz kırptı. Tomris kıkırdayarak yeniden abisine sokulduğunda kulağının altında sakin sakin atan kalbini dinlemeye başlamıştı. Uzun zamandır görmediği, görse de bu kadar iyi görmediği abisiyle konuşmayı, sessizce oturmayı, sımsıkı sarılmayı özlediğini hissediyordu. Fakat aklı da durmaksızın yeni muzipliklere çalışıyordu. Bıyık altından gülerek
“Bergüzar Hanım, kıskanmasın…” dediği anda çekilen saçının acısıyla çığlığı bastı.
“Abi ya…”
“Kızım, senin işin gücün yok mu?”
“Var, sizsiniz işte! Ayrıca itiraf etmeliyim ki birkaç ay önce annem hepimizi arayıp ayar vermişti evde kaldık diye. Ben de boku size atmıştım. En başta da sana… En büyük olmak zor, naparsın!” Alparslan kahkahalarının arasında kardeşinin yüzünü kavrayıp resmen tek eliyle sıktı.
“Saf!”
“Ne safı be, ben bildiğin yürüyen zelzeleyim. Sözlerimin devamına gelecek olursak… Evlenmeniz gerektiğine dair sözlerimi ciddiye alıp bu kadar hızlı harekete geçmenizi ve kıskanmam gereken potansiyel kadın sayısını bir anda yükseltmenizi hiç beklemiyordum.” Durdu, hafifçe doğrulup burnunu havaya dikti, sol elini de şuh bir hareketle kaldırdı.
“Sebastian, Hücum Marşı istiyorum. Haydi, Ya Allah!” Kardeşine inanamaz gözlerle bakıp, inanamayacak hiçbir şey olmadığını kendine hatırlatırken kafasına bir tane geçirdi.
“Salak, Allah’ın gavur Sebastian’ı ne anlasın Hücum Marşı’ndan.”
“Aa, ne vuruyorsun be! Ne bileyim aklıma Sebastian geldi. Kendisi İzmir’deki Yalın Kulübün DJ’yi olur da.” Abisine imalı ve sinirini zıplatacak hin bir bakış atıp tepkisini keyifle izledi. Kaşları çatılmış, yüzü gerilmiş, göz bebekleri kararmıştı.
“Mehter Başı, Ceddin deden Neslin baban. Mehteran… Haydi, Ya Allah!”
***
Tomris’in sürpriz ziyareti Alparslan’a çok iyi gelmişti. Öğlen arasında dışarı çıkıp birlikte yemek yerken uzun uzun Bergüzar’dan konuşmuşlardı. Mahkeme sonrasında yaşananlar yüzünden korkmasını haklı bulup, abisini sakinleştirmeye çalışan genç kadın,
“Uzaktan uzağa kendini yiyip bitireceğine, şirkettekilere illallah ettireceğine, yanlarına gitsen.” deyince Alparslan günlerdir aradığı cesareti bu sözlerde bulmuştu.
Öğleden sonra olacak bütün toplantıları düşünüp gerilen şirket çalışanları ise Bergüzar’ın yerine geçici olarak bakan kızın başının etini yiyordu. Alparslan Bey’in ruh hâlini anlamaya, analiz etmeye çalışıp, aynı zamanda da ümüğüne çöken iş arkadaşlarını başından savarken, Bergüzar’ın tez zamanda geri dönmesi için dua etmeyi de ihmal etmiyordu. Onlar kendi kendilerine telaşlanıp ardından sakinleşmeye çalışırlarken saatler ilerlemiş ancak patronlarının işe gelmeyeceği bilgisini almışlardı. Derin soluklar, şükür dolu sözlerle bezenirken, Alparslan çoktan uçağa binmiş dünyanın öbür ucuna gidiyordu.
On günlük ayrılık bile canına tak etmiş, asabını bozmuş, gergin olan sinirlerini yüksek gerilim hattına çevirmişti. Zaten Bergüzar’la vedalaşamamış olmasını ve o sırada aralarında esen serin rüzgârları da içine dert etmişti. Ayrıca Amerika’daki doktorlardan sürekli bilgi alsa da Toprak’ı kendi gözüyle görmek, hasret gidermek ve bunun yanında sevdiğine de kavuşmak istiyordu. Bergüzar’ın kendisinden korkmasını kaldıramayan kalbine korku salınmıştı. Ya gider de dönmezse diyen iç sesiyle savaşmaktan uyku uyumadığı on güne kafa tutar gibi uçakta da uyumamıştı. Göz altları çökmüş, rengi sararmış, yorgunluğu tüm bedeninde belli olmuştu.
Uçaktan iner inmez kendisini bekleyen araca geçip başını koltuğa dayadı ve gözlerini kapattı. Şoför eve geldiklerini söyleyene kadar da gözlerini hiç açmadı. Şoförün temkinli sesiyle toparlanıp araçtan çıktıktan sonra küçük valizini eline alarak eve ilerledi. Kapıyı çalıp beklerken kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sanki on gün değil de on yıl geçmişti onu görmeyeli.
Kapı aralanıp karşısında Toprak’ı gördüğü an susmasını işaret etti. Kıza sessizce ama sımsıkı sarılıp alnından öptükten sonra içeri girip ayakkabılarını çıkardı. Parmak uçlarında yürüyerek mutfağa yaklaştı. Bergüzar’ın bu sefer de elini kesmeyeceğinden emin olduktan sonra içeri girecekti ki kucağına atlayan bedenle neye uğradığını şaşırdı.
“Ben geldim diyecektim ama…”
“Biliyordum ki… Hissettim.” Kollarını boynuna, bacaklarını beline bağladığı adamın gözlerine bakarken, yüzünü de kavramış ve dudaklarını birleştirmişti.
“Hoş geldin…” diyen fısıltılı sesle içindeki bütün korkuları silip atan Alparslan
“Hoş buldum.” derken sesini bulmakta zorlanmıştı.
“Şey aşk böcekleri… Burada genç ve bekâr bir hanım var da.” Diyen Toprak daha kaçacak fırsatı bulamadan poposunda patlayan terliğin acısıyla çığlığı basınca, ikisi de kahkahalara boğularak onu izlemeye koyulmuştu. Bergüzar’ı yere bırakıp kollarını iki yana açan Alparslan
“Gel bakalım cadı, gel…” dediği an Toprak az evvel atamadığı çığlıkları atarak boynuna sarılıvermişti. Aynı anda sağa sola sallanıp, birbirlerine kur yaparak resmen cilveleşmelerini izleyen Bergüzar, Toprak’ın deli hallerine alışkındı da Alparslan’ı böyle görmek hâlâ şaşırtıyordu. Doğrusu en son şaşırdığı o ruh hâlinin şokunu atlatmak on günden fazla zamanını almıştı. O öfkeli bakışları unutmamıştı ama kendisine isabet etmeyeceğine inanmayı başarmıştı. Sen, bütün yalanlarından, sırlarından kurtuldun. Sana öyle duygular beslemeyecek diye diye toparlanmıştı.
Bu sırada ondan uzak olmak iyi gelmişti. Çok özlemişti ama gerçek buydu. Kendisiyle kalmış, uzun uzun düşünmüş, yaşadıkları her ânı kafasının içinde tekrar yaşamış, diyalogları sil baştan tekrarlamış ve sevgilerine yeniden inanmıştı. Seviyordu, seviliyordu. Biliyordu, hissediyordu.
“Kahvaltı saati Toprak Hanım, ilaçlarınızı düzenli almanız lazım. Lütfen sevgilimi bırakıp masaya geçer misiniz?” Toprak suratını sallayarak masaya ilerlerken Alparslan mest olmuş bir ifadeyle
“Senin ‘sevgilim’ diyen o ağzını…” diyerek ona döndü ve gördüğü farklılıkla kaşları çatıldı. Birkaç adımda yanına varıp saçlarına önden ve arkadan bakarken
“Saçlarına ne yaptın?” diye hüzünle sormuştu.
“Biraz kestirdim.”
“Ne yani, o güzelim saçlarını kestirip, çöpe atılmasına sessiz mi kaldın? Yahu kadın, ben o saçın bir teline hayranım bilmiyor musun?” Çatık kaşlarının altından öyle huysuz, üzgün hatta kızgın bakıyordu ki, bunları yaparken nasıl bu kadar romantik sözler söyleyebildiğine inanamayan Bergüzar, silkelenip kendine gelmeye çalıştı.
“Çöpe falan atılmadı. Bak…” diyerek kahvaltılıklara düşmanına bakar gibi bakan kardeşini işaret etti. Alparslan, Toprak’a dikkatle bakarken başındaki peruğu birkaç saniye sonra idrak edebildi. Doğru anlayıp anlamadığını teyit etmek için hızla Bergüzar’a döndüğünde, usulca bir baş sallamayla cevabını aldı.
“Kestirdiğin saçlarından Toprak’a peruk yaptırdın öyle mi?” diye sorarken gözlerine yaşlar birikmiş, titremek üzere olan çenesine hâkim olmak için alt dudağını ısırmıştı.
“Kardeş payı yaptım diyelim.” Derken sevdiği kadının titreyen sesini duymasıyla gözyaşları çoktan dökülüvermişti. Kollarını ona doladı, başını göğsüne yasladı, öylece durdu. Tek kelime etmeden, edemeden durdu. Gönlünü sevmişti ya bu kadının, ne güzel etmişti.
Mevla ne güzel vermişti onu. Onca dertten, tasadan, acıdan sonra şifa olmuşlardı birbirlerine.
“Tedavi çok iyi gidiyormuş biliyor musun?” diyen fısıltılı sesle gülümsedi.
“Bilmez olur muyum? Doktorlarıyla her gün konuşuyorum. Benden yaka silktiler biliyorum ama yapacak bir şey yok.” Geri çekilip Bergüzar’ın saçlarına bir kez daha alıcı gözle baktı, parmaklarını simsiyah dalga dalga saçlarda gezdirdi.
“Çok güzel olmuş, yakışmış. Sanırım saçlarının o kadar uzun olması seni bunaltıyordu. Uyurken bir sağa, bir sola savurup duruyor, homurdanıyordun.” Demesiyle gülen Bergüzar da el yordamıyla saçlarına dokundu. Omuzlarının biraz aşağısında kestirdiği saçlarını ilk başta garipsese de şimdilerde alışmıştı.
“O kadar uzun olması gerçekten bunaltıcıymış. Böyle daha kullanışlı ve rahat oldu.”
“Ama sen, onları kestirmeye bu kadar alışma. Kıyamam bilirsin.” Deyip kızı hızla öptü ve omuzlarından tutup mutfağa ilerledi. Toprak’la sohbet ederek kahvaltılarını bitirdiler, salona geçip kahvelerini içerlerken de sohbete devam ettiler. Toprak, yorulduğunu ve biraz dinleneceğini söyleyip yanlarından ayrıldığı anda Bergüzar Alparslan’a döndü.
“Ender… O, kardeşine ne yapmış?” gözlerinde öyle bir korku vardı ki bu korkuyu geçirememek, içinden söküp atamamak Alparslan’ın canını yakıyordu. Karnına doğru geçip kollarıyla sardığı bacaklarını araladı. Bergüzar, onun ne yapmaya çalıştığını anlamayarak öylece dururken bacaklarının arasına girip uzanmış, yüzünü de göğsüne yaslamıştı. Sevdiğini yatağı, yastığı yapıp keyifle kıpırdanarak bacaklarının arasına iyice yerleşti ve gözlerini kapadı.
“Evine silahlı saldırıda bulunmuş. Nişan alınan odada Armağan Hanım kalıyormuş. Kendisi, Toprak’a göz kulak olan Suna Hanım’ın kızıymış. Biz, Murat ve Arda’yı biliyorduk ama kızlardan haberimiz yoktu. Doğrusu onlar da Tomris’i bilmezler.”
“Kız kardeşlerinizi mi saklıyorsunuz yani?” diye soran şaşkın sesine gülüp
“Hayır, en azından biz saklamıyoruz. Zaten Tomris gibi bir deliyi saklamanın imkânı yok. İşin aslı, kardeşimiz yanımızda değilse ondan bahsedip, merak uyandırmaz, göz önünde olmasına sebep olmayız. Tomris’le birlikte çalışıyoruz, Atilla ve o, İzmir’de yan yanalar ama Tomris delidir. Durduğu yerde durmaz, nerede akşam orada sabah takılır. Çapkın bir kadın görmek istiyorsan… Tomris doğru adrestir.” Dedikten sonra iç çekti. Bergüzar ise duyduklarına inanamamış, anlık duraksamanın ardından kahkahayı patlatmıştı.
“Çapkın mı?”
“Hem de nasıl… Bir kadının, bir adamı sadece konuşarak, beş dakikada tavladığını kardeşimde gördüm. Görmez olaydım.” Bergüzar gülmekten kıpkırmızı olmuş, nefes almak için başını geriye atmış, tavana bakıyordu. Gözlerinden akan yaşları silerken
“Tomris Hanım’ı çok merak ettim.” deyince Alparslan doğrulup ona ters ters baktı.
“Hiç merak etme çünkü onunla aynı sürüme sahip olan kişiyi yani Toprak’ı tanıyorsun. Hık demiş, birbirlerinin burunlarından düşmüşler. Gör bak, Toprak iyileşsin aynı Tomris gibi olacak. Allah’ım sen koru, sen sabır ver yarabbim.”
“Off Alparslan sus, sus. Bana sürekli seninle ilgili bel altı espriler yapıyor. Vallahi yıldım.” Demesiyle Alparslan’ın gözleri parlamıştı. Az önceki gibi yine Bergüzar’ın bacaklarının arasına girip göğsüne çenesini dayadı, gözlerine kedi gibi bir ifadeyle bakmaya başladı.
“Ne anlattın çocuğa?”
“Çocuğa mı? Çocuk dediğin, kanalizasyon çukuru ağızlı o kız var ya… Ona benim bir şey anlatmama gerek yok ki… Her haltı biliyor maşallah. Tamam, bilmesi normal, her türlü bilginin çok çabuk edinildiği bir çağdayız. Tamam, yurt ortamlarında böyle muhabbetlerin şamatası, iması çok olur ama bari ablan üstünden esprisini yapma. Geçen gün gelmiş şey diyor, ‘Eee ne zaman teyze oluyorum?’ Bunu sorarken de kaşı gözü, mahallenin gıybet deposu Sevim Teyzeye gece yarısı mahalleyi dikizlerken far tutmuşsun da yakalanmış gibi oynuyordu.” İşte bu benzetmeyle haykırarak gülme krizine giren Alparslan’ın toparlanması uzun zaman almıştı. Durup durup kahkahayı basıyor, Bergüzar’ı iyice deli ediyordu.
“Muhabbet neyle başladı nereye geldi. Şu hâle bak, kaç yaşında adamsın!” tribini on ikiden isabet ettiren kızın mutfağa gidişini izlerken homurdandı.
“Ne, ne… Ne varmış yaşımda. Söyleyecek laf bulamayınca hemen Alparslan’ın yaşı. Ne güzel memleket be… Toprağında doğan, suyunu içen kadını da güzel. Esmer bir güzel…”
“Şov yapıyorsun, yapma. Yemezler. Gel de kahve içelim.” Kahvelerini içerken sakinleşmiş, didişme özlemlerini de gidermiş ve asıl konuya dönmüşlerdi. Alparslan, olan biteni anlatırken Bergüzar onu dikkatle dinledi. Ender’in kendisini uzun zamandır aramadığını ancak bu sessizliğin sonsuza kadar sürmeyeceğini söylediğinde Alparslan da sözlerine hak verir gibi başını salladı.
“Ben, sana, Toprak’a ya da bana hamle etmesini bekliyordum ama şaşırttı. Her zamanki gibi planlı ilerliyor ve bu beni tedirgin ediyor. Dikkat et.”
İkisi de sessizleşmiş, canları sıkılmıştı ama bu ruh hâli Toprak uyanana kadar sürdü. O, yanlarına geldiği anda maskelerini takan iki şaklaban gibiydiler. Sanki hiçbir sıkıntı yoktu, korku yoktu, tedirginlik yoktu.
Saatler gece yarısını bulmadan odasında uyuyup kalan Alparslan’ı bir süre izleyip üstünü örterek salona geri geldiğinde kardeşiyle de göz göze geldi.
“Uyumuş mu?”
“Hıhıı, uyumuş. Saat farkından kafası davul gibi olmuştu muhtemelen ama hiç çaktırmadı.” Kardeşinin yanına oturup onu göğsüne çektiğinde beline dolanan kolların varlığına bile şükür etti. İyileşme gösteriyordu, yakın zamanda bu hastalıktan kurtulacak ve hayatına geri dönecekti. Kafasında kardeş payı ettiği saçlarının peruğu değil, kendi saçları olacaktı. Hayal ettiği okulda okuyacak, doktor olacak, dünyayı gezecekti. Hatta çok merak ettiği aşkı bile bulur belki diye düşünürken, aslında kardeşinin aşkı bulduğunu bilmiyordu.
Saat gece yarısını bulana kadar sohbet edip yataklarına girdiklerinde Bergüzar usulca Alparslan’a sarılmış ve gözlerini kapamıştı. Kısacık ayrılık da bile onu ne kadar özlediğini her gün, her gece fark etmişti. Burnuna dolan kokusunu içine çekip ensesinden öpüp, yüzünü kocaman sırtına dayadı ve uykuya daldı. Sabah Toprak’ın
“Koğuş kalk!” diyerek kapıyı yumruklayıp kahkahalar atmasını dinleyerek uyandıklarında Alparslan’ın
“Azıcık mahremiyet lütfen!” cevabıyla gözlerini kocaman açtı.
“Al birini vur ötekine dedikleri sizsiniz herhalde! Edepsizler ordusu.” Yataktan hışımla kalkıp odadan çıkarken, bu sefer onun kahkahalarını dinlemişti.
Toprak ve Alparslan’ın birlik olarak Bergüzar’ı delirttiği kahvaltının ardından hastaneye geçip onkoloji servisinden içeri girdiklerinde üçü de sessizdi ancak en derin sessizlik Alparslan’a aitti. Gerilen bedenini, kasılan çenesini, koyulaşan göz bebeklerini görünce Bergüzar’ın içinde bir hüzün belirmişti. Yıllar sonra yine aynı ülkede, yine aynı hastalıkla ilgili bir servisteydi.
İnsan kaçtığı şeylerle hep burun buruna gelirdi ya hani… Korktuğu başına gelmek derlerdi, sanki korktuğu bu hastalık da öyleydi. Çevresindeki birine yapışıyor, onu sınıyordu. Usulca elini kavrayıp sıktığında yeşil gözlerin üstüne dönüşünü izledi ve sadece tebessüm etti.
‘Üzülme, geçmişe takılma, hatıralarını hatıra oldukları yerde bırak’ der gibi bakıp, el ele yürümeye devam ettiler. Toprak’ın doktorlarıyla görüşürlerken, Toprak kontrol için özel bir odaya alındığında ve kendilerine burada beklememeleri söylendiğinde Alparslan hâlâ çok gergindi. Toprak’ı bırakıp gitmek istemeseler de kontroller epey uzun süreceğinden hastaneden ayrıldılar ve sokaklarda sessizce yürümeye başladılar. Ta ki hastaneden arayıp ‘Toprak’ı eve götürebilirsiniz’ dedikleri âna kadar öylece yürüdüler. Yan yana, omuz omuza, el ele, tek kelime etmeden…
Günün kasveti geceyle kol kola girip etraf karanlığa büründüğünde Toprak çoktan uyumuş, Bergüzar ise balkonda oturan Alparslan’ın yanına gelmişti. Omuzlarını kavrayıp hafifçe sıktı, eğilip kulağının altındaki yumuşak teninden öptü. Geri çekilmeyip bir süre öylece dururken de kokusunu derin derin soludu.
“Çok yoruldun. Hadi uyuyalım.” Diyen naif sesle gözlerini kapatıp, omuzlarındaki elleri sıkıca tutan Alparslan, ona bir kez daha hayran olmuştu. Gün boyunca yaşadığı duygu karmaşasını, bunu yaşatan kadını bilmesine rağmen hiç ses etmemiş, anlayışla karşılamış, sessizce yanında durmuştu. Gitmemişti, elini sıkıca tutup, nereye gittiğini bile düşünmeden ilerlediği o yollarda yoldaşı olmuştu. Başını geriye atıp kızı boynunun altından öptükten sonra ayaklandı ve onu kolları arasına alıp sardı.
“İyi ki varsın Esmerim. İyi ki…” derken dudakları günler sonra uzun bir öpücükle buluştu. Aralarındaki çekim, günlerdir yaşadıkları özlemle birleşince arzunun ortaya çıkmaması kaçınılmaz olmuştu ancak Bergüzar bir adım geri giderek bu çekimi bölmüştü.
“Şimdi değil, bu gece değil. Hadi yatağımıza gidelim, sarılıp uyuyalım.” Aklın darmadağınken olmaz demenin daha naif bir yolu olsaydı, Bergüzar’ın o yolu seçerek konuşacağından emindi. Onun bu isteğine saygı duyarak anında toparlanıp yatak odasına ilerledi. Birbirlerine sarılıp uyumak için uzun süre savaş verdikten sonra ikisi de galip gelmişti. Ancak o uyku çok uzun sürmemişti.
Bir ya da iki saatin ardından yataktan sıçrayarak uyanan Alparslan, çevresine tedirginlikle bakıp yanında uyuyan Bergüzar’ı gördüğü anda derin bir nefes aldı. Fakat yıllar sonra rüyasında gördüğü kadının yüzünü gözünün önünden silip atamıyordu. Giderken kendisine bıraktığı o son bakışı hiç unutmamıştı. Hayallerinin nasıl yıkıldığını, kalbinin nasıl kırıldığını, güveninin nasıl yerle bir olduğunu, evlendiğini duyduğunda hissettiği o öfkeyi hâlâ hatırlıyordu.
Yataktan çıkıp doğruca odanın içindeki banyoya ilerledi. Kıyafetlerinden kurtulup buz gibi suyun aktığı duşun altına geçtiğinde biraz nefes alabilmişti. Kollarını olağanca yukarı kaldırmış, avuç içlerini fayansa dayamıştı.
Bergüzar ise Alparslan’ın yatağı sarsarak uyandığı andan beri uyanıktı. Üstündeki örtüye sıkıca tutunmuş, banyodan gelen su sesini dinliyordu. Onun, geçmişiyle yüzleşmesine izin verdiği gün boyunca da, şimdi de hissettiği tek şey üzüntüydü. Alparslan için üzülüyordu. Kalbinde o kadına karşı sevgi, aşk gibi duygular beslemediğini söylemişti, Bergüzar’ın bundan şüphesi de yoktu. Çünkü kendisine bakışını, dokunuşunu biliyor, sevgi dolu sözlerini işitiyordu.
Ama kendisine duyduğu aşkın büyüklüğü kadar bir duyguya daha sahipti. Öfke. Defne’ye hâlâ öfke besliyordu. Öfke ise duyguların en yoğunu, en acımasızıydı. Hiçbir şey hissetmemek, öfke hissetmekten daha iyiydi. Sanki kalbinin yarısını aşka, yarısını öfkeye teslim etmişti.
Defne’ye duyduğu öfkenin saklı olduğu kalbe taht kurduğunu ilk kez bu kadar net anlayan Bergüzar, onunla aynı kalbi paylaşıyor olduğunun da farkına varmıştı. Aynı kalpte, iki farklı duyguyu yaşatan, iki farklı tutkuyu yaşatan iki kadın… Biri geçmiş, biri gelecekti.
Geçmiş gerçekten geçmeden, gelecek gelebilir miydi? Enkazın üstüne yeniden bir ev inşa edilir miydi? Enkaz kalkmadan hiçbir şey olmayacağını Bergüzar da biliyordu. Bu düşüncelerin hepsi aklından geçerken, biri yüreğini avucuna almış da sıkıyormuş gibi hissetmesine neden olmuştu.
‘Alparslan’a kızıyor muyum?’ diye kendini yokladığında bu sorusuna ‘hayır’ cevabını alınca derin de bir soluk aldı. Asıl mevzusunun terk eden, aldatan Defne değil, Alparslan olduğunu kendine anlattı. Herkes geçmişinden izler, yaralar taşıyarak gelirdi. Kimisi, bu izleri yaraları çok çabuk kapatır, iyileştirir ve yoluna devam ederdi. Kimisi, bunların hiçbirini yapamaz ve her an geçmişiyle yüzleşerek yaşardı. Kimisi de Alparslan’ın şu an yaşadığı zamansal ya da mekânsal travmalar yaşardı.
Kendisinde iz bırakmış birinin doğum günü, ölüm günü, birlikte gidilip gezilmiş mekânlar, yaşamsal izler bu travmaya sebep olurdu. Kişi içine kapanır, eski anılarına dalar, sessizleşir, belki biraz agresifleşir ve kendi dünyasının duvarlarının ardına çekilirdi. Şu an Alparslan’ı bu hâle getiren ilk etken Toprak’ın hastalığıydı. İkinci etken bulundukları ülkeydi. Kendisini terk eden kadının buraya geldiğini, tedavi edilmeye çalışıldığını, evlendiğini ve burada öldüğünü bilmek, Alparslan’ın öfkeli Domino taşlarından birini kıpırdatmış ve hepsi peşi sıra yıkılmıştı.
O yüzden kızmıyor, kırılmıyordu. Bunu isteyerek yapmayacağını bilecek kadar onu tanıyordu. Alparslan bile isteye, yanında kendisi varken bu duygularını açığa vurup, duvarlarının arkasına çekilmezdi. Elinden ne geleceğini, onun bu öfkesini dindirmesinde nasıl bir rol oynayacağını bilmiyordu. Tek istediği, Alparslan’ın bu duygudan da arınmasıydı. Tıpkı diğer duygularından arındığı gibi. O kadına sevgiye dair hiçbir şey hissetmediği gibi öfke de hissetmemeliydi.
Yatağın ortasına oturmuş dakikalardır geri gelmesini ve onu sıkıca kucaklamayı bekliyordu ama bekleyiş uzadıkça da endişesi artıyordu. En sonunda dayanamayıp yataktan çıktı ve küçük adımlarla banyoya ilerledi.
Aralık duran kapıdan içeri girdiğinde karşısındaki manzara soluğunu kesmişti. Duş başlığının altındaki çıplak beden, banyonun loş ışığının altında her zamankinden daha heybetli görünüyordu. Islanan saçlarının rengi iyice koyulaşarak alnına dökülmüştü. Sırtı o kadar gergindi ki ertesi gün ağrısını çekeceğinden hiç şüphe duymadı. Geceliğinin askılarını omuzlarından aşağı kaydırıp, kumaşın bedeninden süzülerek ayaklarının dibine düşmesini bekledi. Bir adımda onu arkasında bırakıp kabinin içine girdiğinde avuç içlerini Alparslan’ın kalçalarına sürterek öne doğru götürmüş ve belini sarmıştı.
Dokunuşuyla irkildiğini fark etse de bozuntuya vermeden sırtına peş peşe öpücükler bırakırken
“Bergüzar…” diye fısıldadığını duydu. Sanki son kez soluk alıyor gibi adını söylemesiyle, Bergüzar’ın kalbi bağlarını koparıp hızla atmaya başlamıştı.
“Ben geldim…”
“Hoş geldin kadınım…” deyip olduğu yerde döndü ve gözlerini buluşturdu. İşte sevda dediği tam karşısında duruyordu. Yaşadığı duygusal savaşı biliyor, kaçmak yerine çırılçıplak, dünyevî olanları arkasında bırakarak yanına geliyordu. Alparslan uzun uzun ona bakıp, kırmaktan korkar gibi yüzünü severken iç sesi avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
‘Gitmiyor.’ diyordu kendi kendine. ‘O hep sana geliyor. Toparla kendini, bunu size yapma. Giden gitti. Def olup gitti.’ Sonra annesi ve babasıyla Roma’dayken yaptığı telefon görüşmesini anımsadı. ‘Geçmişi ardında bırak, geçmişindeki kadınla, bugünündeki kadını kıyaslama. Yaşamaya devam et.’ Demişlerdi. Alınlarını birleştirip titrek bir nefes alırken
“Üzdüm seni biliyorum.” diye mırıldanarak söze başladı. Günün sessizliğini bozmuş, içindeki iltihabı akıtmaya başlamıştı.
“Üzüldüm ama sebebi sana yardım edemememdi. Başka hiçbir şey değil. Aklına başka şeyler getirme. Ben, senin beni sevdiğini, gerçekten sevdiğini biliyorum. Dahası hissediyorum Alparslan.” İkisinin de gözyaşları usulca yanaklarından süzüldü ancak üstlerine akmaya devam eden su bunu gizledi.
“Ben… Ben seni çok seviyorum. Her şeyden ve herkesten çok. Ama o kadar çok yerimden kırılmışım ki… Bugün onu fark edince…” devam edemeyip sustu, zar zor yutkundu. Yüzünü kavrayan, okşayan ellere sığındı. Biraz bekledi. Bu sırada da suyun ısısını arttırdı. Kendi iç dünyasında, savaş meydanında cenk ederken bile Bergüzar’ın hasta olmasının korkusu yüreğini sarmıştı. O da bu yüzden kollarını ona daha sıkı sardı ve sözlerine devam etti.
“Sakın aklından ‘Hâlâ onu mu seviyor?’ sorusu geçmesin. Bu hislerim, bugünkü halim sevgiden falan değil…”
“Öfkeden… Öfkelisin, hem de çok öfkelisin. Yaşadığın şeyler sende aşılması zor bir travma yaratmış. Bugün gördüklerin de bu travmayı tetikledi. Hepsi bu… Aşktan, sevgiden olmadığını biliyorum ama bir şeyi daha biliyorum.” Alparslan, içinden geçen bütün sözleri kendisinden daha derli toplu ve anlaşılır söyleyen kadına minnetle baktı. Sevmek, sevdiğinin yüreğinden geçenleri hissetmekse bu kadın, kendisini gerçekten seviyordu. Bir kez daha anlayıp daha dik durdu. Onu üzmeye, böylesine severken üzmeye hakkı yoktu.
“Neyi biliyorsun?” diye sorarken tedirgindi. Sebepsiz bir tedirginlik yüreğinde kol geziyordu.
“Öfke de bir duygudur sevgilim. Hem de en güçlü duygulardan biridir. Tıpkı aşk gibi… Sen, bu kocaman kalbinde…” Avuç içini Alparslan’ın kalbinin üstüne koydu ve okşar gibi hareket ettirdi.
“… Aşkı da öfkeyi de aynı anda yaşıyorsun. Aynı anda yaşatıyorsun. Güçlü ve zıt iki duygu… O duyguları hissettiğin iki farklı kadın… Biz o gönle aynı anda sığamayız. İkimizden biri diğerinin sonu olurken, senin de sonun olur. Anlıyor musun?” Alparslan korkuyla Bergüzar’ın gözlerine bakıp
“Gitmeyeceksin değil mi?” diye sorunca Bergüzar derin bir iç çekip ağlamaya başlamış ve onun boynuna atılıp sarılmıştı. Güvendiği, sevdiği birini kaybetmekten korkan küçük bir çocuk gibi sorduğu bu soru içini yakmıştı.
“Ben gitmeyeceğim sevgilim. Gönlünde yer eden öfkeyi birlikte yok edeceğiz… Ve ben…” geri çekilip biraz muzip, biraz küstah, biraz kadınsı, azıcık ateşli, oldukça kendinden emin ve çok şey vaat eden bir gülüşle baktı.
“Ve sen…?”
“Ve ben, o gönlün tamamına sevgi tohumları ekeceğim. Öfke, nefret, kin ve üzüntüden uzak… Sadece sevginin, aşkın olduğu tohumlar… Yeter ki sen de iste. Sen de gitme. Kaçma… Birlikte olursak her zorluğu aşar, her yarayı iyileştiririz. Sen beni nasıl iyi ettiysen, en zor anımda sarıp sarmalayıp, kabul ettiysen, izin ver ben de seni iyi edeyim. Sonuçta hayat müşterekti değil mi?” Deyip sustu, dudakları birleşmeden önce
“Şükürler olsun.” diyen boğuk ve ağlamaklı sesi duymuştu. Belini kavrayıp ayaklarını yerden kesen elleri hissetmesiyle geri çekilip dişlerinin arasından kesik kesik nefesler aldı.
“Sen… Sen başıma gelen en güzel gerçeksin, umut vaat eden bir geleceksin Esmerim. Seninle geçireceğimiz her güne şimdiden şükür ediyorum. Ve şunu unutma…” kızın sırtını banyonun duvarına dayarken, beline dolanmış olan bacaklarını sıkıca tutuyordu.
“Sen, benim sevgi veren, umut veren ilacımsın, yara bandım değil. Yani bir gün, ‘iyileştim ben’ deyip, seni söküp atmam, gitmem. Çünkü sen yüreğime işledin… Yüreğimde senden başka kimse yok Esmerim.”
“Şüphem yok…” demesiyle içi rahatlamış, biraz daha sakinleşmişti. Ancak tutkusunda arzusunda hiçbir değişim yoktu. Aksine ona duyduğu özlem gittikçe artıyordu. Suyu kapatıp kabinden çıkarken dudakları üstünde gezip küçük öpücükler bırakan dudaklara gülümsüyordu. Dolaptaki havlulardan birini hızlıca kendine çekti, yere saçılanları umursamadan yatak odasına döndü.
Bergüzar’ı yatağın ucuna oturtup önce bedenini, sonra da saçlarını kuruladı. Havluyu öylece bir yere fırlatıp kıza doğru yaklaştı. O yaklaştıkça Bergüzar geri gitti ve sonunda yatağa tamamen uzanmış vaziyette, Alparslan’ın bedeninin altında kaldı. Buradan sonra olacakları biliyordu. Bildiği hâlde hızla atan kalbine söz geçiremiyordu. Bu adam, bir gün kalbini durduracaktı.
Omuzlarından başlayarak göğsüne doğru inip teniyle özlem giderdi. Parmaklarının altında beklentiyle kasıldığını, hatta bazen titrediğini hissedince tebessüm etti. Gözlerine bakarken, ayaklarıyla bacaklarına sürtünerek yukarı çıktı ve kalçalarının altında bacaklarını kilitledi. Beline sımsıkı sarılan bacakları okşayan Alparslan ise ağzını bile açmadan onu izliyor, her hareketini heyecanla bekliyordu.
“Özledim seni…” aynı anda aynı duyguyla söyledikleri bu sözlere gülseler de o gülüşün son bulması çok uzun sürmemişti.