1. BÖLÜM
Genç kadın mola verdiği benzin istasyonundan ayrılmadan önce bir kez daha navigasyona bakıp kaç kilometrelik yolu kaldığını kontrol etmişti. Varış noktasına 250 kilometre gösteriyordu ancak yolun
bundan sonrasında epey yokuş vardı. Resmen bir dağı tırmanacak ardından da bir kısmını inecekti.
Bu zorlu yol koşulları sebebiyle, kalan 250 kilometreyi en az dört saatte gidecek gibi görünüyordu. Tabii hiç mola vermezse. Aracına geçip anahtarı çevirdiği esnada kendi kendine mırıldandı. “Yolun bundan sonrasında mola verme şansın yok kızım. Kahpelerle dolu bir şehrin yolunu da tutan birçok kahpe vardır. Durmadan devam etmen lazım.” Zaten bunu bildiği için aracına gereğinden fazla yakıt almış, molanın başında ve sonunda olmak üzere iki kez tuvalete girmişti.
Su, tuzlu ve tatlı atıştırmalıklarla dolu erzak poşetine bakıp derin bir soluk aldı. “Hadi bismillah.” Gaz pedalına usulca dokunurken bir yandan da kemerini takıp anayola çıktı. Radyodan gelen cızırtılı ses, aracın motor sesiyle karışıyordu.
Yolda ilerledikçe yanından geçen binek araçlar azalıyor, tır ve kamyon gibi yük araçları ise çoğalıyordu. Sanki ülkenin bu kısmı unutulmuş, terk edilmiş bir yerdi. Elbet bunu biliyordu ancak görmek başka bir şeydi. Şimdi anlıyordu. Cızırtı sesi iyice artan radyoyu kapatıp telefonunu ses sistemine bağlayarak yola devam ederken kulağına Ege’nin meşhur türküleri fısıldanıyordu. Dik yokuşları tırmanıp, sarp ve çorak arazileri geçti usul usul.
Geride bıraktığı her kilometrede yoldaki ağır vasıtaların sayısı bile azaldı. Ülkenin batısı ardında kaldıkça önündeki bilinmezlik büyüdü sanki. Etraf ıssız ve sessizdi artık. Tıpkı tahmin ettiği gibi dört saat geçmiş, o ise varmak istediği yere sonunda ulaşmıştı. Yüksek demir kapıların arkasında duran yeni evine bakarken derin
bir soluk aldı. Araçtan inip yerde birikmiş kar tabakasına bastığında kar, ayakkabılarının altında ezildi ve o bilindik gıcırtılı sesi duyuldu. Demir kapıları yavaşça açıp aracıyla bahçeye girdiğinde aracı olduğu yere bırakıp karla kaplı bahçede bir tur attıktan sonra cebini yokladı. Yola çıkmadan önce evin anahtarını cebine koymuştu. Oturmaktan üstüne yapışmış pantolonun cebine elini zorla sokup anahtarı çıkardı. Sıcak araçtan inip yüzleştiği soğuk titremesine sebep olurken zar zor kapıyı açmış ve eve girmişti.
Kötü maziye sahip evin içinde sessizce gezip, her odasına göz attı. Mutfak, yatak odası, salon ve çalışma odası yepyeni mobilyalarla bezenmiş, kendisi için çoktan hazır edilmişti. İçindeki ürpertiyi, yeni mobilya kokusu bastırıyordu sanki. Geçmişte burada ne yaşanmış olursa olsun, ben yenilendim, diyor gibiydi.
Derin bir soluk alarak aklından geçenleri yok saymaya çalışıp, geldiği gibi sessizce evden çıkıp yeniden aracına geçerken bulunduğu konumun yakınlarında market var mı diye bakmaya başlamıştı.
Akşam olup hava kararmadan gıda ve temizlik malzemesi alması gerekiyordu. Konumumun çevresini dikkatle incelese de haritada belirtilen bir market olmadığını görerek yola çıktı. Yol üstünde birilerini görürse onlara soracaktı. Fakat bu havada sokakta birini bulabilir miydi işte ondan emin değildi. Şehir merkezinin dışında, oldukça sessiz ve gözlerden uzakta yer alan ev ardında kalırken çevresini dikkatle izliyor, inceliyordu. Beş dakika boyunca epey sakin ve bir insan bile görmediği yolculuğu, şehir merkezine girmesiyle biraz olsun hareketlenmişti. Etrafta birkaç tane insan görmüştü ya da yanından iki üç tane araba ağır ağır geçmişti. Üstündeki monta sıkıca sarılmış, soğuktan etkilenmemek için yüzünü gözünü örtmüş amcanın yanında yavaşlayıp durdu ve aracın camını indirdi. Amcanın dikkatli ve bir o kadar da tedirgin bakışları kendisine dönerken, “Hayırlı günler amca,” dedi.
Ancak adamın bakışlarında da fiziksel tepkisinde de bir değişim olmadı. Yeniden daha yüksek bir sesle, “Hayırlı günler, yakınlarda market var mıdır?” sorusunu sorduğunda amca yüzündeki örtüyü biraz indirip yolun ilerisini işaret ederek, “Dosdoğru gidesin,” demekle yetindi. O ise başını hafifçe sallayıp, “Sağ olasın,” dedikten sonra camı kapatıp yola devam etti. Bir yandan da etrafı incelemeyi sürdürüyordu ki önünde beliren
marketi görerek yavaşladı. Aracını park halindeki bir başka aracın yanında park ettikten sonra yan koltuğa bıraktığı çantasını alarak arabasından inip kapıyı kapattı. Tam o esnada ateşlenen silah seslerini duyması da aynı anda oldu.
Üstüne doğru yağan mermilerin aracına ok misali saplandığını idrak etmesi birkaç saniyesini alırken bir an için yere çöktü. Ne yapacağını çözemiyor, panikle etrafına bakmaya çalışıyordu. Derken yanında beliriveren adam resmen koluna yapışıp onu korunaklı bir yere çekti. Adam sayesinde kendisini yandaki aracın dibinde bulmuştu. Eğer tanımadığı bu adam olmasaydı şu an bedenine en az beş mermi çekirdeği isabet etmişti.
İlk şaşkınlığını atıp, kulaklarını uğuldatan silah seslerinin arasında çantasına elini daldırdı ve içindeki silahı tutup çıkardı. Mermiyi namlunun ucuna sürüp havaya ateş edecekti ki yanındaki adamın, “Kimsin sen? Neden sana ateş ediyorlar?” sorularını duydu.
Kimdi o? Neden kendisine ateş ediyorlardı?
Bu soruların cevabını elbet biliyordu ama inanmak istemiyordu. Daha şehre adım atar atmaz kimliğinin ifşa olup da üstüne mermi yağdığını kabul etmek istemiyordu. Yanındaki adama göz ucuyla bakıp cebinden telefonunu çıkardığını ve ekrana hızla dokunduğunu gördü. Adam ya polis ya asker ya da istihbaratçıydı. Hafif dalgalı siyah saçları ve yüzünü kaplayan sakallarına bakılırsa istihbaratçı olma ihtimali daha büyük ihtimal gibi
gelmişti. Ancak yanılma payı da vardı.
Adam telefonuyla bir yeri ararken az evvelki sorusunu yineleyip polis, asker ya da istihbaratçı olup olmadığını sormuştu bu kez. Genç kadın bunların hiçbiri değildi. Bambaşka bir sebeple buradaydı. Adamın bunu tahmin etmesinin imkânı yoktu. Sessizliğini bozup artık bu sorulara bir yerden başlayarak cevap vermesi gerektiğini
fark etti ve derin bir soluk aldı.
“Polis ya da asker değilim.” Bu sözlerinin ardından adamın bakışları hızla elindeki silaha inerken, “Sen, bu elindekini kullanmayı biliyor musun?” diye sormuştu. Etrafı saran silah seslerini bastırmak ister gibi bağıra bağıra konuşan adamın gür sesi kulaklarındaki uğultuya eşlik ederken içinden, bayağı iyi kullanıyorum, diye geçirdi.
Bunu yüksek sesle dile getiremedi çünkü o esnada adamın telefonla aradığı kişi her kimse aramayı cevaplamıştı. Adam da hızla nerede ve ne durumda olduklarını anlatıyordu. Onu bölmek gibi bir niyeti yoktu. Birileri yardıma gelmezse kafalarına bir merminin isabet etmesi an meselesi olacaktı.
Telefonu kapatıp sorularına bağıra bağıra ve öfkeli bir ifadeyle devam eden adam aracına bir bakış atıp cam tavanlı siyah Passat’a bindiğini görerek aşiret kızı olup olmadığını sorduğunda sinirleri hepten
bozulmuştu. Aracın böyle bir şeyle özdeşleşmiş olması normalde komiğine gider, gülerdi. Ancak şu an hiç de gülesi yoktu. Zaten gülse adam onun deli olduğunu düşünürdü.
“Bana bak asker, zaten canım burnumda. Şehre adım atmamla kurşunlanmam bir oldu. Bir de sen üstten üstten konuşup asabımı bozma,” demesiyle adamın zaten var olan öfkesini ve gerginliğini daha da katladığını fark etti ancak bunu pek umursamadı. Adam ise sinirden kapkara olmuş gözlerini gözlerine dikip dişlerinin arasından, “Asker olduğum doğru ama bayağı güzel bir rütbem var. Havalı… Taşaklı!” demesiyle yüzünde beliren ukala gülümsemeyi saniyeler içinde silip atmıştı. Adam ise yine bağırarak adını söylemişti. Rütbesiyle birlikte. Hani şu taşaklı olan rütbesiyle.
“Binbaşı Metehan Kılıçarslan.” Kadın saçı sakalına karışmış adamın asker çıkmasına şaşırmayı sonraya bırakıp yine sinir bozucu şekilde güldüğünde, “Ne, neden sırıtıyorsun?” sorusuna, tarihe not gibi düşecek olan o cevabı vermişti.
“Ben senden daha taşaklıyım da ona sırıtıyorum.”
Cevabıyla gözleri fal taşı gibi açılıp yüzü öfkesinin sebep olduğu kırmızılığa bürünen adamın gözlerine bakarak, “Nazenin Tuna,” demekle yetindi. Bu esnada üstlerine mermi yağdıran terörist grup geri çekilip koşarak uzaklaşmaya başlayınca Metehan Binbaşı ayağa kalkıp onlara doğru ateş etmeye başlamıştı. Teröristler iyice uzaklaşırken usulca ayaklanan Nazenin, adamın yine bağırarak, “Kafana sıksınlar mı istiyorsun?” dediğini duydu. Sert bir yüz ifadesiyle ona dönüp, “Kafama sıkacak
olsalardı çoktan sıkarlardı,” deyip derin bir soluk alarak devam etti.
“Sadece gözümü korkutmaya çalıştılar.” İşte bu sözleri adamı daha da sinirlendirmiş olmalıydı ki bir anda yanında bitmiş ve kollarını kavrayıp, yüzünü aracın kaportasına doğru yaklaştırmaya kalkmıştı.
“Kimsin nesin belli değil. Seni gözaltına alalım da…” Nazenin kollarını sıkıca tutan kollardan kurtulmaya çalışıp başını araçtan uzaklaştırmaya çalışırken adamın bu yaptığının şaşkınlığını atıp ayağını kaldırdı ve adamın diz kapağına sağlam bir darbe indirdi.
Diğer bacağına da aynı hamleyi yapmaya hazırlanırken tıpkı binbaşı gibi, “Kollarımı bırak da kim olduğumu söyleyeyim,” diye bağırdı.
“Geç kaldın hanımefendi. Ben sana o soruları sordum, sen de benden daha taşaklı olduğunu söyledin.”
Normal bir zamanda olsa adama verdiği cevaba kahkahalarla gülerdi ancak şu an tek yapmak istediği ona sağlamından bir kafa atmaktı.
“Öyle zaten!” diye var gücüyle bağırıp sağ kolunu Binbaşı’nın sımsıkı ellerinden kurtardıktan sonra bedeninin yarısını ona döndürdü. Birbirlerine öfkeyle bakıp derin nefes alırlarken, “Bırakmıyor musun?” diye sordu hırsla.
“Bırakmıyorum lan!” Adamın bu çıkışıyla sabrı tükenmişti. Artık olacaklardan sorumlu falan değildi. O kaşınmıştı. Sol kolunu da hızla çekerken olduğu yerde zıplayıp kafa atmasıyla adamın dudaklarından
dökülen şaşkın ve acı dolu mırıltıyı duydu. Aldığı darbeyi idrak etmeye çalışırken ellerini gevşetivermesiyle Nazenin ondan kurtulmayı başardı.
“Deli misin kızım sen?” Karşılaştıkları ilk andan beri olduğu gibi yine bağıran adam bir yandan da dudağından sızan kanı siliyor, kendisine şok içinde bakıyordu.
“Deli falan değilim. Durduk yere beni ters kelepçe yapıp gözaltına almak isteyen bir sivile tepki gösterdim hepsi bu,” diye çıkıştıktan sonra yanlarına yaklaşan askerleri görerek kendini toparlamaya çalışan Nazenin arabanın yanında sessizce beklemeye başladı.
Binbaşı, Albay rütbeli adamla konuşup neler olduğunu bilmediğini, terörist grubun kimliği belirsiz olan bu kadına yani kendisine saldırdığını söyledi. Albay ise dikkatle kendisini inceliyordu. “Kızım, kimsin sen?” sorusuyla derin bir nefes alan Nazenin hâlâ öfkeyle konuşan, ısrarla gözaltına alalım, kimmiş öğrenelim gibi sözlerine devam eden adama bakıp gözlerini devirmemek için zar zor sabretti. En sonunda ise ortamda dönen tantanaya daha fazla dayanamayıp, “Vali, Nazenin Tuna,” deyiverdi.
Az evvel kıyametler kopan ortama bir anda derin bir sessizlik çökmüştü. Albay, binbaşı ve diğer askerler şaşkınlıkla birbirlerine bakıp kaldılar. Saniyeler ağır ağır akıp giderken ilk kendine gelen yüzbaşı rütbesine sahip asker olmuştu. “Vali derken?” Nazenin başını hafifçe sallayıp yineledi.
“Akdağ ilinin yeni valisi olarak görevlendirildim.”
Son yarım saattir bağırıp duran, kıyametleri koparan Metehan Binbaşı’ya bakmayı kesip Albay’a odaklanmıştı ki adamın homurtulu sesi kulağına ilişti. “Vali dediğin yakın korumayla, eskortla, çakarlı, zırhlı aracıyla gezer. Senin…” demesiyle Nazenin’in başını hızla ona çevirmesi bir oldu. Buz gibi bakışıyla duraksayan ve son kelimesini idrak eden Metehan Binbaşı ise dilini ısırıp zar zor, “Sizin…” diye düzeltme yaptı.
Az evvel bağırmış, senli benli konuşmuş olabilirdi ancak artık tanışıyorlardı ve kimin daha taşaklı olduğu ortadaydı. “Sizin burada tek başınıza ne işiniz var?” Nazenin soruyu duymazdan gelip çevreye göz gezdirerek arabasının yanına gitti. Arabanın etrafında dolaşıp kurşun deliklerine bakarken sessizliğini bozup, “Geldiğimi sizler bile bilmiyordunuz. Fakat kulağı kesikler beni ben gelmeden önce iyice araştırmış belli ki. Araç markası, modeli, plakası… Hepsini öğrenmişler,” diyerek onların yanına ilerledi.
“İsminiz, geleceğinize dair yazı, resmi gazete ilanı… Hiçbiri daha yapılmadan kim nasıl olmuş da sizi öğrenip, pusu kurmuş?” Albay kaşlarını çatmış düşünürken Vali Hanım’ı yanına alıp kendi aracına ilerlemeye başlamıştı.
“Burada daha fazla durmayalım. Buyurun sizi gideceğiniz yere bırakalım ve güvenlik önlemi alalım. Belli ki seveniniz bol olacak, Sayın Vali’m.” Nazenin, Albayla birlikte güvenlik koridoru oluşturan askerlerin arasından ilerlerken aklına gelen şeyle durup hemen arkasından gelen Binbaşı’ya döndü. Aracının anahtarını tuttuğu elini ona uzatıp adamın avucuna anahtarı bırakırken elini de sıkmıştı.
“Bu, aracın anahtarı. Olay yeri inceleme gelip araca bakacaktır. Sizde kalsın. Ayrıca…” Bir an durup soluklandıktan sonra devam etti. “Hoş bir tanışma olmadı binbaşı ancak hayatımı kurtardığınızın da farkındayım. Teşekkür ederim. Sizinle denk gelmiş olmamız büyük şans.”
Hiç beklemediği bu nezaket karşısında bir an afallayan Metehan karşısında dikilen ve boyu göğsüne ancak gelen kadının vali olduğunu kendine hatırlatıp esas duruşa geçerek elini sıktı. “Sağ olun,” dedikten sonra arkasını dönüp ilerleyen kadına bakarken, şişme bir mont, kot pantolon ve beyaz spor ayakkabılarıyla
Albay’ın resmi makam aracına binişini izledi. O araca o kılıkta binen birini hiç görmemişti. Bir valiyi ise hiç görmemişti. Hele de bir kadın valiyi…
Araç hareket edip uzaklaşırken inanmakta zorluk çekiyor gibi hâlâ arkasından bakıyordu. Kırk kere görse birinde bile kadının Vali olduğunu anlamazdı. Öğretmen, doktor derdi de Hâkim, Savcı olma ihtimali bile aklının ucundan geçmezdi. İnsanları kılık kıyafetine göre değerlendirmemesi gerektiğini bu yaşında bir kez daha anlamıştı. “Olay Yeri İnceleme’ye haber verin.”
“Emredersiniz komutanım,” diyen Uygur Üsteğmen yanından uzaklaşırken arkasında kalan tepelik yere döndü ve ateş edilen mevkiye baktı.
“Resmi işlemler bile hallolmadan geldiğine göre Vali Hanım buraya kesin olarak görevlendirildiğini biliyordu.” Yaşanan olayı ve nedenlerini düşünürken gözü markete takılmıştı. “Alışveriş mi yapacaktı ki?” diye mırıldandı. Aklından geçen bu soruyu geriye atıp yeniden olaya odaklanmaya çalıştığı sırada yanında
dikilen Yusuf’a baktı. “Buraya görevlendirildiğini bu köpekler nasıl öğrendi dersin? Kim bunların kulağına su kaçırıyor?”
“Bilmiyorum komutanım ama daha önce hiç böyle bir şey görmedim. Görevi başındaki valiye pusu kurulduğunu biliriz de daha göre ve başlamayana pusu kurmak, onun bilgisini bu kadar doğru almak, arabasına kadar öğrenmek… Bunu ne gördüm ne duydum.” Durum çok ilginçti. Hatta endişe uyandıracak kadar vahimdi. Birileri daha bu şehre adım attığı anda onun canına kastetmişti. Telefonunu çıkarıp Albay’ı ararken bir yandan da kurşunlanan araca doğru ilerliyor, askerlerini ardında bırakıyordu.
“Komutanım, bu olay hiç hoşuma gitmedi. Mide bulandırıcı. Ayrıntılı olarak konuşur ve düşüncelerimi size bildiririm ancak… Vali Hanım, valilik evine gidiyorsa, o ev herkesin bildiği bir yerde. Onu orada güvenlik önlemiyle bile korumak riskli. Sonuçta bizden birine de bir şey olabilir. Eğer Vali Hanım da kabul ederse onu sessizce başka bir yere yerleştirelim.”
“Aklından neresi geçiyor binbaşı?”
“Bir süreliğine askeri lojmana yerleşsin. O sırada da biz neler olup bittiğini araştıralım. En azından bilgi sahibi olur, kiminle karşı karşı ya olduğumuzu biliriz.” Albay, işi söz konusu olunca çenesi açılan bu adamın sözlerine, aklından geçenlere hak veriyordu. Metehan ise telefonun ucundaki Albayın derin bir nefes aldığını duymuş, sessizce bekliyordu. O, ne cevap verirse ona göre hareket edeceklerdi.
“Ben Nazenin Hanım’a bunu anlatayım, tamam derse size haber
veririm.”
“Tamam, komutanım…” deyip bir an duraksarken gözleri yine markete takılmıştı. Vicdanına sövmek istiyor ama sövmeye de dili varmıyordu. Acı çeker gibi bir surat ifadesiyle yüzünü asıp gözlerini kapattı ve, “Komutanım, bir de şeyi sorar mısınız?” dedi.
“Neyi?”
“Vali Hanım’ın bu mahalleye geliş amacı market alışverişi yapmaksa… İhtiyacı olan ne varsa alıp gönderelim.”
Albay göz ucuyla yanında oturan genç kadına bakıp, bir yandan da askerinin sözlerine sırıtmamak için çabalıyordu. Metehan gibi bir adam, sinirden çılgına dönmesine sebep olan bir kadın için alışveriş yapacaktı ha!
Olacak şey değildi ama oluyordu işte. Bunu dilini ısıra ısıra söylediğinden o kadar emindi ki o yüzden gülmek istemiş ancak gülememişti. Başını sağa sola sallayıp, “Tamam, onu da sorarım. Telefon numaranı da vereyim mi binbaşı? Vali Hanım belki alışveriş listesini mesaj atar,” dedi.
Kıs kıs gülerek telefonu kapatırken, askerinin pancara dönmüş suratını hayal ederek mest oluyordu. Yine kendi kendine homurdanıp, “Ver komutanım ver de başıma hepten bela olsun,” demiş sonra da olay yeri ekiplerini beklemeye devam etmişti.
Askeri araçla yeni evine ilerleyen Nazenin ise düşünceli ve sessizdi. Ona kısa bir an bakan Albay elinde tuttuğu telefonu parmaklarının arasında çevirirken dalgın dalgın dışarıyı izleyen kadının dikkatini çekmek için boğazını temizler gibi yaptı. “Metehan Binbaşı güvenliğiniz için bir süre başka bir yerde konaklamanızı öneriyor.”
Nazenin duyduğu sesle düşüncelerinden sıyrılıp usulca başını çevirdi, donuk bir ifadeyle ona baktı.
“Vali Hanım, korktu saklandı mı dedirteceksiniz Albay. Olmaz öyle şey. Bundan önceki valiler nerede yaşadıysa ben de orada yaşayacağım.”
“Ama…”
“Aması yok Albay… Aması maması yok.” Kutluhan Albay başını hafifçe sallayarak durumu kabullenirken,
“Market alışverişi mi yapacaktınız?” diye sorunca Nazenin önce soruyu anlamamış, anlayınca da, “Aa, şey… Evet. O yüzden oradaydım. Zaten yerini bulana kadar göbeğim çatladı. Bir de hiçbir şey alamadan ayrılmak zorunda kaldım,” demişti.
“Binbaşı ihtiyacınız olan ne varsa alabileceklerini söyledi. Bir liste yaparsanız…”
“Binbaşı çok düşünceli, konuşkan ve ince ruhlu bir adam galiba!” derken yüzünde alaycı bir tebessüm belirmiş, bu ima ise Albay’ı neredeyse güldürmüştü. “Sormayın, bir ince ruhludur ki. Çıt diye orta yerinden kırılacak sanırsınız.”
“Belli belli. Sağ olsun, düşünmüş ancak başka bir zaman alışveriş yaparım.”
“Siz nasıl isterseniz.” Albay’ın sözlerine başını sallarken resmi araç yeni evinin önünde durdu. Bir dakika kadar çevreye bakıp araçtan indiğinde Albay da peşi sıra inip yanına geldi. Karşılıklı durup samimiyetle el sıkıştılar.
“Resmi yazı gelip, görev başlangıç tarihi belirtilene kadar evi hazırlayacağım. Her şey için teşekkür ederim, Kutluhan Albay. Tanıştığımıza memnun oldum.”
“Göreviniz şimdiden hayırlı olsun Vali Hanım. Buralar tekinsizdir. Hangi taşın altından it kopuk çıkacağı belli olmaz. Ayrıca… Buralarda makam koltuklarını hep hemcinslerim doldurduğundan…” demesiyle Nazenin silik bir tebessüm takınıp anladığını belirtir gibi başını salladı.
“Zor olacak biliyorum. Bunların hepsini bilerek buraya geldim.”
Kadın olmak, bu topraklarda hatta dünya üstünde zordu. Kadınsanız yapacaklarınızın ve yapamayacaklarınızın listesi daha ana rahmine düşerken verilirdi size. Bakımlı olmak, temiz ve tertipli olmak,
ev işlerinden anlamak, güzel yemek yapmak, kocanızı memnun etmek, çocuklar doğurmak hatta bunu doğal yolla doğurmak, o çocukların her şeyiyle ilgilenmek sizin asli görevinizdi. Kendiniz için değil de hep başkaları için yaşamalıydınız. Fedakârlık yapan hep siz olmalıydınız. Çalışmak, makam mevki sahibi olmaksa listenin sonunda bile yer almazdı.
Eğer siz, düzene baş kaldırır o listeyi altüst ederseniz alkış tutuyor gibi görünür, ayağınızı kaydırmak için an kollarlardı. Başarsanıza bile cinsiyetçi yaklaşıp gölge düşürürlerdi. Geldiğiniz noktaya, oturduğunuz koltuğa sizi yakıştıramazlardı. Birkaç yıl önce ilk kez kaymakam olarak göreve başladığında, oturduğu koltuğu bile dolduramıyor, diye alay etmişlerdi. Kadın deyip, cinsiyeti üstünden küçümseyip hakaret etmişlerdi.
Yani Nazenin Hanım, bunları çok görmüş, çok duymuştu. Dolduramadığı düşünülen o makam koltuğuna oturup kaç kendini bilmezi alt etmişti. Yine yapacaktı. Bu sefer doğudaki bir ilin, ilk kadın valisi olarak başaracaktı. Kendini ispatlaması gerekiyordu. Ne yazık ki…
Karşısındaki erkek sürülerine, kendisinin onlardan eksik bir yanının olmadığını göstermesi gerekiyordu. Ne acı…
Tüm bu acı gerçekleri görerek, yaşayarak bu şehre gelmişti. O yüzden, burada tanışacağı adamlar da vız gelir, tırıs giderdi. Tıpkı bundan önceki görev yerinde tanıştığı adamlar gibi. Albay, karşısında dimdik duran genç kadına bakıp gururla göğsünü kabarttı.
“Ülkemin kadınlarının böyle makamlarda, böylesi zor şehirlerde görev alacak kadar yiğit, cesur ve yüreği korkusuz olduğunu görmek… Tarifi zor bir mutluluk ve gurur. Ne zaman, neye ihtiyacınız olursa ben ve askerlerim hep buradayız. Kendinizi sakın yalnız hissetmeyin.” Böyle samimi, içten ve kendisini destekleyen bir diyaloğu hiç beklemeyen Nazenin, duygularını belli etmemek adına gözlerini ondan kaçırsa da mutlu olduğunu belli eden tebessümü dudaklarında yer bulmuştu.
Ailesini, dostlarını, büyüdüğü şehri, alıştığı neyi varsa hepsini arkasında bırakıp sınır bölgesinde bir şehre gelmişti.
Adını söylerlerken bile insanların ürktüğü, terör, kaçakçılık ve daha nice yolsuzlukla nam salan bu yerde vereceği zorlu mücadeleyi biliyordu. Bilerek, isteyerek gelmişti. Ailesi dahil hiç kimse görev yerini onaylamazken, gözünü korkutacak nice ihtimali sayıp, vazgeçmesi ve başka bir yere görevlendirme beklemesini söylerken valizini toplamıştı.
Ay yıldızlı al bayrağın dalgalandığı her yer vatandı. Hele ki böylesine önemli bir sınır bölgesi… Kanla ıslanmayan toprak vatan olmazdı ya, burası nice yiğidin kanıyla yıkanmıştı. Kendisinden önce görev yapan vali, bir suikasta kurban gitmiş, bayrağa sarılı tabutu memleketine gönderilmişti.
Bunların hepsini bilerek gelmişti de böylesine güven veren, yanındayız, diyen insanlarla karşılaşacağını bilmiyordu. Yakın çevresinden bile tam anlamıyla göremediği desteği, bir saat evvel tanıştığı adam veriyordu. Ne ilginçti ne değerli, paha biçilmez ve güzeldi.
“Teşekkür ederim, hepinize.” Kısa bir sessizlik olup Albay etrafa göz atarken yüzü asılmıştı. “Bu gece bari misafirhanede kalsaydınız. Ev derli toplu mu, temiz mi?” Endişesi açıkça belli olan adama tebessümle bakıp,
“Ben hallederim. Aklınız kalmasın. Zaten çevre güvenliğini alacak arkadaşlar da geliyor,” diyerek eve uzanan yolun başında beliren aracı gösterdi. Kendisini korumakla görevlendirilen birkaç asker araçtan inip ikisine de selam verirken ekibin başı Albay ve valinin yanına gelmişti.
“Sayın Vali’m, komutanım…” derken bile bir gözü çevreyi inceliyordu.
“Burası size emanet, Vali Hanım’a göz kulak olacaksınız. Kuş dahi uçmayacak anlaşıldı mı?” Başını sallayan yüzbaşı, “Emredersiniz komutanım,” dedi ve müsaade isteyerek komutasındaki askerleri çevre güvenliği için görevlendirmeye başladı.
“Nazenin Hanım, eğer fikriniz değişirse Umut Yüzbaşı’ya söylemeniz yeterli. O sizi askeri misafirhaneye getirecektir.”
“Teşekkür ederim ama fikrim değişmeyecek.” Daha fazla ısrarın boşuna olduğunu kabullenen Kutluhan Albay, onun yanından ayrılıp aracına geçerken Nazenin de evinden içeri girmişti. Bu evin mazisi kötüydü çünkü bu şehrin kendinden önceki valisi evinde yani bu evde suikasta kurban gitmiş, şehit edilmişti. Görevi esnasında şehit edilen valinin ve ailesinin bu evde yaşadığını düşünmemeye çalışarak eve yine içi ürpererek baktı. Eşyaların yeni olduğunu anlatan o koku yine burnuna doldu.
En azından onlardan kalan hiçbir eşya olmamasına iç çekip biraz olsun rahatlamaya çalıştı. Yatak odasına girdiğinde, markete gitmeden önce alelacele bıraktığı valizini açıp, kıyafetlerini dolaba yerleştirmeye başladı.
İşi bittiğinde saat epey ilerlemiş akşam olmuştu. Pencereye yaklaşıp bahçeye baktığında askerlerin nöbette olduğunu görerek biraz olsun rahatlamaya çalıştı. Birinin, bir meslektaşının bu evde saldırıya uğrayıp öldürüldüğünü bilmek, düşünmek korkutucuydu. Ancak korkmaya bile izni yoktu. Gün boyu koşturduğu için epey yorulmuş ve terlemiş olduğunu fark edince üstündeki kıyafetlerden kurtulup banyoya girdi. Ilık su
yun altında, gözünü bir an bile kapamadan hızlıca duş alıp çıktı.
Gözünü kapatınca şehit edilen valinin fotoğrafları film şeridi gibi önünden geçiyordu. Onun olay yerindeki cansız bedeninin fotoğraflarını görmüş, neden suikasta uğramış olabileceği hakkında araştırmalar yapmıştı. Yaptığı araştırmalar sonucunda vali beyin şehirdeki kaçakçılık ağını bitirmeye, işin içinde kim varsa bulmaya kendini adadığını öğrenmişti. Sınırdan kaçak olarak giren her neyse –ki Nazenin bunun silah ya da uyuşturucu olduğunu varsayıyordu– ipin ucu büyük isimlere dokunuyordu. Vali de bunu öğrenmiş, işlerine çomak soktuğu organize suç çeteleri ise hayatına son vermişti.
Vali Bey’in bu sebepten şehit edildiği, dahası ne yazık ki infaz edildiği açıktı da bugün kendisine saldıranlar kimlerdi ve neden saldırmışlardı, buna akıl erdiremiyordu. Daha göreve bile başlamadan yapılan bu saldırı sadece bir göz dağı verme, korkutma çabası mıydı?
Yoksa direkt öldürme amaçlı mıydı?
Kendisi birinci ihtimali düşünüyordu. Eğer birinci ihtimalse bununla baş edebilirdi ancak ikinci ihtimalse…
Olduğu yerde istemsizce ürperip bornozuna sıkıca sarıldı. Hızla giyinip yatak odasından çıktığında kapının çaldığını duymuştu. Koridor boyunca koşar adım ilerleyip kapıya vardı, dürbünden baktı. Bugün olayın yaşandığı yerde karşılaştığı tim üyelerinden birini görünce içi rahatlamış, kapıyı tedirgin olmadan açmıştı.
“Buyurun üsteğmenim, bir şey mi oldu?” diye sorarken olsa olsa kendisinden birkaç yaş küçük olan adamın elindeki poşetleri gördü.
“Sayın Vali’m, bunları size ulaştırmam emredildi. Müsaade ederseniz mutfağa kadar bırakayım.” Bir an duraksayıp şaşkınlıkla poşetlere ve üsteğmene baktıktan sonra aklı başına gelmiş gibi silkelendi. “Mutfağa kadar götürmenize gerek yok. Buradan sonrasını ben hallederim,” deyip poşetleri almak için hamle edecek oldu ancak asker kıpırdamadı bile.
“Yanlış anlamayın Vali Hanım ama… Bunları mutfağa kadar götürüp bırakmam emredildi. Eğer müsaade ederseniz görevimi eksiksiz yerine getirmek isterim.” Nazenin usulca kapıdan çekildiği sırada, “Emir demiri keser Nazenin!” diye mırıldanmış, bu sözlerini duyan Üsteğmen Uygur ise silik bir tebessümle baş selamı vererek içeri girmişti. Üsteğmen elindekileri mutfak girişine bırakıp evden ayrılırken Nazenin merakına yenik düşerek, “Üsteğmenim, alışveriş yapmanızı kim emretti?” diye sordu. Bir an bile düşünmeden, “Metehan Binbaşı emretti Nazenin Hanım. İyi akşamlar,” cevabını vererek, geldiği araçla geri dönerken arkasından öylece bakmış, soğuk havanın bedenini resmen kavurduğunu hissettiğinde kapıyı kapatmıştı.
“Bu nasıl soğuk böyle,” diye söylenerek mutfağa girip, poşetleri açtı ve içindekilere göz gezdirdi. Sebzeden, bakliyata, yağdan, peynire, çeşit çeşit baharata varana kadar bir evin mutfağında bulunması gereken her şey alınmıştı.
“Bunca şeyin parasını nasıl ödediniz acaba?” Aklına gelen ilk sorunun bu olmasına şaşmamalıydı. Nazenin veren taraf olmayı çok sever ama alan taraf olmayı içine sindiremezdi. Poşetten çıkardığı her şeyin fiyatını internetten bulup tek tek not aldıktan sonra toplam tutarı telefonuna kaydetti. Binbaşı’yı gördüğü ilk anda bunun ödemesini ona yapacaktı.
***
Pençe Timi karargâhta toplanmış, gündüz olanları değerlendiriyordu. “Bugünkü saldırının amacı sizce neydi? Sadece gözdağı vermek için miydi dersiniz?” Albay sorusunu sormuş, askerlerine tek tek bakmaya başlamıştı.
“Gözdağı vermek için bile olsa, Nazenin Hanım’ın geldiğini nasıl biliyorlardı? Bizim bile haberimiz yoktu,” diyen binbaşı sıkıntıyla nefes alıp verirken Albay yeniden söze girdi. “Resmi açıklama yok, kadının adı hiçbir yerde duyurulmadı. Aracına kadar bilmek ve takip etmek… Bu işte başka bir iş var ama ne?” dedikten sonra duraksamıştı ki bulundukları odanın kapısı çalınıp açıldı.
“Komutanım, girebilir miyim?”
“Gir.” Asker seri adımlarla içeri girip soluğu Albay’ın yanında almıştı ancak tek kelime bile etmeden öylece duruyordu.
“Vali Hanım’la ilgili herhangi bir bilgiye ulaşabildik mi?”
“Komutanım, dediğiniz ismi yani Vali Hanım’ı araştırdık ancak hiçbir bilgiye ulaşamadık. Tüm kişisel bilgileri gizlilik içeriyor. Bulabildiğimiz tek bilgi daha önce kaymakamlık yaptığı iki ilçenin adı, mezun olduğu üniversite adı ve hangi fakülteden mezun olduğu gibi bilgiler.” Albay duyduklarını düşünürken başını hafifçe sallamıştı.
“Bilgilerinin korunduğunu tahmin etmiştim. Bu kötü oldu ama şaşırmadım.” Yeniden askerlerine bakıp ciddiyetle konuşmaya devam etti.
“Bugünkü saldırıyı düzenleyenleri bulana kadar gözümüzü dört açacağız. Bu şehre gelen bir valiyi daha kaybetmeyeceğiz. Anlaşıldı mı?” Tim, tok bir sesle, “Emredersin komutanım!” deyince ayaklanıp odadan çıktı.
Gece boyu onlar iz sürerken, Nazenin ise evin içinde dolanıp durmuş, doğru düzgün uyku uyumamıştı. Ertesi sabah kapısı çaldığında sızıp kaldığı koltuktan doğruldu ve etrafa baktı. Bir an nerede olduğunu kestirememişti. Bulanık olan aklı yerine gelirken kapı sesini yeniden duyarak ayaklandı. Kapının önünde üniformalı bir asker görüp açtığında karşısındaki adamı tanımıştı. Yüzbaşı rütbeli genç adamı dün de gördüğünü anımsıyordu.
“Buyurun yüzbaşı, bir sorun mu var?”
“Günaydın, Sayın Vali’m. İzin verirseniz ustalar evin su, elektrik ve doğalgaz sistemlerine bakacak. Tadilat gerektiren bir şey var mı diye.” Nazenin itirazsız kenara çekilip, “Buyurun,” derken ustalar içeri girip
evin içine dağılıvermişti. Onlar işlerine koyulup her şeyi kontrol et tikten sonra eve birkaç kadın girdi ve temizliğe başladı. Nazenin, evinde olan biteni dışarıdan bir göz gibi izlerken Albay’ın sesini duydu. Bahçeden eve doğru ilerleyen adamın yanındaki kadına bakarken kadının kim olduğunu tahmin etmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştı.
“Vali Hanım, iyi günler. Her şey yolunda mı diye ziyaret etmek istedik. Eşim Nuran da sizi görmek, hoş geldiniz demek istedi.” Nazenin, Albay’ın karısına samimiyetle gülümserken el sıkışmışlardı. “Zahmet etmişsiniz. Ayağınıza sağlık, hoş geldiniz.” Bir an durup soluklandıktan sonra, “Nuran Hanım, tanıştığıma memnun oldum,” demiş ve içeri girmelerini söylemişti.
“Eşim Nuran, Anadolu Lisesi’nin müdiresidir.” Albay’ın verdiği bu bilgiyle bir anda evin içindeki koşturmacayı unutup kadına odaklandı. “Nuran Hanım, geldiğiniz ne iyi oldu. Ben de buradaki gençlerimizin eğitim durumunu merak ediyordum. Bana biraz bilgi verirseniz çok sevinirim.”
“Tabii ki Sayın Vali’m, seve seve,” diyen Nuran’ı da yanına alarak mutfağa girdi ve kahve yapmaya başladı. Geldiği ilin en tepe makamında oturacak biri gibi değil de evine gelen misafirleri ağırlamak için oradan oraya koşturan bir ev hanımı gibiydi. Nuran Hanım onu gözlemlerken hiçbir üstünlük kurmayan, egodan uzak hâline hayran kalmıştı. Genç ama olgun bir kadın olduğu aşikârdı. Nuran Hanım kendi okulundaki öğrencilerden başlayarak, bilgi sahibi olduğu kadarıyla tüm okulların durumundan, öğrencilerden, başarı ve başarısızlıklarından, ailelerin tutumundan bahsetti. Bu sırada kahvelerini yudumluyor ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar konuşmaya çalışıyorlardı.
“Kızlar… Onların eğitim durumu nedir? Hâlâ kız çocuklarını okula göndermeyen ya da belli bir seviyeye kadar gönderip sonrasına izin vermeyen aileler var mı?” Bu coğrafyanın en büyük yarasına parmak basan genç kadına hüzünle bakan müdire hanım başını usulca sallamıştı.
“Hâlâ kız çocuğunu okutmayan aileler var değil mi Nuran Hoca’m, bu yüzyılda hâlâ böyle şeyler oluyor yani?
Kutluhan Albay ve Nuran öğretmen resmen karşısında acı acı gülümseyince, “İyi ki,” dedi, “İyi ki buraya gelmişim.”
“İlkokulu bitirip okuldan alınan kızlar, liseyi bitiremeden kocaya verilen kızlar… Burada hepsinin acı hikâyesi var ve ne yazık ki birçoğu engellenemiyor,” diyen Nuran Hanım bir süre susup Nazenin’in gözlerine baktı. Işıl ışıl, idealist ve mücadeleci ruhunu gösteren gözlerine.
“Kaç yaşındasınız Vali Hanım?” Nazenin, “Otuz,” dediğinde tebessüm etti. “Evli misin, çocuğun var mı?”
“Hayır Hoca’m. Evli değilim, çocuğum da yok.”
“Burada senin yaşında olup dört, beş çocuğu olan kadınlar var.” Otuz yaşında ve dört, beş çocuğu olan bir kadının kaç senede bir çocuk doğurmuş olabileceğini hesaplamak bile istememişti.
“Yani buralarda hâlâ kadınlar… Pardon kız çocukları evlenip çocuk doğurmak, çamaşır bulaşık yıkamak, kocasını memnun etmek gibi etiketlere sahip öyle mi? İnsan gibi değil de köle gibi… Yapması gerekenler kadın olarak doğduğu anda omuzlarına yüklenmiş gibi büyüyor, yaşıyor yani yaşamıyor ve göçüp gidiyorlar.”
“Ne yazık ki doğru söylediniz Nazenin Hanım. Kadının da erkeğin de insan olduğu gerçeği buralarda hâlâ çok eksik, ağza bile alınmayan bir bilgi diyebiliriz. Acı ama gerçek bu! Ülkenin batısıyla doğusu… Birbirinden çok farklı, çok başka… Bambaşka. Bunu siz de yaşayarak göreceksiniz,” diyen Nuran Öğretmen, soluklanıp devam etti.
“Nazenin Hanım, biz buraya tayin edildiğimizde ben de sizin gibi şaşırıp kalmıştım. Bazı öğrenciler, aileler kadın öğretmenlere bile ön yargılıydı. Bunu biraz olsun kırdığımızı düşünüyorum ama böylesi sıkıntıları yaşayan tek meslek grubu biz öğretmenler değiliz. Kadın polislerimiz, askerlerimiz, doktorlarımız… Onlar da epey zor yolları aştılar hâlâ da aşıyorlar. Kadın doktora muayene olmak istemeyen, hemşireye iğne yaptırmak istemeyen bazı insanlar var. Şimdi siz böyle düşünce yapısına sahip, her zaman erkekler tarafından yönetilmiş, ataerkilliği zirvede yaşayan bir şehrin valisi oldunuz.”
Nuran öğretmenin bu sözleri içten içe yaşadığı tedirginliği, stresi körüklemişti. Daha önce kaymakamlık yaptığı ilçede de onu kabullenmeleri zor olmuştu ancak burası oradan da zor olacaktı. Biliyordu.
“Kadından vali mi olur? diyecekler, gittiğiniz yerlerde sizi görmezden gelecekler. Hem de bunu hiç çabalamadan yapacaklar. Çünkü görmedikleri, öğrenmedikleri belki hayal ederken bile güldükleri bir örneksiniz.” Durup soluklanan Albay sözlerine daha ılımlı olarak devam etmeye çabaladı.
“Onlar bu makama oturan bir kadın görmedikleri gibi siz de böylesi düşünceler ve davranışlar görmediniz. Ya da gördükleriniz bunların yanında çok daha aşılabilir kaldı. İki taraf da birbirine yabancı. Ama tanışacak, gerekirse kıra döke, dövüşe dövüşe anlaşacaksınız,” diyerek kendisine tebessümle bakınca Nazenin de tebessüm etti.
“Hâlâ aynı ülkenin, doğduğum ülkenin topraklarındayım ama başkentten birkaç yüz kilometre doğuya geldiğimde duyduklarıma bakın!” deyip bir süre sustu. Hepsi susmuştu. Gözler Vali Hanım’ın üstündeydi. Ne düşündüğünü ne hissettiğini anlamaya çalışıyorlardı ki kadın bir anda ayaklanıp bahçeyi gören camın önüne ilerledi.
“Belki de benim buraya geliş amacım bu düşünce yapısını biraz bile olsa yıkmaktır. Hayatta hiçbir şey nedensiz değildir. Elbet benim de yolumun buradan geçmesinin bir nedeni vardır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ‘En büyük savaş, cehalete ve gericiliğe karşı yapılan savaştır!’ demiş. Benim de önümde kocaman bir savaş var. Ben bu savaşta, böylesi önemli bir savaşta, en önde gitmeye, kurşun yemeye, hatta ölmeye hazırım.”
Bir an sustuktan sonra dudakları yukarı kıvrılır gibi oldu. Ne gülüyor ne de gülmüyor denebilirdi.
“Dün neden saldırdılar, onlar kimdi bilmiyorum. Amaçları korkutmaksa… Korkmuyorum. Ve görev başlangıcım resmileştiği anda sizlerin emir sayıp, odaklanmanızı istediğim tek bir şey var.” Albay ayağa kalkıp ona doğru dönmüş, ağzından çıkacakları duymak için bekliyordu.
“Şehit edilen valinin yarım kalan hesabını kapatmak. Araştırmaya başlayıp, canına mal olan o bilgiler, örgüt ya da organize suç çetesi kimlerse, onları kim yönetiyorsa bulacağız.”