14.BÖLÜM
Metehan’ın son sözlerinden sonra Nazenin onu usulca bırakmış, gelin ve damadı yeniden tebrik ettiği gibi de salondan çıkıp gitmişti. Ertesi akşam planlanan toplantı ise gerçekleşememişti çünkü ertesi sabah gelen bir haberle hepsi Akdağ’a dönmüştü. Belediye Başkanı, Atlantik Kimya firmasının yetkilileri ve Vali Hanım yemek yiyecekti.
Nazenin o gece sabaha kadar rüyalarında belirsiz ama ruhunu daraltan şeyler gördü. Ne gördüğünü hatırlamıyordu ancak gördükleri iyi değildi. Bunu hissediyordu. Net bir şeyler görmekten korkardı zaten. Çünkü gördüğü çıkardı. Gördüklerini hatırlamadığı için şükredip ayaklandı. Gün nasıl akşam olacak, saatler nasıl geçecek, hiç bilmiyordu.
Zaman geçsin diye evde geçiştirdiği ne kadar iş varsa yapmaya karar verdi. Evi temizledi, kıyafet dolaplarını ve buzdolabını boşaltıp sildi. Geri yerleştirdi. Kıyafetlerini havalandırdı. Saat akşamüstüne yaklaşırken, duş alıp hazırlandı. Siyah bir gömlek, siyah kumaş pantolon ve ceket giydi. Saçlarını topuz yapıp sıkıca bağladı. Makyajını yaparken gömleğinin iliklemediği düğmesinin arasından görünen nazar boncuğuna gözü ilişti. Parmak uçlarıyla sevdi kolyeyi.
“Küssün bana, biliyorum ama… Kolyen bana şans getirsin, Binbaşı,” diye fısıldadı. Hazırlığını tamamlayıp evinden çıktı. Apartmanın önünde kendisini bekleyen araca geçtiğinde, yanında oturan Demir planlarını yeniden anlattı. Onu rahatlatmak istermiş gibi gidecekleri mekânda garson, komi ya da güvenlik kılığında birçok istihbaratçının olduğunu söyledi. Ancak Nazenin düşündüğünden daha rahattı.
Bu toplantıda kendisine hiçbir şey yapmayacaklarını biliyordu. En azından şimdilik hiçbir şey yapmayacaklardı. Bu görüşme aslında bir uzlaşma amacı taşıyordu. Onlar istediği izni alırlarsa şu an için canına zarar gelmeyecekti. Nazenin, köprüyü geçene kadar eyvallah edecekleri herhangi biriydi. Ancak sonrasında Zait yine intikamının peşine düşecekti. Bundan kimsenin şüphesi yoktu.
Yemeğin düzenleneceği mekâna geldiğinde aracından usulca indi. Etraf sakindi ancak bir yerlerde kendisini izleyen asker ve polislerin olduğunu biliyordu. Babası, abisi ve Cihan Bey de bu izleyiciler arasındaydı. Onların ne kadar gergin, ne kadar endişe dolu olduğunu düşünmemeye çalışıp ilerledi ve içeri girdi. Kendisini karşılayan görevliye başıyla selam verip onun yönlendirmesiyle yürümeye devam etti. Genişçe bir salona girdiklerinde sadece yuvarlak bir masanın etrafı doluydu. Bir masayı çevreleyen insanlar dışında içeride hiç kimse yoktu. Salona girmesiyle ayaklanan Belediye Başkanı’na, üç erkeğe ve bir kadına bakarak ilerlemeye devam etti.
“İyi akşamlar,” deyip hepsiyle el sıkıştı. Sonra sakin hareketlerle yerine oturup arkasına yaslandı. Yeni tanıştığı dört kişiyi incelemeye başladı.
Bu sırada Başkan hevesle söze girip, “Bu beyefendi, Atlantik Kimya’nın Müdürü Yalçın Bey,” dedi. Nazenin, Başkan’ın işaret ettiği adama bakıp başını hafifçe salladı. “Bu hanımefendi, Kimya Mühendisi Pelin Hanım.” Nazenin’in gözleri epey alımlı görünen, kendisi yaşlarındaki kadına döndü ve ona da başıyla selam verdi. Başkan diğer iki kişiyi de tanıtıp şirketin finans müdürü ve müdür yardımcısı olduklarını söylediğinde, Nazenin onlarla da selamlaştı. Sonra usulca arkasına yaslanıp hepsine yeniden tek tek baktı.
“Ben de Akdağ Valisi Nazenin Tuna. Tanışma faslı bittiyse şu meşhur projenizi duymak istiyorum.”
Başkan telaşlı bir gülüşle, “Önce yemeklerimizi sipariş etseydik,” deyince bu kez ona döndü.
Sert ve itiraz kabul etmeyen bir ifadeyle adamın gözlerine baktı. Ardından da hepsinin net olarak duyacağı şekilde, “Ben tokum, Başkan,” dedi. “Siz açsanız buyurun, yiyin. Yiyebiliyorsanız tabii.”
Sözleriyle masa buz kesmişti sanki. Daha asıl konuşma başlamadan anlatacaklarınıza tokum, diyordu Nazenin. Ben tokum anlatacaklarınıza. Sadece formaliteden geldim, diye net olarak mesaj vermişti. Masada kendisi dışındaki beş kişi de şüpheyle birbirine bakarken Nazenin içten içe keyifle onları izledi.
“Müdür Bey, şu meşhur projenizi bir de sizden dinleyeyim,” dediğinde Müdür usulca silkelenip toparlandı.
“Bu topraklarda yetişen bir çiçek var. Dünya geneline baktığımızda bu çiçeğin yüzde sekseni burada yetişiyor. Sarp arazilerde insan eli değmeden, kendiliğinden oluşuyor. Biz de bu çiçekleri toplayıp oda kokusu, parfüm gibi esanslar üretmek istiyoruz. Fabrika kurup vakti geldiğinde çiçeklerin hasatını yapmak istiyoruz. Böylece hem şehri ekonomik olarak kalkındırmayı hem de vatandaşlara iş imkânı sunmayı hedefliyoruz.”
“Hedeflediğiniz bu kalkınmayla ilgili raporları görebilir miyim?” demesiyle diğer iki adam söze girdi ve Nazenin’e bir dosya uzattılar. Dosyayı inceleyen Vali Hanım, gördüğü tahmini verilerden açıkçası epey etkilenmişti.
Bu esnada birkaç soru daha sordu. Özellikle hammadde olarak kullanılacak çiçeği araştırdığını, kendisinin de bilgi sahibi olduğunu belirten tarzda sorulardı. Karşısındaki kişiler soruların bilgisizce değil de konuya hâkim olarak soruluyor olmasına şaşırmıştı. Vali Hanım’ın zeki ve dişli biri olduğunu da böylece daha net anlamış oldular.
Aslında fikir güzeldi. Çok güzeldi ama fikri sunanların asıl amacının şehri kalkındırmak, iş kolu oluşturmak falan olmadığını biliyordu. O fabrikanın içinde, kurulacak depolarda neler döneceğini tahmin ediyordu. En azından ufak bir kısmını tahmin edebiliyordu.
Oturduğu yerde kıpırdanıp dikkatle Müdür’e baktı. “Fikir güzel ama…” dediğinde masadaki herkes nefesini tutmuştu.
“Ama?” diye soran Başkan’ın gergin sesini duyarak gülümsedi.
“Ama bu fikri hayata geçirmek için doğru şirket misiniz? İşte bundan emin değilim,” deyip ayaklandı. “Hazırladığınız sunum belgelerini inceleyeceğim ve düşüneceğim.” Masadaki belgeleri eline aldı. Ardından arkasını dönüp yürümeye başladı. “Afiyet olsun,” deyip, imalı bir gülüş takınarak salondan çıktı. Kapının önünde bekleyen aracına bindiğinde, Levent kulağındaki telefonu Nazenin’e uzatmıştı.
“Seyfettin Paşa, Kutluhan Albay ve Cihan Başkan hatta, Sayın Vali’m.”
Nazenin başını hafifçe sallayıp telefonu eline aldı ve kulağına dayadı. “Sizi dinliyorum,” dedi. Kısa bir süre sonra babasının sesini duymuştu.
“Düşüneceğim demenden hoşlanmayacaklar. Huzursuz olacaklar.”
“Ben de bunu istiyorum, Paşa’m. Huzursuz olsunlar, rahatsız olsunlar ve bana yapmayı düşündükleri şeyi daha iyi planlasınlar istiyorum. Hedeflerini şaşırıp da benden başkasına namlularını çevirmesinler. Madem istedikleri benim, öyle kalayım.”
Babasının derin bir soluk aldığını duydu bu kez.
“Ateşle oynuyorsun, Nazenin.”
“Oyuncaklarımla oynama yaşını çoktan geçtim, Paşa’m. Şimdi biraz da ateşle oynayayım,” deyip telefonu kapadı ve Levent’e uzattı. Tek kelime bile etmeden evine girdiğinde yorgun, uykusuz ve gergin hissediyordu. Salondaki koltuğa yığılır gibi oturduğunda, duvarlarında kapatılan ama hâlâ belli olan mermi izlerine baktı. O şerefsizler buraya bile girmeyi başarmıştı. Korunaklı sınırları bile aşmışlardı. Kendisine gözdağı vermek sözkonusu olduğunda sınır falan kalmıyordu. Hain eller her yere uzanıyor, canını yakmayı başarıyordu. Fiziksel değil ama ruhsal olarak başarıyordu.
Ne kadar süre orada oturup duvarlara baktı, bilmiyordu ancak sonunda ayakları üstünde doğrulmayı başardığında odasına ilerledi. Üstünü değiştirip yatağına yattı.
Nazenin cephesinde durumlar böyleyken Metehan cephesinde ise derin bir sessizlik hâkimdi. Yemeği uzaktan izlemiş, Nazenin’e kesinlikle görünmemişti bile. Ancak bunu yapmanın ne kadar zor olduğunu bir de ondan dinlemek gerekirdi. Endişeyle, diken üstünde geçirdiği saatlerin yorgunluğuyla evinin kapısına vardığında saatine baktı. Saat gece yarısını geçmişti. Cebinden çıkardığı anahtarı kapıya yerleştirip, çevirmişti ki duyduğu çığlıkla donup kaldı. Anahtarı tutan eli, kilide odaklı gözleri, ciğerlerine oksijen taşıyan soluğu dondu. Tedirginlikle başını çevirip, omzunun üstünden Nazenin’in kapısına bakarken aynı çığlığı ve söylediği kelimeyi duydu.
“Mete!”
İşte, duyduğu kelime buydu. Duyduğu ses ise sevdasını nakış nakış gönlüne işleyen kadına aitti.
“Adımı mı sayıklıyor?” diye kendi kendine mırıldandığı sırada, “İki aydır,” diyen başka bir sesi duyarak irkildi ve merdivenlere baktı. Figen, üstünde kırışmış olan üniformasıyla nöbetten dönüyordu belli ki. Yoksa gecenin bu vaktinde apartmanın içinde ne işi olurdu.
“Nasıl? İki aydır, derken ne demek istiyorsun?”
Figen omuzlarını usulca silkip iç çekti ve Nazenin’in kapısının yakınındaki basamağa oturdu. Yanını işaret edip, “Otur, abi,” dediğinde Metehan yavaşça gösterdiği yere oturmuştu. “Nazenin abla biraz rahatsızlanmış. Mesai bittiği gibi eve gelip yattı.”
Kadına endişeyle bakan Metehan, yine aynı endişeyle, “Hasta mı oldu?” diye sordu.
Figen cevap olarak başını usulca salladı. “Tansiyonu yükselmiş, bu da migrenini tetiklemiş. Beni aradı ve valilikten ayrılıp hemen eve geldi. Doktor Bey’le gelip kendisini muayene ettik, ardından da serum taktık,” deyince Metehan sıkıntıyla yüzünü ovuşturdu. Bu sırada içeriden yükselen bağırış bir kez daha aralarına girdi. Metehan ayaklanıp, kapıya gitmek isterken, Figen onu kolundan yakalayıp yeniden yanına oturttu. “Sen görevden yeni döndün ve döndüğünden beri de geceleri evde kalmadın. O yüzden daha önce duymamış olabilirsin ama Nazenin abla ne zaman uyusa senin adını sayıklayarak çığlık çığlığa uyanıyor.”
Figen’in sözleri bittiği anda içeriden kopan uzun ve yüksek sesli feryadı duyarak irkildi. Gözlerindeki korkuyu gizleyemeyip, kapıya bakarken bedeni kaskatı kesilmişti.
“Sanırım uyandı,” diyen Figen üzgün bir ifadeyle ona bakıp omzuna dokundu ve onu kendine getirmeye çalıştı. “Biz bu bağırışları her gece ya da her sabaha karşı duyuyoruz. Bazen nöbetten dönerken kapıda, bazen de yatak odasında uyursa yatak odamızda duyuyoruz.”
Metehan şok olmuş vaziyette Figen’e bakıyor ama konuşmak için açtığı ağzı her seferinde donup kalıyordu.
“Uygur bana hiçbir şey söylemedi.”
Figen usulca ve imalı bir şekilde gülüp, “O inatçı kadın bunu sana söyletir miydi abi?” dediğinde, Metehan bir kez daha sarsıldı.
“Metehan’a söylemeyin, diye tembihledi mi?”
“Tam olarak öyle demedi. Biz bunu ilk duyduğumuzda daha göreve gitmemiştiniz ama sen eve gelmiyordun. Koşa koşa aşağı inip Nazenin ablanın kapısına dayandık. Bir şey oldu diye korktuk. Kapıyı açtı. Ağlıyordu. Sadece susmamızı söyledi. Sonra siz göreve gittiniz,” derken kapısının dibinde oturdukları evden gelen ayak seslerini duyup susan Figen, gözleriyle Metehan’ın evini işaret etti. Usulca ayaklanıp eve girdiler. Figen sakince mutfağa ilerleyip ışığı açtı ve doğruca kahve makinesine yöneldi. “Kahve?”
Metehan afallamıştı. Ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Sadece başını sallamakla yetinip sandalyeye oturdu. Figen ise sakin sakin kahveleri yapmaya başladı. Bir yandan da anlatmaya devam etti.
“Migren atakları sıklaştı. Neredeyse günaşırı serum takıyorum. İlaçlar artık fayda etmiyor diyebilirim. Vücudunda strese ve üzüntüye bağlı yaralar belirmiş. Dermatoloji uzmanı doktorumuz merhem verdi ancak onlar da bu yaralara pek fayda etmedi. Çünkü stres oranı düşmüyor, aksine artıyor. Tansiyonu aniden yükseliyor. Ardından da burun kanaması başlıyor. Hipertansiyon ihtimali üstünde duruluyor. Doktorlar Nazenin ablayı dikkatle gözlemlemeye devam ediyor. Her gün belli aralıklarla tansiyonunu ölçüp not alıyor. Çizelge oluşturuyor anlayacağın. Verdiği kilolar aşikâr zaten. Ondan hiç bahsetmeyeceğim.” Kahve fincanını Metehan’a vermek için döndü. Sandalyede çökmüş gibi oturan adama bakarken içi acısa da sözlerine devam etti. Tam da gözlerinin içine bakarak yaptı bunu. “Onun gözlerine baktın mı abi? Gözlerindeki kızarıklıkları gördün mü?” Metehan başını sağa sola salladı. Figen’in güler gibi olan yüzünün aksine gözleri soğuk bakıyordu. “Göremezsin zaten. Bakmadığın için göremezsin, bu bir. Göz damlası kullanarak gözlerindeki kızarıklığı gizlemeye çalışıyor, bu da iki.”
Metehan acıyla kasılan yüzünü ovuşturup, sıkıntıyla solurken, “Ne derdi var bu kızın?” diye söylenip duruyor ve olduğu yerde hafif hafif sallanıyordu. Az evvel duyduğu o çığlık, yüreğini paramparça etmişti sanki. Tarifsiz bir sızı yüreğinin tam ortasına yerleşmiş, nefesini kesiyor, canını acıtıyordu.
“Ben derdini bilemem, abi ama iyi olmadığını biliyorum. Adını sayıklamasından ve çığlıklarından yola çıkarsam da…” Durup soluklanan Figen, Metehan’ın hafifçe titreyen elini tutup sıktı. “İçgüdülerim diyor ki… Korkuyor, abi. Seni kaybetmekten çok korkuyor.”
Figen’in bu sözlerine sessizce başını sallayarak, cevap vermekle yetinirken alamadığı soluklardan ciğerlerinin acıdığını hissediyordu.
Figen haklıydı. Nazenin, onu kaybetmekten korkuyordu. Ama Albay da haklıydı. Nazenin, başına bir şey gelir de kendisini ardında yarım bırakır diye de korkuyordu. Korkularının hangisinin daha ağır bastığını ve onu kendinden kopardığını bilmiyordu. Fakat bu iki korkunun arasında sıkışmış ve kaçış yolunu sevdanın uçurumundan atlamakta bulmuştu. Artık bunu biliyordu. Bundan emindi.
Yaşayamadıkları, yazdığı o mektup, hali ve tavrı… Her şey bu düşüncelerini destekliyordu. Başını ellerinin arasına alıp, şakaklarını sıkarken, “Ah be kızım… Ah be Nazenin…” diyordu. Öylece durup ne kadar süre o çığlık seslerini, o gün kendisine kederle ama dimdik durarak git, deyişini düşündü, bilmiyordu. Farkında olduğu tek şey kulaklarında çınlayan çığlık sesleriydi. Sanki o ses, onun acı dolu sesi, Mete, deyişi kulağının içine kazınmıştı. Silip atamıyor, yok sayamıyor, nefes almaya devam edemiyordu.
Elleriyle boğazına sarılıp telaşla yakasını çekiştirdi. Peş peşe nefes almaya çalıştı ama başaramadı. Üstündeki gömleğin birkaç düğmesini açıp yeniden soluklanmak istedi. Yine olmadı. Bir an için boş gözlerle çevresine bakıp Figen’i aradı ama bulamadı. Kim bilir ne zamandır bu halde tek başına oturuyordu. Kim bilir Figen ne zaman gitmişti.
Masaya tutunup zar zor ayaklandı ve sağa sola yalpalayıp, yakasını çekiştirmeye devam ederek yatak odasına girdi. Üstündekileri çıkarıp duşa girmeye niyetlenmişti ki günlerdir doğru düzgün uğramadığı odasına göz attı. Gözlerinin önüne Nazenin’le yaşadıkları o anlar gelip oturmuştu sanki. Dolu dolu gözlerle odaya bakmayı sürdürürken, “Ben yokken bu odaya girdiğinde, sen de aynı anları düşündün mü Naz?” diye fısıldadı. “O yüzden mi ağladın o kadar? O yüzden mi gözlerin kan çanağı gibiydi, güzel gözlü kadın?”
Olduğu yere çöküp kendine doğru çektiği dizlerine alnını dayadığında, yatak odasının diğer tarafından, Nazenin’in yatak odasından yükselen ağlama sesini duydu. Onu görmemek için, anılarını hatırlamamak için bu eve adım atmadığı kaç gün, kaç gece ağlamıştı Nazenin? Onun yokluğunda bu oda mı dinlemişti ağlayışının sesini?
Bu düşüncelerle kahrolup, resmen acı içinde inlerken, elini yumruk yapıp dudaklarına dayadı. Dayadı ki sesi duvarı aşıp sevdiği kadına gitmesin. Bir kez daha kahrolmasın nazlı yüreği diye içine içine sessizce ağladı. Bir süre sonra Nazenin’in sesi kesilince başını kaldırdı. Bir anda ayaklanıp üstündeki kıyafetleri hızla çıkardı ve üniformasını giyerek evden çıktı.
2 Gün Sonra…
Ankara manzarasını gören bir camın önündeki masada oturmuş, öylece etrafı izleyen Nazenin, bugün bazı yetkililerle yaptığı görüşmeleri düşünüyordu. Tarım projeleri hâlâ incelemedeydi ama aldığı duyumlara göre projeye olumlu bakılıyordu. Eğer bu proje onaylanırsa Nazenin Atlantik Kimya’nın teklifini hemen reddedecekti.
Sonuçta bu proje kalkınmalarını sağlayacak en büyük etken olacak ve başka hiçbir iş teklifine gerek kalmayacaktı.
“Nazenin, ne konuştun be! Kafamız şişti, kızım. Azıcık sus,” diyerek kendisini dürten Birce’ye dönüp dalgın dalgın baktığında, Birce isyan edercesine bir soluk koyvermişti. “Yok bunun konuşacağı falan. Hadi kalkın, bize gidiyoruz.” Komutuyla itirazsız ayaklanan Nazenin ve Sinem’i peşine takarak evinin yolunu tuttu. Yarım saat sonra evin kapısını açıp içeri giren Birce, “Hayatım, biz geldik,” deyip, içeri seslenirken Andaç kulağında telefonla salondan koridora doğru gelmişti.
“Ooo, Sinem Savcı’m, hoş gel- Anaaa, Nazenin. Senin burada ne işin var?”
Abisinin şaşkınlığına gülen Nazenin, içeri girip kapıyı kapadı. “Ee, gideyim ben o zaman,” diyordu ki kendini abisinin kolları arasında buldu.
“Hiçbir yere gitmek yok. Hoş geldin, abisinin gülü!” diye bağırarak, ortalığı birbirine katarken durdu ve bir adım geri çekildi. Telefonda konuştuğu kişiye, “Bilmiyorum ki birader, dur, sorayım,” dediği anda kiminle konuştuğunu hepsi anlamıştı. Birce ve Sinem kıs kıs gülerken, Andaç onlara aldırmayıp, kardeşinin gözlerine bakarak konuşmayı sürdürdü. “Neden geldin, kız? Can kardeşim soruyor.”
“Çok merak ediyorsa arayıp kendisi sorsun!”
Nazenin’in yüksek sesli ve gayet imalı bir tınıyla verdiği cevabı duyan Andaç, önce yüzünü ekşitip, “Ooo!” dedi. Ardından da soluk almadan, “Kadın tribi, nerede görsem tanırım,” diye yapıştırdı lafı.
Nazenin abisini iteleyip, kolları arasından kurtulmayı başarırken bir yandan da koluna peş peşe vurdu. “Sen benim abimsin,” dedi. “Benim tarafımda olmalısın. Kendine gel!”
Andaç kızaran kolunu ondan kurtarmaya çalışıp bir taraftan, “Ben tarafsız bölgeyim!” diye yakındı. Bir an durup, telefona bakarken, “Tarafımı mı seçeyim?” diye sordu. Nazenin ise resmen Andaç’ın üstüne atlayarak telefonu aldı.
“Bana bak, yarma herif, abimi bu işe karıştırırsan seni Diyarbakır karpuzu gibi orta yerinden yararım. Hem de asfalt üstünde. Ayrıca abimi bu işe karıştırmayacağımız konusunda birbirimize söz vermiştik. Sözünü tut, delirtme beni.”
Nazenin’in soluksuz bağırışları esnasında sarf ettiği sözleri bir köşeye sinip dinleyen üçlü, resmen şok olmuştu. Ağızları şaşkınlıkla açılmış, gözleri ise ağzının ayarı essahtan kaçan kıza kilitlenmişti.
“Bana bak, yerelması, biraz daha böyle dikine dikine konuşursan seni memleketin Bursa’nın kestanesi gibi çizerim. Sen de beni delirtme, Naz.”
Tıpkı Nazenin gibi bağırarak karşılık veren Metehan’ın sözleriyle Andaç daha fazla dayanamayıp, “Anaa, manyak la bunlar,” dediğinde Birce ve Sinem hızla başlarını salladı. Onlar şoktan şoka girerken yüzündeki sinirli ifadenin yerini şapşal bir ifade alan Nazenin ise parmak uçlarında ileri geri salınıp resmen kıkırdadı.
“Sen bana ne dedin?”
“Ne dedim?”
“Ben de onu soruyorum işte, Meteciğim. Ne dedin?” diye sırıtan kardeşine alık alık bakan Andaç gözlerini peş peşe kırpıştırdı. Doğru mu görüyordu? Kardeşinin içinden gayet de normal bir kadın mı çıkmıştı? Kur yapan, cilve yapan, göz süzen…
“Hayda! Ulan, ne ara cilveleşme moduna geçtiniz? Vay amın- Amanın!” Son anda ağzını toplamayı başarıp karısına ve Sinem’e mahcup bir gülüş gönderdi. “Ben de bizi anormal sanırdım, karıcığım. Bunları görünce anladım ki biz çok normal bir çiftiz.” Yine durdu ve Metehan’ın sesini dinleyerek ne dediğini anlamaya çalıştı.
“Yerelması dedim. Bursa kestanesi gibi çizerim seni dedim.”
“Başka?”
Metehan’ın aldığı derin soluğun sesini duyan Nazenin yine gülecek olmuştu ki Andaç bir anda telefona doğru atıldı.
“Laaan! Benim telefonumdan cilveleşmek nedir? Lan, ben senin abinim. Kendine gel, Nazo. Ayrıca sana da bir başlarım, Metehan. Ağzınıza tükürürüm sizin. Defolun gidin, kendi telefonlarınızdan konuşun. Evli adam telefonu bu ya. Karımdan başkasına bu telefonda cilve yapılamaz. İşte o kadar. Karım da karım.” Telefonun ekranını silmek için tişörtünü kullanırken ekrana midesi bulanmış bir yüzle bakıyor ve hâlâ söyleniyordu. “Evlilik cüzdanı eksik, yeni yetmeler sizi. Telefonumun da ırzına sarkıntılık ettiniz resmen, yazıklar olsun,” derken telefonu Metehan’ın yüzüne kapadı. Sinem ve Birce kahkahalarla gülmeye başladığında Nazenin abisine ters ters bakıyordu. “Ne? Ne bakıyorsun öyle? Abinim ben senin. Tamam, sevgili olun, dedim de yanımda bu kadar rahat olun, demedim.”
“İyi bok yedin. Adam neredeyse üç ay sonra bana Naz, dedi. Sen de geldin, içine ettin. Aferin!”
Andaç kardeşine mahcup bir ifadeyle bakarken, “Siz hâlâ küs müsünüz ki? Küs haliniz mi bu?” diye sorup anlamaya çalıştı.
“Ayy, abi! Ruhumu daralttın sorularınla. Ayrıca sen küs olduğumuzu nereden biliyorsun?”
Andaç safa yatmaya niyetlendiği sırada ensesinde solunan nefesi hissederek irkildi. Nazenin tam arkasında yerini alırken önüne Birce, sol yanına ise Sinem geçmişti.
“Ama siz beni sıkıştırıyorsunuz. Ama bu çok ayıp. Ayrıca hiç adil değil.”
Kızlar aynı anda, “Binbaşı!” deyince resmen yerinden sıçradı. Elindeki telefonu havaya kaldırdı.
“Binbaşı kapadı ya. Aradığınız Binbaşı’ya şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar denemeyiniz.” Kızlardan kaçamayacağını anlayıp omuzlarını düşürdü, suratını astı. Ardında duran kardeşine dönüp gözlerine üzüntüyle baktı. “Görevdeyken, aranızda geçen konuşmadan ve olanlardan bahsetti Metehan. Ama senin neden böyle bir karar aldığına, ona sebep göstermeden neden git, dediğine akıl erdiremedim.”
Kızlar duydukları sözlerle Nazenin’e dönüp aynı anda yaygarayı bastı.
“Metehan’a gitmesini mi söyledin? Sen mi ayrıldın? Bunu nasıl söylemezsin?”
Nazenin bir anda yaşlarla dolan gözlerini kaçırmak için başını eğip, omuzlarını da hüsranla sallayınca Andaç kızları tek bir el hareketiyle susturdu. Kıyamamıştı kardeşinin bu haline. Zaten ne kız kardeşine ne de can kardeşine kıyabilirdi.
Nazenin’i kolunun altına alıp, balkona ilerlerken, saçlarına küçük bir öpücük kondurup kokladı. Kızlar ise onları yalnız bırakmak için yerlerinden bile kıpırdamamıştı. İkisi de baş başa kalıp abi kardeş konuşmaları gerektiğini anlayacak olgunluktaydı.
Balkona çıkıp sandalyelere karşılıklı oturduklarında Andaç sigara paketinden iki dal sigara çıkarıp birini Nazenin’e uzattı. Bir süre sessizce manzaraya bakıp hiç konuşmasalar da sonunda o sessizliği Andaç bozdu.
“Geçen gün Kutluhan Albay düğün için Ankara’ya geldiğinde, babamla Cihan amcayı sıkıştırdı. Ne oldu da bu çocukların arası açıldı? Bir asker olarak değil, bir baba olarak soruyorum, dedi. Öyle deyince de bizimkiler döküldü tabii. Ben de o zaman duydum her şeyi.”
Nazenin şaşkın ifadesini gizleyemeden abisine baktı.
“Kutluhan Albay Ankara’ya geldiğinde babamla ve Cihan Başkan’la mı görüştü? Sırf bunu sormak için mi yani?” deyince Andaç buruk bir tebessümle kardeşine baktı.
“Albay, ben ya da başka biri… Hiç kimse ne seni ne de Metehan’ı daha önce bu kadar mutlu görmüştü. Mutluluğunuza tanık olup, birbirinize nasıl baktığınızı görüp ardından da kahroluşunuzu izlemek, inan bana hiç kolay değil. Hele ki duyduklarımı, öğrendiklerimi bilip susmak… Can kardeşime anlatamamak…”
“Sakın!” dedi Nazenin. “Sakın, abi. Şimdi değil. Şu an değil.” Andaç bıkkınlıkla başını sallayıp, derin bir nefes alırken masaya eğildi. Nazenin’e olabildiğince yaklaştı.
“Bu yaptığın bir çözüm değil, biliyorsun, değil mi? Bu yaptığın sadece sizin ilişkinizi, aranızdaki güven bağını zedeler. Zaten bu dediklerimi de şu an yaşıyorsunuz. Aldığın karar, korktuğun hiçbir olasılığı engelleyemez. Çözüm bu değil, Nazenin. Çözüm, her şeyi dosdoğru Metehan’a anlatmak.”
Nazenin içi titreyerek nefes aldı. Arkasına yaslanıp bakışlarını manzaraya çevirdi.
“Sence bunu sakinlikle karşılayıp, daha da paranoya yapmadan devam edebilir mi?”
Andaç bu soruya sesli olarak gülüp başını salladı.
“Bu adam, senin her an öldürülebilme ihtimalinle yüz yüze ve bununla baş ediyor. Sendeki o bilgiyle mi baş edemeyecek? O bilgiyi duyunca ne olacak, biliyor musun?”
“Ne olacak?”
“Kıyameti koparacak. Sen bunun için mi bana git, dedin, bunun için mi vazgeçtin benden, diyecek. Ve çok haklı olduğunu söylemek zorundayım.” Yavaşça yerinden kalkan Andaç, kardeşinin arkasına geçip eğildi ve saçlarını öperken, “Yanlış yoldasın, Vali Hanım. Dön o yoldan,” dedi fısıltıyla. Bu sözlerle gözünden düşen yaşı görmedi ama titreyerek iç çektiğini hissetti.
“Ben döndüm de… Onun pek döneceği yok gibi.”
Andaç, Nazenin’in saçlarına doğru kıs kıs güldü. “Hiç gitmemiş ki dönsün,” dedi. “Bunu göremeyecek kadar kör müsün Nazo?”
Nazenin başını çevirip, hafifçe kaldırarak abisine baktı. Sözlerini anlamaya çalışıyor ama başaramıyordu. “Nasıl yani? Ne demek istiyorsun?” dedi.
“Metehan senin peşinden çok koştu. Biraz da sen koş bakalım, Nazenin Hanım.” Ağzı bir karış açılan kardeşine kahkahalarla gülerken yüzünü sıkıca tutmuş, resmen hamur gibi yoğuruyordu. “İlişkiler karşılıklı özveri ve fedakârlıklarla kurulur. Şimdi o sivri dilini tutarak fedakârlık yapması gereken de gönül alması gereken de sensin. Sana methiyeler düzen bir adamın kalbini nasıl kırarsın ya? Vallahi pes!”
“Sen nereden biliyorsun?” diye yaygarayı basan Nazenin kıpkırmızı kesilince Andaç yeniden güldü.
“Metehan’ın yanında daima bir not defteri vardır. Ama hayatına sen girene kadar o defteri bu kadar sık kullandığını görmemiştik. Yani anlaması zor değil.” Balkondan çıkmaya hazırlanırken, yine durup omzunun üstünden kardeşine baktı. “Ayrıca bu saçma fikrine Seyfettin Paşa’yla Cihan Başkan’ı nasıl ikna ettiğini anlamış değilim. Ne kadar çok konuştuysan akıllı adamların bile akıllarına kramp girmesine ve doğru düşünememelerine sebep olmuş olmalısın.”
Abisinin ardından boş gözlerle bakıp kalsa da kafası çalışmaya başlamıştı. Kendi kendine sırıttı.
“Demek söylediğim onca şeyi kulak ardı edişinin sebebi bu. Seni kovalamamı istiyorsun. Olur. Bana uyar.”
***
Akdağ
Telefonun yüzüne kapanmasıyla öylece kalan Metehan, Andaç’ın bağırışlarını hatırlayıp gülmeye başlamıştı ama bir yandan da Nazenin’in sorduğu soruyu düşünüyordu.
Sen bana ne dedin?
Ne demişti de bu soruyu sorarken sesi pamuk şeker kıvamına gelmiş hatta cilveli bir hal almıştı, anlamıyordu. Sinirle kurduğu cümleleri tekrar tekrar aklından geçirip sonunda cevabı buldu.
“Naz…” diye fısıldadıktan sonra kahkahayı bastı. Kendi kendine gülüp epey keyiflense de o gece duyduğu çığlıkları hatırladıkça içi parçalanıyordu. O gecenin sabahı kapısına dayanarak, onu sarıp sarmalamayı ne çok istemişti aslında ama eve geldiğinde Nazenin’in çoktan Ankara’ya gittiğini öğrenmişti.
Günlerdir düşündüğü o çığlık sesleri aklının içinde dolandıkça beyni zonkluyordu sanki. Gözlerini kapatıp başını ellerinin arasına aldı ve var gücüyle sıktı. Birkaç saniye öyle durdu. Gözlerini araladığında ise salonun kapısına takıldı gözleri. Sanki o an Nazenin salınarak o kapıdan giriverecek gibi hissederken keskin ve derin bir soluk aldı. Zihni tam da o hafta sonuna gitmeye meyledince bu kez kendisine engel olmadı.
Yaklaşık İki Ay Önce – Cumartesi Günü
Telefonda durmadan konuşan kız kardeşini her zamanki gibi sabırla ama bu sefer göz devirmeden hatta gülerek dinleyen Metehan, tam Elif’in sorduğu bir soruya cevap vermek için ağzını açmıştı ki kapıdan giren güzelliği görerek öylece kaldı.
Huri miydi bu kadın? Ya da gönlünün durmadan hoplamasını sağlayan, ritmini bozan bir afet miydi?
Zorla yutkunup, boğazını temizlerken, kardeşinin carlayan sesini duyarak kendine geldi. Ama hâlâ adım adım yanına yaklaşan kadından gözünü ayırmıyor hatta gözünü bile kırpmıyordu.
“Haklısın, güzelim. Çok haklısın,” diye mırıldanırken en yakıcı bakışlarıyla baştan aşağı Nazenin’i süzüyordu.
Üstünde siyah gömlek vardı. Kendi gömleği… Gömleğin düğmelerinden yalnızca birkaçı ilikliydi ki zaten onlar da göğüs oluğunun altından başlıyordu. Bu yüzden gözlerinin önüne şahane bir manzara sunuyor, nefesini kesiyordu.
Gözleri aşağı doğru indikçe nefes alışı hızlanmaya başlamıştı. Çünkü gömlek poposunun altına kadar uzanıyordu. Hepsi bu! Attığı her adımda oynaşan kalçalarına, bacaklarına ve küçük ayaklarına bakarken oturduğu yerde kıvranmamak için dişlerini sıktı.
Önünden süzülerek, geçip yanına oturacağını zannettiği kadına tutkuyla, şehvetle ve doymak bilmeyen bir açlıkla bakıyordu ki hiç tahmin etmediği bir şey oldu.
Nazenin usulca omuzlarını kavrayıp bedenini geriye itti ve kucağına doğru yaklaştı. Bacaklarını açarak, dizlerini koltuğun yumuşak kumaşıyla buluşturup bir süre durdu ve adamın gözlerine tepeden tepeden bakarken usulca kucağına oturdu.
Metehan gözlerini yavaşça ve kayarak kapatırken altdudağını dişliyordu. Bir an için durup anın keyfini çıkardı. Bu esnada Elif hâlâ bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Ama ne anlattığının farkındaydı ne de farkında olmayışı umurundaydı. Nazenin’in kulağına yaklaşıp, dudaklarını değdirmeye başlarken, “Bana bunu yapmaktan zevk alıyorsun, değil mi?” diye fısıldadı. Sorusuna kıs kıs gülen Nazenin de onun kulağına sokulmuştu.
“Zevk almasam kucağında işim ne, komutan?” demesiyle Metehan’ın telefonu kapaması ve kadının dudaklarına kapanması bir olmuştu.
***
Ankara’dan dönen Nazenin, kurs merkezinin açılışı için son hazırlıkları kontrol etmiş, sonrasında soluğu evinde almıştı. Metehan’la yaptıkları o telefon görüşmesinden bu yana değişen bir şeyler olup olmadığını, onun kendisine olan tutumunu merak ediyor, görmek istiyordu.
Ancak Metehan’ın kapısında ayakkabı falan yoktu. Evden ses de gelmiyordu. Belki nöbetçidir diye düşünerek evinden içeri giren Nazenin, birkaç saat daha evi gözlemişti. Ama yine ses soluk duymamış, onu görmemişti.
Saatler gece yarısını geçti. Yatağına uzanıp, huzursuzca sağından soluna dönerken duraksadı. Metehan neredeydi? Onu Başkan ve konuklarıyla yemek yediği akşamdan sonra hiç görmemişti. Ankara’ya giderken de dönerken de görmemesi ilginçti. Çünkü yokluğunu ilginç kılan şey, aylardır beklenen bu yemeğin gerçekleşmesinin ardından ortalıktan kaybolmasıydı.
Oysa Metehan ne yapıp eder, yanından ayrılmaz, uzak yakın demez, gözlerini üstünden ayırmazdı. Fark ettiği bu gerçeklikle ürperip, doğrulurken bir yandan da telefonunu eline almış ve saate bile bakmadan Albay’ı aramıştı.
“Vali Ha-”
“Metehan nerede, Albay?” Kutluhan Albay’ın sözünü kesip bu soruyu sorduğunda, aralarında derin bir sessizlik oluşmuştu. “Albay?”
“Bir görev için şehir dışında, Sayın Vali’m.”
İrkilip nice soru sormak istese de hiçbir sorusuna yanıt alamayacağını biliyordu. Sıkıntıyla soluyup, “İyi geceler,” dedikten sonra telefonu kapadı. Ancak o gecenin ardındaki günler ızdırap gibi geçti. Yemek yemekte, uyumakta, dinlenmekte, aklını toplamakta zorlanıyordu. Metehan’ın nerede olduğunu düşünmek dışında hiçbir şey yapamıyordu. Tedirginliğini arttıran asıl şeylerden biri de Pençe Timi’nin burada oluşuydu. Tim buradaydı ancak komutanları kayıplara karışmıştı.
Nazenin onu beklemeye başlayalı bir hafta olduğunu idrak ederek, saçını başını yolma seviyesine yaklaşırken, derin birkaç soluk alıp yine yatağına uzandı. Günlerin yorgunluğuyla uyumak üzereydi. Ancak evinin kapısı çalmaya başladı. Gözü makyaj masasında duran saate ilişti. Saat ikiyi geçmişti. Bu saatte kim gelmiş olabilirdi ki?
Aklı Metehan, diye fısıldarken yüzünde biraz hüzünlü bir tebessüm oluştu. Yerinden kalkıp hızla kapıya koştu. Dürbünden baktığında ise gördüğü kişiyle yüzündeki o yarım yamalak tebessüm donup kaldı. Tedirginlikle kapıyı araladığında elleri buz gibi olmaya başlamıştı.
Dürbünden sadece babasını görmüştü ancak kapının sağ köşesinde abisi de duruyordu. Babasına ve abisine bakıp gece gece neden buradasınız, diye soracaktı ki gözü merdivenlere ilişti. Cihan Başkan merdivenlerin ortasında durmuş, gergin ve yorgun görünen bedenini de tırabzanlara dayamıştı. Onu görünce Nazenin’in sadece elleri değil, sanki gözleri de buz gibi oldu. Donuk bakışlarını üç adamın üzerinde gezdirdi. Sonra zar zor, “Metehan’a bir şey oldu, değil mi?” diye fısıldadı. Soruyu sorarken boğazı düğüm düğüm olmuş, gözlerine yaşlar dolmuştu. Kapının kenarını tutup, tuttuğu yeri de var gücüyle sıkarak ayakta durmaya çalışıyordu. “Ne oldu?”
Seyfettin kızının gözlerinde gördüğü korkuyla kahrolmuştu. Hele de o güzel gözlerini puslandıran yaşlar canını cayır cayır yakmıştı. Günün birinde bir askerinden haber vermek için çalacağı kapıyı kızının açacağını ve ona uğursuz bir haber getireceğini hiç düşünmemişti. Ama hayat garipti. Çok garipti. Aklına gelmeyen başına gelmişti.
Metehan’la ilgili haberi aldıklarında oğlu gözlerine bakıp haberi sen ver, baba, dediğinde itiraz edecek olmuştu ama oğlu buna müsaade etmemişti. Nazenin şu an senin kızın değil, Vali değil. Nazenin şu an Metehan’ın sevgilisi. Ona bu haberi vermesi gereken kişi de sensin.
Seyfettin kızının sevgilisi olmasına ve bu kişinin Metehan olmasına bile alışamamışken, herkes bugüne kadar kulağının üstüne yatıp, sessiz kalmışken oğlunun ağzından çıkan sözler ona garip gelmişti. Sonra kendi kendine hüzünle tebessüm ettiğini fark etti. Kızı, korumak için hayatı pahasına mücadele ettiği kızı büyümüştü de yiğit bir delikanlıya gönül vermişti.
Onun kızı… Küçük kızı, büyümüştü de kocaman bir korkuyu mu göğüsleyecekti şimdi sevdasıyla? Şaşılacak şeydi Seyfettin için bu. Çünkü Nazenin, gözünde hiç büyümemişti. Bugüne kadar… Oğlu Andaç’ın büyüdüğünü idrak ettiğinde de epey gecikmişti Seyfettin. Oğlunu elinde silah, düşman peşinde koşarken gördüğünde anlamıştı. Yoksa Andaç da o güne kadar hâlâ küçük bir oğlan çocuğu gibiydi gözünde. Korumasına muhtaç, dizlerinin dibinde dolaşıp paçasını çekiştiren bir oğlan çocuğu. Oğlu, canı.
Şimdi de hayat ona kızının büyüdüğünü gösterecekti, öyle mi? Hazır mıydı buna? Bilmiyordu. Bir evladını daha kendi kanatlarının gücüne, kendi ayaklarının üstüne bırakacak, onunla vedalaşacaktı içten içe. Ve içten içe istemiyordu bu vedayı Seyfettin. Kalsaydılar ya dizinin dibinde. Hep gölgesinde durup hiç büyümeseydiler ya.
Ancak bunun imkânsız ve bencilce olduğunu kabullenerek ayaklanmış, zorla adımlayıp kızının kapısına gelmişti. Sevdiği adamdan haber getirmişti ona. Yürek acıtan, korkutucu bir haber.
Usulca tuttu kızının elini ve gözlerine bakarken bir baba değil, bir asker olmaya çalıştı. Çok zordu böyle davranmaya çalışmak. Seyfettin hiç alışık değildi buna. Hiç yaşamamıştı ki nasıl bilsin de alışsındı.
“Nazenin…”
“Baba…” diyen korku dolu o tını vardı ya, o tını. Yüreğine alev topu gibi düşmüştü adamın.
Zorla yutkunup, “Metehan rehin düştü,” demesiyle Nazenin’in yüzü ifadesizleşti, gözleri bomboş baktı gözlerine. Rengi beyaza dönerken buz gibi elleri usulca titremeye başladı.
“Ne?” diye fısıldadı.
“Üstünü değiştirip bizimle gelmen lazım. Seninle görüşmek istiyorlar. Anlaşma için.”
Nazenin duyduklarıyla olduğu yerde irkilip üçüne de şok içinde bakmayı sürdürdü. “Benimle mi görüşmek istiyorlar?” Sorusunu sorarken aklı başına geldi. Korkuyla ve hayal kırıklığıyla Cihan’a baktı. “Cihan amca, yapmadım, de. Metehan’a dosyayı göstermedim, de. O da onların peşine düşmedi, de. Senden gittiği görevi gizlememizin sebebi bu değildi, de. Ne olur,” diye resmen feryat ederken, Cihan anlık olarak gözlerini kapatıp başını usulca salladı.
“Başkan’la yemek yediğiniz gece yanıma geldi, dosyayı gördü ve peşlerine düştü. Çünkü o görevi başarıya ulaştıracak tim ya Andaç’ın timiydi ya da Metehan’ın. Görev emrini ben vermedim, kızım.”
“Ama Pençe Timi buradaydı,” demesiyle üç adam da başlarını hafifçe sağa sola salladı.
“Birkaç saat önce hazırlanıp yola çıktılar.”
Nazenin bir süre öylece kalıp Cihan Bey’e baktı. Ve onun gözlerinde gördüğü hüzne, korkuya dayanamayıp, bir adımla yanına giderek ona sıkıca sarıldı. Cihan Bey de Nazenin’e sımsıkı sarılıp başının üstünü şefkatle öptükten sonra yüzünü kavradı ve gözlerine baktı.
“Hadi, hazırlan da bizimle gel.”
Nazenin başını sallayarak evine girdiği gibi üstünü değiştirdi. Bir kot pantolon ve tişört giyip saçlarını hızlıca topuz yaptı. Evden çıkıp kapıyı kilitledikten sonra üç adamın peşine takıldı. Askeri binaya girip soluğu harekât merkezinde aldılar. Ancak kapının önünde duran babası kısa bir an Nazenin’e bakıp, “Göreceklerine dayanabilecek misin?” diye sormadan edemedi.
Nazenin ise ne göreceğini anlayamadı önce. Dalgın bir ifadeyle babasına bakıp, “Ne göreceğim?” diye fısıltıyla sordu ama cevap bile vermesine gerek kalmadan anladı. “Metehan’ı mı gösterecekler?” Üçü de başını sallayınca soluğu tekledi. Sevdiği adamı görecekti ama ne halde göreceğini hayal bile edemiyordu. Endişe, korku yüreğinde kol gezerken zorla yutkundu. “O, yaşamak zorunda kaldıklarına dayanacak, ben de göreceklerime dayanacağım,” dedi zor da olsa ve duruşunu dikleştirip içeri girdi.
Albay ve birkaç rütbeli daha içerideydi. Hepsi pürdikkat ekrana bakarken kapının açılmasıyla gözlerini Nazenin’e çevirdi.
“Sayın Vali’m,” diyerek, yanına gelip elini sıkan Albay’dan sonra diğer rütbelilerle de el sıkıştı. Ancak gözleri karşısında duran kocaman ekranda ve ekranda gördüğü adamdaydı. Oldukça karanlık bir yerde, elleri ayakları bağlı şekilde bir sandalyede oturan Metehan’ın başı önüne düşmüştü. Nazenin gördüğü manzarayla soluğunun kesildiğini hissediyordu. Kalbinde dinmeyen bir sızı vardı. Ona bir şey olacak korkusundan öyle çok gerilmişti ki kasları ağrıyordu sanki.
“Baygın mı?” diye sorduğunda Albay da ekrana baktı. Yüzünü ifadesiz tutmaya çalışıyordu ancak yine de öfkesi, korkusu kendini belli ediyordu.
“Hayır, kendinde. Şu ana kadar pek bir şey yapmadılar. Rehin alıp sizinle görüşmek istediklerini söylediler.”
“Benimle kim, ne görüşecek? Nasıl oldu da rehin düştü? Timin geri kalanı neden onunla değildi, Albay?”
Albay masa başında oturan bir askere dönüp başını salladı ve asker de aynı karşılığı verip önündeki mikrofona, “Vali Hanım burada ve sizi dinliyor,” dedi.
Birkaç saniye sonra askerin söylediği sözler Metehan’ın bulunduğu yerde yankılanarak kendilerine geri gelmişti. Bu sırada Metehan başını kaldırıp kendisini çeken kameraya baktı ve tebessüm etti. Nazenin bu tebessümü görünce gözleri dolmuştu.
“Ağlama!” diyen yorgun ama gür sesini duyunca olduğu yerde irkildi. Nasıl da biliyordu gözlerinin dolduğunu, nasıl da biliyordu ağlamak üzere olduğunu. “Sakın ağlama,” diye tekrarladığında sanki o da kendisini görüyor gibi başını usulca salladı. Bu sırada bir hareketlilik oldu ve kameranın görüş açısına yüzü maskeli adamlar girdi. Bir dakika sonra da tanıdık bir ses duyuldu.
“Hâlâ seviyorsun. Senden ayrıldığı halde hem de.”
İrkilen Nazenin, sesin sahibini görmek ister gibi şok içinde ekrana baktı. Metehan ise sanki oturduğu yerde çok rahatmış gibi durup yarım yamalak gülmüştü bu sözlere. Sonra derin bir nefes alıp kameraya dikti gözlerini. Nazenin’in gözlerine bakarmış gibi baktı ve imalı bir sesle, “Uzun zamandır Türkiye’de olduğuna göre çünkü ayrılıklar da sevdaya dahil. Çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili, diyen Attila İlhan’ın bu dizelerini duymuşsundur diye düşünüyorum,” dedi. Sustu, bakışlarını ağır ağır kendi soluna, kameranın ise sağına çevirdi. Dişlerini sıkarak, “Cansel!” dedi.
Nazenin sesin sahibini doğru anlamıştı ve sinirden yanakları saniyelerle yarışır gibi kıpkırmızı olmuştu. “Nereden çıktı bu kadın? Hani haftalardır peşindeydiniz ama bir iz yoktu?” diyerek, Cihan’a dönüp sorusuna cevap almak istediğini belirtir gibi baktı. Ama daha o cevap vermeden Nazenin yine cevabı buldu. “Görevi Cansel’i bulmaktı. O yüzden göreve gitti. O yüzden gizlediniz benden görevini.”
Cihan Başkan onaylar gibi başını salladı. “Dosyayı gördükten sonra durmadı,” dedi. “Cansel’in peşine düşmek için buradan ayrıldı. Birkaç gün sahadaki farklı bir tim eşlik etti ona ama sonra… Pusu yediler ve Metehan esir düştü.”
Nazenin isyanın eşiğindeydi. Göğsünde kocaman bir haykırış, öfke barındırıyordu sanki. Başını geri atıp şakaklarını ovarken, “Kim bu kadın?” dedi. “Yanındaki adamlar kim? Kime çalışıyor? Bize çalışmadığı belli ama kime çalışıyor?”
Kimse cevap vermeye fırsat bulamadan Cansel’in sesi duyuldu. Ardından bir sandalye çekip Metehan’ın karşısına rahatça oturdu. Sırtı kameraya dönük olduğundan yüzünü görmüyorlardı. Ama sağ bacağını sol bacağının üstüne atıp havada kalan ayağını sallamaya başladığını gördüler.
“Merakımdan soruyorum, Binbaşı. Ne buldun bu kadında? Aylarca uğraşıp da giremediğim o kalbine, hiçbir şey yapmadan girmeyi nasıl başardı?”
Herkes gözünü ekrana dikmiş, dikkatle bakıyordu şimdi. Hepsi Nazenin gibi Metehan’ın ne diyeceğini bekliyordu. Merakla!
Metehan ise aynı sakin tavırlarla bir süre Cansel’e baktı ve derin bir iç çekip ters ters güldü. “Yüreği var,” dedi. “Kocaman bir yüreği, cesur bir yüreği var. Hepimize taş çıkartacak kadar cesur ve gözü kara. Yalan dolan bilmeyen bir yüreği var. Her zaman dimdik bir duruşu var. Eğilip bükülmeyen.” Öne doğru eğilebildiği kadar eğilip Cansel’e yaklaşmaya çalıştı. “Yani anlayacağın sende olmayan her şey onda var. Senin gibi yalancı, sahtekâr, düzenbaz, emir aldığı kişilerin iti olan biri değil. O yüzden anlayamamışsındır,” demesiyle yüzüne sağlam bir yumruk yemesi bir oldu.
Nazenin, yumruğun Metehan’ın yüzüne inişini gördüğü anda gözlerini kapatıp zorla soluk almıştı. Dokunmaya kıyamadığı o yüze değil de sanki yüreğine inmişti o yumruk.
Metehan hâlâ aynı rahatlıkla durup, kıs kıs gülmeye başlayınca gözlerini araladı ve korkuyla ekrana baktı.
“Kim olduğunu aklım çözemedi belki ama giremediğin o gönlüm çözmüş, Cansel. Senin nasıl bir kaltak olduğunu çözmüş.” Bir yumruk daha indi yüzüne. Bu kez çene kemiğine isabet eden o yumrukla Metehan’ın çenesinden çıkan sesi duydular. Nazenin her anı yumruklarını ve dişlerini sıka sıka izlerken Metehan ağzına biriken kanı kadının ayaklarının dibine tükürmüştü.
“Niye verdin o dosyayı Nazenin’e? Niye benden ayrılmasını istedin? Deşifre olacağını bile bile neden yaptın bunu?”
Bu kez Cansel’den bir gülme sesi yükselmişti. “O dosyayı Nazenin’e verdim çünkü… Artık deşifre olmak falan umurumda değil. Sana yaklaşıp içinize sızacaktım ama sen… Ketum, soğuk ve zeki adam… Beni her seferinde dışarıda bıraktın. Sana ve timine yaklaşamayınca ben de planlarımı değiştirmek zorunda kaldım. O dosyayı Nazenin’e verdim çünkü dosyayı görünce senden ayrılacağını, seni kendinden uzaklaştıracağını biliyordum,” deyip ayaklandı ve ilk kez yüzünü kameraya döndü. “Cesur bir yüreği var dedin az önce. Ama bence cesur olduğu kadar da yufka bir yüreği var. Sana kıyamadı. Sana bir şey olur diye ödü koptu. Çünkü sana yakın olursa Zait itinin ikinci hedefi olan sen, ilk hedef haline gelecektin. O da bunu göze alamadı ve terk etti seni.” Kameraya iyice yaklaşıp yüzünü ağlamaklı bir ifadeye bürüdü Cansel. “Çok ağladın mı sevgilinden ayrılırken? Çok üzüldün mü mutlu aşkınız çabuk bitti diye?”
Metehan’dan gürler gibi bir uğultu yükseldi. “Allah şahit, senin o kafanı gövdenden ayıracağım, kaltak!” dedi.
Nazenin ekrandaki gözlerini usulca yana çevirdi ve masaya doğru ilerledi. Mikrofonu işaret edip, “Aç!” dediğinde asker bir ona, bir de komutanlarına bakmıştı. Seyfettin Paşa başıyla onay verince mikrofonu açtı.
“Ne söyleyeceksen söyle. Seninle muhabbete ya da ilişkimi konuşmaya gelmedim.”
Cansel duyduğu sözlerle bir an duraksadı ama gülmeye başlaması çok uzun sürmemişti. “Hep burnunun dikine gidiyorsun. O burnun hiç yere düşmüyor,” deyip bir an arkasında oturan Metehan’a baktığında adamın keyifle kıs kıs güldüğünü gördü. “İşte bu yüzden aldım onu. Sana söz geçirmenin başka bir yolu yok çünkü.”
Nazenin derin bir nefes alıp dişlerini sıktı. Sonra yeniden soluklanıp, “Uzatma, Cansel!” dedi. “Ne söyleyeceksen söyle artık.”
Cansel gözlerini devirip Metehan’a doğru ilerledi. Arkasına geçip, boynunu sıkıca kavrarken bir yandan da soluk borusuna bastırdı. Onun nefesini kesiyor ve bunu yaparken kılı bile kıpırdamıyordu. Nazenin gördüğü manzarayla yeniden yumruklarını sıkmaya başlamıştı. Metehan’ın alamadığı her soluk, kendi soluğunu kesiyordu sanki.
“Artık oyunun dışında kalamam. Çünkü Zait itini istiyorum. O adamı sağ istiyorum. Ona giden yol da senden geçiyor. Seni ikna etmek de Metehan’ın canından!” deyip derin bir nefes aldı. Metehan ise hâlâ nefes alamıyor, rengi gittikçe mora dönüyordu. “O projeyi kabul edeceksin. Böylece Zait sana biraz daha yaklaşmış olacak. Bu, sizin olduğu kadar bizim de işimize geliyor. Bizimle ortak çalışacaksınız ve Zait’i paketlediğinizde adamı bize vereceksiniz,” demesiyle Nazenin yanındaki rütbelilere dönmüş, anlamaya çalışır gibi bakıyordu.
“Siz kimsiniz?”
Cansel soruya yarım ağız gülümsedi ve gülüşe benzeyen ifadesi çok iğrençti. Nazenin’in midesini bulandırıyordu. Cansel biraz daha aynı ifadeyle kameraya baktıktan sonra net bir şekilde, “Rus istihbaratı!” dedi.
Cevabıyla donup kalan Nazenin’in gözleri kocaman açıldı. O şaşkın bakışları ise yanındaki adamlara döndü. Doğru olup olmadığını soran bakışlarına karşılık hepsi başını sallayınca Nazenin kıs kıs gülmeye başladı. Bu gülüşüyle herkesi şaşkına çevirirken, mikrofona yaklaşıp, “Doktorun derdi sen değilmişsin, Binbaşı,” dedi. “Aşk meşk değilmiş.” Sözleriyle içerdekilerin yüzlerinde şaşkın bir ifade oluştu. Metehan ise nefes alamazken bile homurtulu bir ses çıkarmıştı. Gülebilse katıla katıla gülerdi bu sözlere. “Cansel… Bizim buralarda bir söz vardır. Belli ki sen onu hiç duymamışsın. Ama ben, genel kültür olsun diye bunu sana söylemek istiyorum.” Derin bir nefes alıp, yeniden mikrofona yönelirken artık yüzü gülmüyordu. İfadesi donuk, kaskatı ve öfke doluydu. “Lan, sen hiç eşekte taşak görmedin mi?” demesiyle odadaki rütbeliler birbirine bakmış, ardındansa uğultu kopmuştu. Seyfettin Paşa bir kahkaha koyvermemek için çok uğraşsa da kızının sakin sakin ve çok normal bir söz edecekmiş edasıyla dile getirdiği bu sözler hepsini kırıp geçirmişti.
Andaç kıpkırmızı kesilip, gülmemek için burnunu sıkarken Cihan Başkan birkaç saniye gecikmeli de olsa gülmeye başlamıştı. Nazenin gibi hanım hanımcık bir kadından böyle sözler duymak onu hâlâ şaşkına çeviriyordu ama zamanla alışacağını umut ediyordu. Sonuçta daha nice yıllar bu kız onlarla olacaktı. Yani sözün özü, ailelerine katılacaktı. İşte bu düşünceyle içini saran korkulardan arınıp gülmüştü.
Hepsi gülerken onlara uzaktan eşlik etmeye çalışan Metehan, iyiden iyiye morarıyordu. Bunun farkına varan Nazenin derhal konuşmaya devam etti.
“Yani şunu demek istiyorum… O dediğin asla olmayacak. Sen bunu bilmiyor musun?”
“O zaman Binbaşı ölecek!” diye bağıran Cansel, az önce madara olmanın öfkesiyle Metehan’ın boğazını daha da sıktı. Nazenin ona kilitlenmiş, öyle bir bakıyordu ki şu an Cansel’i eline geçirse paramparça ederdi.
“Bir bok yapamazsın. Binbaşı’nın kılına dokunman demek, iki ülkenin askeri, politik ve sosyal olarak karşı karşıya gelmesi demek. Ona da senin götün yemez. He, ben yaparım, dersen… Biz de görevi başında can verene ölü, denmez. Şehit, denir. Şehitler ise ölmez.”
Kısa bir süre sonra Cansel öfkeli bir bağırışla Metehan’ın boğazını bıraktı. Adam daha nefes alamazken yumruklarını yüzüne indirmeye başladı. Metehan’ın yüzü sağdan sola dönüp, yumruk darbeleriyle kana bulanırken Nazenin önünde duran masayı tutmuş, sıkıyordu. Gözlerine dolan yaşlar düşmesin diye gösterdiği çaba görülesiydi. Dik durmaya çalışıyor ancak yaşananlar karşısında gücünü kaybediyordu. Tam bittim, dediği anda yükselen hırıltılı sesi duydu.
“Beni hafife alsan da
Söz verip aramasan da
Telefonu açmasan da
Gönlün benden yana.
Sor bir kere ona,
Yalvarırsam şımarırsın.
Öyle güzel değilsin ki
Şaka yaptım, dur, ağlama,
Sana deli, olan beni…”
Yediği her yumruk darbesinin arasına şarkı sözlerini koyuyor, hırıltılı sesine inat daha da yüksek sesle söylüyordu.
“Harca hiç korkma…
Hastayım sana, dermansızım.
Başkayım sana, sana arsızım.”
Şarkının bu sözlerinde iyice coşup, yeri göğü inletircesine, bağırırken komutanlar, Cihan Başkan ve Andaç göz ucuyla Seyfettin Paşa’ya bakıyordu.
“Ne kadar inatçıysan da
Dönüp geleceksin bana.
İzim var dudaklarında,
Alıştım aslında, her çocukluğuna.
Bunca derdin arasında,
Aşk yansıtan bir aynasın.
Kardan beyaz bir sayfasın.
Senin benim, bu aşk bizim,
Bırakmam seni.
Ben artık sensiz imkânsızım,
Seni bırakmam,
Ben gerçek aşkım…”
Şarkının son bulmasıyla yüzünü ovuşturan Seyfettin, bıkkın bir halde soluklandı.
“Hatırlatın, geldiğinde bir posta da ben döveceğim bu zibidiyi! Hastaymış. Ben göstereceğim sana. Ben sana hasta olduğumda da böyle şarkılar söyleyebilecek misin bakalım, Kılıçarslan? Arsızmış. Arsız zibidi! Cihan! Oğlunu gözüm görmesin!”
Cihan Başkan kıs kıs gülerek, Nazenin’e bakıp göz kırptı. “Kızımızı istemeye geldiğimizde yap şovunu, Paşa,” dedi. “Zaten bir o gün yaparsın, daha da işlemez bize. Sonuçta oğlan bizim, kız bizim.”
Albay ve Andaç kıpkırmızı kesilip, homurdanarak gülecek olmuştu ki Paşa’nın, “Gülerseniz yemin olsun sürdürürüm sizi,” demesiyle ikisi de kendini tuttu. “Ücra köşelerde çenemin yayını şey etselerdi de gülmez olsaydım, diye ağıt yakarsınız.”
Andaç kendini toparlayıp kardeşine doğru ilerledi ve yanında durdu. O anda, “Yer tespiti yapıldı, komutanım,” diyen askerin getirdiği bilgiyle sessizlik sağlanmış oldu. Nazenin komutanlara bakıp ne yapacaklarını anlamaya çalıştığı esnada abisinin elini omzunda, dudaklarını ise şakağında hissetti.
“Alıp geliyoruz. Oyalamaya devam et.”
Kulağına fısıldanan sözlerin ardından abisi giderken yüreğine bir endişe daha çöreklenmişti. Ardındaki tekerlekli sandalyenin ucuna oturup, yüzünü sıvazlarken Cihan Başkan’ın, “Gelsinler,” diyen sesini duydu.
Kim geliyordu? Neler oluyordu? Nazenin bulundukları odanın kapısının aralanmasıyla o tarafa dönüp Melek ve Elif Kılıçarslan’ı görünce yüzünde şaşkın bir ifade oluştu.
Neden buradalardı? Metehan’ı görmek için mi gelmişlerdi? Bu düşünce Nazenin’e mantıksız gelmişti. Metehan’ı bu halde, ölümle burun burunayken annesine ve kız kardeşine göstermezlerdi. Zaten bu, gizliliğe de aykırıydı. O zaman neden buradalar? Bu soruyla yeniden yüzleşen Nazenin, Melek Hanım’ın içeri girip pürdikkat ekrana bakışını izledi.
Bir anne için çok zor bir an olduğunu ancak hayal edebiliyordu. Evladının esir düşmüş ve darp edilmiş halini görmek zor olmalıydı. Hele ki sevecen ve dünya tatlısı anaç ruhlu Melek Hanım için şu an çok çok zor olmalıydı. Bu düşüncelerle soluklanmaya çalışıp, yerinden kalkarak ona yer verecekti ki kadının buz gibi sesini duydu.
“Bağlantılar hazır mı?”
O sesin ondan çıktığına bile inanamazken Elif, “Hazırız,” diye cevap verdi. Başını usulca sallayıp Nazenin’in oturduğu masaya döndü ve yanındaki asker kalkıp kendisine yer verdiğinde yanına oturdu. Göz ucuyla Nazenin’e bakıp masanın üstünde birbirine kenetlediği ellerini usulca tuttu.
“Sakin olmaya ve onu oyalamaya devam et.” Nazenin yalnızca başını sallayabilmiş ama tek kelime edememişti. Bu sırada Melek Hanım karşısındaki bilgisayar ekranına dönüp sağ yanına oturan kızına döndü.
“Başlayalım o zaman,” demesiyle ikisinin de parmakları muazzam bir hızla klavyenin üstünde gezinmeye başladı.
On beş saniye sonra Elif, “Sığınakta sinyal veren tüm aygıtlara ve kameralara bağlanıldı,” dedi.
Melek Hanım, “İnsansız hava araçları konuma doğru yola çıktı,” dediğinde, Nazenin usulca silkelenip babasına ve Cihan Bey’e bakakaldı. İkisinin de tebessüm ettiğini görüyordu.
“Neler oluyor?”
“Melek Hanım, Milli İstihbarat Teşkilatı Bilişim Sistemleri Dairesi Başkanı’dır.” Cihan Bey’in cevabıyla bir şok daha geçiren Nazenin, hızla Melek Hanım’a dönmüş ve onu dikkatle incelemişti.
Bu sırada gözünü ekrandan ayırmayan Melek ise belli belirsiz tebessüm edip, “Metehan, annesiyle babasının nasıl tanıştığını hiç anlatmadı mı?” diye sordu.
Nazenin başını sağa sola sallayıp, “Hayır,” dedi.
“Gizlilik sebebiyle söylememiştir,” deyip yeniden sessizleşmişti. Nazenin şaşkınlığını atmak için ayaklanıp, odada yürürken gözleri ekrandaydı. Cansel son beş dakikadır Metehan’a hiçbir şey yapmamış, kameranın açısına bile girmemişti.
Adımlarını durdurup, ekrana daha dikkatli bakarken biraz endişeyle, “Cansel nerede?” diye sordu.
Elif, “Sığınağın sağ koridorunda ve karşısındaki salak sayesinde onu görebiliyorum,” dedi. Ekranın içinde bir pencere belirdi. Cansel görüş alanına girerken Elif’e döndü.
“Bunu nasıl görebiliyoruz? Karşısındaki salak, derken ne demek istedin?”
Elif ekranı işaret edip, “Karşısındaki adamın telefonunun arka kamerası sayesinde görüyoruz, adam telefonu şu an tam da Cansel’e doğru tutuyor,” dediğinde Nazenin takdir eder gibi bir ifadeyle başını sallamış ancak çok geçmeden kaşları çatılıvermişti.
“Biz onları böyle görebiliyorsak…”
“Ve duyabiliyoruz,” diye ekleyen Elif, ortam sesini de bulundukları odaya iletmeye başlamıştı.
“Peki, aynı şeyi onlar da bize yapıyor olabilir mi? Cansel’in çok alakasız zamanlarda beni arayıp nerede olduğumu, üstümde ne olduğunu falan söylediği olmuştu.”
Melek Hanım, gözlerini ekrandan ayırıp, Nazenin’e odaklanırken usulca başını salladı. “Olabilir,” dedi. “Telefonlarınıza dinleme yapılıyor mu diye baktık. Ancak böyle bir takip yapılıyor mu onu incelememiştik. Telefonunu Elif’e ver de baksın.”
Nazenin telefonunu vakit kaybetmeden Elif’e verdi. Elif ise bir dakika gibi kısa sürede, “Evet, bu yöntemle takip ediyorlarmış,” dedi. “Anlamamışız çünkü bayağı iyi gizlenmişler.”
“Şu an burada konuşulanlar… Jemmar var, değil mi?”
Albay onu başıyla onaylayıp, “Bu odanın içindeki tüm telefonlar şu an işlevsiz,” dedi. Nazenin derin bir nefes alıp, başını usulca sallarken Cansel, Metehan’ın yanına doğru hareketlenmişti.
“Vali Hanım… Son kararın hâlâ aynı mı?”
Metehan’ın arkasına geçip, bu soruyu sorarken, adamın öne düşmüş başını tutup kaldırdı. Metehan’ın yaralı, kanlar içindeki yüzünü gören herkesin ifadesi üzüntü ve öfke karışımı bir hale bürünmüştü.
“Sizinle anlaşma yapmayacağım. O projeyi kabul etmeyeceğim. Zait’i ellerimizle size teslim etmeyeceğiz. Yani… Kararım aynı. Elinden geleni ardına koyma ama unutma… Elime düşeceksin. İşte o zaman, Binbaşı’ya dokunmanın hesabını vereceksin.”
Cansel öfkeyle soluk alıp belinden çıkardığı tabancayı Metehan’ın şakağına dayadığında herkes irkilmiş, oturanlar ayağa fırlamıştı.
“O zaman sevgilinle vedalaş, Vali!” deyip tetiğe parmağını dayadığı sırada Nazenin’in soluğu kesilmişti. Diğerlerinin de ondan farkı yoktu zaten. Hepsinin yüzünde korku, endişe ve daha nicesi vardı.
Melek Hanım kendine hâkim olmaya çalışırken, “Bir şey yap ve şu kadının dikkatini dağıt, Elif!” diye fısıldadı. Elif de herkes kadar gergin ve korku içinde ekrana, abisine bakıyor, dudakları usulca titriyordu.
“Elif!”
Annesinin bağırışıyla irkilip, kendine gelirken yerine oturdu ve bilgisayarın tuşlarına hızla dokunmaya başladı. “Tamam. Tamam, dikkatini dağıtacağım,” diye kendi kendine tekrarlarken bir ses duyuldu. İlk anda kimse çalan şarkıyı idrak edemezken birkaç saniyenin sonunda herkes sırıtmıştı. Kahkaha atan tek isim ise Metehan’dan başkası değildi.
Cansel’in yanındaki adamlardan birinin telefonuna bağlanan Elif, Türkiye’m adlı şarkıyı açarak hepsini şok etmeyi ve dikkatlerini dağıtmayı başarmıştı. Metehan şarkı kulağına ulaştıkça daha da güldü. Zaten düzensiz olan solukları iyice dengesini kaybetmişti. “Güzelmiş. Başka ne var playlist’inizde?” demesiyle herkesi gülümsetmişti.
Cansel, “Kapatın şu müziği!” diye yeri göğü inletirken Elif şarkıyı değiştirdi. Çırpınırdı Karadeniz şarkısının melodisini duyan Metehan bir kahkaha daha patlatırken, Cansel onu bırakıp telefonları toplamaya başladı.
“Sizin o telefonlarınızı…” diye sayıp sövdü.
O esnada Seyfettin Paşa, “Timler sığınağa gitmek için hazır,” dedi.“Melek Hanım, çocuklar helikoptere bindiği anda orayı yerle bir edeceksiniz. Cansel dışında kimse sağ kalmayacak.”
Melek Hanım başını sallayıp, “Emredersiniz, Paşa’m,” dediğinde Seyfettin Paşa diğer emrini de timlere verdi. Pençe Timi ve Kaplan Timi sığınağa girmeye başladı. Ekranın bir kısmına da onların miğfer kameralarından görüntü aktarılırken Elif yeni bir şarkıya geçiş yapmıştı.
“Sen bu kurtlar sofrasından,
Çıkamazsan ona yanarım.
Şerefli bayrağı burca,
Dikemezsen ona yanarım.
Oy yiğidim, oy civanım…
Tüketme umutlarını,
Zalimlerin tahtlarını,
Yıkamazsan ona yanarım.
Hainlerin tahtlarını,
Yıkamazsan ona yanarım.
Bu bir halkın davasıdır,
Mazlumların duasıdır,
Ve bir Elif sevdasıdır,
Çekemezsen ona yanarım.”
Metehan şarkının sözlerine tebessüm edip, “Aldım selamını, abisinin kuzusu,” diye mırıldandığı anda Elif’in gözünden bir damla yaş süzülüvermişti. Melek Hanım kızının eline uzanıp, sımsıkı tutarken bir an için gözlerini ekrandan ayırdı ve Nazenin’e döndü. Kızın bembeyaz kesilmiş yüzüne, gözlerinin altındaki morluklara, gözlerinin beyazını kıpkırmızı eden ama akamayan yaşlara bakarken içi acımıştı. Diğer elini ona uzatıp elini tuttu ve usulca sıktı.
“Hiçbir şey olmayacak. Yakışıklı yüzünü azıcık ellediler, hepsi bu. Bu haliyle beğenmezsen o da Metehan’ın problemi tabii.”
Nazenin gülümseyip, “Geldiğinde o güzelliğine bir yumruk da ben çakacağım, hiç merak etme, Melek Hanım,” dediğinde Melek keyifle gülümsemişti.
Bu sırada sığınağın içinde ilerlemeyi sürdüren timler gördüklerini tek tek indiriyor ve adım adım Metehan’a ilerliyordu.
“Can kardeş… Biraderim!” diye bağıran Andaç tetiğe basıp karşına çıkan iki adamı peş peşe vurmuş ve koşar adım üstlerinden atlayıp yoluna devam etmişti. Hem koşturuyor hem karşısına çıkanları indiriyordu ki bir anda bağırarak şarkı söylemeye başladı.
“Ey güzel insan, benim canım kardeşim,
Tek tabancasın bu aralar.
Dostların vardı senin, sevdiğin bir kız,
Neredeler şimdi, neredeler?”
Metehan kendisine yaklaşan tanıdık sesle nefeslenip, gülümserken Andaç aynen devam ediyordu.
“Bir sen yanarsın bir de namlular,
Hürriyet sevdana senin.”
Ardından kopan silah seslerini bu kez Metehan’ın sesi bastırdı. Başını kaldırmış, dik durabildiği kadar durmuş, şarkıyı devam ettiriyordu.
“Sen benim çocukluktan arkadaşımsın, ulan,
Sen gardaşımsın, ulan. Sen gardaşımsın, ulan.”
Metehan’ın sesini duyup gülümseyen Andaç yine bağırdı.
Sen benim çocukluktan arkadaşımsın, ulan,
Sen gardaşımsın, ulan. Sen gardaşımsın, ulan.
Seni bırakamam tek başına birader,
Gel ölelim beraber, gel ölelim beraber.”
Ve Metehan son sözleri tekrarladı.
“Seni bırakamam tek başına birader,
Gel ölelim beraber, gel ölelim beraber.”
Seyfettin ve Cihan göz göze gelip, kollarını birbirlerinin sırtına dolarken gözlerindeki yaşlara inat tebessüm ettiler. İki adam pürdikkat oğullarına bakıyor, onlarla gurur duyuyordu. Melek Hanım onlara göz ucuyla bakıp, iç çekerken gözünden yuvarlanan bir damla yaşa engel olamamıştı.
Cansel silah sesleriyle irkilip telefonları unutmuş ve yeniden Metehan’ın yanına dönmüştü ki Andaç içeri girdi.
“Sakın kıpırdama, bir an düşünmem, patlatırım beynini. Yere yat, ellerini başının üstüne koy! Yat yere!” Cansel tüm bu uyarılara rağmen Metehan’a yönelince Andaç tetiğe bastı ve kadını bacağından vurdu. “Dediğimi yap!” Cansel acı içinde yere yığılıp, inlerken Andaç’ın ardından gelen askerler içeride bulunan herkesi derdest etmeye başlamıştı. Cansel’in ellerini kelepçeleyip doğruca can kardeşine ilerleyen Binbaşı Andaç, ona dikkatle baktı. “Bu kaç, ulan? Görüyor musun?”
“Ya, siktir git, Andaç. Taşak geçeceğine şu elimi ayağımı çöz.”
“Siz çift olarak git ve türevi kelimelere, tabii bir de taşak muhabbetine fantezi mi besliyorsunuz, lan?”
Andaç’ın bu sözleriyle herkes kıs kıs gülerken Nazenin sadece ekrana bakıyor ve onun artık güvende olduğunu kendine hatırlatıyordu.
“Bir sus, gözünü seveyim. Bile bile pusu yediğim yetmezmiş gibi bir de dayak yedim. Vay ben böyle işin ta…”
Metehan’ın dilinden dökülüveren sözlerle duraksayan Nazenin, hızla sol tarafta duran babasına, Cihan Başkan’a ve Albay’a baktı. Oturduğu yerden usulca kalkıp, kapıya ilerlerken, ağzını açıp da tek kelime etmedi.
***
Askeri helikopterin hareket etmesiyle sığınak imha edilmiş, Cansel dışında kimse oradan sağ çıkamamıştı. Akdağ’a varan helikopterin yere ayak basmasıyla kapısı açıldı ve askerler birer birer aşağı indi. Dönüş yolculuğu sırasında yüzünü gözünü biraz olsun toparlayan Metehan da göründüğünde herkes derin bir nefes aldı.
Oğlunu görür görmez gözlerinden yaşlar süzülen Melek Hanım, sağına soluna bakınıp Nazenin’i aradı ama onu göremedi.
“Cihan, Nazenin nerede?”
Cihan Bey iç çekip, kaşlarını hafifçe oynatırken, “Oğlumuzun ağzına rahatça sıçabilmek için gelmedi sanırım,” diye mırıldandı. “Bunca insanın içinde hırsını alamazdı muhtemelen.” Dudaklarında oluşan gülümsemeyi bastırmak için uğraşırken karşısına dikilen oğluna uzun uzun baktı. “Ulan, sen beni kalpten götüreceksin, çocuk.”
“Benim çocukluğum mu kalmış, baba. Koca adam oldum,” deyip, gülmeye çalışan Metehan ona sarılırken annesine ve kız kardeşine göz kırptı.
“İyi misin aslanım?”
“İyiyim, iyiyim. Endişe edilecek bir şey yok.” Babasından ayrılıp önce annesine, ardından kız kardeşine sarıldı. Onları da sakinleştirip iyi olduğuna ikna ettikten sonra Albay’a yönelmişti. En sona kalan Seyfettin Paşa’ya temkinli bir ifadeyle bakıp, “Şimdi dövme, Paşa’m. Yüzüm toparlansın, o zaman döv,” dediğinde herkes gülmeye başlamıştı.
“O şarkıyı sana yedireceğim, oğlum. Sen bekle. Bekle sen,” derken Metehan’ı kendine çekti ve sıkıca sarıldı. “İyi misin lan? Başka bir sıkıntı yok, değil mi?”
“İyiyim, Paşa’m. Yüzüm dağıldı ama başka sıkıntı yok çok şükür. Ve haini getirdik, ona da şükür.”
“Aferin, aslanım. Aferin. Ama…” derken geri çekildi. “Bu görev kolay olandı. Şimdi ise daha zorlu bir görevin var.”
Metehan çevresine bakıp, Nazenin’i göremeyince anladı bu sözlerin ne anlama geldiğini. Başını usulca sallayıp, “Ben gideyim,” dedi. “Biraz müsaade edin, Nazenin Hanım evi kökünden yıkmadan yetişeyim.”
Seyfettin gülecek gibi olmuş ama kendini tutmuştu. “Hadi bakalım, gazan mübarek olsun,” dedi.
Herkese göz ucuyla bakıp, yürümeye başlamadan önce omzuna konan eli hissedip sağına döndü. “Kırmayın birbirinizi. Ağlatıp durmayın. Canımı sıkmayın,” diyen dostuna tebessüm edip, başını usulca sallarken, omzunda duran eli tutup sıktı.
“Aklın kalmasın, can kardeş. Kardeşinin daha fazla ağlamasına izin vermem.”
Yürümeye devam edip, herkesi arkasında bırakırken Nazenin’i nasıl bir halde bulacağını düşünüyor, başka bir şeye odaklanamıyordu.
On dakika gibi bir sürenin ardından apartmana girip yorgun bir şekilde merdivenleri çıktı ve evinin kapısına geldiğinde karşı daireye baktı. Kapının önünde ayakkabı falan göremeyince yüzü hepten asıldı. Kendisini görmeden valilik binasına gitmiş olabilir miydi?
Belki de dışarıda ayakkabı bırakmamıştır, diye düşünerek, kapıya yaklaşıp zile bastı. Ancak kapı açılmadı. Art arda zile basmaya devam etti. Yine sessizlikle karşılaştı. Kolundaki saatine bakıp, daha sabahın altısı olduğunu görünce isyan eder gibi bir soluk koyverdi. Ne ara uyuyor ve ne ara dinleniyordu bu kadın? Yorgunluktan hasta olacağının endişesine kapılıp huzursuzca kıpırdanan Metehan, evinin kapısını açıp içeri girdiğinde burnuna dolan koku ve duyduğu sesle duraksadı. Kapıyı yavaşça kapatıp, refleks olarak belindeki silahı çıkardı ve mermiyi en sessiz olacak şekilde yatağına sürdü. Ateşlenmeye hazır silahı sıkıca kavrayıp sesi takip etmeye başladı. Evinde kim vardı?
Parmak uçlarında ama kendinden emin bir şekilde ilerleyip banyonun kapısını hızla açtı. Ve belki de hayatının en büyük şokunu yaşadı.
Kendi evinin banyosunda bir kadın vardı ve o kadın Nazenin’den başkası değildi. Kocaman olmuş gözlerle camekânın ardında duş alan kadının bedenine bakarken dili tutulur gibi olmuştu.
“Senin burada ne işin var? Ne yapıyorsun, Nazenin?”
Gördüğü manzaradan sesi boğuk ancak gür çıkmıştı. Duyduğu sesle omzunun üstünden kendisine bakıp saç diplerini şampuandan arındırmaya devam eden kadından gözlerini alamıyordu. Ayrıca saçına sürdüğü o şampuan, kendi şampuanıydı.
“Duş alıyorum, hayatım. Görmüyor musun?” Gayet umursamaz ve rahat bir tavırla duş alıyorum, demesine mi şaşırsa yoksa kendisine hayatım, diye hitap etmesine mi bilemeyen Metehan, “İndir şu silahı!” diyen sesle kendine geldi. Namlusunun ucunun Nazenin’i hedef aldığını fark edince telaşla silahını aşağı indirdi ve ateşlenmemesi için önlemini alarak beline yerleştirdi. Onunla böyle karşılaşmayı hiç düşünmemişti. Onu valilikte sanmıştı. Evin anahtarını nereden bulmuş da içeri girmişti? Hiçbir fikri yoktu.
“Bir şey sorabilir miyim hayatım?”
Sesi biraz meraklı ve çokça imalıydı. Saçlarını durulamayı bitiren kadın banyo lifine uzanıp, duş jelini lifin üstüne sıkarken Metehan gözünü bile kırpmıyordu.
“Seni dinliyorum, hayatım.”
Gayet normal bir ses tonuyla söylenen bu sözlerden ziyade konuştuğu esnada yaptığı hareket asıl odak noktası olmuştu. Öne doğru eğilip bacaklarını lifle bir güzel temizleyen Nazenin’in camın ardında ama tamamen sansürsüz görüntüsüyle sarsıldı. Bir kez daha.
“Neden burada duş alıyorsun?”
Nazenin kıs kıs gülüp, omzunun üstünden ona bakarken bile duruşunu değiştirmemişti. “Duşum bozuldu,” dedi.
Duruşu, bakışı, söylediği sözler… Hepsinin sabrını sınamak için olduğunu anlayan Metehan, derin bir soluk alıp olduğu yerde tepinmemek için önce dişlerini sıktı. Ardından, “Tamam, yeter!” diyerek, duşakabine yürüyüp sürgülü camı açtığı gibi Nazenin’in kolunu kavradı. “Anladım, burnumdan getireceksin. Durulan ve çık şuradan, öyle konuşalım.” Bir an duraksayıp, hâlâ bedenini keselemeye devam eden kadına bakarken nabzı hızlanmış, kan akışı direkt olarak kasıklarına ilerlemeye başlamıştı. Bedenindeki değişimle mücadele etmeye çalışsa da diliyle mücadele edemiyordu. “Yoksa elimden bir kaza çıkacak,” diye resmen hırladığı anda Nazenin ona doğru döndü.
Yüzündeki yaralara bakarken gözlerine yeniden dolan yaşları engelleyememişti. Metehan ise göz göze geldikleri anda onun gözlerinin beyazını yutan kırmızılıkla donup kalmıştı. Nazenin onun haline üzülse de bunu bastırmayı başarıp, zar zor soluklanırken, elindeki lifi gelişigüzel savurup kollarını Metehan’ın boynuna doladı. Kirpiklerinin altından adamın yangın yerine dönen kahverengi gözlerine bakarken bir yandan da ensesindeki saçlarla oynuyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi usulca bedenine sürtünüp en cilveli bakışlarıyla onun aklını daha da zorladı.
“Elinden değil, belindendir o!”
İşte, Nazenin’in dudaklarından dökülen bu sözlerle homurdanma ve hırlama arası bir ses çıkaran Metehan, onu kavrayıp fayans kaplı duvara dayadı.
“Bana bak, senin o dilini…”
“Ne yaparsın?”
“Nazenin! Şansını zorluyorsun,” diye resmen gürleyen adama bakarken omuzları daha da dikleşti.
“Yaa… Demek şansımı zorluyorum. Senin gibi mi zorluyorum peki? Söylesene!” diye sesi çıktığı kadar bağırmış ve Metehan’ın göğsüne sağlam bir yumruk indirmişti. “Sana git, dedim. Uzak dur istedim. Sen de tehlikede olma istedim. Doğru değildi belki, belki seni kırdı ama bu yüzden git, dedim. Sen ne yaptın? Şansını zorladın. Hayatını riske atıp o şerefsizi bulmak için göreve gittin. Ne zaman gittiğini bile anlamadım. Telefon görüşmesinden sonrası yok. Eve bir dönüyorum, yoksun.”
Metehan onu tek koluyla sarıp yumruk yaptığı elini de diğer eliyle sımsıkı tuttu ve kulağına eğildi. “Sakinleş, bebeğim,” diye fısıldadı. “Sakinleş, öyle konuşalım.”
“Bırak beni. Dokunma!”
“Dokunma, deme. Deme, Nazenin. Onu deme,” diye fısıldayıp kadının boynuna sokuldu. Üstünü ıslatan su damlalarına aldırmadan sarıldı ona. Öyle sıkı sarıldı ki Nazenin birkaç saniye nefes bile alamadı.
“Tamam. Az öteye git. Durulanıp geliyorum.”
Metehan geri adımlayıp arkasını döndüğü gibi kabinden çıkmıştı ancak banyodan çıkmadı. Üstünün ıslanmış olmasına aldırmadan, kapının yanına doğru oturup sırtını duvara dayadı. Başını da dayayıp yere uzattığı bacaklarını usulca esnetti. Sonra ayak bileklerini birbirinin üstüne koydu ve bu esnada cebinden bir sigara çıkarıp ucunu tutuşturdu.
Karşısında tüm güzelliğiyle duran kadının gözlerine bakıyordu. O an bedeninin kıyafet namına hiçbir şeyle örtülü olmaması, ona doya doya bakabilecek olması falan umurunda değildi. Yalnızca gözlerine bakıyordu. Yorgunluğunun ve uzun süre ağladığının işareti olan gözlere bakarken içi acıyordu.
Nazenin, gözlerine uzun ve derin anlamlarla bakan adamdan bakışlarını kaçırıp akan suyun altına girdi. Hızlıca durulandı ve kapısını kapama gereği bile duymadığı kabinden çıktı. Parmak uçlarında adım adım ilerlerken bir yandan da saçlarını topuz yapıyordu.
Metehan ise ağır ağır yanına yaklaşan kadından gözlerini kaçırmaya çalışmaktan bıkmış ve onu bir güzel süzmeye başlamıştı. Nazenin dibine kadar gelip yan tarafındaki askıda duran bornozu aldığında da giydiğinde de gözlerini ondan hiç ayırmamıştı.
Kendisine bir hayli büyük gelen bornozun içinde kaybolan Nazenin, haline şöyle bir bakıp iç çekti. Ardından Metehan’ın yanına oturduğunda ise bornoz resmen bir yığın gibi görünmüştü.
“Büyük gelmiş gibi duruyor.”
“Şikâyetim yok,” derken bornozun içine iyice çekilen Nazenin, bacaklarını da göğsüne doğru çekti ve ufacık oldu. Daha da ufalması mümkünmüş gibi! Onun kemikten ibaret kaldığını az evvel daha net ve sansürsüz gören Metehan, sıkıntıyla homurdandı.
“Mutfaktan yemek kokusu geliyor.”
“Yemek yaptım,” diye gayet sakin ve biraz da mayışmış halde cevap veren kadına göz ucuyla bakıp bıyık altından güldü. Dudaklarının arasındaki sigaraya uzanışını ve onu parmaklarının arasına alıp kendi dudaklarına yerleştirişini izledi. Derin bir soluk alıp, zehirli dumanı havaya üflerken gözünü kırpmamak için çabalıyordu. Ancak sol gözü şişlikten dolayı buna pek müsaade etmiyordu.
“Ocak da mı bozuldu?”
Duyduğu iğneli soruyla içten bir kahkaha atan Nazenin, önce başını hafifçe sağa sola salladı. Sonra da Metehan’ın omzuna koydu. “Ne ocak bozuldu ne de duş. Ben…” deyip, derin bir soluk alırken sevdiği adama doğru iyice sokuldu.
“Sen?”
“Çok korktum. Sana bir şey olacak diye çok korktum. Ve…” Soluklanırken gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Onun iç çekişini duyan Metehan ise sağ kolunu açtı ve onu göğsüne çekip yatırdı. “Seni özledim. Yanında olmayı, sohbet etmeyi, gülmeyi, eğlenmeyi, beni sakinleştirmeni, bana sarılıp sanki dünyadaki bütün kötülükler bitmiş gibi avutmanı çok özledim.” Bir an durup, soluklandıktan sonra başını hafifçe kaldırarak Metehan’ın puslu gözlerine dikkatle baktı. “Ama sadece gördüğüm ilgi ve sevgiyi özlemişim gibi düşünme. Çünkü sana ilgi göstermeyi, seni sevmeyi daha çok özledim. Saçlarını karıştırmayı, sakallarına dokunup boylarını kontrol etmeyi, tek kelime etmeden dakikalarca seni izlemeyi, koynuma ya da dizime yatıp çocuk gibi bir şeylerden şikâyet edişini dinlemeyi, seninle didişmeyi ve haksızken bile haklı çıkmayı da özledim. O yüzden…” deyip dikleşti. Bu sırada Metehan’ın gözünden süzülecek gibi duran yaşı yakalayıp hemencecik sildi ve tebessüm etti.
“Neden en başında söylemedin be Nazenin? Neden bunca zaman bana da kendine de eziyet ettin? Duydum ben seni. Sesini duydum. Adımı haykırıyordun, ağlıyordun. Dayanamadım o feryatlarına. Çıkıp gittim evden. Ama durduğum yerde duramayıp Ankara’ya geçtim. Paşa’yı ve Başkan’ı epey sıkıştırıp öğrendim, demeyeceğim. Çünkü yüzümü gördükleri anda anlattılar her şeyi. Çünkü buradan Ankara’ya varana kadar sesin kulaklarımda çınlayıp durdu. Ben de ağladım seninle. Haberin yoktu ama ağladım. Yüzüm gözüm bundan daha kötü olmalıydı ki sormama bile fırsat kalmadan anlattılar. Ben de duyduğum o çığlıkları anlattım. İkisi de kahroldu.”
Nazenin gözünden dökülen yaşları telaşla silerken bir yandan da burnunu çekiyordu. “Biliyorum, belki haksızım ama sana git, derken kendimce haklıydım,” dedi. “Biliyorum, kırdım seni ama mantıklı bir izahı var.” Adamın yaralı yüzünü parmak uçlarıyla severken dudaklarına yaklaştı. “Şimdi beni de kendini de daha fazla yorma. Çünkü haksızken de haklı çıkmak istiyorum. Anlaştık mı?” Elini tokalaşmak için medenice uzatışına mı yoksa itiraz kabul etmeyen baskıcı tavrını belli eden sözlerine mi gülse bilemeyen Metehan, onu tek hamlede kendine çekip neredeyse kucağına aldı.
“Sen burada haklı çık. Tamam. Ama unutma, ben de haklı çıkacağım ya da üste çıkacağım bir pozisyon bulurum, yavrum. Sen konuş, ben dinliyorum. Madem çözülüyor dilinin bağı…”
Metehan’ın alttan alta verdiği müstehcen mesajla kıpkırmızı kesilen Nazenin, başını önüne eğerken adamın kıs kıs güldüğünü duyuyordu. Ancak böylesi bir yakınlaşmayı her şeyi konuşmadan önce yaşamak istemiyordu. O yüzden ayaklanıp banyodan çıktı. Yere sürünen bornoza aldırmadan koridorda ilerledi.
“Anlatmadan kaçamazsın, Vali Hanım! Her şeyi en başından senden dinlemek istiyorum. Sözümü ikiletme artık!”
Nazenin, duyduğu bu sözlerle durup birkaç saniye öylece bekledikten sonra hışımla Metehan’a döndü. Ayaklarını yere vura vura, üstüne yürüyüp dibinde bittiğinde, gözlerini saran öfkeyi gizlemedi.
“Seni her şeyin dışında bırakmak istedim. Bana bir şey olursa seni ardımda bırakmaktan korktum. Beni hedef alanlar, Cansel ve diğerleri, sırf canımı yakmak için sana yönelirler diye korktum. Bu korkuların arasında, gölgelerin içinde sana duyduğum sevgiyi yaşamak istemedim. Önce hepsinden kurtulmak ve sana yeniden öyle gelmek istedim. Git, dememin sebeplerinden biri buydu. Diğeri ise…” deyip Metehan’ın gözlerine daha da öfkeli baktı. Sanki mümkünmüş gibi.
“Diğer sebep neydi?”
“Çünkü sen, söz konusu ben olduğumda iradeni kaybediyorsun. Gözün dönüyor, kontrolünü yitiriyorsun. Bunun üstesinden gelebiliriz sanmıştım ama gördüm ki gelemiyoruz. Sen, önünü ardını düşünmeden kendini beni korumaya adıyorsun. Beni… Nazenin’i. Vali Hanım’ı değil. Binbaşı olarak değil, Metehan olarak atılıyorsun önüme. Vali Nazenin’i değil, sevdiğin kadını korumak için yapıyorsun her şeyi. Ve makamı mevkiyi unutup, beni köşeye sıkıştırıp hesap soruyor, beni konuşturmaya çalışıyor, bana emir veriyorsun. Tıpkı şu an yaptığın gibi! Konuşmadığımda ise canımı yakmak pahasına dilinle zehir saçıyorsun.”
Nazenin’in tokat gibi cevabıyla sarsılıp öfkesini kustuğu her an ona ne yaptığını idrak eden Metehan birkaç adım geriledi. Sevdiği kadına şaşkın şaşkın bakakalmıştı. Nazenin ise onun bu şaşkınlığından yararlanıp usul usul üstüne yürümeye başladı. Adamın sırtı duvarla buluşuncaya kadar bunu sürdürüp bedenini bedeniyle duvar arasında mahkûm etti. Metehan ise bu yakınlığa tepki olarak sadece homurtulu bir nefes alabildi ve birkaç kez yutkunup zorla fısıldadı.
“Nazenin…” demesiyle başının iki yanına gürültülü şekilde inen ellerin sesini duydu. Göz ucuyla sağına soluna baktığında, bornozun içinden zar zor çıkardığı ellerini görüp gülmek istedi. Ufak tefekti ama deli damarı tutunca bin kaplan gücüne bürünüyordu sanki.
“Nazenin…”
“Metehan…” diyen imalı sesle bakışlarını kadının yemyeşil gözlerine çevirdi. Bir süre öylece baktı o gözlere.
“O yazının sana ulaşmaması gerekiyordu ama belli ki ulaşmış. Bunun hesabını sonra Albay’dan soracağım, bu bir. Senin o dosyayı bir süre daha öğrenmemen gerekiyordu ya da bizzat benden öğrenmen gerekiyordu. Bunun da hesabını soracağım, bu iki. Bile bile ateşe yürüdün, pusuya düştün, rehin alındın, dayak yedin, başına silah dayandı. Tüm bunları beni ve aileni hiç düşünmeden yaptın. Bunların da hesabını soracağım. Hem de öyle trip atarak falan değil, yatakta üstüne çıkarak soracağım, bu da üç. Ama şu an hiçbiri umurumda değil çünkü bizim mevzumuz başka.”
Metehan bir önceki cümledeki müstehcen imayla açılan gözlerine, aralanan dudaklarına, değişen kan akışına engel olmaya çalışırken yine, “Nazenin!” diye mırıldandı.
Bozuk plak gibi adını sayıklayan adama sinirle bakan Nazenin gözlerini devirirken, “Ne?” diye bağırdı.
“Özür dilerim. Seni sıkıştırmak istemedim, sadece artık gerçeği duymak istedim. Ama ileri gittim. Bunu da geç fark ettim.”
Bu iki kelimeyle aralarında uzun bir sessizlik oluştu sanki. İkisi de pürdikkat birbirlerini ölçüp tarttı.
“Kendini kontrol etmeyi öğrenmen ve mesleğinle özel hayatını gerçekten ayrıştırabilmen gerekiyor ve en önemlisi, benim zayıf noktam olmaman lazım. Artık tek derdim Zait şerefsizi ya da Başkan’ın Zait’in ipinde oynayıp yatırım adı altında bana teklifler getirmesi değil. Rus istihbaratı da Zait’i istiyor. Hem de ellerini hiçbir şeye bulaştırmadan bizim yakalayacağımız adamı kılçıksız almak istiyor.”
“Nah alırlar. Kolaydı, amına koyayım!” diye söven adama bakıp nefesini toparlayan Nazenin, sağ elini duvardan ayırıp şakağına dayadı ve dokunduğu yeri usulca ovdu.
“Son olarak da… Rahmetli Giray Savcı’nın yerine göreve gelen eski sevgilim var. O manyak herif takıntılı, saplantılı bir tiptir. Buraya gelişinin tesadüfi olduğunu düşünmekte zorlanıyorum. Ayrıca… O gece onun karısına o kadar dikkatli bakmamın bir sebebi var.”
Yüzü kaskatı kesilmiş, gözlerine hüzün çökmüştü. Metehan çatık kaşları altından Nazenin’e dikkatle bakıyordu.
“Ne? Sebebi ne?”
“Kadının bileğinde morluk vardı. Darp izi gibi bir morluk. Tokalaşırken fark ettim.”
Söylediği bu sözlerle donup kalan adam, o geceyi düşünüyor ama bu ayrıntıyı kesinlikle hatırlamıyordu.
“Emin misin?”
Başını sağa sola sallayarak olumsuz cevap veren Nazenin, sıkıntıyla soluklandı. “Emin olmak için bakıp durdum,” deyip birkaç adım geri çekildi ve olduğu yerde derin soluklar alarak sakinleşmeye çalıştı. “Bak, Metehan, zaten başımda kırk tane bela var. Zaten canım sıkkın. Bir de sen sıkma canımı. Bir de sen beni endişelendirme. Böyle bir deliliği bir daha yapma. Ne seni, ne kendimi ne de her geçen gün daha da artan sevgimizi kimsenin güç gösterisi haline getirmek istemediğim için de kaçmıştım senden. Sana olan sevgimi de aşkımı da köşe bucak saklanarak korku içinde yaşamak istemiyordum. Hâlâ da istemiyorum aslında. Çünkü bu, hissettiğim ve iliklerime kadar yaşadığım sevdaya haksızlık olur gibi geliyor.”
Metehan duyduğu sözlerle sarsılırken sırtı duvara dayalı olduğu için şükredecek hale gelmişti. Gözlerini kapadı. Başını eğip öylece kaldıktan sonra fısıltıyla, “Her şeyi iyi anlattın, güzel anlattın, hoş anlattın da…” dedi. “Ben sana yeniden nasıl güveneceğim, Nazenin Hanım? Bir gün bir başka olayda beni bırakıp gitmeyeceğini nasıl bileceğim?”
İşte, ondan gelen bu haklı soruyu bekleyen Nazenin buruk bir tebessümle yüzüne bakarken, adamın çenesini kavrayıp başını kaldırdı ve tekrar gözlerine baktı. “Özür dilerim,” dedi. “Tıpkı senin yaptığın gibi kendi başıma mücadele etmeye çalışmam hataydı. Seni ne kadar kırdığımı, kendimi ne kadar yorup yıprattığımı fark ettim ama sen gitmiştin. Geç kaldım anlayacağın. Ayrıca sana yaptığım şeyin babamın bana yaptığıyla aynı şey olduğunu da geç fark ettim. Ve inan ki bunu fark etmemi sağlayan Seyfettin Paşa oldu. İçin rahat edecekse eğer ağzıma sıçtığını bil.” Metehan büyümesine engel olamadığı şaşkın gözlerle Nazenin’e bakarken Nazenin onun yüz ifadesine gülmüş ve devam etmişti konuşmasına. “Seni kendimden uzaklaştırmam daha çok dikkat çekti ve beni tehdit etmeyi bırakıp sana yönelmeye başladılar. Sen ise onlara fırsat vermeyip ayaklarına gittin ya… Bu da başka bir konu!” Derin birkaç soluk aldı. “Şimdi yeniden yan yana olacağız. Yeniden hemdem olacağız. Bana trip mi atacaksın? At. Beni peşinden mi koşturacaksın? Koştur. Sabrımı mı sınayacaksın? Sına. Hepsine hazırım, senden gelen her şey kabulüm. Herkes hata yapar. Sen de yaptın, ben de yaptım. Ve şimdi affedilmeyi bekliyorum. Oysa şimdi ayaklarına kapanır, gözlerinde gördüğüm o aşk için dilenirim. Yeniden bana aşkla bak, bana yeniden inan, güven diye. Eğer istediğin buysa inan ki yaparım, demiştim, sana bıraktığım o yazıda. Sözlerimde çok ciddiyim, yaparım. Önce bunu bil. Sonra da şunu aklından çıkarma: Ben Başkan’ın teklifini reddettiğimde daha çok üstüme gelecekler. Silahlarının namluları beni hedef alacak ve tetiğe basmakta bir an bile tereddüt etmeyecekler. Tüm bunlara rağmen sakin kalacaksın, kendini kontrol edeceksin. Önce kendini koruyacaksın. Yoksa bu ilişkiyi çıkmaza sokarsın. Bunu yapabilir misin Mete?”
Metehan sıkıntıyla soluklanıp yüzünü sıvazladı. “Öyle bir şey olmaya-” Olmayacak, diyemeden Nazenin parmağını bir ok gibi kalbinin üstüne sapladı.
“Soruma cevap ver. Yapabilir misin yoksa yapamaz mısın?”
Oldukça sert ve taviz vermeyen bu soru karşısında o da sert bir soluk aldı. “Yaparım. Yaparım, tamam!” diye bağırdı. Ardından Nazenin’in belini kavrayıp onu kendine çekti. “Yaparım ama naz da yaparım. Ee, ayrı geçen bunca günün bir diyeti olmalı, değil mi ama!” Bir anda dönüp kollarında tuttuğu kadını resmen duvara çiviledi. “Koş bakalım peşimden. Kendini affettirmek için yap bütün hamlelerini de göreyim.”
Aralarındaki gerilim bir anda yok olmuş, yerini ilgi bekleyen, cilveli, ateşli bakışmalara bırakmıştı. İkisi de birbirini süzdükten sonra Nazenin parmak uçlarında yükselip Metehan’ın boynuna sokuldu. Bir yandan da elleri, adamın belini saran palaskasını kavradı. Göz ucuyla onun kamuflaj pantolonunun önüne bakıp imalı imalı gülerken, “Kendimi affettirmem çok zor olmasa gerek,” diye fısıldadı. Sözleriyle eşzamanlı olarak pantolonunun önündeki kabarıklığa dokunduğu anda, Metehan’ın dişleri arasından bir inilti koptu.
“Adil mücadele edeceksin. Aklı olmayan ama sözkonusu sen olduğunda her daim fikri olan o arkadaşı işin içine katmak yok,” diye homurdandı. Nazenin ise duyduğu sözlerle işveli bir kahkaha atmıştı.
“Ben de seni ne kadar özlediğimi gösterecektim ama madem öyle diyorsun… Peki, o zaman!” Metehan’ın kollarının arasından sıyrılıp salına salına yatak odasına ilerledi ve kapının önünde durdu. Omzunun üstünden ona baktı. “Bunu unutmuşum,” derken üstündeki bornozu çıkarıverdi. Hiç vakit kaybetmeden bornozu sahibine fırlattı. “Banyodaki askıya as bir zahmet.” Kıs kıs gülüyordu. Gözden kaybolmadan önce gayet yüksek bir sesle, “Dosya mevzusunu daha ayrıntılı konuşacağız,” dedi. “Ne öğrendiğini duymak istiyorum.”
Metehan gözlerini devirdi. Elindeki bornoza bakarken, aynı onun gibi bağırarak, “Emredersiniz, Sayın Vali’m!” diye cevap verdi.
“Her emrettiğimi yapacaksan yanıma gel!”
İşte bu sözlerle güçlü bir kahkaha patlattı ve neredeyse bir dakika boyunca güldü. Sonunda nefes almayı başardığında, “Allah’ım, sabır ver ve bu âciz kuluna acı,” dedi. Tek söyleyebildiği şey bu olmuştu.
HEMDERT 15.BÖLÜM’ü Okumaya Devam Et.