19.BÖLÜM

Operasyon tam da tahmin ettikleri gibi başlamıştı. Sınırı geçtiklerinde onları istihbarata çalışan birkaç kişi araçlarla karşılamıştı. Belli bir mesafeyi o şekilde aşıp, yalnızca geceleri harekete geçerek birkaç günü çoktan geride bırakmışlardı. Nazenin sekiz gündür o adamın elindeydi ve zaman acımasızca ilerlemeye devam ediyordu. Ankara’yla herhangi bir bağlantı kuramadıkları için Zait’ten yeni video gelip gelmediğini bilmiyorlardı. Nazenin daha fazla işkence görmüş müydü? Daha fazla yara almış mıydı? Ya da aldığı ilk yaralara dayanabilmiş miydi? Hiçbir şey bilmeden gidiyorlardı. Öyle ya da böyle onu almak dışında başka düşünceleri yoktu. Hayatta ya da şehit. Onu oradan alacaklardı.

Kerkük yakınlarına vardıklarında artık araçlarla devam etmeleri büyük riskti. Araçsız ve birkaç gruba ayrılarak belirlenen konuma ilerlemek için hazırlandılar.

Akşam olup karanlık çöktüğünde Seyfettin Paşa, Pençe Timi ve Metehan’la; Albay Kutalmış, Kaplan Timi ve Andaç’la; Cihan Başkan ise istihbaratçılarıyla yola çıktı. Hiçbiri üniformalı değildi. Dikkat çekmemek için oralardaki erkeklerin kıyafetlerine bürünmüş, günlerdir kesmedikleri saç ve sakalları yüzlerini örtmüştü. Yaz aylarının sonunda olmalarına ve gece olmasına rağmen sıcak hava hepsini bunaltıyordu.

Yanında sessizce ilerleyen Metehan’a bakan Seyfettin, saklandıkları evden çıkmadan önce dikkatini çeken şey aklına gelince, bıyık altından gülerek, “Saçın sakalın mı beyazladı, ulan?” diye sordu.

Metehan yandan yandan ona baktı ve hiç tereddüt etmeden, “Şu sekiz günde beyazlaşmayan kılım kalmadı galiba, Seyfettin amca,” diye cevap verdi. Seyfettin duyduğu bu cevapla sessizleşip zar zor yutkundu. Yanındaki adam, kızı için endişelenirken hissettiği stres, üzüntü ve kederden bu hale gelmişti. Ne aşk, ne sevgiydi ama! Onu resmen diri diri öldürüyordu. Görüyordu Seyfettin.

“Vali Hanım seni böyle beğenmezse boku bana atma sonra.’’

İkisi de burukça gülümseyip bakıştı.

“Vali Hanım beni her türlü beğenir. Sen kendi derdine yan, Paşa’m.’’

“Çenenin yayını siksinler, puşt,’’ deyip adım aralığını genişleten adam, önüne geçip, hızlı hızlı ilerlemeye başlayınca Metehan bir kez daha kıs kıs güldü.

“Küsüp gitmek oluyor mu hiç, babacığım?’’

“Bana baba, deme, lan. Bana baba, deme.’’

“Kulağın alışsın diye şey ettiydim,’’ dediğinde, Seyfettin gerisin geri döndü ve burnunun ucuna girdi.

“Ulan… Seni vururum. Burada da bırakırım, kurda kuşa yem olursun.’’

Dişlerini sıka sıka söylediği bu sözlerle susup başını hafifçe salladı. Metehan’ın gözlerinde onun bu haliyle eğlenen pırıltı vardı.

“O zaman ben şey edeyim…’’

“Ney?’’ diye soran adama baş selamı verip yürümeye devam etti.

“Yürüyeyim. Yoksa sen niyeti bozup beni vuracak gibisin, Paşa’m.’’

“Ha şunu bileydin, aslanım. Kılıçarslan’ım.’’

Didişmeyi kesip yola odaklandılar. Arkalarından gelen Pençe Timi aralarında geçen muhabbeti duymuş, sessizce gülerek onları takibe devam ediyordu. Geceden sabaha aralıksız süren yürüyüş, bulundukları konumda kendilerini karşılayan bir istihbaratçıyla buluşunca son bulmuştu.

Seyfettin, “Paşa’m, çok şükür sağ salim geldiniz,’’ diyen adama başıyla selam verdi.

“Diğerleri de gündüz saklanacakları noktalara vardı mı?’’ diye sordu.

“Herkes varış noktasında ve iyi. Bu gece hareket edip asıl konuma ilerleyeceğiz. Sabaha karşı, üç ayrı noktadan ilerleyişi sürdürüp Vali Hanım’ın tutulduğu yere varmayı planlıyoruz.’’

İstihbaratçının bu sözleriyle Metehan sıkıntılı bir nefes alıp yüzünü sıvazladı. “Onuncu günde ancak ulaşacağız,’’ deyip saklandıkları harabenin içinde ilerledi. Eskiden ev olan yapı, şimdi yıkık döküktü. Ancak onları saklayacak kadar da iş görür vaziyetteydi. Kolundaki saate bakıp duran Metehan, gün geceye dönsün ve yola devam edebilsinler diye dakikaları saydı. Saatler sinir bozucu bir ağırlıkta ilerleyip karanlık çöktüğünde ise hepsi hazırdı.

“Allah yardımcımız olsun,’’ diyerek harabeden çıkan Seyfettin ardından âmin, diyen askerlerini duymuştu. O gece atılan her adımın sonunun Nazenin’e varacağını bilerek ilerlediler. Gün doğmak üzereyken ona varacaklardı. İşte bu düşünce toplam on günlük kayıp zamanı, son beş gündür bitmek bilmez yolların yorgunluğunu alıp götürmüştü. Hepsi canla başla yol alıyor, adımlarından çıt sesi bile çıkmıyordu.

Bir gece ansızın geliyorlardı. Tıpkı hep söylendiği gibi. Kamufle olmak için giydikleri kıyafetlerin içinde artık üniformaları vardı. O kahrolası yere vardıklarında üstlerindeki pejmürdeleri çıkaracak, göğüslerinde ışıldayacak Türk Bayrağı’nı dosta güven, düşmana korku verircesine göstereceklerdi.

Gecenin karanlığı kırılmaya başladığı vakit kendilerine eşlik eden istihbaratçı, “Çok yaklaştık, artık hazırlanabiliriz,’’ dedi. Bu sözlerle derin bir soluk alan Metehan, omzunu kavrayan eli hissedip sol yanına baktığında Seyfettin’le göz göze geldi.

“Geldik, aslanım, geldik.’’

“Geldik, Seyfettin amca,’’ derken ona doğru dönmüş ve sarılmıştı. “Bulduk. Alacağız Nazenin’i.’’

Sırtını sıvazlayan adam da, “İnşallah, sağ salim alacağız,” dedi.

Hepsi üstlerindeki kıyafetleri çıkarıp bir torbaya tıkıştırdı. Bu esnada, karşılarında ama epey uzak oldukları harabenin etrafını saran diğer timlerle de bağlantı kuruldu. Herkes buradaydı. Herkes sağ salim asıl noktaya varmıştı. Cihan Başkan kulaklığı aracılığıyla, “Kılıç 1 Pençe 1, Kılıç 1 Kaplan 1!” dedi. “Hazır mısınız?”

Seyfettin Paşa ve Kutluhan Albay, “Hazırız,” diye cevap verdi. Cihan Başkan bu sefer başka bir bağlantıyı teyit etmeye başladı.

“Kılıç 1 Merkez…” demesiyle karşıdan cevap gecikmedi.

“Merkez dinlemede, Kılıç 1! Konuma vardınız mı?”

“Konumdayız. Operasyon için hazırız. Siz hazır mısınız Kılıçarslanlar?”

“Hazırız,” diyen seslerle yüzünde tebessüm oluştu.

“İşte benim kızlarım,” diye fısıldadı. Melek ve Elif bu fısıltıyı duyup tıpkı onun gibi tebessüm etse de Cihan Başkan bunu görememişti.

Kısa süreli sessizliğin ardından, “Bir saat sonra,” diyen Seyfettin Paşa hem saatine hem de gökyüzüne bakmıştı. Kimse sorgulamadı bu emrini. Hepsi sessizliğini koruyarak yalnızca başlarını salladı. Biliyorlardı ki bu eski kurdun bir bildiği vardı da bir saat sonra diyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Metehan…

Bir saat…

Biri deseydi ki bir saat beklemek sana zulüm gibi gelecek, canından can, etinden et koparıyorlarmış gibi hissedeceksin…

Onca şey yaşamış, defalarca ölümden dönmüş ben, Binbaşı Metehan Kılıçarslan, buna gülerdim. Gülerdim de geçerdim.

Ama şimdi gülmek bir yana dursun, yüzümde mimik kıpırdamıyor. Çünkü ömründeki en uzun on günü geçirip en bitmek bilmez bir saatin dolmasını bekliyorum.

Sevdiğim kadının birkaç metre ilerimde ölü mü yoksa diri mi olduğunu bilmeden bekliyorum. Günlerdir ona yapılan işkenceleri izleyip yaşamaya devam etmek için savaşıyorum.

Ben, Metehan. Metehan Kılıçarslan…

Adını, Türk tarihinin en büyük hükümdarları arasına yazdırmış, adına şarkılar, destanlar yazılmış, yaptıkları yüzyıllarca anlatılmış, Türk’ün gururu, düşmanın korkusu, hem asker hem komutan hem de yönetici olmuş Mete Han’dan alan Metehan…

Çanakkale Harbi’nde, Balkanlar’da, Sarıkamış’ta, Kurtuluş Savaşı’nda can vermiş, Ulu Önder Mustafa Kemal Paşa’yla cephelerde omuz omuza savaşmış, onun komutasında bu vatanın kurtuluşu ve kuruluşu için kan ve ter dökmüş, cumhuriyet tarihimiz boyunca Güneydoğu Anadolu’da verilen terörle mücadelede görev almış asker ve istihbaratçı ecdada sahip olan Metehan…

Akıncı Beyleri’nin soyundan gelen, torunlarının torunu Metehan…

Soyundan, ecdadından görüp öğrendiğini yerine getirmek için kendisi de bir an bile tereddüt etmeden asker olan, üniformasını bayrağındaki hilal ve yıldız gibi ak şekilde taşıyan, âciz bedeninden akan kanla bayrağına al ekleyen Metehan…

Hudutu namus, silahı yoldaş, Andaç’ı gardaş, Nazenin’i sevdiği bilen Metehan…

Sevdiğini gözünden sakınırken, onu bir zalimin eline esir verip Kerkük’e yürüyen Metehan…

Ben, Metehan. Adı duyulmamış nice şehide selam, kanı bu topraklara akmış vatan sevdalılarına selam. Ve sevdiğim, sana selam olsun.

Ben geldim.

Seni almaya, koynuma sarmaya, yaralarına şifa olmaya geldim.

Hadi son bir gayret. Son kez dayan o zalime de zulmüne de.

Ben geldim.

Herkese Metehan ama sana Mete olan…

***

“Kerkük’ün zindanına attılar beni,

Mazlumlar sürüsüne kattılar beni…”

Herkes kulaklıklarından işitilen şarkının sözlerini duyup, öylece kalırken Metehan kısık, boğuk ama hoş tını barındıran sesiyle devam etti.

“Bir yanım dağladılar ateşle annem,

Ne suçum ne günahım yaktılar beni, yaktılar beni…”

Herkesin boğazı düğüm düğüm, yüreği yangın yeriydi. Metehan’ın söylediği türkü ise o yangını harlıyordu sanki. O anda Seyfettin Paşa’nın kısık sesi girdi araya ve türküyü devam ettirdi

“Türkmen obalarından göçen anneler,

Ne yuvaları kalmış ne de haneler, ne de haneler…”

Son sözler ise hepsinden fısıltıyla yükseldi.

Gökkubbeyi sarsar mazlum feryadım,

Elbet bir gün güler bize seneler, bize de seneler…”

 

On Gün Önce – Nazenin

Valilik binasından çıkıp aracına geçmiş, eve varıp kızlarla birlikte yemek yedikten sonra işiyle ilgili yapacaklarını düşünüyordu Nazenin.

“Ne oluyor? Emre, durma sakın, bas gaza,” diyen Levent’in telaşlı sesiyle kendine geldi ve çevresine bakındı. Neler oluyordu?

“Ne oluyor?” diye soramadan aracı ani bir frenle durduğunda, Emre bağırıyordu bu kez.

“Önümüzü kestiler.”

“Geri git,” diyen Levent bir yandan, “Koruma araçları, geri gidin,” diyordu kulaklığına. Ancak ne onlar ne de diğer araçlar kıpırdıyordu. Arkalarında da yabancı bir araç duruyordu.

Askeri araçlardan inmeye hazırlanan Kaplan Timi, daha kapılarını açamadan büyük bir patlamayla sarsıldı. Kulakları patlamanın sesiyle uğuldarken Nazenin kendini koltukların arasına atmıştı. Ve saniyeler sonra ikinci patlamanın şiddetiyle bir kez daha sarsılırlarken aracının camları da patlamıştı. Üstüne düşen cam parçalarını hissediyordu Nazenin. Kulaklarının uğultusu, başında bir anda başlayan ağrı, bedenine saplanan cam parçalarının acısı…

Hepsini aynı anda hissetse de gözlerini açmaya çalıştı. Az evvel elinde tuttuğu ancak şu an az ötesine fırlamış, yerde duran telefonuyla bakıştı. Ona uzanıp, suikasta uğradıklarını haber vermek isterken ekran ışığı yandı ve ekrana bildirim olarak düşen mesajı zar zor gördü.

Ben de seni seviyorum. Dikkat et. 

Gözlerine yaşlar birikirken, “Mete…” dedi yalnızca. Telefona bir kez daha hamle yapacağı sırada ise silah sesleriyle irkildi. Tahmininde yanılmıyorsa Kaplan Timi araçlarından inmiş ve saldırıyı yapanlarla sıcak temas sağlanmıştı.

Silah sesleri arasında, “Nazenin Hanım!” diye bağıran Levent’e, “İyiyim,” dedi zar zor. İyi falan değildi oysa. Ufak tefek de olsa fiziksel yara almıştı. Ama asıl sıkıntı başındaki kahrolası ağrıydı. Beyni yerinden çıkacakmış gibi zonkluyordu resmen. Ağrıdan açamadığı gözlerini bir kez daha zorla araladığında, telefon ekranına bir bildirim daha düştü Binbaşı’dan.

Naz’ım…

Ona günlerdir uzattığı barış girişimlerine tam da şu an ateşin içindeyken karşılık vermesi ama hiçbir şeyden haberinin olmaması ne kadar manidardı. Gözlerine dolan yaşlarla ekrana bakıp, “Mete…’’ derken Levent’in sesini duydu.

“Vali’m, sizi buradan çıkarmamız lazım. Aracı terk ediyoruz.’’

Nazenin yalnızca başını sallayıp doğruldu. Kapıyı açıp Levent’le aynı anda araçtan inerken, “Emre?’’ dedi.

“Emre de geliyor. Biz ilerleyelim, o da geliyor.’’ İlerlemek istese de bir gözü ardındaydı. Emre’nin de peşlerinden gelip gelmediğini kontrol ediyordu ki bir gürültü daha koptu. Levent koca bedeniyle üstüne kapanıp, onu saklamaya çalışırken, “Ses bombası attılar,’’ dedi. “Siz sakin olun. Çıkacağız buradan.’’

Ses bombasının sesi kulaklarında çınlarken üstlerine mermi yağmaya başlamıştı. Bu kaçıncı suikast, bu kaçıncı mermi yağmuruydu canına kasteden? Artık sayısını bile unutmuştu Nazenin.

“Levent, beni korumak için vurulur ya da ölürsen seni diriltir, ben öldürürüm. Duydun mu?’’

Bağırışını duyan Levent gülüp başını salladı ve onu aracın ardına doğru iterken, “Yat!’’ diye bağırdı. “Benim görevim seni korumak. Gerekirse ölüp seni yaşatmak. Asıl sen ölürsen çok fena bozuşuruz, Nazenin. Duydun mu beni? Ayrıca o deli sevgilinle abin ve Paşa baban beni ne yaparlar, hiç düşünüyor musun?’’

Levent’in resmiyetten uzak, tıpkı bir abi edasıyla söylediği sözlerle afallayan Nazenin, ona bakakalmıştı. Yaklaşık bir yıldır birlikte çalışıyorlardı ancak onun kendisine hiçbir zaman resmiyetten uzak davrandığını ya da adıyla hitap ettiğini duymamıştı.

Şaşkınlıkla gülüp, “Sen az delisin sanki, Levent abi,’’ dediğinde göz göze geldiler. İkisi de hem gülüyor hem de birbirlerine endişeyle bakıyordu.

“Abi sözü dinle, kızım. Abi sözü dinle, eğ başını. Bize lazımsın, bizim kız.’’

Başını salladı. Levent’in dediğini yapacakken, yanlarına koşarak ve havaya ateş açarak yaklaşan Emre onu kontrol etti. Ardından hızla Levent’e ilerledi. Şimdi sırt sırta duruyorlardı.

“Nasıl çıkacağız, abi?’’

“Önümüz de arkamız da kapalı, aslanım. Ben de bilmiyorum ama çıkmamız lazım,’’ derken etraf bir anda puslanmış, göz gözü görmez olmuştu. Levent’in, “Laaan!’’ diye bağırışını, ardından da, “Nazenin Hanım!’’ diye haykırışını işiten kadın tam ağzını açacaktı ki ense köküne inen darbeyle bilincini kaybetti.

***

Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilmiyordu ama gözleri aralanmaya başladığında tek hissettiği ve düşünebildiği başındaki ağrıydı. Olaylar esnasında ağrımaya başlayan başı, aldığı darbeyle daha da fena bir hale gelmişti. Ağrıdan gözleri yanıyor, gözkapakları açılmıyordu.

Zar zor soluklanıp, “Levent, Emre…’’ dedi fısıltıyla. Cevap gelmedi. Gözlerini usulca açtı ancak hiçbir şeyi net göremiyordu. Sanki gözlerine perde inmiş gibiydi. Hem etrafa bakmaya hem de olan biteni hatırlamaya çalıştı. Ne olmuştu? Buraya nasıl gelmişti? Burası neresiydi? Neden hiçbir şey hatırlamıyordu? Kollarında ve ayaklarındaki ağırlıklar neydi?

İşte, kendine gelmeye başlarken bedenine dair ilk hissettiği şey buydu. Kollarını ve bacaklarını sımsıkı saran, canını yakan her neyse onları görmek için gözlerini kırpıştırdı. Yalnızca etrafını saran loş ışığı ve gözünün görebildiği diğer her yerin karanlığını ayırt etti.

“Neredeyim ben?’’ deyip hareket etmek istediğinde ise uyuşan bütün beyin hücreleri, bütün uzuvları canlandı sanki. Kollarını oynatmasıyla kulağına dolan zincir sesleriyle şok geçirip bakındı kollarına. İşte o an havada asılı durduğunu anladı. Kollarından ve bacaklarından zincirlerle bağlanmış, resmen çarmıha gerilmiş gibi havada asılıydı.

“Bu ne? Ne oluyor?’’ derken sesi çatlamış, çatallaşmıştı. Durup soluk almaya zorladı kendini. Ciğerlerine hava ulaştırmazsa bayılacaktı sanki. Derin derin soluklar alıp, etrafa daha dikkatli bakmaya çalışırken adım sesleri duydu. Kendisine yaklaşan sakin adımların nereden geldiğini anlamakta zorlanıyordu çünkü bulunduğu yer bomboş bir yerdi. En ufak tıkırtı bile büyüyüp, yankılanarak saniyeler sonra kendisine dönüyordu.

“Kimsin sen? Ben neredeyim? Neden bağladınız beni?’’ Bağırışı az önceki adım sesleri gibi yankılandı içeride ve kulağına geri döndü. Çok geçmeden de bir kahkaha sesi ilişti bu kez kulaklarına. Bir kadın kahkahası. Tüyleri duyduğu kahkahayla ürperip, diken diken olurken, “Cansel…’’ dedi fısıltıyla ve gecikmeden cevabını aldı.

“Hayır. Veronika. Veronika Averyanov.’’ Sözlerinin son bulmasıyla, sadece kendisini aydınlatan ışığın bir kısmında onu gördü. Veronika’yı. Kadın, yüzüne düşmanca bir ifadeyle bakıyor, bir yandan da gülüyordu. “Şimdi gerçekten tanıştık, değil mi Vali Hanım?’’

“Gerçek tanışmamız alnının ortasına Türk askerinin mermisini yediğinde olacak, Veronika,’’ dedi baş eğmez, boynunu bükmez Nazenin Tuna. Namı diğer Vali Hanım.

“Nerede olduğunu bilmiyor, bu halde olmaktan korkmuyorsun. Hâlâ aynı inatla, o uzun dilinle laf sokuyorsun, öyle mi?’’ deyince sinirden kıpkırmızı olan Nazenin öfkeyle bağırdı.

“Öyle! İtten, çakaldan korksaydım bu mesleği seçmezdim. Senden mi korkacağım? Senin bana yapacaklarından mı korkacağım? Öyle sanıyorsan yanılıyorsun, Veronika. Sen bizi hiç tanımamış, hiç öğrenememişsin. Ben Türk’üm. Bir ölür, bin dirilirim. Ve ben ölmem, Rus dölü. Ben vatan uğruna şehadete ererim.’’

Yüzündeki o kindar gülümseme silinip giden Veronika, “Çok gerginsin, hayatım, dur ben sana yardım edeyim de belki biraz rahatlarsın,’’ dediği anda bağlı olduğu zincirler gerilmeye başlamıştı.

Önce ne olduğunu anlayamayıp kollarına ve bacaklarına bakmaya çalıştı. Ancak ne olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Bedenine giren acıyla kasılıp, bağıracakken gözünün önüne Metehan geldi. İşte o an, her şeyi anladı. Ona yaptıkları gibi kendisine de işkence edeceklerdi ve muhtemelen, kendisinin göremediği bir yerdeki kamerayla kayda alıp görüntüleri ona göndereceklerdi. Hatta babasına, abisine ve kendisini kurtarmaya hazırlanan kim varsa herkese. Bu anları, hepsi görecekti.

Beyninde resmen patlayan bu uyanışla dişlerini sıktı. Ve bir şeyi daha anladı.

Sevdiği adamı…

Onun işkence görüntülerini izlediğini duyduğunda yüzünün aldığı hali hatırladı. Ne kadar üzüldüğünü, ne kadar incindiğini… Şimdi aynısı başına geliyordu. Ve tek dileği, Metehan’ın bu görüntüleri izlememesiydi. Kendisini böyle, bu halde görmemesini istiyordu. Ama dilekleri boşaydı, bunu da biliyordu.

Bedenini havada bir ok gibi geren zincirler, sonsuzluk gibi geçen sürenin sonunda durduğunda, nefes almaya çalıştı ama nafileydi bu çabası. Acıdan soluk alamaz olmuştu. Sanki uzuvları bedeninden ayrılacak, bedeni beş parçaya ayrılıp yere düşecekti. Çektiğim acı son bulacaksa buna razı olurum, düşüncesi zihninde canlanmak üzereyken yine o geldi gözlerinin önüne. Gölete atıldıkları zaman söyledikleri çınladı kulağında.

Bir daha sakın öylece bırakmayacaksın kendini, duydun mu? Beni duydun mu Nazenin? Mücadele etmeye ve yaşamak için savaşmaya devam edeceksin.

Geçmiş hatıraların, sevdiği adamın sözlerinin gücüyle dişlerini sıktı. Ama Veronika daha son hamlesini yapmamıştı. Bir anda gevşeyen zincirlerle bedeni salınıverdi. Acının yerini ağrı ve uyuşukluk alır gibi oldu. Ve bir kez daha, az öncekine göre çok hızlı şekilde gerildi bedeni. Aniden o kahrolası acı artarak, geri dönünce aralandı dudakları ve var gücüyle feryat etti. Sonrası yoktu. Feryadının yankısını bile duyamadan kendinden geçti.

***

Gözlerini bir kez daha bilinmezliğe açıp tüm yaşadıklarının bir kâbus olmasını ve Metehan’ın bir yerden çıkıp gelmesini, “Geçti, güzelim, ben yanındayım,” demesini bekledi. Ama beklediği olmadı. Yine aynı yerde, aynı şekilde duruyordu. Başı eğik olduğu için yerle bakışıyor, başına giren ağrının acısı, konumundan dolayı daha da eziyet veren bir hale dönüşüyordu.

Üstündeki bembeyaz pantolonunun kirden griye çaldığını, ayaklarındaki topuklu ayakkabıların çoktan çıkıp gitmiş olduğunu fark etti önce. Çıplak ayakları ve elleri zincirlerin bağlı olduğu kocaman kelepçelerle sarılıydı. Bu durum kan akışını yavaşlatıyordu. Morarmaya başladığını fark edince korkuyla soluklandı. Böyle devam ederse ne olacağını biliyordu. Uzuvlarına kan akışı yetersiz kalmaya devam ederse kangren olurdu ve onları keserek bedeninden ayırırlardı. Başını hafifçe kaldırıp, “Allah’ım, yardım et,’’ diye fısıldadı. “Yardım et.’’ Kaç saattir ya da kaç gündür buradaydı? Burası neresiydi ki kimse kendisini bulamıyor, kurtaramıyordu? Son nefesini böyle mi verecekti? Gerçekten böyle mi olacaktı?

“Daha ölmeyeceksin, Seyfettin’in kızı. Daha çok anın olacak burada,’’ diyen sesle irkilip bakındı etrafa. Bu kez gelenin Zait olduğunu biliyordu. Ona, Seyfettin’in kızı, diye hitap edecek başka biri olmazdı burada.

“Geldin mi sonunda? Aldın mı beni? İçindeki öfke, kin, nefret soğudu mu Zait? İt Zait!’’ demesiyle yüzüne inen yumruğu hissetti. Ancak acısını algılayamıyordu. Bedeni uyuşukluktan bitap düşmüştü.

Tepki vermediğini anlayan Zait, “İndirin şu dilli orospuyu,’’ diye bağırıp Rusça küfürler savururken Nazenin sadece güldü. Bedeni kelepçelerden çözülüp yere indirildiğinde, kollarına iki adam girmişti. Vücudu âdeta ölü gibiydi; ayakta duramıyor, ayakları yerde sürükleniyordu.

Burnunun ucuna gelen Zait yüzünü kavrayıp, “O dilini koparıp babana mı göndereyim istiyorsun, Vali?’’ dedi ve kıs kıs güldü. “Belki koparmadan önce başka şeyler de yaptırırız sana.’’ Etrafını işaret ettiğinde, Nazenin buz gibi olarak etrafa baktı. Çevresindeki erkek yaratıklar kahkahalarla gülerken, uzaktan kendisini izleyip onlar gibi gülen Veronika’ya gözü ilişti. Allah’ın cezası kaltak, nasıl da gülüyordu!

“Metehan çok üzülür ama yapma, amca,’’ dediği anda o uyuşuk bedeni şok dalgasına tutulmuş gibi sarsıldı.

“Seni gebertirlerken, sırf keyfine oturup izleyeceğim, kaltak.’’

Fısıldadığı sözleri duyan Veronika, üstüne koşar adım gelip karın boşluğuna tekme attığında, Nazenin ciğerlerindeki bütün nefesi acıyla bırakıverdi. Ancak Veronika bırakmadı onu. Tekmelerine yumrukları eklenip yüzüne peş peşe inerken saçlarına hırsla yapıştı ve başını kaldırıp göz göze gelmelerini sağladı.

“Buradan cesedin çıkacak, orospu. Duydun mu beni? Paramparça olmuş cesedin. Parçalarını birleştirip de gömmeye bile uğraşamayacakları hale getireceğim seni. Parça parça edeceğim. Ama hâlâ bakılası ve güzelken… Onlara izin vermeyi planlıyorum,’’ deyip o da çevredeki erkekleri gösterdi ve bedenini itti.

Nazenin, adil olmayan bu saldırıdan epey yara almıştı. Bitap düşen bedenini iki adam tutarken saldıran Veronika’yı normal şartlarda ve sağlıklı vaziyette olsa alaşağı ederdi. Bunu kendisi de o kaltak da biliyordu. Ağzının içine dolan kanı var gücüyle ona tükürüp, “Acı çekerek gebereceksin,’’ diye fısıldadı. Ardından bir kez daha yüzüne inen yumrukla bayıldı.

Kaçıncı güne, kaçıncı işkenceye uyanıyordu zihni? Gözleri açılıyordu ama daha neler yaşayacak, neler görecekti, bilmiyordu. Gözlerini kırpıştırıp, etrafını görmeye çalışırken ilk hissettiği susuzluktu. Dili damağı kurumuş, ağzındaki kanın rezil tadı kalmıştı onda. Kuruyan dudaklarını ıslatmak için çabalarken yüzüne çarpılan suyla soluğu kesildi. Yüzünden akan suyu yalayıp, kendine gelmeye çalışırken soğuk suyun etkisiyle irkildi. Bedenine yapışan gömleğine ve pantolonuna baktı göz ucuyla. Sonra endişeyle ayaklarına baktığında normal renklerine döndüğünü görüp derin bir nefes aldı. Şimdilik hâlâ tek parçaydı. Ama nereye kadar? O da bilmiyordu. Gelen giden yoktu ve bu yokluğun korkusu iliklerine kadar üşüyen bedenini değil, yüreğini titretmişti. Bir kez daha üstüne bakıp ceketinin yokluğunu fark ettiğinde telaşlandı ama bunu belli etmemeye çalışarak etrafına bakındı. Neredeydi bu ceket? Ne zamandır üstünde değildi? Ceketin cebindeki emanetine bir şey olmuş muydu? Yüzük vardı cebinde. Metehan’ın aile yadigârı yüzüğü. Onu neden yanına almıştı ki? Dursaydı ya evde. Kendine kızıp, çevresine bakınmaya çalışırken, yanındaki bedeni hissedip irkildi.

“Gel bakalım,’’ diyerek onu oturduğu yerden kaldırıp, âdeta sürüyerek götüren adama ne cevap verdi ne de tepki. Yine zincirlere bağlanıp havalandı bedeni. Bu kez farklı bir şey vardı. O da az ilerideki kamerayı görebiliyor oluşuydu.

Zait kameraya baka baka konuşurken, “Seyfettin, ölmemişsin,’’ dediğini duydu. Ama duyduklarına tepki verecek, anlayacak, algılayacak hali yoktu. Boş boş baktı yalnızca. Zait, daha birçok şey söylemişti ama Nazenin onları da anlayamamıştı ne yazık ki. İt herifin sözleri son bulduktan sonra işkence yeniden başlamıştı. Bu kaydın nereye, kimlere gideceğini bilen Nazenin, gücü yettiğince dayandı zincirlerle gerilen bedeninin acısına. Onca şeye rağmen hiç sesini çıkarmadı. Tıpkı Metehan’ın öğrettiği gibi. Tıpkı onun işkence görürken, sessiz kalıp dişlerini sıktığı birçok an gibi kendisi de dişlerini sıktı ve mantıklı olmaya, direnebildiği kadar direnmeye çalıştı. Sonu derin bir acıya yenilip bayılmak olsa da hiç bağırmamayı başardı.

Bir sonraki bilmem kaçıncı ayılışında saçına dokunan Zait’e bakmaya çalışıp, “Bana dokunduğun o elini bile sikecekler, biliyorsun, değil mi?” diye fısıldadıktan sonra yüzüne inen yumrukla başındaki ağrı, daha büyük bir güçle kendini göstermişti sanki. O, başının içindeki zonklamayla savaşmaya çalışırken hissettiği şeyle şok oldu ve acıyla aralanan dudaklarından yükselen çığlığa engel olamadı. Bedenini sarsan, her zerresini acıya boğan, kalbinin atışını tekleten, ritmini bozan şeyin elektrik olduğunu idrak etmesiyle zihninin canlılığını kaybetmesi bir oldu.

Bayıldıktan sonra bulunduğu yükseklikten yere çakıldığını, başının top misali yerde sektiğini ise hiç bilmiyordu. Başından akan kanların yüzünü kaplayıp kuruduğunu ancak yeni bir ayılma esnasında fark etmişti.

“Su…’’ diye fısıldadığı esnada yanında duran birini hissedip soluklanmaya çalıştı. Yine mi başlıyorlardı? Yine mi? Daha yeni açmıştı gözlerini. Böyle giderse işkence esnasında ölecekti.

“Bir yudum. Bir yudum iç, Vali Hanım,’’ diye fısıldanan sözlerle gözleri olabildiğince açıldı ve yanındaki adama baktı şaşkın şaşkın. Adam gözlerini bir kez kapatıp, açarken, “Geliyorlar,’’ demişti. Ardından da suyu dudaklarına uzatıp, “Bir yudum iç, fazlası vücudunu şoka sokar,’’ diye fısıldamıştı.

Nazenin denileni yapıp, bir yudum su içtikten sonra onu orada bırakıp gitmişti. İçeride kendilerinden birinin olduğunu fark eden Nazenin, kaybettiği umudunu yeşertmeye çalıştı. Gülümsemek istedi ama yüzündeki yaraların acısından bunu başaramadı.

Başındaki acıyı ise iliklerine kadar hissedip neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. En son hatırladığı şey kendisine elektrik verildiğiydi. Sonrası yoktu. Başındaki bu acı, son baygınlığı sırasında olmuş olmalıydı.

***

Saatler, günleri kovalarken görmemesi gereken nice işkenceyi gördü, tanık oldu. Bazılarını yeniden ve yeniden yaşadı. Hissetti o kahrolası işkenceleri. Artık bedeninde acı duymadığı bir hücresi bile kalmamıştı. Kaç gün olmuştu bu ölüm kapanına gireli, bilmiyordu. Zaman kavramını yitirmişti çünkü. Gece, gündüz ayrımını yapabileceği en ufak delik bile yoktu burada. Ve umudu yeniden kırılıyordu. Yanına gelip geliyorlar, diyen adamı bir daha görmemişti. Belli ki benimle alay etti, diye düşünmeye başlamıştı ki dışarıdan yükselen silah sesleriyle gözlerini açtı.

Biliyordu. O silahları ateşleyenlerin kimler olduğunu biliyordu. Gelmişlerdi.

Gözlerinde gizleyemediği bir heyecanla çevresine baktı. “Geldiler,’’ dedi zorla. İçerideki adamlar telaşla etrafa koşuşturup, Rusça bir şeyler söylerken o ise keyifle onları izledi.

“Hepinizi sikecekler,’’ dedi fısıltıyla ve içindeki kini gizlemeden kıs kıs güldü.

Silah sesleri susmak bilmezken, yanına gelen bir adam onu gülerken görünce hırsla yüzüne bir yumruk indirdi. Ağzına dolan kanı hissetti Nazenin. Kanı tükürüp, ona yeniden gülerken bir darbe daha yedi. Ağzına daha da kan doldu. Adam bunun sonunun gelmeyeceğini fark etti. Kapıdaki cehennemi hatırlayıp onu bağlı olduğu iplerden kurtardı, sandalyeden kaldırdı ve itekledi.

“Yürü!’’ diye bağırıp, itmeye devam ederken Nazenin dermanı kesilmiş bacaklarını zorla sürüdü. Çıplak ayakları zemindeki toza toprağa bulanırken acıyordu ama hissetmiyordu sanki. En azından ilk baştaki gibi bir acı hissetmiyordu artık. Birkaç adım daha atıp yanından geçtiği masa gibi bir şeyin üstünde duran ceketini görüp durdu ve uzandı. Ceketini, öleceğini bilse bile orada bırakmazdı. İçinde Metehan’ın yüzüğü vardı. Kaybettiğini sandığı ceketine can simidiymiş gibi sarıldığında, ardındaki adam biraz daha bağırarak onu itti. Ama silah seslerinin telaşından, ölümün korkusundan aldırmadı Nazenin’in ne yaptığına. Nazenin, fırsatını değerlendirip hemen ceketi giydi. Kollarını kumaştan geçirmek için gerdiğinde canı çok yansa da buna aldırmadı. Ceketi giyip, belli etmemeye çalışarak göğüs cebini dışarıdan yokladı. Yüzüğü böylece hissedip, soluklanırken tebessüm etti.

Harabe vaziyetteki deponun kapısına doğru yürüdü. Kendisine yıllar gibi gelen belirsiz zamanın ardından sabah güneşiyle buluştu gözleri. Gözüne vuran ışıklarla resmen kör olup, gözlerini kapatırken durdu öylece. Ne haldeydi kim bilir! Nasıl görünüyordu şu an? Kendisini böyle gören babası, abisi, sevgilisi ve yaklaşık bir yıldır dost bildiği adamlar onu böyle görünce ne hissetmişti? Bilmiyordu ama kahrolduklarını anlaması zor değildi.

Çıplak ayaklarına vuran güneş ışığının sıcağına, toprağın soğuğu karışırken birkaç adım daha attı ürkekçe. Sonra gözlerini araladı ve onu gördü. Metehan’ı. Mete’sini gördü.

***

Gün doğumuna yakın, gökyüzü karanlıktan arınıp puslu ve gölgeli bir hal aldığı sırada, Seyfettin Paşa, “Kapıdakileri ve çevredekileri indirin,” dedi. Sustu ve soluk alıp devam etti. “Sessizce.” Sonra bir soluk daha aldı derin derin. “Atış serbest.” Emriyle herkes tetiğe dokundu. Yalnızca bir kez. Ve etraftaki it sürüleri kafalarına yedikleri mermilerle boş çuval misali yere yığıldı. “İlerliyoruz. Dikkatli!” Aldıkları emirle saklandıkları yerlerden ayaklandılar ve en sessiz adımlarını atarak harabe halindeki depoya yaklaşmaya başladılar.

İçeriden dışarıya çıkmaya yeltenen kim varsa mermilerinden nasibini alıyor ve yere yığılıyordu.

“İt sürüsü, karınca sürüsü gibi. Bitmek bilmiyorlar,” diye söylenen Albay’ın sözlerine normalde gülerlerdi. Ancak hepsi o kadar gergin ve odaklanmış vaziyetteydi ki yüzlerinde mimik yoktu.

Timlerin hepsi kapı tarafında bir araya gelip ilerleyecekleri sırada, “Durun!” diye bağırışı yeri göğü inletti. Metehan’dı canhıraş bir şekilde bağıran. Çünkü onu görmüştü. Nazenin’i. Nazlı yârini.

Usul usul göğe yükselmeye başlayan güneşin ilk ışıkları vurmuştu solgun, yaralı yüzüne. Gözlerini ışıktan kamaştığı için açamıyor, hiçbir yere bakamıyor, değil yürümekte ayakta bile durmakta zorlanıyordu. Çıplak ayaklarını zorla kaldırıp birkaç adım daha atışını izledi içi ezilerek. Üstündeki ceketi sıkıca tutmaya çalışan elleri titriyordu. Saçları karmakarışık olmuş, üstündeki bembeyaz takım kirden ve kan izlerinden renk değiştirmişti.

“Nazenin!” diye feryat edip ileri atıldı Metehan. Onu tutmak isteyen Seyfettin, saniyeler içinde yerinden resmen fırlayışına şahit olurken, “Dur!” dedi ama duran kimdi? Onu duyan kimdi?

Adını haykıran sesi duyarak gözlerini zor da olsa aralamayı başaran Nazenin, elini ceketinden çekti ve ona durmasını işaret etmeye çalıştı.

Ancak aldırmadı Metehan. Günlerdir aradığı sevdiği karşısındaydı. Nasıl dursundu? Onun hâlâ ayakları, çıplak ayakları üstünde duruyor olmasına, nefes alıyor olmasına bile şükrediyordu. Hiç düşünmeden koşmaya devam etti. Bir yandan da ardında görünen gölgeye sıktı kurşununu. Adam alnının ortasından vurulup, düşerken, “Nazenin!’’ dedi bir kez daha ve birkaç adım kala silah sesi duyuldu. Kendilerinden birine ait olmayan silah sesi…

Kulaklarında vızıltı bırakıp tam Nazenin’in kalbine saplandı. Bedenine giren mermi çekirdeğiyle sarsılan yorgun bedenini, aralanan dudaklarından çıkan, “Hıı!’’ diye bir nida takip etti. Metehan gördükleriyle aniden durunca bedeni ileri geri yalpalamış, kocaman açılan gözleri merminin girdiği yerde donup kalmıştı.

Dudaklarını zorla aralayıp, “Naz!’’ dediğinde kızın yüzünde tebessüm belirdi. Bir an için belirdi ve yok olup gitti. Bedeni öne arkaya sallanıp en sonunda gürültüyle dizlerinin üstüne düştü. Gözünden bir damla yaş usulca süzüldü. Bembeyaz olması gereken ama kirden grileşen gömleği kanıyla kıpkırmızı olurken, Metehan başını sağa sola sallayarak, “Hayır!’’ diye feryat etti. Yer gök inliyordu bu feryatla. Kendi sesiyle, feryadıyla irkilip yeniden koştu ona doğru ve yüzüstü kapaklanmak üzere olan bedenini tuttu. Titreyen sesiyle, “Nazenin…” dedi. Gözlerine dolup akan yaşlarla baktı sevdiğine.

Kollarına yığılıp kalmış beden hareketsiz dursa da gözleri hâlâ açıktı Nazenin’in ve dikkatle bakıyordu ona. Yüzünde zorla beliren tebessümle, “Mete…’’ diye fısıldarken gülüşü büyüdü. “Söyle,’’ dedi zorla.

Neyi söylemesini istediğini anlamayan Metehan, “Neyi?’’ deyip bir yandan, “Yorma kendini,’’ diye ekledi.

O esnada devam etti Nazenin. Acıyla aralanan dudaklarından fısıltı yükselirken etraflarını saran insanların gölgelerini hissediyordu.

“Zemheri söyle.’’

Bu sözlerle soluğu kesildi Metehan’ın. Ona korkuyla bakıp, iç çekerken titredi dudakları. Yaşadığı korku, onu kaybetme korkusuydu. Hayatında hiçbir şey ve hiç kimse için hissetmediği bu korkuyla tanışıp, sarsılırken, “Nazenin…’’ dedi ama susmadı Nazenin. Kalan gücü çekilmeden bedeninden ve zihninden, gözleri kapanmadan tekrarladı isteğini.

“Zemheri söyle, Binbaşı. Son kez söyle.’’

Son duyduğu onun sesi olsun istedi Nazenin. Son gördüğü onun yüzü, onun gözleri olsun istedi.

“Helikopter geliyor,’’ diyen ses ilişirken kulaklarına, “Kızım…’’ diyen fısıltıyı da duymuştu. Gözleri Metehan’da olsa da yerde öylece duran elini kıpırdattı, parmaklarını hafifçe oynattı. Vücudu, yaşadığı kan kaybından buz kesip titriyordu ama o hissetmiyordu. Göğe yükselen güneşin sıcağı bile ısıtmıyordu bedenini artık.

Zar zor araladığı dudaklarının arasından, “Baba…’’ demek istedi ama dudaklarının yanından sızan kan buna engel oldu. Metehan kanı görüp onu hızla yan çevirse de bırakmıyordu bedenini. Yanağı dizinde öylece duruyor, aralık dudaklarından sızmaya devam eden kan, onun pantolonuna akıyordu usul usul.

Gözlerini ışığa ve bitmek üzere olan gücüne inat açıp babasıyla göz göze geldi önce. Ardından da abisini gördü. İkisi de dibindeydi ama elini kaldırıp onlara dokunacak hali yoktu. İkisinin de adını sayıkladığını duyuyordu. Ağladıklarını görüyordu ama tek kelime edemiyordu.

İstediği, onların feryadını görüp duymak değildi zaten. Kendini zor da olsa çevirip, yeniden Metehan’ı görürken kaşlarını çattı.

“Bu bir emirdir. Söyle dedim, ulan.’’

Sözleriyle anlık sessizlik oluşurken, gülmeye başlayan Metehan onu koluyla sarıp kaldırdı ve göğsüne bastırdı. Şimdi yine göz gözeydiler.

 

 

 

 

 

 

 

Nazenin…

Ben, Nazenin. Nazenin Tuna.

Adını Nazende Sevgili şarkısına borçlu olan, adının anlamı nazlı, cilveli, narin olan ama sevdiği adama kadar bunların hiçbiriyle kendini özdeştirmeyen, onunla tanışıp, hemdem olunca Naz olan, nazlı olan, cilveli ve narin olan Nazenin…

Ben, Nazenin…

Sevgisiyle beni bambaşka birine dönüştüren, Naz olarak doğumumu gözlerinde gördüğüm adamın kollarında şimdi ölümüme hazırlanıyorum. Son baktığım, son gördüğüm onun gözleri olsun diye şimdi tüm çabam.

Ben, yıllarca gizli saklı büyüyen, sokağı bile bir camın ardından gören, izleyen Nazenin…

İçinde büyüttüğü isyanla başkaldırıp hayallerine koşan, o hayaller uğruna savaşırken kanını akıtan, belki de canını verecek olan Nazenin…

İdealleri uğruna sonuna kadar mücadele eden, dik duruşuyla herkese örnek olmak isteyen, kadınsın sen, elinin hamuruyla bu işlere kalkışma, diyenlere inat elini her taşın altına sokup o taşların altındaki pislikleri gün yüzüne çıkaran Nazenin…

Ben, Nazenin. Şimdi ülkemden uzakta olduğum bu topraklarda son kez açıyorum gözlerimi ve bakıyorum göğe. Sabah güneşini selamlıyorum son kez. Ve son kez görüyorum gözlerini, sevgilim.

Son kez bakarken gözlerine, o kara kara gözlerinde yaş görmek değildi hayalim ama sen bana bakıp ağlıyorsun. Gücüm yetse silerim gözündeki yaşı. Savaş daha bitmedi. Belki benim hikâyem bitti ama savaşımız bitmedi. Sil gözünün yaşını ve kalk ayağa. Devam et. Devam et ki ruhum huzur bulsun, derim.

Ben, Nazenin… Vali Nazenin.

Rütbesi sevdiğinden daha taşaklı olan Nazenin… Sevdiğiyle hemdem olan, bir olan can olan ama nefes olamayan, nefesi bu kurak topraklarda tükenecek Nazenin…

Oysa ne çok isterdim daha nice zaman seninle nefes almayı… Hemdem olmaya devam etmeyi… Oysa ne çok isterdim, böyle acıyla, üşüyerek değil de sıcacık koynunda uyurken ölmeyi…

Ben, Nazenin… Bu hikâye benim hikâyem ve bitmek üzere. Tıpkı ülkemin nice şehitleri gibi bitmek üzere. İşte şu an sevindiğim tek şey bu.

Çocukluğumdan beri babamı, gençliğimden itibaren abimi, yetişkinliğimde ise Metehan’ı şehit vermekten korktum hep. Ama şimdi… O kutsal mertebeye ben yürüyorum.

Şehadete yürümüş ecdadıma selam olsun.

Ben de vatan uğruna düştüm toprağa ve kanım karıştı bayrağımın alına.

Ben, Nazenin…

Şehit Vali Nazenin Tuna.

Selam olsun, vatan toprağıma.

Selam olsun, gölgesinde huzurla yatacağım bayrağıma.

***

“Haber saldım tez gelesin,

Sabrım azaldı, bilesin.

Nere koyam gönlümdeki gülleri?

Ustam yine dört bir yanım zemheri,

Zemheri, zemheri, zemheri ustam…”

İşte istediği buydu. Bunu duymak, onun sesinden duymak istiyordu.

“Gün geçtikçe azalırım…’’

Durup, soluklanmaya çalışan adama bakıp, tebessüm ederken bin bir uğraşla elini kaldırdı ve yüzüne dokundu.

Bir gün yıkılır, kalırım. Üstümü karlar örtmeden dön geri,’’ diye fısıldadı. Metehan’ın gözlerinden dökülen yaşlar daha da artıp hızlandı.

Ve kapandı Nazenin’in gözleri.

Ancak susmadı Metehan. Ağlaya ağlaya devam etti türküye.

“Ustam yine dört bir yanım zemheri,

Zemheri, zemheri, zemheri ustam…”

Ne demişti aylar önce Zait?

Bir dahaki düğününüz, Vali Hanım’ın bayrağa sarılı tabutu başında olacak, demişti ve dediğini gerçekleştirmişti.

Ya da gerçekleştirebilmiş miydi?

 

DEVAM EDECEK

error: Content is protected !!