4.BÖLÜM
Öyle bir söz söylemişti ki Metehan, sözleriyle sadakati, samimiyeti ve sevdayı anlatmıştı. Nazenin ise duyduğu her kelimeyle ürperip, gözünden düşen yaşa rağmen usulca gülümserken adamın yanağını okşadı parmak uçlarıyla. Alnını onun alnına dayayıp gözlerini kapattı ve derin bir soluk çekti içine.
“Hem şair hem şiir gibi adamsın Binbaşı’m…” sözlerine bu kez gülümseyen Metehan’dı. Yüzünde gezen eli sıkıca tutarken burnunun ucunu kadının burnuna yavaşça sürttü.
“Ben birkaç kelimeyle fethediyorum gönlünü ama sen, bunu tek kelimeyle yapıyorsun Vali’m.” Kıs kıs gülmeyi sürdürürken fısıldadı. “Sen de az değilsin yani…”
“Ankara’da, odandayken bana, ‘Ben, herkese azım da sana çok fazlayım be Nazenin Hanım,’ demiştin.”
“Evet…”
“Demek ki ben de herkese az ama sana çok fazlaymışım Binbaşı’m.” Sözleriyle boğazı düğüm düğüm olan Metehan zar zor yutkunup, kadının alnına uzun bir öpücük kondurdu. Bir süre sessizce ve öylece kaldıktan sonra adam kol saatine bakıp, “Git, sıkıca giyin,” dedi. “Beş dakika sonra çıkıyoruz.” Nazenin’in şaşkın ve anlamaya çalışır ifadesine bakıp, gülümserken burnunu sıktı. “Hep sen sürpriz yapıp şaşırtacak değilsin ya. Bu kez de ben şaşırtayım. Hadi.”
Tek kelime daha etmeden ve onun da konuşmasına müsaade etmeden evden çıktı. Nazenin nereye gideceklerini, ne sürprizinden bahsettiğini düşünerek bir süre öylece durdu ama harekete geçmeden de edemedi. Siyah renkte, çok kalın olmayan V yaka, pamuklu bir kazak ve kot pantolon giydi. Siyah deri ceketini de giyip odadan çıkacaktı ki aklına gelen şeyle makyaj masasına yöneldi. Çekmeceyi açıp küçük, dikdörtgen şeklindeki kadife kutuyu aldı ve çantasına koydu.
Beş dakika sonra kapının önünde buluştuklarında ikisi de sessizce birbirini süzdü. Bunu da gizleme gereği duymadan yapmışlardı. Metehan’ın üstünde gömlek, deri ceket ve pantolon vardı. Hepsi de simsiyahtı. Spor ama şık görünüyordu. Karizmatik duruşu, keskin yüz hatları siyahlar içindeyken daha da çekiciydi. Nazenin gözlerini ondan kaçırıp bir adım atmıştı ki adamın kendisine uzanan elini gördü. Bir an duraksamış olsa da elini tuttu. Eli kocaman ve sıcacıktı. Üşüyen eline, bedenine bu ısı bile iyi gelmişti.
Metehan avucunun içindeki eli başparmağıyla okşadıktan sonra parmaklarını arayıp ellerini sıkıca kenetledi ve merdivenlerden inmeye başladı. Apartmanın az ilerisindeki park yerine kadar el ele ama sessizce yürüdüler. Metehan, Nazenin’in araca binmesi için kapıyı açıp yardım etti. Çünkü aracı da kendisi gibi kocaman ve yerden hatırı sayılır derece yüksek bir cipti.
Nazenin aracın koltuğunda bile ufak kalıp, kendi hâline gülerken şoför koltuğuna geçen Metehan ona baktı.
“Ne oldu? Neye gülüyorsun?”
“Seni de ancak böyle bir araç paklardı zaten. Şuna bak, dev gibi. Bununla az dikkat çekersin ama keşke daha büyüğünü alsaydın.”
Kadının yorumuna ve taşlamasına gülerken, aracı çalıştırıp sağ elini yan tarafa uzattı. Yüzünü çenesinin altından kavrayıp, yanağını okşarken hareket etmişti.
“Dillisin dilli. Sivri dilli.”
Bu kez gülen Nazenin oldu. Hem gülüp hem de dilinin ucunu çıkarmasıyla Metehan’ın gür kahkahası sardı aracın içini.
“Küçük kız çocuğu… Kemerini bağla, yavrum,” derken nizamiye kapısına yaklaşıyordu. Kapıda nöbet tutan askerlerden biri selam dururken diğeri de demir kapıyı açıyordu. Aracını boşa alıp el frenini çeken Metehan ise belindeki silahı çıkarmıştı. Namluyu bacaklarının arasından boşluğu görecek şekilde tutarken, şarjörü çıkartıp sürgüyü çekti ve fişek yatağını kontrol etti. Ardından sürgüyü bırakıp şarjörü yerine taktı, emniyetini kontrol edip silahı sol bacağının altına doğru koydu.
Daha önce de baş başa dışarı çıktıklarında silahını bacağının altına doğru koymuştu. Her an tetikteydi. Aslında çok rahat görünse de aklı sadece yanındaki kadındaymış gibi davranıp sohbet etse de diğer duyuları daima düşmana hazırlıklıydı.
Kapının açılmasıyla aracına odaklandı. Yeniden hareket edip şehrin merkezine giden yolu takip etmeye başladı. On dakika süren yolculukları son bulduğunda arabadan inip Nazenin’in kapısını açmış ve yine ona yardım etmişti.
Çevresine dikkatlice bakan Nazenin ise biraz şaşkın bir edayla, “Burayı daha önce görmemiştim,” dedi.
Metehan yine kadının elini tutup mekâna doğru ilerledi. “Polis, asker, doktor, hukukçu, yani şehre dışarıdan gelenler dışında pek ziyaretçisi olmaz,” dedi. “Göz önünde bir yer olmadığı için görmemişsindir.”
Kapıya varıp, içeri girmeden önce ellerini usulca ayırdılar. İçeride, bu saatte dışarıda olması beklenmeyecek kadar çok insan vardı. Metehan, Nazenin bu kadar göz önünde bir mesleğe ve kişiliğe sahip olmasa elini bırakmazdı ancak onu ya da aralarındaki ilişkiyi dedikodu malzemesi yapmak istemiyordu. Zaten böyle bir şeyi istemediğini Nazenin de daha önce defalarca söylemişti.
Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, masalarda oturan müşterilerin gözleri üstlerine dönmüş ve ayağa kalkmaya başlamışlardı ki Nazenin elini kaldırarak hepsini durdurdu.
“İyi akşamlar. Lütfen devam edin. Vali olarak değil, sivil bir vatandaş olarak buradayım.”
Bakışlarını tekrar yerlerine oturan insanlardan çekti ve yanlarına gelen kişiye baktı. Metehan ve henüz tanışmadığı adam samimiyetle el sıkışırken sessizce onları izledi.
“Oo, hoş geldin, Metehan Binbaşı’m. Ne zamandır uğramadın, özlettin kendini.”
“Hoş buldum, Şefik abi. İş güç derken uğrayamadım,” deyip, gözleriyle Nazenin’i işaret ederek devam etmeden önce, adamdan ayırdığı elini usulca kadının sırtına dokundurdu. Bu yaptığı belli belirsizdi ama kadın hissetmişti.
“Bizi ağırlayacak yerin vardır umarım.”
İşletmenin sahibi Şefik başını sallarken bir yandan da Nazenin’e bakıyordu.
“Var, var. Sizi ağırlamaktan şeref duyarım. Hoş geldiniz, Vali Hanım.”
Başını hafifçe eğip, sağ elini kalbinin üstüne koyup selam veren adama Nazenin de başıyla karşılık verdi.
“Hoş buldum, Şefik Bey. Sağ olun.”
“Üst kata geçin, Binbaşı’m. Orada kimse yok. Ben hemen masayı kurarım.” Bir an duraksayıp, “Her zamankinden değil mi?” diye sorunca Metehan tebessüm edip başını salladı.
“Her zamankinden, Şefik Abi.”
“Tamamdır, hadi siz geçin yukarı,” deyip hızla arkasını döndü yürümeye başladı.
Metehan da Nazenin’i merdivenlere doğru yönlendirdi. Yukarı çıkmaya başlamışlardı ki aklına gelen şeyle geri döndü ve Şefik abiye doğru ilerledi. Adamın kulağına eğilip, “Nazenin Hanım yemek yemedi,” dedi. “Sen onun için yiyecek bir şeyler de hazırla, Şefik abi.”
Adam hızlıca başını salladı. “Hemen hazırlarım Binbaşı’m.
Metehan aldığı cevaptan memnun olarak yine merdivenlere yürüdü ve kendisini bekleyen kadına tebessüm edip basamakları çıkmaya başladı.
Üst kata vardıklarında, cam kenarı bir masaya yöneldiler. Nazenin camın yanındaki sandalyeye otururken Metehan da onun yanındaki sandalyeye geçti. Karşısına değil, tam yanına, yamacına yerleşti. Çalışanlar masayı hazır edip Nazenin için de sıcacık mercimek çorbası getirmişti.
Çorbayı gören Nazenin göz ucuyla Metehan’a baktı ve gülümsedi.
“Teşekkür ederim ve biliyorum, gerek yok, diyeceksin.”
“Rica ederim. En son ne zaman yemek yediğini hatırlamadığına eminim.”
Rica ederim, demesine ayrı, en temel ihtiyaçlardan birini kendisi unuturken Metehan’ın unutmamasına ayrı şaşırmıştı. Adamın gözü daima üstündeydi bunu artık net olarak biliyordu. Sandalyede yan dönüp boynuna sarıldı ve yanağını öptü. “Sen nasıl bir adamsın?” diye fısıldadığında beline dolanan kolları ve şakağına dokunup kalan dudakları hissetmişti.
“İyi ve kötü her anda yanında olmak isteyen bir adamım,” diyen Metehan boynuna dolanan kolları çözdü ve Nazenin’i yüz seksen derece döndürdükten sonra bedenini göğsüne doğru çekti. Göğsüne yaslanan sırtın gerginliğini hissetse de umursamadı. Kolunu kadının göğsünün altına dolarken omzuna yaslanan başını memnuniyetle kabul etti ve şakağına bir öpücük daha kondurdu. Kollarının arasında irkilip usulca titreyen bedene keyifle baktı.
Evin kapısında yaşanan o kabullenişten sonra bir adım öteye gitmek yoktu Metehan için. Zamanla Nazenin de alışacaktı bu yakınlığa. Biliyordu. Sonra kendisi gitmek, uzaklaşmak istemeyecekti. Çünkü kedi gibiydi Nazenin. Sıcağa ve sevgiye sığınan bir kedi gibi. O da sıcaklığını ve sevgisini sonsuz bir cömertlikle verecek olan kişiydi.
Birkaç dakika süren sessizliğin ve göğsüne daha rahat yerleşme çabalarının ardından, “Babam gitti mi?” diye sordu.
Metehan, “Hayır, gitmedi,” dedi. “ Senin toparlanmanı bekliyor. Bu gece misafirhanede kalacak.” Soluk alıp eğlenir gibi devam etti. “Ama beni sana gönderdi ve seni bana emanet etti.”
“Yani bilmeden ayıya yavru emanet etti, ha?” dedi Nazenin gülerek.
Gülen kadının boynuna sokulup kıs kıs gülerken, “Geç dalganı,” dedi. “Gözüm üstünde olacakmış. Emir büyük yerden. Yandın, Vali Hanım.” Nazenin duyduğu sözlerle hoş bir kahkaha attığında Metehan mest olmuştu resmen. “Bir daha gülsene,” diye fısıldadığında Nazenin duraksamış ama hemen toparlanıp konuşmayı da başarmıştı.
“Gül deyince gülemem. Git başımdan. Çorbamı içeceğim.”
Gülemem diyordu ama bir yandan da tatlı tatlı gülüyordu. Metehan’dan ayrılıp masaya döndü ve kaşığını eline alıp çorbayı karıştırdı. Sessizlik içinde çorbasını içip bitirdiğinde Metehan boş kadehleri doldurmaya başlamıştı. Kadehleri birbirine dokundurup ilk yudumları aldıktan sonra, “Neden görmek istemedin babanı?” diye sordu.
Nazenin ise sessizliğini koruyup öylece şehri aydınlatan sokak ışıklarına baktı. Söze nereden başlasa, ona kendini, içinden geçenleri nasıl anlatsa bilemiyordu ancak anlatmak da istiyordu.
Peş peşe soluk aldı ve yüzünü adama doğru döndü. “Öyle gizli saklı, öyle gözlerden uzak büyüttü ki beni, düşünsene, neredeyse ömrünün üçte ikisini abimle geçiren sen bile bir haberdin benden,” dedi ve durup parmakları arasında salladığı kadehe baktı. “Üniversitenin üç yılı dahil olmak üzere okuduğum okulların önünde korumalar bekledi beni. Bahçeye çıktığım her an gözlerini üstüme kilitlemiş farklı yerlerde duran iki adam olurdu etrafımda. Ders esnasında o adamlardan biri dersliğimin bulunduğu koridorun başında nöbet tutardı. Olur da tuvalete falan gitmem gerekirse beni oraya kadar takip eder, tuvaletin kapısında beklerlerdi. Hiçbir zaman yaşıtlarım gibi koşup eğlenemedim bu yüzden. Üstümdeki gözler buna engel oldu. Ben de çocukluğumu kaçırdım böylece. Sokakta yürümedim hiç. İnana biliyor musun? Tek başıma yürümedim falan değil yani, direkt olarak yürümedim. Özel bir araçla evden okula, okuldan eve. Alışverişe gitmem gerekirse annemle gittim. Hiçbir okul etkinliğine, sınıf etkinliğine katılmadım. Bir kez Ankara gezisine gitmiştim. Zaten onda da annem gezi grubunun öğretmeniydi. Ankara’da üniversite kazanıp evden çıktığımda resmen şok geçirip bocaladığımı hatırlıyorum. Herkesten köşe bucak kaçıyor ama bir yandan da arkadaş edinmeye çalışıyor, insanları nasıl ölçüp tartacağımı, onlara nasıl ve neye göre güveneceğimi öğrenmeye çalışıyordum. Oysa onlar o yolu çoktan geçmişken, ben ise o yolu ilk kez yürüyordum. Allah’tan ki Kerem vardı. Bu yüzden hep yanımdaydılar ya zaten.” Deyip soluklandı, biraz sessiz kaldı ama sonra devam etti.
“Hayatımda ilk kez annem, babam, abim, Kerem ya da yakın koruma olmadan kalabalık içine girdiğimde Kızılay Meydanındaydım,” durup o anları düşünerek acı acı gülümsedi.
“Ödüm kopmuştu kalabalıktan. Her an birinin bana zarar vereceğini düşünerek tetikte yürüyordum. O kadar gergindim ki işine gücüne giden insanların dikkatini çektim. Ve ardından devriye atan polislerin de dikkatini çekmeyi başardım. Düşün yani nasıl bir izlenim verdiysem adamlar benim terör eylemi yapmak için orada olduğumu falan düşünerek üstümü aramaya başladılar. Çantama baktılar bir şey yok. Beni aradılar, bir şey yok. Kimlik bilgilerime baktıklarında ise renkleri uçan bu kez onlar oldu. O zamanlar babam Tuğgeneraldi. Paşa kızına terörist muamelesi yapmışlardı. Çok riskli hareketti ama onlar da işini yapıyordu. Benden şüphe etmekte haksız değillerdi. Bir şey mi oldu, biri bir şey mi yaptı? Diye sormaya başladılar bu kez. Zor da olsa iyi olduğuma ve kimsenin bana bir şey yapmadığına ikna ettim polisleri. Doğruca eve döndüm. Ama ne dönmek… Evde bir tane sağlam eşya kalmadı. Evin içinden fırtına gibi geçtim. Bu yaşıma kadar sosyal hayattan uzak oluşumun, yaşadığım tedirginliğin, üzüntünün öfkesini eşyalardan çıkardım. Ve bir saat sonra hop, Paşa geldi. Baktı ki evde eşya namına hiçbir şey kalmamış, anladı tepemin fena attığını. Ben yere oturmuş, ağlıyorum. O da oturdu yanıma. ‘Ne oldu?’ diye sordu ama ağzımı açmadım. Yaşadığımı anlatmadığım gibi günlerce de kimseyle konuşmadım. Sadece Kerem’e anlattım ve onunla konuştum. Tabii, bugün öğreniyorum ki babam zaten beni izletiyormuş ve ne olduğunu zaten biliyormuş.”
Konuşmaya devam etmeden önce bir an duraksadı.
“Bugün, sokakta koşup oynayamayan, yere düşüp dizini kanatamayan çocuk Nazenin, lise yıllarında arkadaşlarıyla okuldan kaçıp sokaklarda saçma sapan ve amaçsızca gezemeyen liseli Nazenin, ilk kez sevgilisi olup da onunla el ele dolaşamayan genç Nazenin görmek istemedi babasını. Eğer görürse bu sefer kırılan şey eşyalar olmayacaktı çünkü. Bunu ise şimdilerde otuz yaşını geçmiş olan genç yetişkin Nazenin biliyordu. O yüzden görmek istemedim o an. Çünkü hangi yaşta olursam olayım babamın kalbini kırmak istemem. Şu an, şu yaşımda yaşayamadıklarımı düşünmüyor ve önüme bakmaya çalışıyorum. Zor ama başarıyorum. Tabii bu da bir yere kadar oluyor. Kimi zaman sinirime ya da duygularıma hâkim olamıyorum gördüğün gibi. Çünkü bunca şeyden mahrum kaldığım hâlde korkulanın başıma gelmesi ve benim net olarak bunu yeni öğrenmem gerçekten sinir bozucu. Azıcık sinirim ve gerginliğim geçsin babamı göreceğim.”
Kadehi kaldırıp yeniden sırtını Metehan’ın göğsüne yaslarken yorgun hâlde, “Şimdi keyifle bunu içmek istiyorum,” diye mırıldandı. “Çünkü yarın, bugünden daha zor olacak.” Metehan da az evvelki gibi kolunu ona dolayıp çenesini kadının başının üstüne koydu. Onun dilinden dökülen her kelime içine dokunmuştu. Canını yakmış, sevdalı yüreğini kanatmıştı. Ama bunu belli etmemeye çalışarak, ona destek olmaya devam etti.
“Ve ben daima yanında olacağım. Nazenin’e Metehan olarak, Vali Hanım’a ise Binbaşı olarak eşlik edeceğim.” Nazenin gülümseyip belinin yanında duran eli tuttu önce. Ardından adamın yüzükparmağındaki yüzükte parmaklarının ucunu gezdirmeye başladı. Öylece oturup manzaraya baktılar sessiz sessiz. Metehan, habire yüzüyle uğraşan kadının bu uğraşısına sessizce gülümserken, parmaklarını yakalayıp birbirine kenetledi.
Eli, adamın elinin içinde kalan Nazenin ise başını hafifçe çevirdiğinde burnunun ucu onun çenesinin yanına değmişti. Oysa çenesinin ne zamandır omzunda durduğunun ve bu şekilde oturduklarının farkında bile değildi.
“Aa, az daha unutuyordum,” diyerek doğrulup hızla ondan uzaklaştı ve çantasına uzanıp içine koyduğu kadife kutuyu eline aldı.
“Rica etsem sen takar mısın? Madem bu hediye timin hediyesi, tim komutanı olarak takması da sana yakışır diye düşündüm.” Metehan kutuda ne olduğunu hemen anlayıp, tebessüm ederek başını salladı. Ardından elindeki kadehi masaya bıraktı.
Nazenin göreve başlamadan başına gelmeye başlayan olaylar ve olayları takip eden birçok olayın ardından lojmana yerleştiği gün Kutluhan Albay ile ailesi ve Pençe Timi olarak ona küçük bir hediye almışlardı. Hem ona hayırlı olsun demek istemişler hem de hatıra kalsın, ona moral olsun, yalnız olmadığını bilsin diye böylesi ufak bir jest yapmışlardı. Nazenin ufacık nazar boncuğundan oluşan o kolyeyi bugüne kadar hiç takmamış, yalnızca saklamıştı. Ancak şimdi takmak istiyordu. Dahası kendisinin takmasını rica ediyordu.
Metehan yüzündeki tebessümle, “Takarım tabii ki,” derken kutuyu açtı ve altın zincirin ucundaki nazar boncuğunu gördü. İçeriden vuran ışıkta belli belirsiz parlıyordu. İnce zinciri parmakları arasına alıp Nazenin’in boynuna uzattı.
“Saçlarını topla bakalım, Vali Hanım,” demesiyle Nazenin saçlarını gelişigüzel toplamıştı. Saçlardan arınan ensesinde kolyenin iki ucunu birleştirip bıraktı. Yavaşça eğilip saçlarının dibine dudaklarını bastırdı. Öpmeden öylece durdu, soluk aldı. Kadının saçlarından yayılan şampuanın kokusuyla teninin kokusu birbirine karışıyordu. Bu muazzam kokuyla başı döndü. Sesli şekilde iç çekip öptü.
“Nazar değmesin, bizim toprağın kızına. Vali kızımıza. Vali Hanım’a nazar değmesin inşallah.”
Kulağına fısıldanan sözlerle şehri izleyen gözleri dolan Nazenin’in yüzünde gülümseme belirmişti. Başını yine çevirdi azıcık ve şakağını Metehan’ın dudaklarına yasladı.
“Amin. Bana da size de nazar değmesin, Binbaşı’m.”
Bir süre daha oturdular orada, sessizliği paylaştılar birlikte. İkisi de aynı manzaraya bakıp bambaşka şeyler düşünürken
“Babanı gör. Lütfen,” diyen sesle kendine geldi Nazenin ve hiç itirazsız başını sallayıp ayaklandı. Bu konuşmadan, yüzleşmeden kaçamayacaktı. Süreci uzatıp zaten var olan stresini de omuzlarındaki yükü de yüreğindeki endişeleri de arttırmak istemiyordu. O sebeple itiraz etmeyip derhal doğrulmuştu zaten. Metehan’la birlikte mekânın kapısından çıkıp, karanlığa adım attıklarında elleri yeniden buluştu, parmakları birbirine kenetlendi. Sakin adımlarla araca varıp, bindiler ve hareket ettiler.
Nazenin kısa süren yolculuğun ardından askeri misafirhaneden içeri girip doğruca babasının kaldığı odaya çıkarken kapının önünde kendisini bekleyen Metehan’ın varlığı bile azıcık rahatlamasına vesile oluyordu. Odanın kapısında durup bir soluk aldıktan sonra kapıyı çaldı. Çok geçmeden kapıyı aralayan babası kendisini bekliyor olmalıydı ki yüzünde herhangi bir değişim yaşanmadı.
“Gel kızım,” dedi sadece ve kenara çekildi. Sesi, sözü, duruşu, bakışı… Her şeyiyle sakin görünüyordu. Nazenin içeri geçip, koltuğa oturduğunda bacaklarını göğsüne çekip sıkıca sarıldı. Bu sırada yanına gelen babası ise ağırlığıyla koltuktaki yerini belli etmişti. Sessizce oturdular bir süre. İkisi de ağzını hiç açmadı. Dakikalar sonra babası, “Kızgınsın biliyorum,” dedi.
Nazenin hiç düşünmeden, “Kızgınım ve bunu saklamıyorum,” dedi. Arka arkasına gelişen bu diyaloglardan sonra yine bir süre sessizlik oldu.
“Korktum ben. Seni kaybetmekten, anneni kaybetmekten çok korktum.”
“Korkuların faydasızmış ama Paşa’m. Bak işte, sen ne yaparsan yap olacağın önüne geçemedin. Yıllarca sakladın beni. Şimdi saklayabilecek misin? Madem bu kadar korkuyordun neden evlendin? Neden beni dünyaya getirdiniz?” diye isyan eder gibi sordu. Seyfettin’in yüreği bu sorularla parça parça olmuştu sanki. Hak veriyordu isyanına. Hak veriyordu bu sorularına.
Biraz daha sessiz kalarak aklını toplamaya çalıştı. Ona, her şeyi bugüne kadar anlatmadığı şekilde anlatmak için hazırlandı.
“Tekrar evlenmeyi hiç istemedim aslında. Aklımın ucundan bile geçirmezken annen çıktı karşıma. Meliha…” dedi şefkat, aşk ve daha nicesini yansıtan sesiyle. Tebessüm etti. “İnatçı kadın. Öyle bir sevdi ki beni, onu karşılıksız bırakmak onun sevgisine ihanet olurdu. Ben, Meliha’yla tanışana kadar bir insanın bir insanı bu kadar çok ve doludizgin sevebileceğini bilmezdim.”
Nazenin babasına baktı ve hep merak ettiği o soruyu sordu.
“Emel Hanım?”
Seyfettin tebessüm edip, iç çekerken bir koluyla kızını sardı ve göğsüne yatırdı.
“Emel’le tanıştığımızda ikimizde evlenmek isteyen ama uygun adayı bulamamış, aklı başında, yaşını da almış insanlardık. Yani bizim zamanımızda evlenme yaşı şimdiye göre epey erkendi ve biz o zamana göre epey geç kalmıştık. Arkadaş ortamında tanıştık, kafalarımız da uyuştu, anlaştık ve evlendik. İlk görüşte aşk, delicesine bir sevda falan değildi. Tamamen mantık evliliğiydi. Ancak saygımız vardı birbirimize, saygımızla birlikte sevgimiz de zamanla oluştu. Ama dediğim gibi işte, deli divane olmak falan değildi. Birbirimizi anlıyor, birbirimize saygı duyuyorduk. Geçinip gidiyorduk kendi hâlimizde. O beni anlıyordu, ben ise onu anlıyordum. Taşıyorduk birbirimizi.”
Durup soluklandı. Yanağını kızının başının üstüne dayadı.
“Sonra abin katıldı aramıza. Abinden başka çocuk düşünmüyorduk ama hayatın bizim için planlandığı başkaymış. Görevden döndüğüm bir gün Emel pat diye hamileyim, deyince şok oldum. İlk şoku atlattıktan sonraysa sevindim. İnsan böyle bir habere sevinmez mi hiç? Allah biliyor ya, daha o anda Emel’e inşallah kız olur, dedim. Sağlıklı olsun tabi ama inşallah kız olur. Emel şaşırdı, yüzüme baktı, istiyorsun o zaman, dedi. O öyle deyince kızdım ben de. Bunun isteyip istememesi mi kalmış Emel? Kızım yola çıkmış, geliyor, dedim. Sanki Allah söyletti. Meğer Emel’in telaşı da ben istemezsem diyeymiş. İstemez de aldıralım, dersem diye korkmuş. Öyle bir isteğim olmadığını görünce rahat bir nefes aldığını hatırlıyorum. Heyecanla parlayan gözlerini odada gezdirdi. Andaç’ı arıyordu. O sırada abin girdi odaya ve yanımıza geldiği gibi Emel onu kucakladı. Abi oluyorsun, dedi. Bir kardeşin olacak. Seninki önce biraz bozuldu, suratı düştü. Kıskandı kerata. Dört yaşını doldurmuştu ve evin gözbebeğiydi. Tahtını paylaşmak zoruna gitti resmen. Derken günler geçti, abin kardeşi olacağı haberine alıştı. Bizden daha heyecanlı olduğunu hatırlıyorum.” Yine durdu, biraz bekledi. “Sonra o gün… O olay yaşandı. Emel, olay anında hayatını kaybetti. Bebek de öyle. Kalbine, alnına ve karnına isabet eden kurşunlar onları hayattan kopardı. Cenaze işlemlerinden önce bebeği anne karnından çıkardılar.”
Seyfettin’in göğsü alamadığı solukla titredi ama yine de fısıldadı.
“Kızmış. Kız olacakmış.” Nazenin başını babasının göğsünden ayırıp kollarını onun boynuna doladı. Babası da ona sımsıkı sarıldı. İkisi de birbirine tutunup sessizce ağladı. Nazenin babasının ilk kez ağladığını görüyordu. İçi acımıştı babası için. Onu teselli etme isteğiyle daha sıkı sardı boynunu ve yanağını peş peşe öptü. Seyfettin Bey ise yanağına konan öpücükle mest olup, tebessüm ederken gözyaşlarını sildi.
“Dedim ya… Tanıyarak, severek, âşık olarak evlenmemiştik ama sevgimiz, saygımız vardı birbirimize. Her gidişimde yolumu gözleyen, yüreği ağzında bekleyen, oğlumu dünyaya getiren ve büyüten, bana yuva olan insandı Emel. Döndüğümde girdiğim evin kapısını daima açan kadındı. Kaybı ağırdı. Onunla birlikte kaybettiğim evladımın acısı ise… Tarifi zor. Allah kimseye böylesi acıyı vermesin. Bir kez göremeden, bir kez koklayamadan toprağa vermek küçücük bedeni… Çok acı.”
“Çok üzgünüm… Gerçekten,” diye fısıldayan kızının saçlarını öpüp gözyaşlarını sildi usulca.
“Üzülme. Eğer biz üzülürsek onlar yerlerinde huzur bulamazlar. Onların hayatı ne yazık ki bu kadarmış. Vade dolunca ne bir soluk alırsın fazladan ne de bir saniye daha kalırsın bu dünyada. Vaden dolar ve gidersin. Biliyorum ki bir gün yeniden karşılaşacağız ve ben büyük kızımla tanışacağım,” dediğinde Nazenin’in gözlerinden bir damla daha yaş süzülüverdi.
“İnşallah,” dedi sadece ve sessizleşip bekledi. Seyfettin ise soluklandıktan sonra anlatmaya devam etti.
“O acıyı tekrar yaşamaktan korktum. Hâlâ da korkuyorum. İşte seni saklama sebebim buydu. Onları koruyamadım ama sizi korumak için elimden geleni yaptım. Allah biliyor, ne yalan söyleyeyim, Meliha’dan kaçtım. Gönlünü bana verdiğini anlayınca köşe bucak kaçtım. Ona da zarar gelmesin diye kaçtım. Ama o hiç pes etmedi, sevgisini korkusuzca belli etti. Onun bu tavrı, ona karşı önce bir hayranlık uyandırdı ben de. Öyle kendinden emin, öyle gözü karaydı ki… Daha önce onun gibi bir kadın hiç görmemiştim. Onun inadı, yılmayışı hiç tatmadığım aşkın kapısını araladı zamanla. Âşık oldum, köşe bucak kaçarken hem de. Kalbim olduğunu hissettim. Hissettikçe de daha çok korktum. Kaybetmenin korkusu bazen sevgimin büyüklüğünü bastırdı. Emel’in kaybını, kızımın kaybını zor da olsa kaldırmıştım ama… Annene bakarken içimde bir yerde bir nehir akıyordu sanki. Nefes almak istesem nefesim boğazımda kalıyor, nefes alamıyordum. Hâlâ da öyle zaten.”
Nazenin hayranlık dolu bir sesle, “Annem bakınca?” dedi ve gözlerini babasının ışıldayan gözlerine dikti.
“Annen bana bakınca akan sular duruyor sanki. O hep öyle baksın, ben oturup onu izleyeyim.”
Seyfettin hayatında ilk kez kızına bu kadar açıkyüreklilikle yaklaşıp dürüst olmuştu. Gizlemeden, saklamadan her şeyi anlatıyordu ve kızı hayranlıkla onu izliyordu. Seyfettin, onun hayran hayran bakan gözlerine gülümsedi, yüzünü sevip alnını öptü. Anası gibi olan kızını her sevişinde de içi titriyordu.
“Seni severken de akan sular duruyor babasının güzel kızı. Sen bana böyle güzel bakınca da dünya dursun, sen bana, ben sana bakayım istiyorum.”
Nazenin kızarıveren yanaklarında kocaman bir gülümsemeyle bakıp yine babasının boynuna atılıverdi. Ta içinden bir yerden feryat eder gibi, “Babam…” dedi
“Güzel kızım… Yavrucuğum… Amacım sende geçmeyecek eksiklikler bırakmak değildi. Korumak istedim sadece. Kimse dokunamasın, kimse canını yakamasın istedim. Yanlıştı belki ama onun yanlış olduğunu idrak edecek sağlıklı bakış açısına sahip değildim. Kız bana, hakkındır. Ama küsme. Kırgın bakma. Suçlama… Vicdanımda zaten çok ağırlık var, Nazenin. Bir de bu yükü yükleme ne olursun,” derken öyle içten, öyle hüzünlü ve samimiydi ki babasını böyle üzgün ve pişman görmeye dayanamadı. Yüreğindeki sevgi örttü kızgınlığını. Bağladı dilini. Yüzünü seven kocaman elleri tuttu ve avuçiçlerini öptü bir çırpıda. Sonra çocukken yaptığı gibi babasının göğsüne sokuldu.
“Çok şeyden eksik kaldım ama annemle senin sevginizden hiç eksik kalmadım. Öyle çok sevdin ki beni, aslında yaptıklarının sebebini hep anladım. Severek anlattın bugüne kadar derdini. Kızgınım ama daha fazlası değil. Sadece kızgınım. Bunca yıl anlatmadığın için belki de…”
Kendisini avutması için annesini istemişti ama bu kez babası gelmişti. Ve öyle güzel gelmişti ki yüreğindeki tüm sinir çekilmişti sanki. Başını kaldırıp peş peşe öptü yanaklarını. Babasının yüzünde oluşan tebessüme mest olarak baktı ve boynuna sokuverdi yüzünü.
“Seni seviyorum,” derken boğuk çıkan sesi ve şap diye boynuna kondurduğu öpücükle kahkaha attı Seyfettin. Küçükken de böyle yapardı Nazenin. Boynuna sokulup homurdana homurdana konuşur, daha sonra da en huylandığı yerden öpüverirdi.
“Bak ya! Eşek sıpası. Huylandığımı bile bile her seferinde öpüyorsun.”
“Hoşuma gidiyor. Senin de insan olduğunu hatırlıyorum böylece,” deyip kahkaha attığında bedenine sarılı olan kolların baskısı arttı.
“Bak bak, laflara bak! Sıpa…” dedi önce sinirliymiş gibi ama fazla dayanamayıp gülmeye başladı.
“Ben de seni seviyorum, güzel kızım. Gözümün bebeği, biriciğim.”
Birbirlerine sarılı halde kaldılar. Sessizliği ise Nazenin bozdu.
“Şimdi ne yapacağız Paşa’m?”
“Şimdi, Vali Hanım… Şimdi ve bundan sonrası daha zor olacak. Metehan Binbaşı ve Pençe Timi daima seninle hareket edecekler. Burada oldukları her an yanında olacaklar. Onlar gittiğinde Andaç Binbaşı ve Kaplan Timi yanına gelecek. Bu saatten sonra kendimizden başka kimseye güvenemeyeceğimizin diğer paşalar da farkında. Hepimiz bu adamı bir daha uzanmadan yok etmek istiyoruz. Dikkatli olacaksın, sık sık atış talimi yapacaksın. Yakın dövüş çalışacaksın. Kendini korumayı ve sezgilerini güçlendirmeyi öğreneceksin. Ben vakti zamanında öğrettim ama daha fazlasına ihtiyacımız var. Metehan bu konuda sana yardım edecek. Onunla çalış, kendini korumayı daha iyi öğren ki benim içim azıcık rahat etsin, güzelim. Tamam mı?”
Babasının Metehan’ı bu konuda görevlendirmesine mi gülse yoksa onun tedirginliğine mi üzülse bilememişti.
“Tamam, sen içini ferah tut. Ben Binbaşı’yı benzetirim. Askerin ama… Üzülmezsin herhalde, değil mi?”
Seyfettin patlattı kahkahayı. “Sıpasın, vallahi sıpasın, Nazenin. İşi zor buradakilerin. Delinin tekini tutmaya çalışacaklar. Yazık yahu,” derken ayaklandı ve kızını da kaldırdı. Baba kız birbirine sarılmış hâlde misafirhaneden çıktıklarında, Metehan ve az evvel oğlunun yanına gelen Cihan Bey onlara dönmüştü.
“Cihan’ım sen de mi gitmedin?”
“Seni bırakıp nereye gideyim? Melek’ten çok seni görüyorum, ulan. Bu hiç normal değil, Seyfo, demedi deme.”
“Aa, ne şans! Ben de Meliha’dan çok seni görür oldum. Bence de hiç normal değil.”
Karşılıklı atışmayı izleyen Nazenin ikisine de şöyle bir baktı. “Gerçekten hiç normal değil. Ben olsam kıskanırdım,” deyince üç adam da gülmeye başlamıştı.
Cihan Bey, usulca Nazenin’in sırtını sıvazlayıp, gülümseyerek, “Nasılsın, bizim kız?” diye sorduğunda Nazenin kızarıvermişti. Onun yaşadığı bu ani kızarmayı gören Metehan ise başını önüne eğip, ayakkabılarının ucuna bakarken gülmemek için kendini zor tutuyordu.
“İyiyim, Cihan amca. Sen nasılsın?” diyerek sohbeti devam ettiren Nazenin ise Metehan’ın halini görmüyordu. İyi ki de görmüyordu yoksa müsait bir ortamda canına okurdu.
“İyiyim, sen iyi olduğun sürece ben de biz de iyiyiz.” Bir an durdu ve Nazenin’e dikkatle baktı. Ancak bu bakışlarda babacan bir ifade yoktu. Bu kez çok ciddi ve tavizsiz bakıyordu gözleri. “Çok dikkatli ol, Vali Hanım. Gözünü dört aç,” dediğinde Nazenin başını usulca salladı.
“Dikkatli olacağım, aklınız kalmasın, Başkan’ım.” Sözlerinin ardından onlarla vedalaşıp araca binerlerken Metehan yine Nazenin’e yardımcı olmuş, kapısını usulca kapatıp, arkasındaki iki adama da başıyla selam verip, direksiyona geçmişti.
“Paşa çok dikkatli bakıyor. Bu bakışlardan hoşlanmadım,” diye mırıldanıp aracını çalıştırdığında aracın motor sesi geceyi sardı.
“Rakı kokuyoruz… İkimiz de!” derken sağ elinin işaret parmağıyla onu ve kendisini gösteren Nazenin, “Daha fazla dikkat çekmeden gidelim artık,” diye mırıldandı.
Askeri lojmandan içeri girip dairelerinin bulunduğu kata geldiklerinde Metehan’a araçtan iner inmez sımsıkı tuttuğu eli bırakıp, kadının yüzünü kavradı ve alnını usulca öptü.
“İyi geceler.”
“İyi geceler… Ve teşekkür ederim. Rakı için. Güzeldi,” derken belli belirsiz güldü.
Bu gülüş teşekkürünün tek sebebinin rakı olmadığını anlatmak ister gibiydi. Söze dökülmeyen şeyleri anlatır gibi. Dudaklarına bıraktığı ve hâlâ hissini taşıdığı öpücük için de teşekkür ediyordu aslında. Metehan bunu anlasa da tıpkı onun gibi sessiz kaldı. Yalnızca gülümsedi. O sırada parmak uçlarında yükselen Nazenin adamın yanağını öptü ve evine ilerleyip içeri girdi.
***
Sabahın ilk ışıklarıyla evinden çıkan Nazenin apartmanın merdivenlerini hızla inip dışarı vardığında başını göğe doğru kaldırıp derin bir soluk aldı. Buralar hâlâ soğuktu. Özellikle sabahları ve geceleri hava insanın içini titretiyordu. Yüzüne vuran güneş ışıklarına rağmen kırpıştırdı kirpiklerini ve göğe baktı. Pürüzsüz bir mavilik hakimdi. Bir tek bulut bile yoktu. Ancak yine de hava soğuktu. Öylece durmaya devam ederse iyice üşüyeceğini bildiğinden hızlıca yürümeye başladı. Askeriye sınırlarındaydı ve şu an olabileceği en güvenli yerdeydi. O yüzden rahat rahat yürüdü, bedenini esnetti bir süre. Ardından da adımlarını hızlandırıp koşmaya başladı.
Uzun zamandır spor yapmadığı için hamladığını hissederek kendine söylenirken devam etti koşusuna. Ta ki soluğu kesilip, bacaklarında derman kalmayana kadar koştu.
Ter içinde apartmana geri dönüp evine girmek üzereyken karşı dairenin kapısı açılmıştı. Kendisine şaşkın şaşkın ve biraz uyku mahmuru bakan adama gülümsedi. Soluk soluğa
“Günaydın,” dediğinde adamın kendisine hâlâ anlamaya çalışır gibi baktığını görüyordu.
“Günaydın, Sayın Vali’m.” Hitabına belli belirsiz tebessüm etti. Gün aydınlanınca her zamanki gibi özel hayata perde çekiliyordu. Dün akşam yaşadıkları öpüşmeye rağmen daha önce dile getirip rica ettiği bu ayrıma dikkat eden adama içinden teşekkür etti.
“Koşuya çıktım. Paşa, bedensel olarak da güçlü olmam gerektiğini söyledi,” durup kapısını açtı ve içeri adımladıktan sonra ona döndü.
“Yakın dövüş çalışmamı da istiyor. Hatta beni sen çalıştıracakmışsın.”
Sözleriyle uykusundan arınan Metehan’ın yüzünde de silik bir tebessüm belirmişti.
“Ben?” derken o tebessüm usul usul gülümsemeye dönüyordu.
“Hmm, sen,” deyip soluklanırken eğilmiş ayakkabılarının bağlarını çözüyordu.
“Uzun zamandır antrenman yapmadım ama vakti zamanında paşa da can kardeşin de iyi eğitim verdiler. Zaten bunu daha önce de konuşmuştuk hatırlıyorsundur.”
“Hatırlıyorum, hatırlamam mı hiç… Yakın dövüşte de iyiyimdir Binbaşı, görmek ister misin? Dediğinizi hâlâ hatırlıyorum.” Sözleriyle kıs kıs gülen Nazenin doğrulup başını hafifçe salladı.
“O zaman bir program yapalım ve antrenmanlara başlayalım.”
“Emredersiniz, Sayın Vali’m.”
Cevabıyla gözlerini devirip mırıldandı bu kez. “Bu bir emir değil, rica Binbaşı.” Son kez gülümsedi ve kapıyı kapatmadan önce, “Hazırlanıp sizi bekliyorum,” dediğini duydu.
Nazenin banyoya ilerleyip hızlıca aldığı duşun ardından saçlarını doğru düzgün kurutmaya bile fırsat bulamadan giyindi. Lacivert pantolon, yelek ve ceketten oluşan takımının içine beyaz bir gömlek giymiş, saçlarını açık bırakıp biraz da makyaj yapmıştı. Hazır olduğuna kanaat getirip koşarak kapıya ilerlediğinde üstündeki takımıyla aynı renge sahip ince topuklu rugan ayakkabılarını ayağına geçirip bej renk kabanını eline alarak çıktı evinden. Sabah serin olur düşüncesiyle aldığı kabanı muhtemelen öğlen saatlerinde ağır gelecekti ama önlemini almak niyetindeydi.
“Hazırım,” derken cep telefonunu, ufak cüzdanını ve anahtarını kabanının cebine atmıştı. Metehan ise bir süre sessiz kalıp onu baştan ayağa incelemekten kendini alıkoyamamıştı. Gözleri önce kadının nemli saçlarında, makyajlı yüzünde gezindi. Sonra usulca kıyafetine baktı. Lacivert takımın içinde her zamanki gibi asil ve dimdik duruyordu. Bir an gözleri yemyeşil hareleri bulduğunda kendine gelerek
“Gidelim o zaman,” dese de ayakları sözlerine ihanet edip kıpırdamadı. “Özel hayatımız ve iş hayatımızı birbirine karıştırmak istemem ama…” demesiyle Nazenin’in sol kaşı usulca havalandı.
“Ama?”
“Saçın ıslak. Hasta olursun, migrenin tutar. Saçını kurut öyle çıkalım.”
Böyle bir şey duymayı beklemeyen Nazenin anlık duraksama yaşarken göz gözeydiler.
“Bekliyorum, Nazenin. Saçını kurut. Hadi!” Sözleriyle ağzını açtı kapattı, kem küm etti ama ne diyeceğini de bilemeyip ve ona hak verip evine geri döndü.
“Beş dakika içinde buradayım.”
“Süre önemli değil. Sağlığın önemli. Saçın tamamen kurumadan gelme. Hadi Vali Hanım. Hadi…” derken yandan bir gülüş takınıp bir de göz kırpması yok muydu? İnsan kalbine zararlıydı bu adam. Ya da Nazenin’in kalbine zararlıydı.
Nazenin yeniden evine girip saçlarının her bir teli kuruyana kadar uğraştı ve on dakikanın sonunda evden çıktığında Metehan’ı aynı yerinde beklerken buldu. Hiç yorulmuyor, bıkmıyor, usanmıyordu da beklemekten. Değişik adamdı bu binbaşı.
“Bıkıp usanmadan aynı yerde sabırla bekliyorsun gerçekten,” diye mırıldanırken kapısını kilitledi ve ona dönüp tebessüm etti. Bu esnada Metehan ise kendisine ciddiyetle bakıp derin bir nefes aldı.
“Bıkıp usanmadan bekleyeceğimi öğrenmiş olman lazım, Nazenin Tuna.”
Bir adımla kadının yanında bitip gözlerine baktı uzun uzun. Nazenin ise o gözleri görebilmek için başını hafifçe kaldırıp geriye yatırmıştı. Az evvel kuruttuğu saçları elektriklenip asi salınışlarla sırtına ve yüzünün yanlarına dökülüyordu. Onun yüzünün önüne gelen bir tutam saçı parmağının ucuyla kavrayan Metehan, saçını belli belirsiz okşayıp kulağının ardına itti.
“Artık bunu öğrenmiş ve kabullenmiş olman lazım. Ben hep buradayım. Yanında.” Fısıldarken elini saçından uzaklaştırdı ve yanağına dokundu usul usul. Bu ufacık temasla irkilip titreyen Nazenin ise ne diyeceğini bilemeyerek gözlerine bakıyordu sadece. Yine şiir gibi konuşuyordu komutan. Yine o güzel sözleriyle dilini bağlıyor, kalbinin atışını hızlandırıyordu.
“Dikkatimi dağıtıyorsun.”
Susup susup bunu söylemesi gerçek miydi? Keşke biraz daha sussaydım diye geçirdi içinden. Ancak sözleri Metehan’da gür bir kahkaha olarak karşılık bulurken izledi adamı. Koyu kahve saçları, saçlarıyla uyumlu gözleri, her gülüşünde gözlerinin yanında beliren kırışıklıkları, sakallarını uzamaya fırsat bulamadan yeniden kestiği için yer yer kurulaşan yanakları… Her detayı inceledi dikkatle. Yakışıklı adamdı. Boyuna posuna ayrı, yüzünün sert ve keskin hatlarına ayrı tav olunurdu. Kendisi de olmuştu.
Aklından geçenleri durdurmak için gayriihtiyari başını sallayıp merdivenlere yönelirken, “Hadi, gidelim,” diye mırıldanabildi sadece. Metehan’ın ise kıs kıs güldüğünü, “Baksaydın biraz daha,” dediğini duyuyor, duymazdan geliyordu. Apartmandan çıkıp aracına ilerlerken arkasından gelen adamın omuzuna iliştirdiği bordo beresini eline alıp başına geçirdiğini göz ucuyla gördü. Aracına yürümeye devam ederken ise Emre ve Levent’e selam verdi.
“Günaydın.”
“Günaydın, Sayın Vali’m.”
Levent kapısını açıp araca binmesini bekledi ve kapıyı yavaşça kapatıp ön sağ koltuğa geçti. Valilik binasına vardıklarında araçtan inen kadının adımları yine hızlıydı. Yine koştura koştura giriyordu binaya ve hiç kimse artık buna şaşırmıyordu. Yine yapılacak yığınla işi vardı. Üstündeki kabanı ve ceketini çıkarıp askıya astı. Yaşanan tüm badireleri ufak sıyrıklarla atlatmış deri koltuğuna geçip oturduğunda koltuğun kolçağını okşadı usulca.
“Sen baya güçlüymüşsün, dirayetliymişsin. Helal be sana. Yıkılmadın hiç.”
Kendi sözlerine kıs kıs gülüp önündeki dosya yığınına baktı. Derin bir soluk alıp başladı dosyaları incelemeye. Saat öğleden sonra ikiyi gösterdiğinde yazı işlerini neredeyse bitirmişti. Ağrıyan boynunu esnetip hafifçe gerindikten sonra ayaklandı. Bacakları uyuşmuş hatta hafiften karıncalanmıştı. Birkaç adım atıp bacaklarını da esnetirken valilik önündeki meydana baktı. Kısa süre önce hasar alan bu meydan şimdi daha iyi durumdaydı. Onarım ve tadilatlar sayesinde epey toparlanmıştı.
Meydanın az ilerisindeki askeri araçlardan birine yaslanmış halde duran Metehan’ı fark ettiğinde dikkatle inceledi adamı. Uzaktan uzağa. Bedensel olarak rahat görünse de etrafı tarayan bakışları rahat değildi. Bunu aradaki mesafeye rağmen anlayabiliyordu. Binbaşı gözünü bile kırpmadan çevreyi tarıyor sonra Nazenin’in odasının pencerelerine bakıyordu. Bir kez daha meydanı, çevredeki binaların camlarını, çatılarını gözden geçirip valilik binasına odaklandığında yüzündeki sert ifade kayboldu. Çünkü pencerenin önünde duran kadını görmüştü. Birkaç saniye öylece bakışıp kaldılar. Sonrasında ise Metehan usulca cebine uzanıp telefonunu eline aldı ve ekrana peş peşe dokundu. Saniyeler içinde Nazenin’in kişisel telefonu titremeye, masanın üstünde kıpırdanmaya başlamıştı.
Nazenin birkaç adım ötesindeki telefonu eline alıp yeniden pencerenin önüne geldiğinde aramayı cevapladı. “Binbaşı…”
“Kişisel telefonumdan arıyorum. Yani Binbaşı değil, Metehan olarak.” Sözlerine tebessüm eden Nazenin, “Bir şey mi oldu?” diye sorunca Metehan da tebessüm etmişti.
“Sesini duymak istemiş olamaz mıyım?” Nazenin bu soruyla gülümsemekten kendini alamazken yanakları da yavaş yavaş kızarmaya başlamıştı.
“Sesimi duymak için mi aradın gerçekten?” derken ses tonunda inanamadığını belli eden bir tını vardı ve Metehan bunu anlamıştı.
“Evet, onun için aradım. Ayrıca sadece sesini değil,” durup soluklandı. Sonra devam etti. “Memleketimi hatırlatan gözlerini de özledim.” Kısa bir sessizlik oluşunca telefonlardan çıkan cızırtılı sesi dinlediler ikisi de.
“Bunu duymak iyi hissettirdi. Teşekkür ederim,” diye mırıldanan Nazenin dudaklarından dökülen sıcak nefesinin ve ama bıraktığı buğuyu sildi parmak uçlarıyla.
“İyi hisset, iyi ol. Fiziksel açıdan iyi ve yeterli olman için bu akşam çalışmaya başlıyoruz. Psikolojik olarak iyi olman içinse hafta sonu seni buradan kaçırıyorum. Başka plan yapma diye söylüyorum.” Nazenin merakla kaşını kaldırıp sanki o kendisini net olarak görebiliyormuş gibi başını salladı hafifçe. Sorar gibi.
“Hafta sonu beni kaçırıyor musun? Nereye?” Sesindeki heyecanı saklayamamıştı. Zaten saklamaya da uğraşmamıştı.
“Nereye gideceğimiz sürpriz olacak,” derken yeniden etrafa bakan Metehan, “Artık kapatmam lazım,” diye de ekleyip aramayı sonlandırmaya hazırlanıyordu ki Nazenin mırıldandı.
“Görüşürüz.”
Kişisel telefonunu masaya bırakıp iş işin kullandığı telefonu eline aldı ve Binbaşı Metehan Kılıçarslan, ismine tıkladı. Telefon daha ilk çalışında açılırken tok ve gür ses doldu kulağına.
“Emredin, Sayın Vali’m.” Sanki saniyeler önce konuştuğu adam o değildi. Ses tonuyla, kelimeleri tonlayışıyla bile bambaşka birine dönüşüvermişti bir anda. Nazenin de tıpkı onun gibi sert ve durağan bir sesle konuşmaya başlayıp, “Az sonra dışarı çıkacağım. Çevre esnafı ziyaret edeceğim. Hazırlığınızı yapın komutan,” demekle yetindi. Telefonu kapattı.
Sık sık yaptığı gibi yine esnaf ziyaretine çıkmış, cadde boyunca ağır ağır yürürken okuldan çıkmış evine dönen öğrencilerle, çarşıya pazara çıkmış kadınlarla ve esnafla sohbet etmişti. Onu gören yüzler gülüyor, herkes kendisine selam veriyor, iki kelam etmek için can atıyordu. Caddede yürüdüğünü gören işletme sahipleri dükkânlarının içinden bağırıyordu. “Vali Hanım, çay?”
“Eyvallah. İçmiş kadar oldum. Bereketli olsun.”
“Eyvallah, bizim kız. Ayağına taş değmesin.” Sözleriyle tebessüm ederken başını usulca sallamış, sağ eliyle onları selamlayıp elini de kalbinin üstüne koymuştu.
Yürümeye devam ettiği esnada az ileride bir arbede olduğunu fark edip adımlarını yavaşlattı ve izledi olay yerini. Zabıta ekibi bir seyyar satıcıyı sıkıştırıyor ve kendisinin o yöne geldiğini işaret ederek satıcıyı göndermeye çalışıyorlardı. Nazenin ceketinin kollarını biraz geri çekip baş ve işaret parmağını birleştirerek dudakları arasına götürdü ve güçlü bir soluk üfledi. Islık sesi alanı sardıktan sonra da bağırdı.
“Dayı, hıyar ne kadar hıyar?” Bu soruyla arkasından gülüşme sesleri yükselirken yürümeye devam etti. Meyve sebze satan adam mahcup şekilde kendisine bakarken “Niye mahcup mahcup bakıyorsun dayı. Kaldır başını.” Adam başını usulca sallasa da pek kaldırmamış, göz ucuyla yüzüne bakıp gözlerini hemen kaçırmıştı.
“Nedir sıkıntı?”
Zabıtalar, “Belediye Başkanının kesin talimatı var, Vali Hanım. Şehirde seyyar satıcı istemiyor,” deyince tepesi atmıştı. Yaşını başını almış bu adam sanki adam keyfinden seyyar satıcılık yapıyordu. Para kazanmanın derdine düşmüştü işte. Bunun neyini anlamıyorlardı.
“Dayı, sen kaç yaşındasın?” Adam yutkundu usulca ve fısıldayarak konuştu. “Altmış dokuz yaşındayım, Vali Hanım.” Nazenin tıpkı onun gibi zorla yutkunup iç çekti. “Çoluk çocuk var mı?”
“Üç kızım var ellerinizden öper. Büyük olan öğretmen oldu ama atama bekliyor. Ortanca İstanbul’da üniversitede mühendislik okuyor. Küçük de daha lisede.” Cevabıyla içi hepten yandı sanki. Sadece onun değil, söylediklerini duyan herkesin içi yandı. “Ben de onları okutmak için bu işi yapıyorum. Ne yapayım Vali Hanım, emekli maaşıyla geçinemiyoruz. Karım gündeliğe gidiyor, ev temizliyor. Ben de meyve sebze satıyorum. Büyük kız özel ders veriyor ama anca kendine yetiyor kazandığı para. Ortanca kız okulundan geri kalmak pahasına işe girmeye karar verdi ama çalışmasın, okusun diye biz çalışıyoruz. Akmasa da damlıyor.”
Nazenin derin bir soluk daha alıp az ilerideki kahvenin kapısında duran adamlara el etti. “İki tabure, iki de çay gönderin bakalım.” Demesiyle tabureler de çaylar da hemen gelmişti. Seyyar satış yaptığı el arabasının yanına atılan taburelerden birine adam birine de Nazenin oturup çaylarını yudumladılar.
“Dayı…”
“Buyur, bizim kız.”
“Sen hanımına söyle de bana bir uğrasın. Vilayet binasına çaycı arıyorduk. Eğer yaparım derse…” demesiyle adam doğrulup gülümsemişti. “Yapar yapar, söylerim ben gelir sana.”
“Büyük kızın ne öğretmeni?”
“Matematik.” Nazenin usulca başını sallarken kabanının cebinden telefonunu çıkartıp birkaç kez ekranına dokundu. Onun ne yaptığını dikkatle izleyen vatandaşlar aralarında fısıldaşırken Metehan ve timi de aynısını yapıyordu.
“Ne yapıyor sizce komutanım?” diye soran Yusuf Yüzbaşıya bakıp yeniden Nazenin’e dönerken yüzünde tebessüm belirmişti. “Beş dakika sonra hepsine iş bulacak.”
“Nuran Hocam iyi günler. Sana bir işim düştü,” deyip karşı tarafı dinledi bir süre. Sonra da devam etti. “Bir kızımız var buralı. Yeni mezun sanırım. Matematik öğretmeniymiş. Okullarda sözleşmeli öğretmen olarak çalışabilme ihtimali nedir? Beni bununla ilgili bilgilendirir misin?” Nuran hoca bilgi verirken Nazenin onu sessizce dinliyor, bir yandan da çayını yudumluyordu.
“O zaman, kızımızı sana gönderiyorum. Yanına gelsin. Sen konuş hocam, bilgi ver. Olur mu?” deyip soluklandı ve “Tamam, sağ ol görüşürüz hocam,” diyerek kapattı telefonu.
“Şuradaki liseyi biliyor musun dayı?”
“Hee, bildim.”
“Senin büyük kız oraya gitsin. Müdire Hanım onu bekliyor. İnşallah ataması yapılana kadar ona bir iş bulalım.” Adam heyecanla ayaklanıp Nazenin’in elini tuttu sıkıca ve öpmeye yeltendi. O kadar hızla yapmıştı ki bunu Nazenin ne olduğunu anlamakta zorlanmıştı.
“Dayı, olur mu hiç yahu! Babam yerinesin sen,” deyip adamı durdurdu ve kendisi de ayaklandı.
“Bak dayı, sen şimdi bu arabayla sokaklarda dolaş. Akşama kadar da bağır, kabak var, kel var, kelek var, hıyar var, diye. Ne diyorsun? Diye soran olursa da Vali Hanım’ın kesin talimatı var, de emi.” Sözleri çevrede olan biteni izleyen herkesi kahkahalara boğmuştu. Kel var, sözlerinin iması Belediye Başkanı’nın kelineydi tabii ki.
“Allah razı olsun, kızım. Allah ne muradın varsa versin.” Dualarıyla gözü Metehan’a ilişirken tebessüm edip, “Amin,” demiş ve yürümeye başlamıştı ki durup omzunun üstünden adama baktı.
“Yarın sabah da karınla birlikte yanıma gel. Benim arabayı yıkayacak, silip süpürecek birine ihtiyacım vardı. Sen o işten anlarsın.” Dayı dualar etmeyi sürdürürken çevre esnafa bakıp, “Bakmakla olmaz yahu, evde erzak eksiği olan yok mu? Hadi hadi, alın bir şeyler,” deyip yürümeye devam etti. Metehan’ın yanından geçerken ise, “Evde patates, soğan yok komutan.” demekle yetindi sadece. Ama Metehan da onu duyan Pençe Timi de anladı sözlerini. Seyyar arabanın üstünde ne varsa yarım saat içinde biterken Nazenin çoktan Valiliğe dönmüştü.
Ertesi sabah, karı koca valiliğe gelen çifti karşılayıp ikisine de iş başı yaptırmıştı. Adının Nedim olduğunu öğrendiği adam arabasıyla ilgilenecekti bundan sonra. Karısı Ayşe Hanım ise bizzat kendisine çay kahve getirecekti. Öğretmen olan kızlarının da sözleşmeli öğretmenlik için başvuru yaptığı haberi öğleden sonra geldiğinde Nazenin’in keyfine diyecek yoktu.
Huzurla Ayşe hanımın getirdiği çayını yudumlayıp biraz dinleniyordu ki telefonu çalmaya başladı. Arayan annesiydi.
“Annem.”
“Kızım.” Cevabıyla, sesindeki o sıcacık tonlamayla yüreği yufka gibi oldu.
“Nasılsın yavrum? Baban geçen gün yanındaymış. İyiydi, diyor.”
Annesi, kendisine yönelik tehdit mesajlarının perde arkasını bilmiyordu. O yüzden çaktırmamaya çalışarak, “İyiyim annem. Gayet iyiyim,” deyip konuyu ona yönlendirdi. “Sen nasılsın?”
“Ben iyiyim canım. Bizim kızlarla buluşacaktım. Haftalık buluşmalarımız vardır bilirsin.” Annesi kendi yaşlarında bir arkadaş grubuyla yıllardır her hafta buluşur çay kahve içerdi. Bu, hepsi için bir gelenek halini almıştı.
“Ee, yok mu sizin gruptan yeni dedikodular? Kimin oğlu kızı evlendi? Kiminkiler doğurdu? Kimler evde kaldı? Kimler gelinini çekiştiriyor?” Gülerek sorduğu bu soruyla Meliha Hanım söylenmeye başlamıştı.
“Sen evde kaldın yavrum, sen. Herkesin evladı evlendi, çoluğa çocuğa karıştı.”
Nazenin kendi sözleriyle kendini vurmuştu resmen. Yüzünü ekşitip, “Şaka yaptım,” dese de nafileydi artık. Annesine böyle bir koz vermemeliydi ama vermişti. Meliha Hanım dakikalarca söylenirken Nazenin gık demeden onu dinledi. En sonunda misafirim var, diye yalan söyleyerek kapattığı telefona dehşet içinde bakarken, “Herkes kudurmuş gibi evlenmiş. Ben ne yapayım?” diye söyleniyordu. Saatin beş olduğunu fark edip ayaklandı, ceketini ve kabanını giyerek dışarı çıktı.
Doğruca eve geldiğinde telefonuna, Üstünü değiştir ve ilk ders için hangara gel. Bekliyorum, yazan mesaj düşmüştü. Mesajın sahibi tabii ki Binbaşıydı. Evine girip üstündeki takım elbiseyi çıkardı, tayt ve tişört giyip saçlarını sıkıca topladı. Hangara ilerleyip içeri girdiğinde Metehan kendisini beklerken kum torbasında ısınmaya başlamıştı.
“Bana da böyle yumruk atmaya niyetliysen söyle de bileyim.”
Metehan duyduğu sesle omzunun üstünden arkasına baktı ve Nazenin’i görüp gülümsedi.
“Sen bana yeniden kafa atmaya niyetliysen söyle ben onu bileyim.” Nazenin bu sözlere gülüp başını hafifçe sallarken, “Hak ettiğini aldın Binbaşı. Hiç söylenme,” diyerek ona doğru ilerledi. Metehan ise yanına gelen kadını dikkatle süzüp gülümsemeye devam ederken, “Hadi, ısın bakalım,” demişti.
Bedenini esnetip ısıtan Nazenin hazır olduğunda Metehan ona yaklaşıp ellerine uzandı. Ellerini bir güzel sarıp zedelenme olasılığını böylece en aza indirdikten sonra geri adımladı. “Başla bakalım. Görelim şu marifetlerini. Yakın dövüşte de iyiyim diyordun ya!” Sözlerine gülümseyen Nazenin ellerini yumruk yapıp soluk aldı. Ondan bir sağ kroşe bekleyen Metehan tüm dikkatini kadına vermişti ki sol baldırına inen tekmeyle neye uğradığını şaşırdı. Bir an afallayıp silkelendi.
“Bak sen…” derken kıs kıs güldü kadına.
“Dikkatli bak ve sakın beni hafife alma, Komutan.”
“Seni hafife almak gibi bir hatayı bir daha asla yapmam, Vali Hanım.” Sözlerinin ardından peş peşe yumruklar geldi üstüne. Hepsini ustalıkla savuşturup sadece savunma yaparken bir yandan da kadına taktikler veriyordu.
Yarım saatin sonunda yüzüne doğru gelen yumruğu yakalayıp kadını tek hamlede çevirdi ve onun terden ıslanmış sırtını kendi göğsüne dayayıp, boynuna da kolunu doladı. Kadını koluyla resmen kitlerken kulağına eğildi. “Bugünlük bu kadar yetmez mi yavrum?” Soluk soluğa kulağına ilişen ses ve nefes zaten zor aldığı nefeslerinin teklemesine sebep oldu. Yutkunup bir nefes daha almaya çalışırken, “Sen yeter diyorsan…” diye mırıldandı.
Birbirlerinden uzaklaşıp az ileride duran su şişelerine ilerlediler ve kana kana su içtiler. Boşalan su şişesini sehpaya bırakan Metehan koltuğa ilerleyip üstünde duran parkasını eline aldı. Geri dönüp parkayı kadının omuzlarına bıraktı.
“Çok terledin. Terin üstünde soğumadan eve dönelim,” derken onu koluyla sarmış hangarın kapısına yürümeye başlamıştı. Kolunun altındaki kadına göz ucuyla bakıp iç çekti sessizce. Yürüdükleri yolda ışıklar azalıp görünmez olduklarında ise şakağına uzun bir öpücük kondurdu.
“Teknik açısından iyisin. Teoride de tekniksel bilgini gösterebiliyorsun ama…”
“Ama?” derken başını kaldıran kadınla göz göze gelip tebessüm etti. “Bazen bir sonraki hamlen tahmin edilebilir oluyor, güzelim. Bunun üstüne çalışmalıyız. Karşındakine ser verip sır vermemelisin.”
“Senin gibi mi?” diye soran kadına biraz şaşkın bakıp, “Ben gayet net bir adam olduğumu düşünüyorum ama…” dediğinde Nazenin kıs kıs gülmüştü.
“Hafta sonu sürprizini söylersen gayet net bir adam olursun, komutan.”
“He, o mesele…” deyip daha da kadını sardı sanki. Omzunu biraz sıktı ama bu canını yakacak kadar değildi.
“Evet, o mesele. Hadi söyle, ne sürprizi hazırladın?” Çocuk gibi heyecanla kıpırdanan ve ağzından laf almaya çalışan kadının bu haline güldü Metehan.
“Sürpriz söylenmez ki. O zaman sürpriz olmaz.”
“Ama Metehan, bak uykum kaçar. Ne olur söylesen?”
“Olmaz…” diyaloglar eğlenir gibiydi. Bakışları ve sesleri de öyle. Nazenin homurdanarak lojmana kadar kafasını ütülese de pes etmemişti Metehan. Hiçbir açık vermemiş, ağzından tek kelime bile kaçırmamıştı. Dairelerinin bulunduğu kata geldiklerinde omuzlarındaki parkayı çıkaracak gibi olan Nazenin durup gülümsedi. Hem de bunu Metehan’ın gözlerine baka baka yaptı.
“Şimdi veremem. Şimdi verirsem sana gelmeye sebebim olmaz,” demesiyle kahkaha atan adam ise onu parkasının uçlarından yakaladığı gibi göğsüne çekti ve yüzüne doğru eğildi.
“Bana gelmek için hâlâ bahane mi arıyorsun kadın? Artık bahanelere ihtiyacın yok, bilmiyor musun?” Nazenin kirpiklerinin altından ona bakmayı sürdürüp gülümsediği sırada parmak uçlarını adamın göğsüne dokundurup okşadı.
“Biliyorum da… Yine de bahanem olması durumu daha heyecanlı kılıyor.”
“Hmm, öyle mi diyorsun? Nasıl bir heyecanmış o? Benim kalbini deli gibi attıran, soluğumu kesen heyecan gibi mi yoksa?”
“Hmm, onun gibi bir şey işte,” deyip hızla geri adımlayan Nazenin gülmeye devam ederek evinin kapısına yapıştı resmen ve kilidi açıp içeri girdi. Kapıyı kapatmadan önceyse orada öylece kalmış adama son kez baktı.
“Terin soğuyup seni hasta etmeden duş al.”
“Emredersiniz Sayın Va…” sözlerini tamamlayamadan elini kaldırıp sözünü kesen kadın gözlerini hafifçe devirdi ve konuştu. “Emri Vali vermedi Metehan. Nazenin verdi. Sana kapılarını açan kadın verdi.”
“Ben o kadının emrine amadeyim.”
Cevabına hem gülmüş hem de heyecandan kızarmıştı. Kapıyı kapatıp doğruca duşa girerken “Romantik herif,” diye mırıldanıyordu.
Hızlıca aldığı duşun ardından geceliğini giyip üstüne de sabahlığını geçirmiş, her gece olduğu gibi kahvesini yapmış, sigara paketinden bir sigara alıp balkona yönelmişti. Tam balkona çıkacağı sırada, “Emredin komutanım,” diyen gür ve tanıdık sesi işitti. Dudakları arasına sıkıştırdığı sigarasını yeniden parmakları arasına aldı, kahve fincanını camın önündeki mermere bıraktı ve konuşmayı dinledi.
“Durum o kadar ciddi yani. Anlaşıldı komutanım.” Sözleriyle irkildi. Kalbi haddinden fazla hızlı çarpıyor, balkonun aralık kapısından sızan ılık hava bile bedenini ürpertiyordu. “Emredersiniz komutanım,” demesiyle konuşmanın son bulduğunu biliyordu. Tıpkı göreve gideceğini bildiği gibi.
Bulunduğu yerden usulca geri çekilip balkon kapısını kapattı. Ardından da salonda volta atmaya başladı. Gidip onu görmeli miydi? Seni duydum, diyerek onu yolcu etmeli miydi? Yoksa Metehan gitmeden önce kendisine uğrar diye beklemeli miydi? Aklı karışmış, duyguları endişe ve korkuyla daha da yoğunlaşmıştı sanki. Ne yapacağını bilemeyerek birkaç kez daha salonun ortasında döndükten sonra karşı dairenin kapısının kapandığını duydu. Duyduğu bu sesle Metehan gidiyor olduğunu idrak edip, düşünmeyi, şöyle mi böyle mi demeyi bırakıp ana kapıya ilerledi. Askıda asılı olan parkayı da alıp hiç düşünmeden dışarı çıktı.
Evinden fırlayıp çıkan kadın önünde durup birkaç saniye gözlerine baktı ve bir anda boynuna sarıldı. Neye uğradığını şaşıran Metehan öylece kalırken boynunu iki taraftan sıkıca tutan elleri nabzının üstünde hissediyordu. Alnına dayanan alnı, dudaklarına usul usul değen soluğu bedenini ürpertirken kolları kadının belini sardı.
Onun yemyeşil harelerini görmek için gözlerini araladığında ilk gördüğü şey Nazenin’in geceliğinin örtmediği göğüs dekoltesi olmuştu. Göğüslerinin arasındaki açıklıktan neredeyse içini görüyordu. Dolgun, şekilli göğüslerinin üst kısmına bakarken derin bir iç çekip gözlerini kapattı. Bir dakika kadar sessizce sadece birbirlerinde soluklanırlarken aldıkları her nefeste göğüsleri şişiyor ve birbirine değiyordu.
“Bu havada evden böyle çıkmamalısın. Hasta olursun,” derken gözlerini yeniden aralamış ve bu kez sadece gözlerine bakmıştı. Memleketine benzettiği gözlerine… Çünkü ilk gördüğü manzara cehennem yeri gibiydi ve resmen bedenini ateşlere atmıştı.
“Üşümüyorum,” diye fısıldayan Nazenin, aklından geçen sözlerin yanaklarını kızartmasına aldırmadan sözlerine devam etti. “Hava soğuk ama sen sıcaksın.”
Metehan gırtlaktan gelen boğuk bir sesle için için gülerken mümkünmüş gibi onu daha sıkı sarmış, göğsüne iyice bastırmış. Korku, tedirginlik ve benzeri birçok duygu barındıran gözlerine bakarken bu kez kendisi fısıldadı. “Gözlerime böyle bakma, Nazenin. Aklım kalıyor,” derken çok ciddiydi. Ama Nazenin’in, “Aklının bende kalması iyi bir şey değil mi?” deyip gülümsemesiyle büyülenmişti sanki. Ona ne cevap vereceğini bilememiş, afallamıştı. Çünkü kolları arasında alnını alnına dayamış duran kadının yüzünde bu kez masum, çocuksu bir gülümsemeden daha fazlası vardı. Oldukça çekici, tahrik edici, kadınsı şuh bir gülümsemeydi bu. Meydan okur gibi
“Şu an değil. Aklım, mantığım ve dikkatim şimdilik bana lazım. Geri dönünceye kadar,” dedi, burnunu onun burnuna dokundurdu. Bu sırada yüzünü kavrayan ellerin şefkatle yanaklarını okşayışını hissederek iç çekti. “Nazenin…” derken adını çekinmeden ve doyasıya söylemenin keyfine vardı. Sanki birkaç dakika sonra ayrılmayacaklarmış gibi.
Alnını usulca kıpırdatıp burnunu burnuna dokunduran kadının bu hareketine gülümserken, “Sakalların uzamadan dön,” dediğini duyup gözlerini sımsıkı kapattı. Demek yanaklarını sıkıca kavramasının ve parmak uçlarıyla nazikçe dokunmasının sebebi buydu. Sakallarının uzunluğunu kontrol ediyordu. Ki zaten şu an yok denecek kadar kısaydılar.
“Dönünce de ne kadar uzadıklarını mı kontrol edeceksin?” İkisinin de gözleri yeniden aralanmış, birbirini bulmuştu. Nazenin’in kendinden emin şekilde, “Evet,” deyince güldü. Biraz eğildi ve alnını uzunca öptü.
“Sakallarım uzamadan dönmem lazım. Senin için…” deyip bir kez daha alnını öptükten sonra kolları arasındaki bedeni bıraktı. “Biz gidiyoruz ama Kaplan Timi sabah olmadan burada olacak. Operasyonla ilgili gerekli bilgileri Albay sana verecektir.” Sözleriyle Nazenin’in kaşları çatılı verdi. Eğer Albay kendisine bilgi verecekse, her nereye gidiyorlarsa bu yer şehir sınırları içinde bir yer demekti. Yoksa kendisine bilgi verilmezdi.
“İl sınırı içinde bir şey mi oluyor?” diye sorduğunda Metehan onun dikkatine bir kez daha hayran olmuştu. Tek kelime daha etmeden başını salladıktan sonra onun içini rahatlatmak adına gülümseyip, “Kendine dikkat et, Vali Hanım,” dedi ve yanından geçip gidecek oldu.
Daha bir adım bile atamadan Nazenin’in elini, kalbinin altındaki kurşun yarasının bıraktığı izin üstünde hissetti. Başını kaldırıp, şimdilik gözlerine son kez bakan kadının tıpkı kendisi gibi gülümsediğini gördü. Ardından da son sözlerini duydu.
“Kalbime dikkat et, Binbaşı’m.”