Oğlum Efe’ye…
Ömrün Uzun, Yolun ve Ufkun Daima Aydınlık Olsun…
Hoş Geldin…
Bu kitapta geçen Şehir ismi, Kurum ve Kuruluşlar tamamen hayal ürünü olup, gerçeği yansıtmamaktadır.
Bu kitapta okuyacağınız bazı olaylar mübalağa sanatına örnek olsun diye ya da tamamen mizah amacıyla yazar tarafından uydurularak yazılmıştır.
Giriş
Bulutların kapladığı gökyüzü griye bulanmış, hava ise kar yağmadan önceki o keskin soğukla sarmalanmıştı. İnsanın içini titreten o soğuğa bir de fırtına eşlik ediyor, yol kenarında tek tük de olsa kendine yer bulmuş ağaçları köklerinden koparmak istercesine esiyordu. Hareket halindeki aracın camından dışarıya bakan koyu kahve hareler ağaçların fırtınayla mücadelesini izledi sessizce. Doğanın kendi içinde birbirini alaşağı etmeye çalıştığı çetin savaşın tanığı olurken araç yavaşlayarak durdu. Az evvel geçtiği sokakları izleyen kahverengi hareler usulca aracın kapısına ilişti. Tam kapıyı açmak üzereyken dışarıdan bir el bunu yaptı.
Koltuktan kalkıp başını eğerek araçtan indiği anda postalları yerdeki kalın kar tabakasını ezmiş, gece boyu yağıp zemini örten karın o iç gıcıklatıcı sesi kulaklarına dolmuştu. Karşısında duran binaya kısa süre bakıp derin bir soluk almak istedi ancak soğuk hava ciğerlerini resmen kavurup geçti. Keskin ayazdan kurtulabilmek için hızlı adımlarla binaya ilerlerken kapıda nöbet tutan askerlerle göz göze geldi, selamlarını aldı ancak durmadan ya da konuşmadan yürümeye devam etti.
Odasına girip üstündeki parkayı çıkarırken bu kez uzun zamandır uğramadığı odasına göz gezdirmeye başladı. Her şey bıraktığı gibiydi. Ceviz ağacından yapılmış kızıl ışıltılar barındıran bir kahverengiye boyanmış masasına doğru yaklaşırken arkasında asılı olan Atatürk Portresine ve Türk Bayrağıyla da selamlaştı. Yüzünde huzurlu, gururlu bir ifade belirip kayboldu saniyelerle. Soğuğun işlediği parkasını çıkarıp askıya astı, birkaç adımla koltuğuna varıp sonunda oturdu. Sırtını deri kaplı arkalığa yasladı. Günler sonra bedeni ilk kez bu kadar rahat bir yüzeyle buluşunca garipsemiş gibi irkilip kıpırdanması da meslek sevdasına dahildi. Kendi hâline tebessüm eder gibi olurken başını hafifçe salladı. Masasına bırakılmış birkaç evrakı fark edip onlara göz gezdirecekti ki odanın kapısı çaldı.
“Gel!” Önce kapının aralandığını ardından da kişinin adım seslerini duydu. Tıpkı masasına yaklaştıkça aldığı solukların da sıklaştığını duyduğu gibi. Postallarından çıkan o tok sesi dinlemeyi sürdürürken
“Kahvenizi getirdim komutanım.” Diyen titrek sesle başını evraklardan kaldırdı ve karşısındaki genç adama baktı kısa bir an.
“Gel Hamza, gel.” Derken düşünceliydi, bu sebeple de mırıldanır gibi konuşmuştu. Kendisinde beklenmeyecek, sık da görülmeyecek bir davranıştı bu. Hamza, komutanına kocaman açtığı gözlerinin ardından bakıp kalırken, komutan da gözlerinin ucuyla askerine bakmıştı. Sesindeki mırıltının, beden dilindeki sakinliğin aksine surat ifadesi dümdüzdü, hareleri alev alevdi sanki. Hamza o alev bürünmüş gibi hareleri gördüğü an kendine gelip tepsinin ortasındaki kahve fincanını kavradı.
Komutan, gözleri buluştuğu anda eli ayağına dolanan askerinin telaşının farkındaydı ve bu kendisine çok normal geliyordu. Çünkü gözlerine uzun uzadıya bakabilen pek fazla insan yoktu. Kendisini yetiştiren, kendisine böyle bakmayı öğreten komutanlar dışında!
Eline aldığı kahve fincanını masasına bırakıp selam veren gence başını hafifçe eğerek karşılık verdikten sonra fincanı kavradı ve kahvenin kokusunu içine çekip ilk yudumunu da aldı.
“Afiyet olsun komutanım.”
“Sağ ol.” Kısa süreli sessizlik esnasında askerinin dışarı çıkmak yerine hâlâ kendisine baktığını hissederek gözlerini yeniden ona çevirdi.
“Hayırdır, bir şey söyleyecek gibisin.” Asker peş peşe yutkundu, birkaç saniye daha kazanıp soluklandı ve gözlerini tereddütle onun gözlerine dikti.
“Yorgun görünüyorsunuz komutanım. Dinlenmek istemez misiniz?” Daha gencecik bir delikanlı olan Hamza’nın bu sözlerine mi gülse yoksa yüzündeki endişeye mi bilemeyip
“Anam mısın, karım mı ulan? Ne bu surat ifadesi böyle? Bir de endişeli endişeli soruyor adama bak!” dediği anda Hamza bembeyaz olmuş, az evvel zorla aldığı solukları bile kesilivermişti.
“Şey komutanım… Ben…” iki sözü bir araya getiremeyen hâline gülmemek için dudağının içini kemirdikten sonra arkasına yaslanıp ona daha dikkatli baktı.
“Ben alışkınım aslanım. Sen rahat ol. İyiyim yani.”
“Emredersiniz komutanım.” diye gürleyip selam vererek odadan çıkmaya hazırlanan askerinin arkasından yine tebessümü andıran bir ifadeyle bakarken
“Hamza!” dedi. Asker anında kendisine dönüp
“Emredin komutanım.” Dediğinde yüzünde belli belirsiz gülümseme oluşmuştu.
“Ellerine sağlık, kahveyi sevdiğim gibi yapmışsın.” Genç asker gözleri parlayarak başını salladı.
“Afiyet olsun komutanım.” Onun odadan çıkıp gidişini izledikten sonra gözleri yeniden kahve fincanına dönmüştü. Küçük fincanı parmaklarının ucunda çevirip öylece oturdu.
Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar sıcak, sessiz ve konforlu bir alanda sakin sakin oturmak garip geliyordu.
Dağlarda, tepelerde, sarp arazilerde yürümeye, toprak üstünde uyumaya, soğuk ya da sıcak havanın acımasızca temasına alışkındı. Normal olan, anormal geliyordu. Buna da mesleki deformasyon mu diyorlardı acaba?
Kendi kendine gülüp ayaklandı. Belindeki palaskayı sıkıca saran parmakları iklimsel zorluklar yüzünden kuruyup çatlamıştı. Bir an ellerine bakıp yüzünü buruşturdu.
“Ulan şimdi bunları geçirmek için vıcık vıcık krem sürmek lazım.” Derken kapısı yeniden çalmıştı. ‘Gel’ komutunun ardından aralanan kapıda başka bir asker duruyordu.
‘’Albay Kutalmış sizi emretti komutanım.’’ Başını sallayıp koltuğundan kalktı, odasından çıkıp hızlı adımlarla koridorda ilerledi ve Albay’ın odasının önünde kısa bir an soluklandı. Kapıyı çalıp içeri girdiğinde
‘’Beni emretmişsiniz komutanım.’’ Demiş, iri yarı bedeniyle makam koltuğunu dolduran kır saçlı adam ise ona şöyle bir bakmıştı. Ayaklanıp ona yaklaşırken
‘’Hoş geldin evlat. Seni sağ salim yeniden aramızda gördüğüme sevindim.’’ Deyip kollarını açtı ve kucaklaştılar.
Aylardır görevdeydi ve bu süre zarfında herkes tarafından özlendiğini gözlerinin parıltısından biliyordu. Bu kapıdan çıkıp dönmemek, dönememek onların gerçeğiydi. Sapasağlam dönünce gözlere bir ışıltı oturur, suratsız komutanları bile azıcık olsun tebessüm ederdi.
‘’Sağ olun komutanım, hoş buldum.’’ Dışında tek kelime daha etmeyen askerine şaşırmayan Albay, onun boyca uzun, kelime haznesi olarak kısa ve öz bir adam olduğunu biliyordu.
‘’Biz sana bir hafta izin verdik. Git aileni gör, yat dinlen diye. Burada ne bok işin var ulan?’’
‘’Ailemle telefonda görüştüm. Herkes iyi çok şükür. O yüzden memlekete gitmeye gerek duymadım.’’ Albay sabır çekip, ona ters ters bakarak
“Dediğin gibi olsun.” Deyip duraksadı. Gözleriyle masanın önündeki siyah deri koltukları işaret ederek sözlerine devam etti.
“Otur da anlat bakalım. Neler olduğunu bir de senin ağzından duyalım.” Komutanının emriyle koltuğa oturup kısa süre sessiz kaldı ve anlatacaklarını kafasında derleyip topladı. Ardından sakin ama tok bir tonlamayla görev aldığı operasyonu tüm ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
“İstihbaratçılarımızın titiz çalışmasıyla örgütün dağdaki oluşumlarının birçoğunu tespit edip etkisiz hâle getirdik. İki kamp alanına, beş mağaraya operasyon gerçekleştirdik. Çok sayıda terörist bu operasyonlarda ölü olarak ele geçirildi. Örgütün o bölgedeki sözde sorumlusu sorguda şehir yapılanmalarıyla ilgili bilgileri ve yakın zamanda yapılması planlanan saldırıların bilgilerini verdi.”
Albay son kelimeye bıyık altından gülüp
“Vermek zorunda kalmış olmasın?” Dediğinde onun da dudakları yine belli belirsiz kıvrılmış, yüzünde gülümsemeyi andıran ufacık bir ifade belirip kaybolmuştu.
“Olabilir tabii, o da bir ihtimal.” Sözleriyle kıs kıs gülmeye devam eden Kutalmış Albay parmakları arasında tuttuğu kalemi yavaşça çevirmeye başladı.
“İtlerin tespit edilebilen üç deposunu da havaya uçurmuşsun.’’
‘’Doğrudur komutanım.’’ Albay başını usulca aşağı yukarı salladı.
‘’Aslanım unutma, baharın gelişiyle bu kanı bozukların kanları kaynar, dağdan inmeye başlarlar. Sınır boyunca yer alan karakollarımıza ve üs bölgelerimize saldırıp intikam almaya kalkarlar.’’
‘’Biliyorum komutanım.’’
‘’O zaman için tetikte olmak, önlem almak şart oldu bunu da biliyorsun değil mi Binbaşı?” Dakikanın yarısı kadar bir süre sessizlik içinde bakıştıktan sonra Binbaşı ağır ağır ayaklandı ve Kutalmış Albay’a dönük vaziyette durdu. O kalın ve tok sesiyle yeniden konuşmaya başladı.
“Biliyorum. Sizin, bizim daima hazır olduğumuzu bildiğiniz gibi biliyorum komutanım.” Albay askeriyede nadiren, sivil hayatta ise ona azaran daha sık görülebilen babacan tebessümüyle birkaç saniye daha askerine baktı. Onunla ve yetiştirdiği tüm askerleriyle daima gurur duymuştu ve daima gurur duyacaktı.
‘’Ayağınıza taş, gözünüze yaş, cesur yüreğinize gam, vatan için siper ettiğiniz bedeninize hainin kurşunu değmesin aslanlarım.’’ Albay Kutluhan Kutalmış, o güzel duasını edince Binbaşının yüzünde anlık gelişen ve tebessüme benzeyen bir değişim yaşandı. Tabii o tebessüme benzer ifade başladığı hızla son buldu.
Ortamda pek de alışık olmadıkları duygusallığı bitirmek için güçlü bir öksürükle boğazını temizleyen Albay
‘’Şimdi bu odadan çık, evine git…’’ emrini verdiği sırada odasının kapısı çaldı. Gözlerini kapıya dikip gür sesiyle
‘’Gir!’’ demiş, odanın içinde sesinin yankılanması devam ederken kapı paldır küldür açılmış ve on tane adamın kafası kule gibi üst üste duracak şekilde içeri uzanmıştı. Karşısındaki bu görüntüye normalde bağırıp çağırır, hatta yeri yerinden oynatırdı ama şu an durum farklıydı. Gözlerini devirmekle yetinip
‘’Hehh!’’ Diye gürledi önce ve derin bir soluk alıp devam etti.
‘’Geldi ipini koparıp sapını sevdiklerim.’’ Kapıdaki askerlerine bakıp kahkahayı basmamak için Binbaşıya odaklanmaya çalışıyordu.
‘’Bunlar seni eve de göndermezler.’’ Binbaşı ağzını açamadan on adamın en rütbelisi olan Yusuf Yüzbaşı atladı araya.
‘’Göndermeyiz valla komutanım. Biz komutanımızı hasretlerle, gözlerimiz yolda kalarak bekledik.’’ Albay, yüzbaşıya gözünün ucuyla bakıp, ağzını yamultarak
‘’Duygusal pezevenk. Resmen sana yürüyor aslanım. Götünü kolla, benden söylemesi.’’ Demiş, ardından da başını pencere tarafına çevirip kıs kıs gülmüştü.
‘’Ben gidip şu gereksizlerle ilgileneyim komutanım. Belli ki benim emrim altında talim yapmayı çok özlemişler.’’ Diyerek ayaklanan Binbaşı, Albaya selam verip kapıya yöneldi.
‘’Gidin gidin, hadi siktirin gidin. İşim gücüm var. Sizin aşk dolu kavuşmanızı görmek istemiyorum.’’ Sözlerinin ardından Albay hızla soluk alıp bir anda
“Aşk demişken…” dedi. Binbaşı bu sözle durup yeniden ona baktığı sırada ise devam etti.
‘’Doktor hanımı gördün mü?’’ Albayın bu soruyu sormasıyla enine boyuna adam sanki ortadan kaybolmak ister gibi huzursuzca kıpırdanıp gözlerini kaçırmıştı.
‘’Anlaşıldı, doktor Cansel hanıma da gidilmemiş. Dur iki dakika da cevap ver bakalım. Ne oldu da dalgalandınız yine?’’
Binbaşı sağ elini uzamaya başlayan saçlarına götürüp gelişi güzel karıştırdı. Komutanının dikkatli bakışlarından kaçamayacağını anlayıncaysa
‘’Bizden olmaz komutanım.’’ Diyerek muhabbeti kısa kesmek istedi. Albay ise yıllardır tanıdığı bu adamın üç kelimeyle vardığı noktayı anlamıştı. Karşısındaki adam neden bu düşünceye varmış, doktor hanımla aralarında neler yaşanmıştı bilmiyordu. Sorsa da cevap alamazdı zaten. Alacağı cevap da ancak bu kadar olurdu. O yüzden ısrar etmedi, elbet bir gün binbaşının dili çözülür diye umut etti.
‘’Bil diye söylüyorum evlat, sen böyle düşünüyorsun ama doktor hanım seninle aynı fikirde değil galiba. Her gün burayı arayıp, dönüp dönmediğini öğrenmeye çalışmasından ben öyle anlıyorum.’’ Demeden de edemedi.
Komutanının söyledikleriyle yüzünü ekşiten adam derin bir soluk alıp sessizliğini korumuş, Albay ise sabır diler gibi başını sallamış ve kapıyı işaret etmişti.
“Kaybolun gözümün önünden.” Binbaşı tekrar selam verip odadan çıktığında komutanının söylediklerini bir süreliğine aklının gerisine attı. Operasyona gitmeden önce yani aylar evvel yollarını ayırdığı, en azından kendisinin böyle düşündüğü ve hareket Cansel’i sonra düşünecekti.
Karşısında dizilmiş askerlerine bakıp
‘’Beni çok mu özlediniz ulan? Ne bu hâl?’’ demesiyle
‘’Valla özledik be komutanım. Bu seferki ayrılık çok uzun sürdü. Hepimiz meraklandık.’’ Diyen Yüzbaşı Yusuf’a tebessüm etti.
Eğer kendisi yoksa timi sahada yönetebilecek kadar akıllı, soğukkanlı ve askeri becerileri yüksek kişi Yusuf’tu. Genç adam işinde son derece disiplinli olsa da normal hayatta en ele avuca gelmez, söz dinlemez, başı dertten kurtulmaz olan da oydu. Çapkınlıkları boyunu aşmış, her biri de başına iş açmıştı. Yusuf’a sorarsanız kendisini ne doktorlar ne avukatlar istemişti de o varmamıştı.
Yüzbaşıdan başlayarak timdeki herkesle el sıkışmış, ardından da sıkıca sarılmıştı. Nadir zamanlarda kendisine yaklaşılmasına izin verirdi, bu an da o nadir anlardan biriydi. Kendisiyle hasret gidermeye çalışan askerlerinin yüzünde tebessüm vardı. Çünkü sağsalim dönmüştü. Bir silah arkadaşlarını daha kaybetmemiş, bir ananın babanın daha yüreği yanmamıştı.
Bu, onlar için en büyük mutluluktu. Selamlaşma ve hoş geldin deme faslı son bulduğunda
“Taze demlenmiş çayınız var mı?” Sorusuyla timin en genci Hamdi Teğmen heyecanla resmen şakımıştı.
“Sen gelirsin de taze çayımız olmaz mı komutanım.” Binbaşı onun heyecanına da samimiyetine de tebessüm edip kolunu açtı ve Hamdi’nin omzuna sardı. Genç adamın kısa saçlarını hızla karıştırır gibi okşarken
“Eyvallah aslanım.” Dedi ve yürümeye başladılar. Çay içmek için kendilerine ait olan ve dinlenme alanı hâline de getirilmiş hangara ilerlediler.
“Uygur üsteğmenim nasılsın?” Yanında sessizce ama tebessüm ederek ilerleyen bir başka genç adamdı Uygur. Masmavi gözlerini kendisine çevirip
“Sağ olun komutanım.” Dediğinde Binbaşı yüzünü buruşturup,
“Nasılsın onu de bana üsteğmenim. Sen nasılsın, Figen Hanım nasıl, evlilik nasıl gidiyor, bir sıkıntı yok değil mi?” Sorularını daha net dile getirdi.
“İyiyim komutanım, Figen de iyi. Evlilik iyi gidiyor.” Uygur Üsteğmen, görev için geldiği bu şehirde, şark görevini yapmakta olan Hemşire Figen ile tanışmıştı. Bu tanışıklık ise kısa süre sonra evlilikle taçlanmıştı.
“Uygur evlilik iyi gidiyor dedi Adil teğmenim duydun mu?” Birkaç adım arkasında yürüyen Teğmen Adil tebessüm ederek
“Duydum komutanım.” Dediğinde Binbaşı bu kez sorularını ona yöneltti.
“Eee siz nasılsınız Adil? Sen de Yeliz öğretmen de iyisinizdir inşallah.”
“İyiyiz komutanım sağ olun.” Sohbete devam ederek hangara vardıklarında sıcak çaylarını içerken Yusuf Yüzbaşı son çapkınlık turlarını komutanına bildiriyor, timin geri kalanıysa ellinci kez dinledikleri bu muhabbetlerden illallah ediyordu.
“Yüzbaşımı da evlendirip çapkınlık muhabbetlerinden kurtulalım diyorum komutanım ne dersin?” Diyen Günay teğmene bakıp bıyık altından gülen adam
“Bence de aslanım. Kafamız rahat eder.” Dediğinde Yusuf kırgın kırgın hepsine baktı.
“Kalbimi kırdınız be komutanım. Herkesten beklerdim de sizden asla.”
“Siktir oradan puşt. Yediğin o naneler bir gün başına iş açacak.” Deyip ayaklanan komutan beresini avucunun içinde tuttuğu beresini Yusuf’a doğru salladı.
“Başın belaya girince, abi yardım et, diye gelirsen seni döverim aslanım. Haberin olsun.” Uygur, Adil, Günay ve Hamdi bu sözlere gülmemek için çabalarken Yusuf dudaklarının arasından homurdanıyordu. Binbaşı hepsine kısa süre bakıp kapıya yöneldi ve
“Rahat durun. Olay istemiyorum. Ne burada ne de sivilde.” Diyerek hangardan çıktı.
Hep birlikte çay içip sohbet ettikleri bir saatin tadı damaklarında kalsa da Tim işlerinin başına döndü, Binbaşı da Albay’ın kesin emriyle istemeye istemeye evinin yolunu tuttu.
Aylardır havalanmayan evine girince yüzünü buruşturmadan edemedi. Doğruca pencerelere ilerleyip açtı ve temiz havanın evin içine dolmasını sağladı. Yatak odasına ilerleyip üniformasını çıkardıktan sonra doğruca banyoya geçti.
Ayların yorgunluğunu atmak için uzunca duş alıp salona geçtiğinde koltuğa boylu boyunca uzanmıştı ki evin kapısı durmaksızın çalmaya başlamıştı. Kaşları derince çatılırken alacaklı misali kapıyı çalanın kim olduğunu düşünüp homurdanarak ayaklandı.
Girişteki portmantonun üstüne bıraktığı silahına şöyle bir bakıp kapıya yaklaştı ve dürbünden bakıp gördüğü tanıdık yüzle gerildi. Yüzünü sıvazlayıp derin bir nefes aldıktan sonraysa kapının kilitlerini açıp kapıyı araladı.
“Cansel…” tok ve soğuk bir tonlamayla söylediği ismin sahibi bu tavrına aldırmayıp
“Geldiğini haber vermedin.” Demişti. Hatta tavrını o kadar umursamamıştı ki içeri girmek için bir adım attı. Ancak kapı hâlâ aralıktı ve o boşluğu evin sahibi kapatıyordu. Binbaşı, kadının ima dolu bakışını, sol kaşını usulca havaya kaldırışını takip ederken
“Yorgunum. Ve artık seninle özel olarak görüşmek istemiyorum.” Bu sözleriyle onun içeri girmesine de bitirdikleri ilişkileriyle ilgili umut beslemesine de engel oldu. Cansel böylesi soğuk bir karşılamayı ve böylesi sözler duymayı beklemediği için şaşırınca Binbaşı kendini bir şeyler söylemeye zorlayarak derince soludu.
“Cansel, gitmeden önce konuştuklarımız hâlâ değişmedi. Bu ilişki yürümez. Bizden olmaz. Denedik ama olmadı diyelim. Arkadaş kalalım ki yüz yüze bakabilelim.”
Cansel sanki ayrılmamışlar, bu diyalogları daha evvel dile getirmemişler gibi şaşkın şaşkın yüzüne baktı bir süre. Ardından şaşkınlığını atmayı başarıp başını hızlıca sallayarak arkasını dönüp gitmeye başladı. Peş peşe attığı hızlı adımlardan, her adımının zeminden yükselerek apartman boşluğunda bıraktığı tınıdan bile öfkesi anlaşılıyordu.
Merdivenleri inmeye başladı ancak aniden durup hâlâ kapı aralığında dikilen adama bakmak istedi. Yüzündeki kendini beğenmiş ifadeyi, gözlerindeki imalı bakışı görsün istedi ancak kapının çoktan kapanmış olduğunu görünce öfkeden resmen dudağındaki kırmızı rujun rengine büründü. Arkasını döner dönmez kapıyı kapatmıştı öyle mi?
Öfkesi her saniye artarken ona söylemek istediği her şeyi bağıra bağıra dile getirmeye başladı. Şu an askeriyeye ait bir apartmanda olmasını falan umursamıyordu. Ne yazık ki kendini de umursamıyordu. Bu bölgede tanınan biri, bir doktor olduğunu bile düşünmeden
“Pişman olup kapıma geldiğinde işin çok zor olacak Komutan. Seni kolay kolay affetmeyeceğim. Şimdiden özür dilerken dizeceğin methiyeleri, ellerinde getireceğin çeşit çeşit çiçekleri planla bence.” Diye bağırınca kapının arkasından söylediklerini duyan adamın çenesi öfkeyle kasılıp kalmıştı.
Şimdi kapıyı açsa ve ‘ne diyorsun?’ diye bağırsa… Hem komşusu olan diğer askeriye mensuplarına ayıp olacaktı hem de Cansel’le hiç istemediği bir tartışmaya girip belki de kalbini kıracaktı.
O yüzden kapıyı açmadı ama sinirini çıkarmak için yumruk olan sol elini duvara olağanca gücüyle vurdu. İlişkiye başlarken her şey iyiydi hoştu da bitirmek isteyince neden bok gibi oluyordu?
İçinde büyüyüp dağ gibi olan sinirini yatıştırmaya çalışırken az evvel kalktığı koltuğa geri döndü. Uyumaya çalıştı fakat gözüne uyku girmiyordu. Gözlerini kapattığı her an Cansel’in giderken söylediği sözleri hatırlıyordu.
Birkaç saat sonra kapısı yeniden çaldığında yeni yeni yatışmaya başlayan sinirleri tekrar gerilmişti. Cansel’in bir kez daha kapıya gelmiş olma ihtimalini düşünmek istemese de bu ihtimale takılı kalarak kapıya ilerledi. Kapının gözetleme deliğinden baktığındaysa karşısında Cansel değil, üst komşusu Üsteğmen Uygur’un eşi Figen hemşire vardı. Kapıyı açıp
“Figen.” Derken tebessüm etmişti. Çünkü karşısındaki genç kadın da kendisine tebessüm ederek bakıyordu.
“Komutanım…” hitabını duyunca yüzünü ekşitip
“Ben senin komutanın değilim bizim kız.” Demeden edemedi. Figen başını hafifçe sallayarak samimiyetle
“Hoş geldin abi, nasılsın? Aç mısın, yemek getirelim mi?” Sorularını sorarken üst kata uzanan merdivenlerden bir kafanın uzandığını gördü.
“Abi sarma var, tam senin sevdiğin gibi.” Diye şakıyan ise Adil teğmenin karısı Yeliz öğretmendi. İkisine de içtenlikle gülümseyip
“Teşekkür ederim kızlar. Ama…” bir an durup iç çektikten sonra
“Sarmaya hayır demem bilirsiniz. Varsa seve seve yerim. Hele de Yeliz sen yaptıysan…” demesiyle genç kadınlar da ona gülmüşlerdi.
“Kırılmalı mıyım abi? Yeliz yaparsa yersin de ben yaparsam yemez misin?”
“Olur mu kızım, yerim tabii. Ama sen paçanga böreğinde ne kadar efsaneysen, Yeliz de sarma da öyle.”
“Eee iyi bari, ben de paçanga böreklerini getireyim.” Diyen Figen sırıtarak üst kata yöneldiğinde binbaşı açlıktan guruldamaya başlayan midesinin gazına gelerek
“Valla mı bizim kız, paçanga mı yaptın?” Diye heyecanla sormadan edememişti.
“Senin geldiğini duyunca yapmaz mıyız abicim, ayıp ediyorsun.”
“Eyvallah hanımlar, çok teşekkür ederim.” Yeliz üst kattan hızla inip elindeki tabakları uzattıktan sonra Figen’i direğiyle dürttü. İkisi de aynı anda kirpiklerini kırpıştırarak binbaşıya bakıp sırıtmaya başladılar.
Binbaşı ise sol elindeki tabaklardan bir sarma alıp ağzına atmıştı. Kızların bakışlarını birkaç saniye dikkatle izleyip
“Bunlar sadece gelişime özel değil anladım. Neyin rüşvetini yiyorum söyleyin bakalım?” Diye ağzındaki sarmayı yutmaya çalışırken homurdanır gibi bir sesle sordu. Hanımlar ise bu soruyla daha da sırıtıp
“Kocalarımızın canına okuma olur mu?” Dediklerinde bu kez sırıtma sırası komutandaydı.
“Ruhlarına okumamı mı istersiniz?”
“Tövbe de abi ya.” Diyen Yeliz’i
“Allah korusun.” Diyen Figen takip etmişti. Binbaşı tok bir kahkaha atıp başını sağa sola sallarken paçanga böreğini tek lokmada midesine indirdi.
“Tamam tamam, anladım ben sizi. Kocalarınıza birkaç gün izin veririm tatil yaparlar.”
“Oley be…”
“Sen en kral komutansın abi.” Sözlerine başını sallamaya devam edip
“Yalakalığa gerek yok. Hadi gidin de keyifle karnımı doyurayım. Hadi, kaybolun.” Dedikten sonra evine girdi.
“Elinize sağlık, teşekkür ederim. Rüşvet istemeyeceğinizde de bunlardan yapın olur mu!”
“Siz isteyin yeter komutanım.” Diyen kızlar, tıpkı çocuk gibi heyecanla koşar adım merdivenleri çıkıp gözden kayboldular. Binbaşı da evine girip kapıyı kapattı.
Karnını güzelce doyurup yeniden salondaki koltuğa uzandı. Saat epey ilerleyip gece yarısını bulurken hâlâ aynı koltukta yatıyor, bir o yana bir bu yana dönüyordu. Zorla bir hafta izine ayrılmış olmasına söylene söylene yatak odasına geçip bu sefer de yatağında dönmeye başladı. Sağa, sola, sağa, sola… Dönüyor ve dönüyordu. Sonunda uyumayı başardığında neredeyse gün doğmak üzereydi.
Ertesi gün öğlen saatlerinde uyanıp evini toplamış, temizlemiş, biriken kirli çamaşırlarını yıkamış ve çamaşır teline asmıştı.
Buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığı için markete gidip alışveriş yaptıktan sonra aldıklarını arabasına yerleştirmeye başladı. Bu sırada yanına park eden aracın kapısı açıldı.
Mesleki alışkanlık olarak göz ucuyla aracı incelemiş, araçtan inen kadına ise çatık kaşlarının altından dikkatle bakmıştı ki duyduğu sesle dizinin üstüne çöktü.
Uzun mesafeden silah ateşlenmiş, çıkan kurşun yanına park eden aracın sol arka kapısına isabet etmişti. Araçtan inen kadının hâlâ orada olduğunu idrak edip hızla kendi aracının etrafından dolanarak diğer aracın ön kısmına geldi ve neye uğradığını şaşıran kadını çöktüğü yerden kaldırıp, kolundan tuttuğu gibi çekti.
Yeniden kendi aracının ön yolcu kapısının oraya saklanırken elindeki silahla sağı solu kontrol etti. Silahını ne zaman çıkarmış, mermiyi namluya ne zaman sürmüştü farkında bile değildi.
Hepsini refleksle, bir uzvunu kullanır gibi yapmıştı. Bu sırada yanına park eden araca kurşunlar peşi sıra isabet etmeye başlayınca yanındaki kadına döndü ve çantasından çıkardığı silahı gördü.
“Kimsin sen? Neden sana ateş ediyorlar?” sorusunu sorup hafifçe doğruldu ve havaya doğru uyarı ateşi maiyetinde birkaç el sıktı. Amacı ateş edenlere kendilerinde de silah olduğunu anlatmaktı. Telefonunu çıkarıp Albay’ı ararken yine kadına bakıyordu.
“Kimsin dedim? Polis, asker, istihbaratçı? Niye sıkıyorlar sana?” kadın bir anda dönüp gözlerine bakıverince, kumral saçların arasında sakladığı yemyeşil gözlerini gördü.
Ege Bölgesi’nin en nadide şehirlerinden birinde doğup büyümüş, sırtını dayadığı dağlardaki yeşili kendine dost, sırdaş, yoldaş edinmişti. O dostluğu ise mesleki bir yeşil sevgisine dönüştürüp, üniforma yapıp üstüne giymişti.
Onca dağ gezmiş, operasyon yapmış, oralarda yatıp kalkmıştı. Ancak hiç böyle bir yeşil görmemişti. Kadının gözleri koyu ama parlak bir yeşildi.
“Polis ya da asker değilim.” Binbaşı hızla bakışlarını onun ellerine çevirdi ve tuttuğu silaha baktı.
“Sen, bu elindekini kullanmayı biliyor musun?” telefon aramasına cevap verildiğini duyup
“Meydandaki marketin önünde pusu yedik. Yanımda sivil var! Acil destek.” bir yandan Albay’a durumu anlatıp, yardım isterken, diğer yandan da gözünü kadından ayırmıyordu. Telefonu kapatıp ceketinin iç cebine koydu ve kadının elindeki silahı almak için hamle etti. Tam o anda yüzünde sinir bozucu bir ifade geçen kadın ise silahı havaya doğrultup iki el sıkmıştı.
İçinden ‘Allah’ım onca havalı görevden sonra burada canımı alıp, ‘bok yoluna gitti’ dedirtme Yarabbim.’ Diye geçirirken silahı kadının elinden alıp
“Yahu kadın, kimsin, nesin, necisin söylesene? Neden seni hedef aldılar?” Diye bağırmış, sesi silah seslerini bastırmıştı sanki.
“İş için geldim!”
“Ne işi? Ayrıca…” kafasını hafifçe çıkarıp yanındaki araca yeniden baktı. Emin olmak ister gibi bir bakıştı ve hemen yere çöktü.
“Cam tavanlı, siyah Passat biniyorsun? Aşiret kızı falan mısın sen?” demesiyle kadın gözlerini devirip
“Tabi ki hayır!” derken soluğu dibinde alıp, burnunun ucuna kadar girmişti. Bunca tozun, toprağın, mermi seslerinin arasında burnuna dolan koku, yasemin çiçeği kokusu muydu? Bir soluk daha alıp doğru olup olmadığını teyit etmek istedi ancak ne yeri ne zamanıydı. Zaten kadın da hem deli hem de yabancıydı.
Ne kadar zamandır kadın parfümü kokusu duymamıştı da şimdi, böylesi bir durumda bunu algılamıştı? Kendi içinde yaşadığı saçmalığa öfkelenirken kadının da öfke dolu sesi kulağına ilişti.
“Bana bak asker, zaten canım burnumda. Şehre adım atmamla kurşunlanmam bir oldu. Bir de sen üstten üstten konuşup asabımı bozma.” Kadının sözleriyle siniri iyice tepesine çıkmış, çenesi seğirmeye başlamıştı. Dişlerini sıka sıka
“Askerim doğru ama baya güzel bir rütbem var. Havalı… Taşaklı!” demesiyle kadının yüzünde gülüş belirip kaybolmuştu. Bir kadının yanında kullandığı sözleri fark edip pişman olacak biri değildi. Zaten bunun pişmanlığını yaşamanın da sırası değildi.
“Binbaşı Metehan Kılıçarslan.”
Kadın bir an durup kendisine alıcı gözle bakmış ve resmen sırıtmıştı. Bu kadın, bugünkü sınavı mıydı? Sabrını zorlamak, sinirlerini hoplatmak için mi karşısına çıkmıştı?
“Ne, neden sırıtıyorsun?” sorusuyla daha da sırıtan kadın önüne düşen saçlarını tek hamleyle arkaya doğru atıp yüzünü tamamen gösterdi. O yeşil gözleri şimdi daha da belirginleşmişti sanki.
“Ben senden daha taşaklıyım da ona sırıtıyorum.” Cevap karşısında gözleri yine büyüyen Metehan saniyeler içinde doğrulup, ateş edilen tarafa birkaç el sıkıp yeniden siper almıştı ki
“Nazenin Tuna…” dediğini duydu. Sadece ismini söyleyip işiyle ilgili hiçbir şey söylememesine bir kez daha deli olurken kendilerine ateş eden terörist grubun hızla uzaklaştığını gördü. Aracın ardından çıkıp peş peşe tetiğe bastığı esnada kadının da ayaklandığını görmesiyle başını ona doğru çevirdi.
“Kafana sıksınlar mı istiyorsun?”
“Kafama sıkacak olsalardı çoktan sıkarlardı. Sadece gözümü korkutmaya çalıştılar.” Diyen kadına bir adımla yaklaşan Metehan, silahını beline takıp onu kollarından yakaladı ve aracın kaportasına yüzükoyun yatırmak için hamle etti.
“Kimsin nesin belli değil. Seni gözaltına alalım da…” demesine kalmadan sol bacağının diz kapağına yediği darbeyle irkildi. Kollarından sıkıca tuttuğu kadın diğer bacağına doğru bir hamle daha yaparken
“Kollarımı bırak da kim olduğumu, neci olduğumu söyleyeyim.” Diye resmen dişlerinin arasından hırlamıştı.
“Geç kaldın hanımefendi. Ben sana o soruları sordum, sen de benden daha taşaklı olduğunu söyledin.”
“Öyle zaten!” Nazenin öfkeyle sesini yükseltirken kollarını adamın ellerinden kurtarmak ve olduğu yerde hızla dönmek için hareket etti. Sağ kolunu onun sıkı tutuşundan kurtarmayı başarıp vücudunun yarısını da adama döndürdü.
Şimdi öfkeli gözlerle birbirlerine bakıyor, aralarında yaşanan mücadeleden dolayı ikisi de derin nefesler alıyordu.
“Bırakmıyor musun?” Nazenin’in uyarı dolu bir sesle sorduğu bu soruya sinirle gülen Metehan
“Bırakmıyorum lan.” Dediği anda dediği bu sözlere pişman oldu. Çünkü Nazenin sol kolunu vargücüyle kendine çekerken bir yandan da olduğu yerde zıplamış ve yüzüne sağlamından kafa atmıştı. Metehan birkaç saniye neler olduğunu anlayamayıp silkelenirken ellerini Nazenin’in üstünden çekip dudağına götürdü.
Dudağındaki sızının da parmaklarına bulaşan yapışkan, sıcak sıvının da sebebini anlamıştı. Ama olan bitene inanmakta güçlük çekerek aracın yan aynasına eğildi ve gördüğü manzara karşısında dudakları arasından sağlam bir küfür mırıldandı.
Kadın kendisine kafa atınca, hem de boyu yetmeyeceğinden ötürü zıplayarak kafa atınca dudağı patlamıştı.
“Deli misin kızım sen?” Diye bağırarak ona döndüğü esnada, onun gayet rahat bir tavırla kendisine bakıp omuz silktiğini görünce hepten sinirlendi. Şimdi kendisi deli olacaktı.
“Deli falan değilim. Durduk yere beni ters kelepçe yapıp gözaltına almak isteyen bir sivile tepki gösterdim hepsi bu.”
Metehan uzun zamandır kesilmeyen saçlarını çekiştirip bir yandan da dudağından akan kanı silerken yanlarına yaklaşan tim üyelerini görerek derin bir nefes aldı. Bu kadınla birkaç dakika daha yalnız kalsaydı muhtemelen aklını yitirecekti.
“Evlat, hayırdır böyle gündüz vakti, mahalle ortasında… Neler oluyor?” Diyerek soluğu yanında alan Albay Kutluhan’a dönen Metehan başıyla komutanına selam verdi.
“Ben de bilmiyorum komutanım. Ama dertleri bu kadınlaydı. Kendisi ne halt ettiğini söylemedi ama.” Dese de Kutluhan Albay bambaşka bir noktaya takılmıştı. Takıldığı şey tabii ki askerinin dudağındaki kanayan yerdi.
“Noldu aslanım sana? Bilmem kaç metre uzaktan sıkıyorlar dedin. Yüzün nasıl bu hâle geldi?” Metehan yüzünü buruşturup gözleriyle adının Nazenin olduğunu öğrendiği kadını işaret ederek
“Kimliği belirsiz şahıs yaptı komutanım. Hem de ben onu korumaya çalışırken.”
“Beni korumaya değil, durduk yere ters kelepçe yapmaya çalışırken arkadaşa kafa attım.” Nazenin’in bu sözüyle dişlerini sıkan Binbaşı kafasını sağa sola salladığı esnada timindeki askerlerinin yüzünde oluşan şaşkınlığı, şaşkınlığın ardından kadına dönen ve onu baştan ayağa inceleyen bakışları, o bakışların ardındansa şaşkın yüzlerinde beliren sırıtışları görmüştü.
Arkasından dönecek tüm goygoylara engel olmak için Yüzbaşı Yusuf’a doğru hamle eden Metehan onu kendine doğru çekip kulağına yaklaştı.
“Biriniz bile yüzü güler gibi olsun, bu muhabbet askeriyede bir duyulsun… Çenelerinizi sikerim, biliyorsunuz değil mi?”
“Biliyorum komutanım.”
“Neyi biliyorsun Yüzbaşım?”
“Sikersiniz komutanım.”
“Aferin Yüzbaşı.” Metehan Binbaşı Yusuf’un yanından uzaklaşırken Albay ise hâlâ aracın yanında öylece duran genç kadına bakıp şöyle bir süzdü. Kadın, kızı yaşlarındaydı. Ufak tefek bir yapısı vardı. Izbandut gibi askerlerinin yanında hepten küçük görünüyordu.
Buralılara ise hiç benzemiyordu. Buranın insanı esmer, kavruk tenli olurdu. Kadınların boyları desen uzun, bedenleri irice yapılıydı. On yaşındaki kız çocukları bile bu kadından uzundu. Beyaz teni, kumral saçları, yemyeşil gözleriyle buraların yabancısı olduğunu fizikken bile belli ediyordu.
“Kızım, kimsin sen? Bunlar neden sana ateş ettiler?” sorusunu soran Albay cevabı beklerken Metehan sinirle güldü.
“Ben sordum komutanım. Sadece ‘ben senden daha taşaklıyım!’ dedi.”
Albay ve timin tüm üyeleri birbirine bakıp kalmış, birileri yeniden gülecek gibi olmuş ancak zar zor toparlamıştı. Duyduklarını sindirip hemen toparlanan Albay bir şeyler söyleyecekti ki kadın ilk kez konuştu.
“Bu adam normal ses tonuyla konuşmayı bilmiyor galiba Albay. Sürekli bağırıyor.” Demesiyle iyice gözü dönen Metehan onun üstüne yürüyecek olunca araya askerleri girmişti.
“Deli çıkacağım ya. Kelepçeleyip alalım şunu sorguya. İn midir, cin midir belli değil!” bağırışının ardından Yüzbaşı Yusuf çenesini tutamayıp komutanının kulağına doğru fısıldadı.
“İn cin değil de huri gibi komutanım.”
“Yusuf kes sesini yoksa ben keserim!” diye resmen hırlarken kadının dile getirdiği üç kelimeyi duydular. Ve o üç kelimeyle ortamda anlık bir sessizlik oluşmuş, kimseden çıt çıkmaz olmuştu.
HEMDEM – 1. Bölüm‘ü Okumaya devam et.